EMPERYALİZM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EMPERYALİZM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2021 Cuma

EMPERYALİZM, MALTA SÜRGÜNLERİ VE ERGENEKON

EMPERYALİZM, MALTA SÜRGÜNLERİ VE ERGENEKON




Ali  ERALP

(Sevgili  okuyucularım,  bu  kez  biraz  uzunca  bir  makale  yazdım.   Özellikle , “Bu  milletten  ne  köy  ne  kasaba  olur.   Öldük,  bittik,  mahvolduk…”   diyenlerin  bu  yazıyı  başından  sonuna  dek  okumalarını  hoş  görülerine  sığınarak,  rica  ediyorum. Osmanlının  son  dönemlerindeki  yargı,  yargıç  ve  politikacıların  günümüzdekilerle  benzerliklerini,  nasıl  bir  ihanet  içinde  olduklarını  ve  “Çılgın  Türklerin”  bu  ateş  çemberinden  nasıl  çıktıklarını  onurla  göreceklerdir…)
1923  Devrimi  ve  Kemalist  Cumhuriyet  yoğun  bir  saldırı  ile  karşı  karşıyadır  bugün.
Ülkemiz  ABD,  AB  ve  yerli  uşakları  tarafından  kuşatılmıştır.
Birliğimiz,  bütünlüğümüz,  üniter  yapımız  yok  edilmek  istenmektedir.
Sevr  gündemdedir.
Ordu, yargı, tüm ulusumuz ateş altındadır.
Vatanımız  ateş  altındadır.
    Bugüne değin ulusalcılara, ulusal düşünceye, Atatürk devrimlerine bu denli pervasızca, açıktan dil uzatılmadı. Bu denli yüksek perdeden sövülüp sayılmadı. Bağımsızlık düşüncesi bu denli aşağılanmadı.
Adalet, hukuk siyasallaştırılmıştır günümüzde. Bu ülkeye yıllarca hizmet etmiş generaller, politikacılar, sendikacılar, yazarlar çizerler ruh hastalarının, eski PKK’lı katillerin tanıklığı ile 25 kuruşluk CD’lerle dört duvar arasına atılmakta, çile çekmektedirler.
Bu haksızlıklara, yasa dışı uygulamalara karşı çıkan, direnen yargıçlara, savcılara, mahkemelere, basına, yurtseverlere ise çeşitli yıldırma, sindirme, korkutma yöntemleri uygulanmaktadır.
Yasama, yürütme, yargı erklerini tekeline alan AKP iktidarı, Türkiye’yi dilediği gibi yönetme sevdasına düşmüştür.
Dinci faşizm kol gezmektedir… İşbirlikçi, taraf basın “Mütareke Basını”na dönüşmüştür. Emperyalizmin ve zalimlerin sözcüsü durumundadır bugün. Giderek daha da saldırganlaşmaktadır.
Bütün bu baskıcı uygulamalar, programlar Amerika’nın yeryüzüne egemen olma ve ülkelerin enerji kaynaklarını talan etme planının bir parçasıdır. Ortadoğu haritası ve Türkiye yeniden biçimlendirilmeye çalışılmaktadır. Bin yıldır bir arada yaşayan insanların arasına etnik, dinsel düşmanlık tohumları ekilerek, uluslar yapay ayrılıklar temelinde bölünmek istenmektedir. Bütün bu sinsi, karanlık planlar “özgürlük, demokrasi” perdesinin arkasına sığınılarak yapılmaktadır.
ABD’nin hedefinde ulus devletler vardır. Çünkü ulus devlet demek bağımsızlık demektir. Ülke çıkarlarını korumak demektir. Ulus devletlerin parçalanıp, devletçiklere dönüşmesi Amerika’nın dış politikasının temelini oluşturmaktadır. Uluslar parçalanmalı, etnik, dinsel, cemaatler temelinde yeniden düzenlenmelidir.
Bu amaçla ilk girişim Irak’ta gerçekleştirilmiştir. Sıra Türkiye, İran ve Suriye’dedir.
    Şu günlerde, ekonomik krizle boğuşan ve çöküntüye giden ABD’nin elini çabuk tutması gerekiyor. Çin, Hindistan, Rusya, Latin Amerika gibi ülkeler daha da güçlenip dünya politikasına ağırlığını koymadan ve Avrasya birliği gerçekleşmeden Ortadoğu teslim alınmalıdır. Ondan sonrası kolay. Arkası çorap söküğü gibi gelecektir nasıl olsa!… Asya’nın merkezine, kalbine doğru bir yürüyüş… Kafkasların işgali ve yenidünya imparatorluğu…
Bu bir Amerikan rüyasıdır. Bu bir dünya egemenliği savaşımıdır. ABD’nin sömürgeciliğini sürdürmesi, Amerikan rüyasının gerçekleşmesi bu savaşımın kazanılmasına bağlıdır.
BOP  PLANI  HAYATA  GEÇİRİLMEYE  ÇALIŞILMAKTADIR
Amerika ve yerli uşaklarının ülkemizde istedikleri gibi at oynatıp, saltanatlarını sürdürebilmeleri için Türkiye’nin de Irak ve Yugoslavya gibi parçalanması gerekmektedir.
Çünkü bir düşmanı yok etmenin en kestirme yolu mezhepleri, dinleri, etnik grupları birbirine düşürerek, kendi kendilerini yok etmelerini sağlamaktır. Yugoslavya’da, Irak’ta, Afganistan’da ve şimdi Suriye’de yapılan budur. Türkiye’de de bu oyun sahnelenmektedir. Bu bir “Böl, Yönet” oyunudur.
Yoksul ülkelerin bazı işbirlikçi eşbaşkanları da bu oyunda figüran rolündedirler. Görevlerini büyük bir çaba ve bağlılıkla yerine getirmeye çalışmaktadırlar…
Çünkü onlar da bu planın bir parçasıdırlar. Bu savaşım, ABD ile birlikte onların da “var olma” ya da “yok olma” savaşımıdır. Gelecekleri buna bağlıdır.
Ortadoğu’dan ABD’nin elini eteğini çekip, kendi ülkesine dönmesi, yani emperyalizmin yenilgiye uğraması, işbirlikçilerin de yok olması demektir. O zaman ne Talabani kalır, ne Barzani ne de Öcalan… O zaman AKP’nin esamisi (ad) bile okunmaz…
Bu açılımlar, saçılımlar, Ergenekon’lar ABD’nin Yeni Dünya Düzenini oluşturmak için yapılmaktadır. Kürt açılımı bir ABD açılımıdır. Kürt açılımı, Ergenekon tertibi bir ABD tasarımıdır. Bu tasarımın temelinde, çatısında, her noktasında Amerika vardır. Demokrasi, kardeşlik, özgürlük, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi kulağa hoş gelen sözler bu gerçekleri gizlemek içindir.
Kürt açılımı, Lozan’ın yadsınmasıdır. Sevr’dir.

LOZAN,  TAM  BAĞIMSIZ  BİR  ULUS  DEVLETİN  İLANIYDI

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetini hiçbir zaman kabullenemeyen ABD, Kurtuluş Savaşındaki yenilgiyi hiçbir zaman içine sindiremeyen Batı, hep bir Sevr özlemi ile yaşamıştır.
Churchill, Lozan görüşmelerinden sonra duyduğu ezikliği şu sözlerle dile getirmişti:
“İngiltere’nin tarihinde bundan daha büyük hezimet yoktur. Bundan daha büyük bir başarısızlık olmamıştır…”
Lozan’da Osmanlının küllerinden yeni bir ülke yaratılmıştı. Lozan, Türkiye Cumhuriyetinin tescili, varoluşuydu. Tam bağımsız bir ulus devletin ilanıydı. O, Türk, Kürt, Çerkez, tüm yurttaşların tek çatı altında, kardeşlik temelinde oluşturduğu bir ulus devletti. İşte onun için Mustafa Kemal, “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demişti.
Bu kaynaşmış, bütünleşmiş ulus devlet tüm dünyaya örnek olmuş, öncülük yapmıştı.
Çok çetin tartışmalardan sonra Türkiye, kendi koşullarını sömürgeci uluslara kabul ettirmişti. Emperyalist ülkelerin tüm direnmelerine karşın kapitülasyonlar kaldırılmıştı. Bu sonucu alana dek konferans zaman zaman ertelenmiş, durma noktasına gelmişti. Ama yine de Kemalist Hükümet, Lozan’dan başı dik, zaferle ayrılmasını bilmişti.
Bundan böyle Türkiye büyük, küçük tüm dünya devletlerinin tanıdığı, onlarla aynı haklara sahip, egemen, üniter bir ulus devlet sayılacaktı. Lozan bunu gerçekleştirmişti. İsmet Paşa, Batılı emperyalistlere karşı ikinci bir “İnönü Zaferi” kazanmıştı
Bütün bu zorlu oturumlardan sonra İngiliz dışişleri Bakanı Lord Curzon, İsmet Paşa’yı yanına çağırmış, tehdit edici bir tavırla şunları söylemişti:
“Paşa” demişti, “senden hiç memnun değiliz. Biz ne istersek reddediyorsun. Ne istersek itiraz ediyorsun. Savaş olsa bile sonunda geleceksin önümüzde diz çökeceksin ve ülkenin kalkınması için bizden borç isteyeceksin ve işte o zaman şimdi reddettiğin tavizleri teker teker cebimizden çıkarıp önüne koyacağız.”
Aynı şeyi I. Dünya Savaşından hemen sonra 1918’de Wilson da vurgulamıştı:
“Amerika’nın çok büyük bir mali gücü var ve savaştan sonra biz bu mali gücümüzden yararlanarak bütün ülkeleri istediğimiz gibi yönlendireceğiz…”
Şimdi bu sözler BOP ile yaşama geçirilmeye çalışılıyor. Türkiye’de bir “Ilımlı İslam Cumhuriyeti” kurmak isteyen Batı kolları sıvamıştır. Ortam elverişlidir. Siyasal İslamcı iktidar, bölücüler, mütareke basını bu oluşumu büyük bir şevkle desteklemektedirler.
Batı, Atatürk’lere, İnönü’lere kabul ettiremediği koşulları bugün yerli uşaklarını kullanarak tüm Türkiye’ye dayatmaktadır. Kürt açılımları, Ermeni açılımları birbirini izlemektedir.
Bu tasarımlara, emperyalizmin Ortadoğu ve Türkiye’yi ele geçirme girişimlerine direnenler ise düzmece senaryolarla, çeşitli ayak oyunları ile dört duvar arasına atılmakta, ortalık dikensiz gül bahçesine dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Ne zaman emperyalizmin oyununu bozan birileri çıksa, ne zaman tam bağımsızlıktan, iyi komşuluk ilişkilerinden söz eden bir yurtsever grubu ile karşılaşılsa hemen tutuklamalar, tehditler, tertipler birbirini kovalamakta, antiemperyalist direniş kırılmaya çalışılmaktadır.

TAM  BAĞIMSIZ  BİR  TÜRKİYE  İSTEMEK  SUÇ
Aramalar, taramalar, baskınlar, yargıya, yargıçlara saldırılar, gözdağı vermeler, korku imparatorlukları, hep bunun içindir. Ulusalcılık lafını ağzına alanları bunun için içeriye atılmaktadırlar.
Tutuklananların geçmişte verdikleri demeçlere, yazdıkları yazılara bakarsak, neyi savunduklarını, niçin tutuklandıklarını, yani asıl gerçekleri daha iyi görebiliriz. Örneğin Hurşit Tolon, 2004 yılında yazdığı kitabının önsözünde şunları söylemişti:
“Bu kitapla, günümüzde, ülkemizin bütünlüğüne, ulusal birlik ve beraberliğine yönelik oluşumların tarihi geçmişinin anımsanmasına bir ölçüde yardımcı olmak amaçlanmıştır.
Bir başka yazısında:
“Türkiye’mizin jeopolitik konumu dolayısı ile tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de gelecekte de birçok düşmanları olacaktır. Bu düşmanlar Kurtuluş zaferimizden sonra rafa kaldırdıkları, Sevr Barış Antlaşması`nı tekrar gündeme getireceklerdir. 
Zira bugün bölücü unsurların vatanımızı parçalama ve akabinde de ele geçirme faaliyetleri Sevr Antlaşması`nın günümüze uygulanması çalışmalarından başka bir şey değildir.`

Tuncer Kılınç Paşa da şunları söylemiş:

“Avrupa Birliği, Ermeni soykırımını ve Kıbrıs’ta Rum yönetimini tanımamızı, limanları Rumlara açmamızı, terör örgütü ile masaya oturmamızı, Kürt ve Alevi vatandaşlarımızı azınlık olarak nitelememizi istiyor. Avrupa Birliği böylece, birliğimizi, bütünlüğümüzü bozarak, kolayca teslim olmamızı bekliyor”.

Konuşmalar, yazılar, demeçler ortada. Komutanlar, tam bağımsızlıktan yana. “Birlik ve beraberliğimizi parçalamaya yönelik oluşumlardan, Sevr’in tekrar gündeme gelmesinden, terör örgütü ile aynı masaya oturma tehlikesinden söz ediyorlar ve rahatsızlıklarını belirtiyorlar. 
Hepsi bu.
Suçları anti emperyalist olmak, ABD, AB karşıtı olmak, ülkenin tam bağımsızlığını savunmak, ülkenin içişlerine başka devletlerin burnunu sokmasına engel olmak…
Bunlar Atatürk’ün kırmızı çizgileri değil miydi? Bunları savunan kişiler hain olabilirler mi? Bunlar suç sayılabilir mi?
Ya da şöyle soralım:
Bir Türk politikacısı çıkıp da ABD’ye “Sen şu eyaletlere toprak ve özgürlük vereceksin, Kızılderililere ve zencilere ayrı devlet kurma hakkını sağlayacaksın, sınırları ayıracaksın…” diyebilir mi? Bu mümkün müdür? ABD ya da AB bu türden isteklere, yönlendirmelere izin verir mi? Peki biz niye izin verelim? Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet değil midir?
Kendi sınırları içerisinde böyle girişimlere asla ve kesinlikle izin vermeyen ABD’ye, AB’ye “sen de bizim işlerimize burnunu sokamazsın” demek suç mudur? Suç sayılabilir mi bu?

ERGENEKON  TERTİBİ
Elbette Sayılmaz. Yeryüzünde böyle bir suç yoktur. Yeryüzünde vatan savunmasını cezalandıracak bir yasa da yoktur. Ama Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen sömürgeci devletler için bu, büyük bir suçtur!… Onun için Bağımsızlık isteyenlerin hemen engellenmesi gerekir.
Peki, nasıl olacak bu iş? Nasıl engellenecek yurtseverler? Ulus devleti ve tam bağımsızlığı savunanlar nasıl susturulacak?
Kolay. Hem de çok kolay, işin uzmanları (!) için çocuk oyuncağı…
Önce ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) adlı bir örgüt yaratırsın. Bu örgütü emperyalistlerin korkulu rüyası Türk Ordusu ile özdeşleştirirsin, sonra da orduyu darbecilikle suçlarsın. Amaç sindirme, halkın gözünde onu küçük düşürmektir… Ardından yargıya saldırılar düzenlersin. Yargı siyasallaştırılmaya, hizaya getirilmeye çalışılır. Gelmeyenlere korku, baskı yöntemleri uygulanır. Yargı kalesi de teslim alındıktan sonra at atabildiğin kadar yurtseveri içeri. Böl, bölebildiğin kadar vatanı. Parça parça, bölge bölge… Sat satabildiğin kadar…
Kurtların dumanlı havayı sevmesi gibi, işte tam böyle bulanık ortamlarda ve zamanlarda ABD’nin “Our Boys”ları (Bizim Oğlanlar) da çıkar ortaya, kendilerine verilen görevleri kurşun askerler gibi yerine getirirler.

Bizim tarihimiz “Our Boys”larla doludur.

Nemrut Mustafa’lar, Vahdettin’ler, Damat Ferit’ler birer İngiliz “Our Boys”u idiler. Bugünkü ABD’nin “Our Boys”ları gibi onlar da Kurtuluş Savaşını engelleyebilmek için ellerinden gelen çabayı ortaya koymuşlar, düşmanla işbirliğine kadar gitmişlerdi. Emperyalizme karşı kelle koltukta savaşan, dişe diş mücadele veren yurtseverleri bastırmak için, İngilizlerden destek ve yardım istemişlerdi.
İngiliz Yüksek Komiseri kendisinden yardım isteyen Vahdettin’i desteklemek amacıyla Londra’ya şu mesajı göndermişti:

“”(Padişah)… Uzun zamandan beri, aslında 1908’den beri, İttihat ve Terakki Komitesinin hafiyeleriyle sarılmış olduğunu, onlardan çok çektiğini söyledi. Kendisi her zaman İngiliz taraftarı olmuştur… Şimdi de bütün umudunu İngiltere’ye bağlamaktadır. Komiteye karşı en sert biçimde eyleme geçmek arzusundadır… İngiltere hükümetinin İngiliz savaşı tutsaklarına karşı barbarca davrananlar ile Kırım’dan sorumlu olanların cezalandırılmasını istediğini bilmektedir ve İngiltere’nin arzulayacağı her kişiyi, yine İngiltere’nin arzusuna göre, yakalatıp, cezalandırmaya hazırdır. Ancak geniş ölçüde bir eyleme geçince ihtilal olacağından, kendisinin belki de devrilip, öldürüleceğinden korkmaktadır. Sert biçimde eyleme geçince, müttefiklerin desteğine güvenip, güvenemeyeceğini, müttefiklerin bunu Türkiye’nin bir iç işi olduğunu, söyleyip kenarda durup durmayacaklarını öğrenmek istemektedir. İngiltere’den gerçek destek, ilerde de dostluk beklemektedir…”

Elbette İngiltere, ülkesini altın tepsi içerisinde kendisine sunan ve emrine girmeye can atan bir işbirlikçiye elinden gelen desteği verecekti.
İngiltere’den “yardım” sözü alınınca geniş çaplı bir tutuklama, işkence, yargılama eylemi başlatıldı. Ok yaydan çıkmıştı artık. Geriye dönüş olamazdı. Baskı, sindirme, korkutma hareketi sonuna dek götürülmeliydi.

İngiliz ajanları, Ermeni Patrikhanesi, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ortaklaşa çalışarak, kara listeler hazırladı. Günümüzde yapıldığı gibi, “soyut suçlar, soyut düşmanlar” yaratıldı. Düzmece ihbarlarla, yalancı tanıklarla işgale direnenler toplanmaya başlandı.

Bugün olduğu gibi, o günlerde de İpe sapa gelmez, sudan nedenlerle insanlar dört duvar arasına atılıyor; ailesi, yakınları çoluğu çocuğu ile bağları koparılıyor, yaşamla ilişiği kesiliyordu. Amaç, vatanseverlerin susturulması, gerçeklerin gizli kapaklı kalmasıydı. Tutuklananların tümünün ortak özelliği düşmana teslim olmamaları, işgale karşı çıkmaları idi.

MALTA  SÜRGÜNLERİ
İstanbul’un yabancılar tarafından alınmasından sonra 1919-1920 yıllarında hapishanelere atılanlar arasında emekli generaller, profesörler, milletvekilleri, valiler, gazeteciler, ordu komutanları vardı. Sayıları 145 kadardı ve tümü de aydın, yönetici, liderlik özelliği olan kişilerdi. Bir İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürgün edilmişlerdi. Bunlara sonradan “Malta Sürgünleri” adı verildi.
Bu arada İngiltere kendisine direnen, karşı koyan komutanlar hakkında kara listeler hazırlamayı sürdürüyor ve yakalanmaları için İstanbul hükümetine emirler yağdırıyordu. Bunların adları ve suçları şöyle sıralanmıştı:
Nuri Paşa: Kafkasya’da eski İslam Ordusu Komutanı; Azerbaycan’a asker sokmak, Ermenilere zorbalık etmekten suçludur.
Mürsel Paşa (General Mürsel Bakû): Kafkasya’da Azerbaycan Kuvvetleri Komutanı. Nuri Paşayı desteklemek, Türk Ordusunun geri çekilmesini geciktirmekle suçlanmaktadır.
Yakup Şevki Subaşı Paşa: Kafkasya’da 9. Ordu Komutanı. Ermenilere, Ukraynalılara zorbalık etmek ve geri çekilmeyi geciktirmekle suçlanmaktadır.
Nihat Paşa (Anılmış): Pozantı’da 2. Ordu Komutanı. Mülki makamları ayaklanmaya kışkırtmak, Kilikya’yı boşaltmamakla suçludur.
Ali İhsan Paşa: Mezepotamya’da 6.Ordu Komutanı. Cerablus’ta (Güneydoğu) İngiliz komutanına hakaret etmekten ve yağmacılıktan suçludur.
Fahri Paşa (General Fahrettin Türkan): Hicaz ordusu Komutanı. Teslim olmamakla suçlanmaktadır.
Gazi Paşa: Yemen 40. Tümen Komutanı. Teslim olmuyor.
Tevfik Paşa: Yemen’de 7. Kolordu Komutanı. Teslim olmuyor. Asir’deki 23. Kolordu Komutanı da teslim olmuyor.

İngilizlerin kara listesinin başında Mustafa Kemal vardı. Onun yanında yaveri Cevat Bey (Gürer), Yarbay Kel Ali (Çetinkaya), Halil Paşa (Killi), Kazım Karabekir Paşa, İsmet Bey (İnönü) ve daha onlarca Türk subayı…
Ayrıca Ulusal Kurtuluş Savaşı için Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal paşa, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Kazım Özalp ve daha birçok komutanın yokluğunda ve arkalarından idam kararları alınıyordu. Böylece işgale karşı direnişi durduracaklarını, 100-150 kişinim tutuklanması, üç beş kişinin idam edilmesiyle Anadolu İhtilalının son bulacağını sanıyorlardı.
Ama yanılıyorlardı. Çünkü özverili halkımız, hemen tutuklananların yerine başka vatanseverler, liderler, komutanlar çıkararak, ulusal direnişin sürekliliğini sağlıyordu.

YA  İSTİKLAL  YA  ÖLÜM
Aslında onların unuttuğu en önemli şey, Mustafa Kemal Atatürk gibi yetenekli bir komutanın hareketin lideri olmasıydı. Onun “Ya istiklal, ya ölüm” parolasını duymamışlar, bu mücadeleye nasıl baş koyduğunu, bilmiyorlardı.
Tutuklamalar son sürat devam ediyordu. İngilizlere, Osmanlıya asılsız ihbarlar yağıyor, onlar da bu suç duyurularını işleme koyarak evlerden, işyerlerinden adamlar topluyorlardı. Tutuklananları mahkûm edebilmek için ilanlar yoluyla yalancı tanıklar aranıyordu. Sözün gerçek anlamıyla, yurt yüzeyinde bir yurtsever avı başlatılmıştı. Vahşet, acımasızlık, korku kol geziyordu.
İstanbul’da tutuklananlar “Bekirağa Bölüğü” denilen Harbiye Nezareti Cezaevine atılıyorlardı. Komutanlardan sonra sıra valilere, kaymakamlara gelmişti.
Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, genç yaşında, Ermeni yalancı tanıklarının ifadelerine dayanılarak, sıkıyönetim mahkemesince idama mahkûm edilip, Beyazıt Meydanında asılmıştı. Ayağının altındaki sandalyeyi tekmelerken şöyle haykırıyordu:
– Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim… Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet.
Halk bir ağızdan cevap veriyordu:
– Kahrolsun böyle adalet!
– Çocuklarımı asil Türk milletine emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin, Âmin!
   Kemal Bey, iskemlenin üzerinden kendini boşluğa bırakmadan birkaç kelime daha söylemek imkânı buluyordu:
– Borcum var, servetim yok! Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!
Fertler ölür, milletler yaşar… “
Daha sonraları Mehmet Kemal Bey’in babası Arif Bey’i Konya’da kabul eden Atatürk’le arasında şu konuşma geçer:
Atatürk – “Gel bakalım devletin babası”.
Arif Bey – “Aman Paşam devletin babası sizsiniz”.
Atatürk – “Sen öyle bir evlat yetiştirdin ki oğlun bu meşaleyi tutmasaydı biz ateşi yakamazdık. Işık tutan senin oğlundur” der.
Bugün, yalancı Ermeni tanıklarının yerini PKK’lı teröristler, devlet çiftliğinden beslenen yalakalar aldı. Onların ifadelerine dayanılarak vatan severler  cezalandırılmak istenmektedir. 
Bazıları uzun bir süredir içeride yatmaktadır Malta Sürgünleri de o yıllarda, suçlarını bilmeden, mahkeme önüne çıkarılmadan aylarca, yıllarca içeride  tutulmuşlardı. 
Tutsak alınmışlardı. Amaç Kurtuluş Savaşını başsız, komutansız bırakıp, “Anadolu İhtilal”ını engellemekti.

    KÜRT  NEMRUT  MUSTAFA  PAŞA

     O yıllarda, Türkiye halkını ve Mustafa Kemal’i tanımayan, yanılgı içine düşen ve antiemperyalist direnişi korku, zorbalık, idam kararları ile kıracağını sanan hayınlardan birisi de Mustafa Nazım Paşa idi. Öteki adıyla (nam-ı diğer) Kürt Nemrut Mustafa Paşa. Beyazıt Meydanında nice yurtseveri haksız yere astırdığı için, “acımasız, can yakan” anlamına gelen bu adı ona halk vermişti. Ayrıca o, bu yargılamaların dışında, on günlük Bursa Valiliği sırasında çeşitli olaylara karışmış, I. Dünya Harbinde şehit olan askerler için, ‘Onlar şehit değil, köpek ölüsünden farkları yoktur’ diyerek tepkisini ortaya koymuştu.

Yalancı tanık ifadeleriyle, hukuksal hiçbir dayanağı olmayan gerekçelerle, Nemrut Mustafa tarafından idama mahkûm edilen Bayburt Kaymakamı Urfalı Nusret bey’in arkasından ulusumuz günlerce gözyaşı dökmüş, yas tutmuştu.
Aslında Nusret Bey, daha önce İstanbul’a getirilip yargılanmış ve beraat etmişti. Ama Patrik Zaven Efendi onun cezalandırılmasını istiyordu. Yabancıların isteklerini “emir” sayan Damat Ferit, hiç düşünmeden onu Nemrut Mustafa’ya havale etmiş o da hemen idam kararını vermişti. Böylece Patrik Zaven Efendinin dileği yerine getirilmiş, bir tatsızlığın (!) çıkması önlenmişti.
Nusret Bey, 25 Aralık 1921’de henüz Ulusal Kurtuluş Savaşı sürerken, Mustafa Kemal Paşanın başkanlığındaki TBMM tarafından “milli Şehit” ilan edilmiş, ailesine nafaka bağlanmıştı.
     O, hücresinden kardeşi Cevdet Bey’e yazdığı son mektubunda şunları söylüyordu:
“…Küçük çocuklarımı, karımı, yalnız ve fakir olarak bırakıyorum. Beş gün sonra yiyecekleri kalmayacaktır. Allah aşkına sokaklara bırakma…”
O zamanki kaymakamların yaşantıları ile bugünkü han, hamam, gemicik sahibi politikacıların yaşantılarını karşılaştırdığımızda Kurtuluş Savaşının niçin başarıya ulaştığını, nasıl bir özveri ve yoksulluk içerisinde düşmanların yurdumuzdan kovulduğunu anlayabiliriz.
Nemrut Mustafa divanında Ziya Gökalp de yargılanmıştı. Suçu Türk milliyetçiliğini savunup, bölücülük yapmaktı. Mahkeme başkanı Nemrut Mustafa ile Ziya Gökalp Arasında şu konuşma geçmişti:
“Yazılarınızda savunduğunuz Türk milliyetçiliği Müslüman veya Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarını değişik duygulara düşürmez mi?
“Hayır, efendim, her unsur…”
Mahkeme başkanı onun açıklamalarını dinlemiyordu bile. O papağan gibi kendi görüşlerini sıralamayı sürdürüyordu.
Tarih 29 Mayıs 1919’du. Ve Ziya Gökalp milliyetçilik yaparak Ermenilerin, Rumların kalplerini kırmakla suçlanıyordu.
   NEMRUT  MUSTAFALAR,  DAMAT  FERİTLER  YOK  ARTIK
Nemrut Mustafa, Kurtuluş Savaşı zaferle sona erince yurt dışına kaçtı. Daha sonra gizlice yurda dönerek Şeyh Sait İsyanını hazırladı.
O, Atatürk ve Milli Mücadele liderlerine idam kararı veren mahkemenin reisiydi. Lozan Anlaşması gereği 150'likler listesine alınmış ve yurtdışında ölmüştü.
Türkiye’yi yabancı güçlerle birlikte bölmek, parçalamak, manda yapmak isteyen vatan satıcıları hedeflerine ulaşamadılar.
Damat Ferit’ler, Vahdettin’ler, Nemrut Mustafa’lar yok artık. Onlar tarihin çöplüğünde yerlerini aldılar. Ne İngiliz Muhipleri Cemiyeti kaldı, ne Kürt Teali cemiyetleri ne de Şeyh Sait isyanları…
Tarih çarkını geriye döndürmeye bugüne değin kimsenin gücü yetmedi.
    PKK’lar, AKP’ler de günü geldiğinde tarihin tozlu sayfalarında hak ettikleri yeri alacaklardır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Şunu da aklımızdan hiç çıkarmayalım: Günümüzde çekilen tüm acılara, haksızlıklara, ihanetlere son verecek güç halktır. Halkın örgütlü gücüdür. Nazım’ın deyişiyle onlar, “Bir şafak vakti, karanlığın kenarından, ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman” tüm kötüler ve kötülükler yaşantımızdan silinip atılacak, son bulacaktır…
    Hiçbir faşist kendini ülkenin tek egemeni, durdurulamayacak, engellenemeyecek tek gücü sanmasın. 
Nemrut Mustafalar, Damat Ferit’ler, Evren’ler, Özal’lar, Çiller’ler nasıl yok oldularsa, bugünkü zalimler de günü geldiğinde ABD’si, AB’si, liboşları ile birlikte çekip gidecek, toz olacaktır…
Tarih halk düşmanlarının kırık dökük mezar taşlarıyla doludur.
Günümüzün yandaş yargıçlarının, savcılarının ihanet öykülerini de çocuklarımız, gelecekte, tarih kitaplarından ibretle okuyup, öğreneceklerdir…

Ali  ERALP
EMPERYALİZM, MALTA SÜRGÜNLERİ VE ERGENEKON…  
İşte Türkiye! (wordpress.com)

***