Ergenekon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ergenekon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2021 Cuma

EMPERYALİZM, MALTA SÜRGÜNLERİ VE ERGENEKON

EMPERYALİZM, MALTA SÜRGÜNLERİ VE ERGENEKON




Ali  ERALP

(Sevgili  okuyucularım,  bu  kez  biraz  uzunca  bir  makale  yazdım.   Özellikle , “Bu  milletten  ne  köy  ne  kasaba  olur.   Öldük,  bittik,  mahvolduk…”   diyenlerin  bu  yazıyı  başından  sonuna  dek  okumalarını  hoş  görülerine  sığınarak,  rica  ediyorum. Osmanlının  son  dönemlerindeki  yargı,  yargıç  ve  politikacıların  günümüzdekilerle  benzerliklerini,  nasıl  bir  ihanet  içinde  olduklarını  ve  “Çılgın  Türklerin”  bu  ateş  çemberinden  nasıl  çıktıklarını  onurla  göreceklerdir…)
1923  Devrimi  ve  Kemalist  Cumhuriyet  yoğun  bir  saldırı  ile  karşı  karşıyadır  bugün.
Ülkemiz  ABD,  AB  ve  yerli  uşakları  tarafından  kuşatılmıştır.
Birliğimiz,  bütünlüğümüz,  üniter  yapımız  yok  edilmek  istenmektedir.
Sevr  gündemdedir.
Ordu, yargı, tüm ulusumuz ateş altındadır.
Vatanımız  ateş  altındadır.
    Bugüne değin ulusalcılara, ulusal düşünceye, Atatürk devrimlerine bu denli pervasızca, açıktan dil uzatılmadı. Bu denli yüksek perdeden sövülüp sayılmadı. Bağımsızlık düşüncesi bu denli aşağılanmadı.
Adalet, hukuk siyasallaştırılmıştır günümüzde. Bu ülkeye yıllarca hizmet etmiş generaller, politikacılar, sendikacılar, yazarlar çizerler ruh hastalarının, eski PKK’lı katillerin tanıklığı ile 25 kuruşluk CD’lerle dört duvar arasına atılmakta, çile çekmektedirler.
Bu haksızlıklara, yasa dışı uygulamalara karşı çıkan, direnen yargıçlara, savcılara, mahkemelere, basına, yurtseverlere ise çeşitli yıldırma, sindirme, korkutma yöntemleri uygulanmaktadır.
Yasama, yürütme, yargı erklerini tekeline alan AKP iktidarı, Türkiye’yi dilediği gibi yönetme sevdasına düşmüştür.
Dinci faşizm kol gezmektedir… İşbirlikçi, taraf basın “Mütareke Basını”na dönüşmüştür. Emperyalizmin ve zalimlerin sözcüsü durumundadır bugün. Giderek daha da saldırganlaşmaktadır.
Bütün bu baskıcı uygulamalar, programlar Amerika’nın yeryüzüne egemen olma ve ülkelerin enerji kaynaklarını talan etme planının bir parçasıdır. Ortadoğu haritası ve Türkiye yeniden biçimlendirilmeye çalışılmaktadır. Bin yıldır bir arada yaşayan insanların arasına etnik, dinsel düşmanlık tohumları ekilerek, uluslar yapay ayrılıklar temelinde bölünmek istenmektedir. Bütün bu sinsi, karanlık planlar “özgürlük, demokrasi” perdesinin arkasına sığınılarak yapılmaktadır.
ABD’nin hedefinde ulus devletler vardır. Çünkü ulus devlet demek bağımsızlık demektir. Ülke çıkarlarını korumak demektir. Ulus devletlerin parçalanıp, devletçiklere dönüşmesi Amerika’nın dış politikasının temelini oluşturmaktadır. Uluslar parçalanmalı, etnik, dinsel, cemaatler temelinde yeniden düzenlenmelidir.
Bu amaçla ilk girişim Irak’ta gerçekleştirilmiştir. Sıra Türkiye, İran ve Suriye’dedir.
    Şu günlerde, ekonomik krizle boğuşan ve çöküntüye giden ABD’nin elini çabuk tutması gerekiyor. Çin, Hindistan, Rusya, Latin Amerika gibi ülkeler daha da güçlenip dünya politikasına ağırlığını koymadan ve Avrasya birliği gerçekleşmeden Ortadoğu teslim alınmalıdır. Ondan sonrası kolay. Arkası çorap söküğü gibi gelecektir nasıl olsa!… Asya’nın merkezine, kalbine doğru bir yürüyüş… Kafkasların işgali ve yenidünya imparatorluğu…
Bu bir Amerikan rüyasıdır. Bu bir dünya egemenliği savaşımıdır. ABD’nin sömürgeciliğini sürdürmesi, Amerikan rüyasının gerçekleşmesi bu savaşımın kazanılmasına bağlıdır.
BOP  PLANI  HAYATA  GEÇİRİLMEYE  ÇALIŞILMAKTADIR
Amerika ve yerli uşaklarının ülkemizde istedikleri gibi at oynatıp, saltanatlarını sürdürebilmeleri için Türkiye’nin de Irak ve Yugoslavya gibi parçalanması gerekmektedir.
Çünkü bir düşmanı yok etmenin en kestirme yolu mezhepleri, dinleri, etnik grupları birbirine düşürerek, kendi kendilerini yok etmelerini sağlamaktır. Yugoslavya’da, Irak’ta, Afganistan’da ve şimdi Suriye’de yapılan budur. Türkiye’de de bu oyun sahnelenmektedir. Bu bir “Böl, Yönet” oyunudur.
Yoksul ülkelerin bazı işbirlikçi eşbaşkanları da bu oyunda figüran rolündedirler. Görevlerini büyük bir çaba ve bağlılıkla yerine getirmeye çalışmaktadırlar…
Çünkü onlar da bu planın bir parçasıdırlar. Bu savaşım, ABD ile birlikte onların da “var olma” ya da “yok olma” savaşımıdır. Gelecekleri buna bağlıdır.
Ortadoğu’dan ABD’nin elini eteğini çekip, kendi ülkesine dönmesi, yani emperyalizmin yenilgiye uğraması, işbirlikçilerin de yok olması demektir. O zaman ne Talabani kalır, ne Barzani ne de Öcalan… O zaman AKP’nin esamisi (ad) bile okunmaz…
Bu açılımlar, saçılımlar, Ergenekon’lar ABD’nin Yeni Dünya Düzenini oluşturmak için yapılmaktadır. Kürt açılımı bir ABD açılımıdır. Kürt açılımı, Ergenekon tertibi bir ABD tasarımıdır. Bu tasarımın temelinde, çatısında, her noktasında Amerika vardır. Demokrasi, kardeşlik, özgürlük, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi kulağa hoş gelen sözler bu gerçekleri gizlemek içindir.
Kürt açılımı, Lozan’ın yadsınmasıdır. Sevr’dir.

LOZAN,  TAM  BAĞIMSIZ  BİR  ULUS  DEVLETİN  İLANIYDI

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetini hiçbir zaman kabullenemeyen ABD, Kurtuluş Savaşındaki yenilgiyi hiçbir zaman içine sindiremeyen Batı, hep bir Sevr özlemi ile yaşamıştır.
Churchill, Lozan görüşmelerinden sonra duyduğu ezikliği şu sözlerle dile getirmişti:
“İngiltere’nin tarihinde bundan daha büyük hezimet yoktur. Bundan daha büyük bir başarısızlık olmamıştır…”
Lozan’da Osmanlının küllerinden yeni bir ülke yaratılmıştı. Lozan, Türkiye Cumhuriyetinin tescili, varoluşuydu. Tam bağımsız bir ulus devletin ilanıydı. O, Türk, Kürt, Çerkez, tüm yurttaşların tek çatı altında, kardeşlik temelinde oluşturduğu bir ulus devletti. İşte onun için Mustafa Kemal, “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demişti.
Bu kaynaşmış, bütünleşmiş ulus devlet tüm dünyaya örnek olmuş, öncülük yapmıştı.
Çok çetin tartışmalardan sonra Türkiye, kendi koşullarını sömürgeci uluslara kabul ettirmişti. Emperyalist ülkelerin tüm direnmelerine karşın kapitülasyonlar kaldırılmıştı. Bu sonucu alana dek konferans zaman zaman ertelenmiş, durma noktasına gelmişti. Ama yine de Kemalist Hükümet, Lozan’dan başı dik, zaferle ayrılmasını bilmişti.
Bundan böyle Türkiye büyük, küçük tüm dünya devletlerinin tanıdığı, onlarla aynı haklara sahip, egemen, üniter bir ulus devlet sayılacaktı. Lozan bunu gerçekleştirmişti. İsmet Paşa, Batılı emperyalistlere karşı ikinci bir “İnönü Zaferi” kazanmıştı
Bütün bu zorlu oturumlardan sonra İngiliz dışişleri Bakanı Lord Curzon, İsmet Paşa’yı yanına çağırmış, tehdit edici bir tavırla şunları söylemişti:
“Paşa” demişti, “senden hiç memnun değiliz. Biz ne istersek reddediyorsun. Ne istersek itiraz ediyorsun. Savaş olsa bile sonunda geleceksin önümüzde diz çökeceksin ve ülkenin kalkınması için bizden borç isteyeceksin ve işte o zaman şimdi reddettiğin tavizleri teker teker cebimizden çıkarıp önüne koyacağız.”
Aynı şeyi I. Dünya Savaşından hemen sonra 1918’de Wilson da vurgulamıştı:
“Amerika’nın çok büyük bir mali gücü var ve savaştan sonra biz bu mali gücümüzden yararlanarak bütün ülkeleri istediğimiz gibi yönlendireceğiz…”
Şimdi bu sözler BOP ile yaşama geçirilmeye çalışılıyor. Türkiye’de bir “Ilımlı İslam Cumhuriyeti” kurmak isteyen Batı kolları sıvamıştır. Ortam elverişlidir. Siyasal İslamcı iktidar, bölücüler, mütareke basını bu oluşumu büyük bir şevkle desteklemektedirler.
Batı, Atatürk’lere, İnönü’lere kabul ettiremediği koşulları bugün yerli uşaklarını kullanarak tüm Türkiye’ye dayatmaktadır. Kürt açılımları, Ermeni açılımları birbirini izlemektedir.
Bu tasarımlara, emperyalizmin Ortadoğu ve Türkiye’yi ele geçirme girişimlerine direnenler ise düzmece senaryolarla, çeşitli ayak oyunları ile dört duvar arasına atılmakta, ortalık dikensiz gül bahçesine dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Ne zaman emperyalizmin oyununu bozan birileri çıksa, ne zaman tam bağımsızlıktan, iyi komşuluk ilişkilerinden söz eden bir yurtsever grubu ile karşılaşılsa hemen tutuklamalar, tehditler, tertipler birbirini kovalamakta, antiemperyalist direniş kırılmaya çalışılmaktadır.

TAM  BAĞIMSIZ  BİR  TÜRKİYE  İSTEMEK  SUÇ
Aramalar, taramalar, baskınlar, yargıya, yargıçlara saldırılar, gözdağı vermeler, korku imparatorlukları, hep bunun içindir. Ulusalcılık lafını ağzına alanları bunun için içeriye atılmaktadırlar.
Tutuklananların geçmişte verdikleri demeçlere, yazdıkları yazılara bakarsak, neyi savunduklarını, niçin tutuklandıklarını, yani asıl gerçekleri daha iyi görebiliriz. Örneğin Hurşit Tolon, 2004 yılında yazdığı kitabının önsözünde şunları söylemişti:
“Bu kitapla, günümüzde, ülkemizin bütünlüğüne, ulusal birlik ve beraberliğine yönelik oluşumların tarihi geçmişinin anımsanmasına bir ölçüde yardımcı olmak amaçlanmıştır.
Bir başka yazısında:
“Türkiye’mizin jeopolitik konumu dolayısı ile tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de gelecekte de birçok düşmanları olacaktır. Bu düşmanlar Kurtuluş zaferimizden sonra rafa kaldırdıkları, Sevr Barış Antlaşması`nı tekrar gündeme getireceklerdir. 
Zira bugün bölücü unsurların vatanımızı parçalama ve akabinde de ele geçirme faaliyetleri Sevr Antlaşması`nın günümüze uygulanması çalışmalarından başka bir şey değildir.`

Tuncer Kılınç Paşa da şunları söylemiş:

“Avrupa Birliği, Ermeni soykırımını ve Kıbrıs’ta Rum yönetimini tanımamızı, limanları Rumlara açmamızı, terör örgütü ile masaya oturmamızı, Kürt ve Alevi vatandaşlarımızı azınlık olarak nitelememizi istiyor. Avrupa Birliği böylece, birliğimizi, bütünlüğümüzü bozarak, kolayca teslim olmamızı bekliyor”.

Konuşmalar, yazılar, demeçler ortada. Komutanlar, tam bağımsızlıktan yana. “Birlik ve beraberliğimizi parçalamaya yönelik oluşumlardan, Sevr’in tekrar gündeme gelmesinden, terör örgütü ile aynı masaya oturma tehlikesinden söz ediyorlar ve rahatsızlıklarını belirtiyorlar. 
Hepsi bu.
Suçları anti emperyalist olmak, ABD, AB karşıtı olmak, ülkenin tam bağımsızlığını savunmak, ülkenin içişlerine başka devletlerin burnunu sokmasına engel olmak…
Bunlar Atatürk’ün kırmızı çizgileri değil miydi? Bunları savunan kişiler hain olabilirler mi? Bunlar suç sayılabilir mi?
Ya da şöyle soralım:
Bir Türk politikacısı çıkıp da ABD’ye “Sen şu eyaletlere toprak ve özgürlük vereceksin, Kızılderililere ve zencilere ayrı devlet kurma hakkını sağlayacaksın, sınırları ayıracaksın…” diyebilir mi? Bu mümkün müdür? ABD ya da AB bu türden isteklere, yönlendirmelere izin verir mi? Peki biz niye izin verelim? Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet değil midir?
Kendi sınırları içerisinde böyle girişimlere asla ve kesinlikle izin vermeyen ABD’ye, AB’ye “sen de bizim işlerimize burnunu sokamazsın” demek suç mudur? Suç sayılabilir mi bu?

ERGENEKON  TERTİBİ
Elbette Sayılmaz. Yeryüzünde böyle bir suç yoktur. Yeryüzünde vatan savunmasını cezalandıracak bir yasa da yoktur. Ama Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen sömürgeci devletler için bu, büyük bir suçtur!… Onun için Bağımsızlık isteyenlerin hemen engellenmesi gerekir.
Peki, nasıl olacak bu iş? Nasıl engellenecek yurtseverler? Ulus devleti ve tam bağımsızlığı savunanlar nasıl susturulacak?
Kolay. Hem de çok kolay, işin uzmanları (!) için çocuk oyuncağı…
Önce ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) adlı bir örgüt yaratırsın. Bu örgütü emperyalistlerin korkulu rüyası Türk Ordusu ile özdeşleştirirsin, sonra da orduyu darbecilikle suçlarsın. Amaç sindirme, halkın gözünde onu küçük düşürmektir… Ardından yargıya saldırılar düzenlersin. Yargı siyasallaştırılmaya, hizaya getirilmeye çalışılır. Gelmeyenlere korku, baskı yöntemleri uygulanır. Yargı kalesi de teslim alındıktan sonra at atabildiğin kadar yurtseveri içeri. Böl, bölebildiğin kadar vatanı. Parça parça, bölge bölge… Sat satabildiğin kadar…
Kurtların dumanlı havayı sevmesi gibi, işte tam böyle bulanık ortamlarda ve zamanlarda ABD’nin “Our Boys”ları (Bizim Oğlanlar) da çıkar ortaya, kendilerine verilen görevleri kurşun askerler gibi yerine getirirler.

Bizim tarihimiz “Our Boys”larla doludur.

Nemrut Mustafa’lar, Vahdettin’ler, Damat Ferit’ler birer İngiliz “Our Boys”u idiler. Bugünkü ABD’nin “Our Boys”ları gibi onlar da Kurtuluş Savaşını engelleyebilmek için ellerinden gelen çabayı ortaya koymuşlar, düşmanla işbirliğine kadar gitmişlerdi. Emperyalizme karşı kelle koltukta savaşan, dişe diş mücadele veren yurtseverleri bastırmak için, İngilizlerden destek ve yardım istemişlerdi.
İngiliz Yüksek Komiseri kendisinden yardım isteyen Vahdettin’i desteklemek amacıyla Londra’ya şu mesajı göndermişti:

“”(Padişah)… Uzun zamandan beri, aslında 1908’den beri, İttihat ve Terakki Komitesinin hafiyeleriyle sarılmış olduğunu, onlardan çok çektiğini söyledi. Kendisi her zaman İngiliz taraftarı olmuştur… Şimdi de bütün umudunu İngiltere’ye bağlamaktadır. Komiteye karşı en sert biçimde eyleme geçmek arzusundadır… İngiltere hükümetinin İngiliz savaşı tutsaklarına karşı barbarca davrananlar ile Kırım’dan sorumlu olanların cezalandırılmasını istediğini bilmektedir ve İngiltere’nin arzulayacağı her kişiyi, yine İngiltere’nin arzusuna göre, yakalatıp, cezalandırmaya hazırdır. Ancak geniş ölçüde bir eyleme geçince ihtilal olacağından, kendisinin belki de devrilip, öldürüleceğinden korkmaktadır. Sert biçimde eyleme geçince, müttefiklerin desteğine güvenip, güvenemeyeceğini, müttefiklerin bunu Türkiye’nin bir iç işi olduğunu, söyleyip kenarda durup durmayacaklarını öğrenmek istemektedir. İngiltere’den gerçek destek, ilerde de dostluk beklemektedir…”

Elbette İngiltere, ülkesini altın tepsi içerisinde kendisine sunan ve emrine girmeye can atan bir işbirlikçiye elinden gelen desteği verecekti.
İngiltere’den “yardım” sözü alınınca geniş çaplı bir tutuklama, işkence, yargılama eylemi başlatıldı. Ok yaydan çıkmıştı artık. Geriye dönüş olamazdı. Baskı, sindirme, korkutma hareketi sonuna dek götürülmeliydi.

İngiliz ajanları, Ermeni Patrikhanesi, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ortaklaşa çalışarak, kara listeler hazırladı. Günümüzde yapıldığı gibi, “soyut suçlar, soyut düşmanlar” yaratıldı. Düzmece ihbarlarla, yalancı tanıklarla işgale direnenler toplanmaya başlandı.

Bugün olduğu gibi, o günlerde de İpe sapa gelmez, sudan nedenlerle insanlar dört duvar arasına atılıyor; ailesi, yakınları çoluğu çocuğu ile bağları koparılıyor, yaşamla ilişiği kesiliyordu. Amaç, vatanseverlerin susturulması, gerçeklerin gizli kapaklı kalmasıydı. Tutuklananların tümünün ortak özelliği düşmana teslim olmamaları, işgale karşı çıkmaları idi.

MALTA  SÜRGÜNLERİ
İstanbul’un yabancılar tarafından alınmasından sonra 1919-1920 yıllarında hapishanelere atılanlar arasında emekli generaller, profesörler, milletvekilleri, valiler, gazeteciler, ordu komutanları vardı. Sayıları 145 kadardı ve tümü de aydın, yönetici, liderlik özelliği olan kişilerdi. Bir İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürgün edilmişlerdi. Bunlara sonradan “Malta Sürgünleri” adı verildi.
Bu arada İngiltere kendisine direnen, karşı koyan komutanlar hakkında kara listeler hazırlamayı sürdürüyor ve yakalanmaları için İstanbul hükümetine emirler yağdırıyordu. Bunların adları ve suçları şöyle sıralanmıştı:
Nuri Paşa: Kafkasya’da eski İslam Ordusu Komutanı; Azerbaycan’a asker sokmak, Ermenilere zorbalık etmekten suçludur.
Mürsel Paşa (General Mürsel Bakû): Kafkasya’da Azerbaycan Kuvvetleri Komutanı. Nuri Paşayı desteklemek, Türk Ordusunun geri çekilmesini geciktirmekle suçlanmaktadır.
Yakup Şevki Subaşı Paşa: Kafkasya’da 9. Ordu Komutanı. Ermenilere, Ukraynalılara zorbalık etmek ve geri çekilmeyi geciktirmekle suçlanmaktadır.
Nihat Paşa (Anılmış): Pozantı’da 2. Ordu Komutanı. Mülki makamları ayaklanmaya kışkırtmak, Kilikya’yı boşaltmamakla suçludur.
Ali İhsan Paşa: Mezepotamya’da 6.Ordu Komutanı. Cerablus’ta (Güneydoğu) İngiliz komutanına hakaret etmekten ve yağmacılıktan suçludur.
Fahri Paşa (General Fahrettin Türkan): Hicaz ordusu Komutanı. Teslim olmamakla suçlanmaktadır.
Gazi Paşa: Yemen 40. Tümen Komutanı. Teslim olmuyor.
Tevfik Paşa: Yemen’de 7. Kolordu Komutanı. Teslim olmuyor. Asir’deki 23. Kolordu Komutanı da teslim olmuyor.

İngilizlerin kara listesinin başında Mustafa Kemal vardı. Onun yanında yaveri Cevat Bey (Gürer), Yarbay Kel Ali (Çetinkaya), Halil Paşa (Killi), Kazım Karabekir Paşa, İsmet Bey (İnönü) ve daha onlarca Türk subayı…
Ayrıca Ulusal Kurtuluş Savaşı için Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal paşa, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Kazım Özalp ve daha birçok komutanın yokluğunda ve arkalarından idam kararları alınıyordu. Böylece işgale karşı direnişi durduracaklarını, 100-150 kişinim tutuklanması, üç beş kişinin idam edilmesiyle Anadolu İhtilalının son bulacağını sanıyorlardı.
Ama yanılıyorlardı. Çünkü özverili halkımız, hemen tutuklananların yerine başka vatanseverler, liderler, komutanlar çıkararak, ulusal direnişin sürekliliğini sağlıyordu.

YA  İSTİKLAL  YA  ÖLÜM
Aslında onların unuttuğu en önemli şey, Mustafa Kemal Atatürk gibi yetenekli bir komutanın hareketin lideri olmasıydı. Onun “Ya istiklal, ya ölüm” parolasını duymamışlar, bu mücadeleye nasıl baş koyduğunu, bilmiyorlardı.
Tutuklamalar son sürat devam ediyordu. İngilizlere, Osmanlıya asılsız ihbarlar yağıyor, onlar da bu suç duyurularını işleme koyarak evlerden, işyerlerinden adamlar topluyorlardı. Tutuklananları mahkûm edebilmek için ilanlar yoluyla yalancı tanıklar aranıyordu. Sözün gerçek anlamıyla, yurt yüzeyinde bir yurtsever avı başlatılmıştı. Vahşet, acımasızlık, korku kol geziyordu.
İstanbul’da tutuklananlar “Bekirağa Bölüğü” denilen Harbiye Nezareti Cezaevine atılıyorlardı. Komutanlardan sonra sıra valilere, kaymakamlara gelmişti.
Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, genç yaşında, Ermeni yalancı tanıklarının ifadelerine dayanılarak, sıkıyönetim mahkemesince idama mahkûm edilip, Beyazıt Meydanında asılmıştı. Ayağının altındaki sandalyeyi tekmelerken şöyle haykırıyordu:
– Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim… Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet.
Halk bir ağızdan cevap veriyordu:
– Kahrolsun böyle adalet!
– Çocuklarımı asil Türk milletine emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin, Âmin!
   Kemal Bey, iskemlenin üzerinden kendini boşluğa bırakmadan birkaç kelime daha söylemek imkânı buluyordu:
– Borcum var, servetim yok! Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!
Fertler ölür, milletler yaşar… “
Daha sonraları Mehmet Kemal Bey’in babası Arif Bey’i Konya’da kabul eden Atatürk’le arasında şu konuşma geçer:
Atatürk – “Gel bakalım devletin babası”.
Arif Bey – “Aman Paşam devletin babası sizsiniz”.
Atatürk – “Sen öyle bir evlat yetiştirdin ki oğlun bu meşaleyi tutmasaydı biz ateşi yakamazdık. Işık tutan senin oğlundur” der.
Bugün, yalancı Ermeni tanıklarının yerini PKK’lı teröristler, devlet çiftliğinden beslenen yalakalar aldı. Onların ifadelerine dayanılarak vatan severler  cezalandırılmak istenmektedir. 
Bazıları uzun bir süredir içeride yatmaktadır Malta Sürgünleri de o yıllarda, suçlarını bilmeden, mahkeme önüne çıkarılmadan aylarca, yıllarca içeride  tutulmuşlardı. 
Tutsak alınmışlardı. Amaç Kurtuluş Savaşını başsız, komutansız bırakıp, “Anadolu İhtilal”ını engellemekti.

    KÜRT  NEMRUT  MUSTAFA  PAŞA

     O yıllarda, Türkiye halkını ve Mustafa Kemal’i tanımayan, yanılgı içine düşen ve antiemperyalist direnişi korku, zorbalık, idam kararları ile kıracağını sanan hayınlardan birisi de Mustafa Nazım Paşa idi. Öteki adıyla (nam-ı diğer) Kürt Nemrut Mustafa Paşa. Beyazıt Meydanında nice yurtseveri haksız yere astırdığı için, “acımasız, can yakan” anlamına gelen bu adı ona halk vermişti. Ayrıca o, bu yargılamaların dışında, on günlük Bursa Valiliği sırasında çeşitli olaylara karışmış, I. Dünya Harbinde şehit olan askerler için, ‘Onlar şehit değil, köpek ölüsünden farkları yoktur’ diyerek tepkisini ortaya koymuştu.

Yalancı tanık ifadeleriyle, hukuksal hiçbir dayanağı olmayan gerekçelerle, Nemrut Mustafa tarafından idama mahkûm edilen Bayburt Kaymakamı Urfalı Nusret bey’in arkasından ulusumuz günlerce gözyaşı dökmüş, yas tutmuştu.
Aslında Nusret Bey, daha önce İstanbul’a getirilip yargılanmış ve beraat etmişti. Ama Patrik Zaven Efendi onun cezalandırılmasını istiyordu. Yabancıların isteklerini “emir” sayan Damat Ferit, hiç düşünmeden onu Nemrut Mustafa’ya havale etmiş o da hemen idam kararını vermişti. Böylece Patrik Zaven Efendinin dileği yerine getirilmiş, bir tatsızlığın (!) çıkması önlenmişti.
Nusret Bey, 25 Aralık 1921’de henüz Ulusal Kurtuluş Savaşı sürerken, Mustafa Kemal Paşanın başkanlığındaki TBMM tarafından “milli Şehit” ilan edilmiş, ailesine nafaka bağlanmıştı.
     O, hücresinden kardeşi Cevdet Bey’e yazdığı son mektubunda şunları söylüyordu:
“…Küçük çocuklarımı, karımı, yalnız ve fakir olarak bırakıyorum. Beş gün sonra yiyecekleri kalmayacaktır. Allah aşkına sokaklara bırakma…”
O zamanki kaymakamların yaşantıları ile bugünkü han, hamam, gemicik sahibi politikacıların yaşantılarını karşılaştırdığımızda Kurtuluş Savaşının niçin başarıya ulaştığını, nasıl bir özveri ve yoksulluk içerisinde düşmanların yurdumuzdan kovulduğunu anlayabiliriz.
Nemrut Mustafa divanında Ziya Gökalp de yargılanmıştı. Suçu Türk milliyetçiliğini savunup, bölücülük yapmaktı. Mahkeme başkanı Nemrut Mustafa ile Ziya Gökalp Arasında şu konuşma geçmişti:
“Yazılarınızda savunduğunuz Türk milliyetçiliği Müslüman veya Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarını değişik duygulara düşürmez mi?
“Hayır, efendim, her unsur…”
Mahkeme başkanı onun açıklamalarını dinlemiyordu bile. O papağan gibi kendi görüşlerini sıralamayı sürdürüyordu.
Tarih 29 Mayıs 1919’du. Ve Ziya Gökalp milliyetçilik yaparak Ermenilerin, Rumların kalplerini kırmakla suçlanıyordu.
   NEMRUT  MUSTAFALAR,  DAMAT  FERİTLER  YOK  ARTIK
Nemrut Mustafa, Kurtuluş Savaşı zaferle sona erince yurt dışına kaçtı. Daha sonra gizlice yurda dönerek Şeyh Sait İsyanını hazırladı.
O, Atatürk ve Milli Mücadele liderlerine idam kararı veren mahkemenin reisiydi. Lozan Anlaşması gereği 150'likler listesine alınmış ve yurtdışında ölmüştü.
Türkiye’yi yabancı güçlerle birlikte bölmek, parçalamak, manda yapmak isteyen vatan satıcıları hedeflerine ulaşamadılar.
Damat Ferit’ler, Vahdettin’ler, Nemrut Mustafa’lar yok artık. Onlar tarihin çöplüğünde yerlerini aldılar. Ne İngiliz Muhipleri Cemiyeti kaldı, ne Kürt Teali cemiyetleri ne de Şeyh Sait isyanları…
Tarih çarkını geriye döndürmeye bugüne değin kimsenin gücü yetmedi.
    PKK’lar, AKP’ler de günü geldiğinde tarihin tozlu sayfalarında hak ettikleri yeri alacaklardır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Şunu da aklımızdan hiç çıkarmayalım: Günümüzde çekilen tüm acılara, haksızlıklara, ihanetlere son verecek güç halktır. Halkın örgütlü gücüdür. Nazım’ın deyişiyle onlar, “Bir şafak vakti, karanlığın kenarından, ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman” tüm kötüler ve kötülükler yaşantımızdan silinip atılacak, son bulacaktır…
    Hiçbir faşist kendini ülkenin tek egemeni, durdurulamayacak, engellenemeyecek tek gücü sanmasın. 
Nemrut Mustafalar, Damat Ferit’ler, Evren’ler, Özal’lar, Çiller’ler nasıl yok oldularsa, bugünkü zalimler de günü geldiğinde ABD’si, AB’si, liboşları ile birlikte çekip gidecek, toz olacaktır…
Tarih halk düşmanlarının kırık dökük mezar taşlarıyla doludur.
Günümüzün yandaş yargıçlarının, savcılarının ihanet öykülerini de çocuklarımız, gelecekte, tarih kitaplarından ibretle okuyup, öğreneceklerdir…

Ali  ERALP
EMPERYALİZM, MALTA SÜRGÜNLERİ VE ERGENEKON…  
İşte Türkiye! (wordpress.com)

***

10 Ekim 2020 Cumartesi

Ziya Gökalp ve Türkçülük Üzerine Bazı Değerlendirmeler. BÖLÜM 2

Ziya Gökalp ve Türkçülük Üzerine Bazı Değerlendirmeler. BÖLÜM 2 


    Osmanlı’da on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında millî bir dilin oluşturulması ihtiyacı folklorun başlangıcını oluşturur. Folklor hareketleri ile milliyetçilik arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. Osmanlı aydınları ve yazarları tarafından kullanılan dil, Arapça ile Farsçanın gramer kurallarından ve kelime hazinelerinden oluşmakta idi. Bu durum öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki Osmanlı halkı kanun dilini, resmi yazışma dilini ve edebiyat dilini anlamıyordu. 

Tanzimat yazarları, yabancı etkilerle kirletilmemiş, saf Türkçe olan halkın dilini kullanarak bir edebiyat yaratmak için halk bilimi ve halk edebiyatı ile ilgilendiler. Şinasi (1826-71) 

İstanbul’da oldukça basit bir dil kullanarak 1859’da bir tiyatro oyunu yazar, sonra da dört bin ata sözünden oluşan bir derleme yayınlar. Ziya Paşa (1829-80) gerçek dilimiz ve edebiyatımızın halkın arasında yaşamakta olan dil olduğunu, milli şiirimiz ve nazımlarımızın hala ozanlar ve halk arasında canlı bulunduğunu ifade eder. Pek çok şair, romancı, oyun yazarı 1860 ile 1900 yılları arasındaki bu akımda yer aldılar. Hüseyin Rahmi (1864-1944) romanlarını popülerleştirmek için geleneksel hikâye anlatıcılarından yararlandı. 1839’da ilan edilen Tanzimat reformları Osmanlı edebiyatında fonksiyonel bir değişimi başlattı. Fransa başta olmak üzere, Batı ile sıkı ilişkiler içerisinde olan ve Avrupa’nın ekonomik, sosyal ve eğitim kurumlarını örnek alan yeni nesil Osmanlı yazarı, gelişmede edebiyatın önemli bir rol oynadığını fark ettiler. Onlar Türkiye’ye geri döndüler ve topluma bir mesaj aktaran dergileri, oyunları, kısa hikâyeleri ve romanları topluma tanıttılar. Yeni nesil yazarlar sosyal ve politik değişimleri gerçekleştirmek maksadıyla yeni türler kullandılar. Ancak buna rağmen insanları edebiyat yolu ile etkilemede sınırlı bir başarıya ulaştılar. Yazdıklarının dilini anlayabilen sadece küçük bir kitle vardı. Ahmet Mithat Efendi insanlara ahlakî değerleri öğretmek için kısa hikâyeler meydana getirdi. Abdülhak Hamid (1851-1937) oyunlarından birini atasözleri ve yerel ifadeler ile doldurdu. Yüzyılın başında milli duyguları ifade eden temaları işleyen ve halk şiirinin ölçü sistemini yoğun bir şekilde kullanan Mehmet Emin (1869-1944) millî şair unvanını kazandı (Başgöz, 2011: 1536). 

Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışında, folklora karşı aydınların tutumlarındaki yeni dönem, belirleyici olmuştur. Avrupa’nın on dokuzuncu yüzyıl tarihini sallamış olan milliyetçilik, Türkiye’de I. Dünya Savaşı’na kadar önemli bir güç olamamıştır. Bu gecikmede, imparatorluğun heterojen yapısı önemli bir rol oynamıştır. Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar ve Araplar gibi azınlıklar arasında bir millî bilincin oluşması, İmparatorluğu yıkacak olan bağımsızlık hareketlerini hızlandırdı. 

Bu nedenle milliyetçiliğe kuvvetle karşı konuldu. Sultanlar ve münevverler sınıfı, İmparatorluğu bir millî Türk devleti haline getirme ve bir millî ruh yaratma imkânlarına sahip olmalarına karşın, kendilerini Müslüman ve Osmanlı olarak tanımladılar. Onlar, kendilerine Türkler denildiği zaman bir endişe hissettiler. Onlar için Türk, sadece eğitimsiz şehir halkını ve cahil köylüleri ifade etmekteydi  (Başgöz, 2011: 1537). Avrupa’da İslam öncesi Türk tarihi ve dili hakkındaki çalışmalar, Osmanlı İmparatorluğu azınlıkları arasındaki milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri, 1908 reformunun başarısızlığı, Osmanlı birliği için yapılan son bir çağrı ve Alman emperyalizminin etkileri gibi bütün bu gelişmeler Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında katkıları olmuştur. 

1. Millî Edebiyat Dönemi Türkçülük/Milliyetçilik Hareketlerinin Kısa Bir Tarihçesi  Millî Edebiyat dönemi, 1908’de Meşrutiyet’in ilanı ile zemini oluşturulmuş,1923’te  Cumhuriyet’in ilanına kadar devam etmiştir. Türk milliyetçiliği bu dönemi şekillendiren temel düşünce akımıdır. Türkçülük siyasal ve sosyal alanda ulusallaşmayı hedef alarak, her türlü yabancı tesiri reddeder. Bu dönemde Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliğinin itici gücü olarak görülür. Osmanlı aydınları da Balkan savaşları sonrasında azınlıkların ayaklanmalarına karşı bir tepki olarak Türk milliyetçiliğini benimsemişlerdir. 

Dönemin Türk milliyetçiliğinin öncüleri olarak Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Hüsnü gösterilebilir. Türk milliyetçiliği bu dönemde henüz doğuş sürecindedir. Türk milliyetçiliğinin çalışmaları, Türk tarihine ışık tutmuş ve “kaba, cahil, göçebe” gibi tanımlamalara maruz kalan “Türk” kavramı, bir millet adı olarak tekrar anılmaya başlanmıştır. 1911 yılında “Genç Kalemler” Dergisi etrafında toplanan aydınlar Türk milliyetçiliğinin edebî cephesini oluşturur. Türk millî edebiyatının kurulmasının gerekliliği ilk kez bu dergide dile getirilir. 

Bu hareketin amacı millî bir lisan, millî bir edebiyat vücuda getirmektir. Genç Kalemler, millî bir edebiyatın ancak millî bir dil ile mümkün olabileceğini  savunurlar. 

Bunu gerçekleştirmek için Türkçenin sadeleştirilmesi çalışmalarına önem verirler ve yazı dilinde İstanbul Türkçesinin kullanılmasını önerirler. “Genç Kalemler” dergisi önceleri Ömer Seyfettin ile Ali Canip Yöntem’in çabalarıyla çıkar. Yenileşme ile ilgili görüş ve fikirleri topluma ulaştırmak için halk dilini bir araç olarak kullanır. Yazılarında halk lisanını kullanmalarına rağmen halkın edebî mahsullerine şekil ve içerik bakımından ilgi göstermezler. Bu durum, Ziya Gökalp ile birlikte farklı bir boyut kazanır. Ziya Gökalp, yeni ve modern bir cemiyetin felsefî ve sosyolojik boyutunu şekillendirir (Akyüz, 2015: 19-20). 

Dârülfünûn’da Hikmet-i Tarih müderrisi Ahmet Vefik Paşa, ilmî Türkçülüğün önemli simalarından biridir. Ahmet Vefik Paşa Türkçülüğün ilk esaslarını kurarken, Süleyman Paşa da Türkçülüğü askerî mekteplere sokmaya çalışır. Süleyman Paşa, mekteplerimizde okunacak Türkçülük ideolojisine uygun ilk tarih kitabını da kendisi hazırlar. Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır. Bu arada Rusya’da Mirza Fethali Ahundof ile Gaspıralı İsmail gibi iki büyük Türkçü yetişiyordu. Gaspıralı İsmail’ın “Dilde, fikirde ve işte birlik” şiarı tüm Türk dünyasında kabul görmüştür. Hüseyinzade Ali Bey, Rusya’dan İstanbul’a gelerek Tıbbiye’de Türkçülüğün esaslarını anlatmaya başlar. 

Yunan Harbi başladığı dönemde Mehmet Emin Bey, “Ben bir Türküm dinim cinsim uludur”  mısrasıyla başlayan ünlü şiirini kaleme alır. 

Necip Asım Bey, Leon Cahun’un “Asya Tarihine Medhal” adlı kitabını birçok ilavelerle beraber Türklere ait kısmını Türkçeye nakleder. 

Bu kitap Türkçülüğe dair her tarafta büyük temayüller uyandırır. 

Ahmet Cevdet Bey, “İkdam” gazetesini Türkçülüğün bir organı haline getirir. Bu arada Akçuralı Yusuf Bey ile Ferid Bey Türk birliğini savunan yazılar kaleme alırlar. Ahmet Hikmet Bey, Halide Edip, Hamdullah Suphi, Köprülüzade Fuad Türkçülük hareketinin önemli savunucularından bazılarıdır (Gökalp, 2007: 175-180). 

“Türkçü olarak adlandırabileceğimiz grup, çalışmalarını Türk tarihi, mitolojisi ve kültürü alanında yoğunlaştırdılar” (Bayat, 2007: 28). Türk folklor ve tarihini bir bütünlük içinde öğrenmeye çalışan bilim adamlarından biri de Ziya Gökalp’tır. Gökalp yenileşme yanlısı diğer aydınların aksine sadece halk lisanına değil halk edebiyatı ve kültürüne de yönelir. 

Bu dönemde aydınlar, halkın anlamakta güçlük çektiği Arap ve Fars tesirinden uzak, sade Türkçe eserler vermeye çalışırlar. Ancak Batı tesirinde eserler vermelerinden dolayı yine toplumun asıl kaynaklarına uzak bir görünüm arz ederler. Gökalp, halktan uzaklaşan edebiyatın yönünü, orijinal bir karakter kazanabilmesi için tekrar halka döndürmek gerektiğini belirtir. Gökalp, Batı medeniyetinden de yararlanılabileceğini düşünür. Klasik Batı eserlerinin Türkçeye çevrilmesi gerektiğini vurgular. 

Edebiyatın millîleştirilmesi nin yolu halk edebiyatından daha sonra Batı edebiyatından geçmektedir. 

Toplumun temel gücü olan halkı ihmal etmeden bir yenilik planlanmak gereklidir. Bu bağlamda, dildeki Türkleşme ancak halkın konuştuğu sade dilin yazı dili haline getirilmesiyle gerçekleşecektir. Gökalp’a göre dil, milliyetçiliğin en önemli unsurlarından ve millî kimliğin temel dayanağıdır. Dil alanındaki egemenlik siyasal egemenliğin de ön şartıdır. Her alanda olduğu gibi dilde de Türkleşmek gerekir. Gökalp’a göre, asıl deha da halktadır. Bu düşünceden olmak üzere Gökalp, hemen hemen bütün şiirlerini - hatta mensur eserlerini- halk edebiyatı tesiriyle oluşturmuştur. Şiirlerinden Altın Destan, Ergenekon, Esnaf Destanı, Balkanlar Destanı, Kızıl Destan isimleri hem bir ideolojiye hem bir geleneğe  işaret eder. 

Burada yer alan ideoloji Turan ideolojisidir. Gökalp, destan metinlerine millî  meseleler ile ilgili görüşlerini yansıtmıştır. Destanların isminde dahi bu ideolojinin izlerini görülür. Türklerin tam bir devlet halinde olduğu, bütün hanların, İlhan yönetiminde birleştiği zamanı “Altın Devir” olarak adlandırır. Oğuz’un cihan hâkimiyeti mefkûresi Gökalp’ta “Turan” ideolojisine dönüşmüştür. 

Gökalp’ın, destan metinlerinde kullandığı “Turan”, bir ütopya gibi onu sürekli heyecanlandıracak uzak bir mefkûredir ve gerçeklik sahasında yalnız “Türkiyecilik” vardır. Her ne kadar yeni olarak adlandırılsa da Gökalp, geçmişten bugüne kültürel aktarım yolu ile getirilen halkın edebî yaratmalarını, bu eski geleneği sürdürmeyi  tercih eder. O, geleneksel olanı modern düzleme taşır. Şiirlerinde “Turan” idealini, topluma millî heyecan vermek amacıyla kullanan Gökalp, gerçeklik sahasında asıl ideolojisinin Türkiyecilik olduğunu vurgular. Türkçülüğün en gür ve güçlü manzumelerini de bu amaçla yazar (Akyüz, 2015: 21-22). 

Türk millî kültürü geçmişte Osmanlı devlet sisteminin dışında kalan etnik kimliklerle, dinlerle ve dillerle uyuşmazlık içerisindeydi. Türk millî kültürü düşüncesi artık zihinlerdeki bir hayal değildi. Türk millî kültürü düşüncesi, bir devlet politikası haline geldi. Yeni dönemin milliyetçi liderleri, İmparatorluğun politik yapısını değiştirmek, zihinlerde ve geleneklerde olduğu gibi eğitimde ve yasal sistemde de modernizasyonları gerçekleştirmek için 1923-30 arası boyunca kapsamlı bir reform programını uygulamaya başladılar. Saltanat ve halifelik kaldırıldı, yeni cumhuriyet ilan edildi. Avrupa’nın hukukî düzeni getirildi. Roma (Latin) alfabesi benimsenmiş ve Arap alfabesinin kullanımı yasaklanmıştır. Osmanlı entellektüelleri tarafından yok sayılmış ve ihmal edilmiş olan ozanlar, kültür kahramanları haline geldi. Yeni liderleri, yeni değişimleri düşlediler. Türkleri bir arada tutmak için şerefli bir geçmişten gelen millî bir şuur duygusu olmadıkça başarılı olamayacaktı. Herkes tarafından anlaşılabilecek olan ortak bir dilin vasıtasıyla yeni bir millî kültür meydana getirildi. Türk Dil Kurumu, yabancı sözcüklerden dili arındırmak göreviyle 1932 tarihinde kuruldu. Dünya medeniyetine Türklerin katkılarını keşfetmek, Asya dönemi boyunca Türklerin şerefli rollerini ortaya çıkarmak için Türk Tarih Kurumu kuruldu. Folklor alanındaki bilimsel aktiviteler, Fuad Köprülü’nün başkanlığı altında İstanbul Üniversitesinde   1924 yılında Türkoloji Enstitüsünün kurulmasıyla başladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yirmi yılı boyunca Fuad Köprülü, folklor çalışmalarına diğer bütün bilim adamlarından daha çok katkıda bulunmuştur. Bir tarihçi olmasına rağmen o, Türk folkloru ile ilgili makaleler ve kitaplar yayınlamıştır. Ziya Gökalp’ın bir arkadaşı olarak Köprülü, milliyetçi prensiplerini takip etmiş ve onları edebiyat, tarih ve folklor çalışmalarına uygulamıştır. Çalışmalarının bilimsel liyakatinin yanında okuyucu onu ideolojik niteliğinden dolayı kolaylıkla tanıyacaktır (Başgöz, 2011: 1539-1540). 

Gökalp’a kadar, halk bilimi malzemelerinin nasıl derleneceği ve derlenen malzemeyle ilgili nasıl bir çalışma yapılacağı konusu ile ilgili bir çalışma görülmemektedir. Gökalp, Türk halk bilimi çalışmalarının yöntemli olarak yapılması gerektiğine dikkat çeken ilk Türk aydınlarındandır. Çalışmalarıyla kendinden sonraki halk bilimi çalışmalarında bir öncü olmuştur. “Ziya Gökalp, Türk milliyetçisidir. Kurulacak yeni Türk devletinin sosyal ve kültürel yapısının ancak halka doğru inerek ve halka ait malzemelerin derlenip değerlendirilmesiyle ortak bir kültüre ve geçmişe sahip olabileceğini öngörmüş ve bu düşünce temelinde folklor çalışmalarını yürütmüştür” (Nazlı Özyurt, 2008: 109). Ziya Gökalp’ın yaptığı çalışmalar Türk kültürü ve Türk halk bilimi çalışmalarında önemli bir yer tutmaktadır. Onun çalışmalarının etkileri ve yöntemleri günümüze kadar ulaşmış, onun izinde yürüyen birçok halk bilimci yetişmiştir. 

3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***


24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI BÖLÜM 2


Türkiye’de Suriye ile savaş tam tamları çalarken, İngilizlerin, İsrail’in ve Amerikan Neoconlarının Suriye ve Türkiye’yi bölme planı gözardı ediliyordu. Suriye’nin etnik haritası incelenecek olursa elit Nusayri rejiminin deniz kıyısına yakın bölümlerdeki kendi taraftarlarını içine alan bölgede yoğunlaş tığı görülebilir. Esed’e Nusayristan kurdurulacaktı. Hıristiyan nüfus da bu bölgede yaşıyor ve Nusayrilerle iktidarı yıllardır bölüşüyordu. 
Şam yönetimin ısrarla yürüttüğü etnik katliamların amacı, Sünni nüfusun bu bölgeyi terk etmesini sağlamaktı ve bu da başarılmıştı. Zaten Ruslar da bu plana destek veriyordu. 

Rus Pravdası olaya şöyle bakıyordu: Silahlı muhalifler Suriye halkı demek değildir. Suriye muhalefetinin söylemlerinin aksine Suriye hükümeti geniş halk kitlelerince desteklenmektedir. Suriye Ulusal Konseyi, Libya’da toplanan tacizcilerden, ırkçılardan, işkencecilerden ve hırsızlardan oluşan Ulusal Geçiş Konseyi’nin kopyasıdır. Suriye Ulusal Konseyi; tam da Yeni 
Osmanlıcılığın gündeme geldiği, Türkiye ve Katar gibi Batı sempatizanı iki ülkenin Orta Asya ve Orta Doğu bölgesinde ön plana çıkarıldığı bir dönemde Türkiye’de konuşlandırılmış bir örgüttür. Bunların yanı sıra bu Konsey, İran İslam Cumhuriyeti, Rusya ve Çin ile yapılacak olan savaş için atlama tahtasıdır. İşin en kötü yanı bu teröristler İstanbul’da FUKUS Eksenince eğitildiler ve buradan Suriye’ye onların eliyle sızdırıldılar. Ve aynı güçler BMGK’da yapılacak oylamayı etkilemek için iddialar ortaya attılar. 
Fakat bu iddiaları ortaya atanların unuttuğu şey Çin ve Rusya’nın bu tür aldatmaca lara inanmayacak kadar güçlü ve kadim devletler olduğuydu. 

Ruslar, Almanlar, Fransızlar ve Çinliler paylaşım savaşı dışında kalma endişesiyle çok agresif davranıyorlardı. Bu denklemde en kötü tablo bir mezhep çatışmasının çıkması ve Şii Hilal’inin kırılması adına bu savaşın komşu ülkelere sıçratılmasıdır. İran ile Türkiye’nin ilişkilerini bozacak potansiyele sahip olan mezhep savaşına karşı uyanık olmak gerekiyor. Tam da İran ile beş yılda ticaret hacminin 30 milyar dolara çıkartılması ve iki ülke arasında serbest bölge kurulması projesinin onaylandığı bu aşamada Suriye kartını oynayanların Türkiye’nin iyiliğini istediğini düşünmek çok zor. 

STRATFOR’UN HARİTASI 



Konunun burasında bir haritanın varlığından bahsetmek Suriye üzerinden oynanan oyunların daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Stratfor tarafından 2011'de hazırlanan bu haritada Suriye’nin etnik haritasında kurdurulacak Nusayristan ve Sünni bölgenin sınırları net biçimde görülüyor. Haritayı asıl önemli kılan ise Nusayristan’ın Türkiye’nin Hatay ve Adana illerini de içine alıyor olması. Dolayısıyla Karıştırılmak istenen ve bölünmek istenen ülke sadece Suriye değildir, Türkiye’de hedeftir. Türkiye bu kurtlar sofrasının tam ortasında yer alıyor. Suriye, petrolü olmasa da stratejik konumu nedeniyle süper güçlerin göz diktiği bir ülke. Suriye’deki Kürtlerin bir kolunun PKK’nın üst düzey yöneticisi olduğu ve PKK teröristlerinin üçte birinin Suriyeli Kürtlerden oluştuğu da unutulmaması gereken bir gerçek. 
Hatay, Adana ve Mersin’de yaşayan 300 bin Arap Alevisinin varlığı, Nusayri veya Fellah olarak adlandırdırılan Türk vatandaşlarını tahrik etme kabiliyeti olan Suriye istihbaratı, bir mezhep savaşında en fazla Türkiye’yi karıştıracağının çok açık bir göstergesi. Ekonomisi büyük çıkış sergileyen Türkiye’nin savaş ekonomisine sokularak geriletilmesi ise kötü senar-
yoyu daha da kötü hale sokuyor. Diğer yandan savaş halinde Türkiye’de ordunun sıkıyönetim ilan etmesi kaçınılmazdır; bu senaryo Ergenekon ve Balyoz sanıklarının sessizce salıverilmesi için çaba harcayan global çetenin kusursuz planının diğer parçasıdır. Bu durumun bölgede en çok İsrail devletinin işine yarayacağını tahmin etmek de pek zor olmasa gerek. 
Tüm bunlara Suriye’nin iç yapısı konusunda bilinmeyen önemli bir husus olarak şu da eklenebilir: Suriye’de eski KGB’nin kurduğu tam 16 ayrı istihbarat örgütü var ve her yedi kişiden biri en az bir istihbarat örgütüne çalışıyor, dolayısıyla da kimse kimseye güvenmiyor. Fransız mandasından kurtulduğundan, yani 1946'dan beri Suriye halkına zulmeden azınlık güç 
Nusayrileri düşman olarak gören kızgın halk kitleleri bulunuyor. Yüzde 12'lik nüfusa sahip zengin Nusayriler ancak keskin sınırlarla çizilen, BM Barış Gücü’nün koruduğu veya oluşturduğu tampon bölge sayesinde özgür Nusayristan’da güvenlik içerisinde olabilir. 

Başka bir deyimle Batıdaki Esad müttefikleri, Nusayrileri gözden çıkarmayacak tır. Diğer yandan Rusya ve Çin buna zaten izin vermeyeceği açıktır. 

AK Parti, global Ergenekon’un Türkiye’deki ordu içerisindeki uzantısı olan Türk subaylarıyla ortaklaşa hazırladığı Suriye’yi üçe bölme, ardından Silivri’yi boşaltıp, kendilerini küçük düşürenlerden intikam alma planına dur diyemezse, ilk önce Türkiye’de Kürt ve Türk iç savaşı başlatılacak. 2 yıldır hazırlanan ‘Serhildan’ planı ile Türk ordusuna zorla Diyarbakır’da ikinci bir Dersim katliamı yaptırılacak ve militan Kürtlere bölgeye BM Gözetimi yani 
Barış Gücü adı altında bir güç getirilmesi için uluslararası çağrı yapması doğrultusunda gerekli malzeme verilecektir. Bu bağlamda Suriye’de yaşanan NATO baharının bir sonraki durağının Türkiye olacağı söylenebilir. 

YEŞİLİN SAĞ KOLUYLA GÖRÜŞME 

Suriye’de durum bu kadar karışıkken yapmış olduğum çok öenmli bri görüşmeden bahsetmenin yerinin geldiğini düşünüyorum. Suriye'de durum gerçekten de çok ciddiydi. 30 Mayıs 2012’de Yeşil kodlu Mahmut Yıldırım'ın sağ kolundan mesaj aldım. Kendisi ile 13 yıl önce röportaj yaptığım için beni tanıyordu. Suriyeli muhaliflerin Beka vadisinde Özel Harp, MOSSAD ve CIA işbirliğiyle eğitildiklerini söylemekle kalmadı, görevlerinin ve planın asıl 
amacının Ergenekoncuları Silivri'den çıkartmak, Türk ordusunu Suriye ile savaşa sokmak için provokasyonlar yapmak ve Fethullah Gülen başta olmak üzere cemaatin beyin takımı yöneticilerine suikastlar düzenlemek olduğunu bildirdi. Yeşilin yardımcısı daha sonra şaşırtıcı bir teklifte bulundu. Kendisinin telefon numarasını vererek polise dinletmemi, ve detayları ortam dinlemesi ile öğrenmemi talep etti. Bende öyle yaptım. The cemaatın liderine ve ülke hadimlerine yönelik yapılacak suikastın ABD topraklarında olacağını ve operasyonu İsrail'in Özel İnfaz Komandaları Birimi Simbet ve İran'ın Özel Suikast Birimi Laşgavar 23 Takavar'ın ortaklaşa yapacağını ve gerekli önlemleri almamızı istedi. Ülkelerine mecburen içine düştükleri çirkin daireden dolayı ihanet ettiklerini ve global derin güçlerle ve yerli işbirli-
kçileriyle AK parti liderinin anlaşma yapması nedeniyle ülkemizi içinde bulunduğu tehditten sadece tek temiz kalan vatansever güç merkezi cemaatın kurtarabileceğini, bu nedenle başını derde sokma riskini göze alarak bana bilgi uçurduğunu ve uçuracağını kaydetti. Burada şunu söylemekte fayda var: yukarıdaki bilgilerde olabileceği gibi bazı bilgiler hedef saptırma, manipüle etme için verilebilir ama bu gelen bilgilerin değerli olduğu gerçeğini değiştirmez. 

Türk medyası Suriye’nın üçe bölündüğünü Lazkiye Merkezli Şii Nusayristan ve Batı Kürdistan ile Türkiye güdümlü Halep merkezli Sünni bir devlet daha kurdurulduğunu 25 Temmuz 2013 de fark etti. Halbuki burada yer verdiğim bilgilerin bir kısmı 12 Nisan 2012'de kişisel web sayfam da yayınlanmıştı. Kamuoyundan ustalıkla kaçırılan John Mccain planı yani Neoconların projesinin gerçek olduğu geç de olsa anlaşılıyordu. Başka bir deyimle saklanan global proje ortaya çıkıyordu. Şam yönetimin 2011 ve 2012’de öldürdüğü 20 bin mazlumla ısrarla yürüttüğü etnik katliamların amacı, Sünni nüfusun bu bölgeyi terk etmesini sağlamaktı ve bu başarıldı. 

Gaye Suriye'yi değil Türkiye'yi bölmek: Ya Zayıf Türkiye ya da Anadolu Türkiye Federasyonuydu. Üçlü istihbarat şebekesinin Suriye projesini hayata geçiren Neoconları temsil eden MOSSAD ekibi, Türk Özel Harp ekibiyle birlikte aylardır Lübnan'da Beka Vadisi'nde Suriyeli muhaliflere iç savaş eğitimi veriyordu. Bu istihbaratı bana veren Beka vadisinde Suriyeli muhalifleri MOSSAD adına askeri Eğitimden geçiren bir Özel Harp Subayımız. Ülkemize ihanet içinde olduklarını fark etmiş ve bunu yazdıracak Türk medyasında cesur bir kalem bulamadığı için bu tehlikeli makaleyi yazma görevi bana düşmüştü. 

Aslında o sırada doğu bölgelerinde gelişen olaylar da anlatılanları teyid eder mahiyetteydi. İlk once Dağlıca olayı oldu, sonra Suriye'de düşürülen Türk keşif uçağı, sonra Şam'da yok edilen Suriye devletinin önemli istihbarat, asker ve bürokratlar. Bu olayların arkası gelecektir. Bunları planlayan ve organiz eden ekip Beka vadisinde, Lübnan'da konuşlanmış durumda. Ekibi Türk özel Harpçiler, Yeşiller yönetiyor. Bana da zaten mesajı gönderen Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın sağ kolu. 13 sene önce onunla yaptığım ve yayınlayamadığım röportaja rağmen, bir umut bana bu bilgiyi hayatı pahasına sızdırdı. Belki de Yeşil'de orada. Zaten son 13 yıldır askeri üniformayla askeri ateşe kisvesinde değişik ülkelerde dolaştırılıyor, Elbette Yeşil'i kimse yakalamak için aramıyor. Diğer yandan bu kitabın okuru 
için artık şaşırtıcı olmayacak bir biçimde, PKK’nın Fehman Hüseyin yönetimdeki Suriye kolu, Kandil’i Suriye ile Türkiye sınırında Afrin’e taşımayı tamamlar tamamlamaz ilk ses getiren terör eylemini Dağlıca'da Beka'daki Ergenekoncu Türk Özel Harp uzmanları kontrolünde ve bilgisinde yaptı. 

GLOBAL PLAN 

Bu sırada ‘Global Ergenekon’un yerli işbirlikçilere uygulatacağı planı deşifre etmek gerekir. Bu ittifak, Beka’da hazırlanan Suriyeli muhaliflerin ve PKK’lıların Suriye ordusu kıyafetiyle başta Hatay, Adana ve Mersin olmak üzere Türk askerlerini, polisini ve sivil vatandaşları öldürmesini sağlayarak büyük provokasyonlara imza atacak. Olayların faturası PKK’ya kucak açan Şam yönetimine kesilecek. Rejim PKK karşıtı tüm Kürt liderleri yabancı istihbaratların tetikçilerine ve yerli ajanlarına Suriye’de öldürttü. İsrail’in Simbet ve İran’ın Lashgare 23 Takavar özel saldırı infaz timleri birlikte çalışıyor. İnfaz listeleri kabarık, Türkiye’de de yeni gazeteci, aydın, politikacı suikastları yapacaklar. 
Dertleri Suriye’de Esed rejimini devirip, akan müslüman kanını durdurmak değil, gayeleri ülkemizde müslüman kanı akıtmak ve 10 yıllık kazanımların kaybedilmesini sağlamak. Ayrıca İsrail’in kaybettiği konumu tekrar istediği de biliniyor. 

Aslında, AK Parti’nin “Yerli ve Global Derin Devlet” ile anlaşma yapması derin devleti tasfiye sürecinin sonlandırılacağı anlamına geliyordu. 250. Madde krizi çıkartarak özel yetkili savcıların yetkilerini budamak isteyen AK Parti’nin asıl amacı yakın vadede bu değil. Savcı ve hakimlerin tepki göstererek tayinlerini istemesi bunu gösteriyor. HSYK’nın 2012 Yılı Adli 
ve İdari Yargı Kararnamesi ile 2 bin 335 hakim ve savcının yerini değiştirmesi yanlış yorumlandı medyada. Star yazarı, AK Milletvekili Şamil Tayyar’a bakılacak olursa, “yargı AK Parti’ye darbe yapıyor.” İşin aslında ise, yargı AK Parti’ye derin devletle anlaştığı ve yargıya müdahale etmek istediği için rest çekiyordu. Yeni hakim ve savcıların atanmasıyla 
Ergenekon, Balyoz, KCK, Şike gibi davalar zarar görecek ve yeni gelenlerin en az altı ay süresince davalara vakıf olması gerekecekti. 

Bu gelişmelerin ardından hayata geçirilecek ikinci aşama ise çok daha korkunç sonuçlar doğurabilecek nitelikteydi. 

Lübnan’da Beka’da aylardır askeri eğitim gören provakasyon ekibine beş koldan inanılmaz provokasyonlar yaptırılacak ve Türk medyasında buna parallel olarak savaş tamtamları çalacak. Sonunda toplum Türk milliyetçilerinin isyanıyla patlayacak, Genelkurmay ve Başbakanlık anlaşarak, vatandaşını koruma hakkını kullanıp, Şam’a hak ettiği dersi vermek için Suriye’ye girecekti. Uluslararası camiada da buna kimse karşı çıkmayacak, hatta alkışlanacaktı. Fakat işler istenildiği gibi gitmeyecekti. 

Savaş, Ankara’nın tahmin ettiğinden uzun sürecek, kayıplar artacaktı. Genelkurmay, ülkede olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan edecekti. Bu durumda askeri bir darbenin kapılarını sonuna kadar açacaktı. Hükümet başkanı ve cumhurbaşkanı ordunun sembolik olarak başı olsa da tüm güç merkezleri ve kaynakları yönetim askeri bürokrasinin eline geçecekti. Bu da Silivri’deki yargılanan askerlerin intikamının alınacağı anlamına geliyordu. 

2012’nin Haziran ayında internete düşen 4 ses kaydının sahiplerinin ve bunların hitap ettiği astlarının, içinde bulundukları psikolojik durumun normal olmadığı ortadaydı. Diğer yandan bu kişiler mahkeme sürecinde illegal işler yaptıklarını itiraf etmişlerdi Polisin topladığı milyonlarca belge ne olacak peki? Yargı mensupları kaarlarını bu belgelere göre vermişlerdi, 
yani ortada subjektif bir yargılama süreci yoktu. 

BÜYÜK OYUN NEDİR? 

AK Parti, 250. Madde’yi bu dönem çıkartarak, özel yetkili savcıların yetki alanını kaldırdı ve global büyük oyunda Batılı dostlarına beni oyundışı bırakmayın mesajı gönderdi. Nur cemaatinin size oyun oynuyorlar, amaçları sizi de bizide budamak, kesmektir uyarılarına, ikazlarına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aldırmadı. Peki bunun sebebi nedir? 

Sebep, izinsiz dinlemelerle kayıt altına alınan hem Ergenekoncu hemde AK Partililere ait ses kasetlerinin yayınlanmasını durdurmak, engellemek. AKP Basına sansür yasası çıkartarak bunu yapabileceğini sanmıştı. Böylelikle bugünkü hükümet ülkenin geleceği için önemli konuları ihmal etmiş, kontrol edemediği her durum ve alan için kanun çıkarmaya başlamış sadece kendini düşünmekten çekinmemişti. Bu sebeple eğer AK Parti, bir suçu deşifre eden, suçüstü yapan bir gazeteciyi hapse atmak istiyorsa, bunu kendi suçlarının ortaya çıkmasından korktuğu için yapıyor demektir. 

Dolayısıyla üç aşamalı darbe planına AK Parti dur diyemezse, Türkiye'de Kürt ve Türk iç savaşı başlayacak, Diyarbakır'da başlatılması 2 yıldır planlanan ' Serhildan ' ile Türk ordusuna zorla Diyarbakır'da ikinci bir Dersim katliamı yaptırılacak ve militan Kürtlere bölgeye BM Gözetimi yani sözde Barış Gücü getirilmesi için uluslararası çağrı yapması doğrultusunda gerekli malzeme verilecektir. 

BASKIN BASANIN OLDU PKK MUHALİFİ KÜRTLER TEMİZLENDİ 

Buraya kadar anlatılanlardan da ortaya çıktığı gibi Kürt sorununu çözemeyen bir Türkiye’nin bölgesel lider olması mümkün gözükmemektedir. Almanya da zaten bu karta oynuyor. Dünya, terör örgütü PKK’nın Suriye’nin Kürt bölgesine yerleştiğini, ocak ayında meydana gelen ‘Bedro’ ve ‘Temo’ saldırısıyla öğrendi. Baas rejiminin desteğiyle bölgeye gönderilen bir grup PKK’lı, muhaliflere verdiği destekle bilinen Kamışlı’daki ‘ Bedro aşiretinin lideri Abdullah Bedro’nun evine baskın düzenledi. 

Bedro’nun ağır yaralandığı, 3 oğlunun ise hayatını kaybettiği saldırıdan sonra terör örgütünün muhalif Kürtlere yönelik baskısı devam etti. Örgüt daha sonra Geleceğin Hareketi Partisi lideri Meşal Fazıl Temo’yu, onun yerine geçen yeğenini ve birçok muhalif siyasetçiyi daha bu süreçte öldürdü. Aylarca yoğun bakımda kalan Abdullah Bedro’nun sağlık durumu 
ise Ağustos 2012’de düzeldi. Suriye’de yaşanan gelişmeleri değerlendiren Bedro’ya göre Kürt bölgesinin PKK’nın uzantısı Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) eline geçmesi rejimin uyguladığı zulmün devam edeceği anlamına geliyordu. Bedro, PKK’nın bu bölgeye Suriye yönetiminin desteğiyle yerleştiğini ve istihbaratla birlikte çalıştığını Zaman gazetesinin Diyarbakır 
muhabiri İsmail Avcı’ya 26 Temmuz 2012’de hasta yatağında anlattı. Ayrıca, örgütün hiçbir coğrafyada Kürtlerin yeni haklar elde etmesini istemediğini belirtti. Suriye’de 17 Kürt partisi olmasına rağmen hiçbirinin şiddeti bir yöntem olarak kullanmadığını vurgulayan Abdullah Bedro, “Planlı bir şekilde buraya gelen birileri, ellerine silah alıp buranın sahibi olduğunu iddia etti. Güvendikleri rejim olmasaydı böyle yapamazlardı.” dedi. 

Suriye Kürtlerinin ülkenin bütünlüğü içinde bir çözümden yana olduklarını ve bu amaçla bir araya gelerek konsey kurduklarını anlatan Abdullah Bedro, bu konsey bünyesinde bulunan PYD’nin sanki bütün oluşumun başkanıymış gibi hareket ettiğini söylüyor: “İki ay öncesine kadar Kürt muhalifleri öldüren, El-Muhaberat’la çalışan ve Baas’ı destekleyen bir yapı (PYD) 
nasıl oldu da hemen değişti? Bugün özerklik diyen PYD yarın Baas buraya tekrar gelirse alın size, sizin için buradayız diyecekler. Çünkü PYD şu ana kadar Suriye rejimine karşı bir söz bile söylemiş değil.” 

Bu gelişmeler yaşanırken Suriye’de Kürtlerin çoğunlukta olduğu ‘Serxet ya da Binxet’ olarak bilinen bölgede ilginç gelişmeler yaşanıyordu. Suriye ordusu Kürtlerin yaşadığı Kobani bölgesini terk etti. Suriye’deki bütün Kürt parti ve grupları kapsayan Suriye Kürt Ulusal Konseyi, herhangi bir otonom ya da federal ilan etmekten ısrarla kaçındı. Ancak PKK’nın Suriye’deki yapılanması PYD, konseyin aksine, Esed ordusunun çekildiği bölgeye bayraklarını asarak ‘özerklik’ ilan ettiğini duyurdu. Türkiye ve Kuzey Irak Yönetimi ile iyi ilişkileri bulunan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin bu geçici ve gerekli hareketi böylece terör örgütü PKK tarafından ısrarla ‘provoke’ edilmeye çalışılıyor. PKK’ya yakın internet siteleri de Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin bu geçici kararını görmezden gelerek terör örgütü PKK’nın bölgede özerklik ilan ettiğini duyuruyordu. 

Suriye Kürt Birlik Partisi Politbüro üyesi Fuad Eliko ise yaptığı açıklamada, rejim güçlerinin şu ana kadar sadece Kobani’nin bazı bölgelerinden çekildiğini söyledi. Eliko, Suriye Kürtlerin bu şehir dışında hiçbir şehri kontrol altında tutmadıklarını ileri sürdü. Eliko, “Şu ana kadar hiçbir şehir kurtarılmadı. Kobani’de asker çekilmiş yönetimi Kürtlerin eline geçmiştir. 
Ancak Afrin ve diğer şehirlerde Esed güçleri kısmen bulunuyor. Kürt şehirlerinin kurtarıldığını PKK dışında kimse söylemiyor. Önceki gün Kamışlı’da ise PKK güçleri evlere baskın düzenledi, araçları yaktı.” dedi. 

Kürt siyasetçi ve yazar İbrahim Güçlü, muhalefetin mücadelesi karşısında Baas rejiminin sıkıştığını ve aralarında Kürtlerin yaşadığı bölgelerin de bulunduğu bazı yerleri terk ettiğini söylüyor. PKK-PYD’nin provokasyon yaptığını kaydeden Güçlü, örgütün kendi sembollerini ve bayraklarını asarak, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi varmış gibi gösterilmesini ‘tehlikeli’ 
buluyor. Suriye Kürtlerinin siyasal yol dışında hiçbir yola başvurmadığını aktarıyor. Kamuoyunda dile getirilen spekülasyonlara dikkat çekerek şunları söylüyor: 

“Bunu PYD oluşturur. PYD Silahlı bir güçle bunu kuramaz. Aklı başında olan Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi bu tutum içinde yani otonomi ve federalizmi zorla kurabilecek durumda değil, uzlaşma ile olabileceğini söylüyor. Bunun için de rejimin değişmesini destekliyor.” 

Kürt yazar Süleyman Akkoyun ise medyanın olayları çarpıtarak, kamuoyunu yanlış yönlendirdiğini anlatıyor. Akkoyun, “PYD ile rejim arasında yapılan anlaşma gereği, PYD Kürtlerin Esed karşıtı mücadelede yer almasına engel olacak ve Kürtlerin ulusal sorununu da tekeline alarak ulusal talepleri bastıracak. Bu amaçla yakın zamanda Batı Kürdistan’da PYD hem muhalif Kürtlere saldırmaya başladı hem de her türlü serbestîye sahip oldu. Bütün gücünü iç çatışmalarda kullanan Esed Rejimi, Kürdistan’da olası hareketleri engellemek için PYD’yi yetkili kıldı, bekçi yaptı.” diyor. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Peşmerge Bakanlığı Sözcüsü Cebar Yawer ise Suriye’ye Peşmerge gönderildiği iddialarını yalanladı. 

Bu sırada tüm bu yorumları doğrulayan bir bilgi doğrulandı. Bedro’nun ağır yaralandığı, 3 oğlunun ise hayatını kaybettiği saldırının altından PKK çıktı. Eylemi önce üstlenmeyen örgüt, saldırı sırasında PKK’nın üst düzey yönetici si ‘Xebat Derik’ kod adlı Mahmut Muhammed’in öldüğü anlaşılınca geri adım attı. Esed yönetimiyle hareket ettiğinin ortaya çıkmasından endişe eden PKK, ilk başta saldırının Türkiye’nin kontrgerilla birlikleri tarafından 
gerçekleştirildiğini ileri sürdü. Ardından eylemi Suriye ordusunun düzenlediği iddia edildi. 

Ancak çok geçmeden Esed rejimine destek için bölgeye intikal eden Xebat Derik’in, saldırıyı düzenlediği anlaşıldı. Baskında Abdullah Bedro ile oğlu Ahmet Abdullah yaralandı. Yaralılar Kamışlı Hastanesi’ne kaldırıldı. Hastaneyi basan PKK’lılar, Ahmet Abdullah’ı öldürdü. Kardeşlerinin cenazesini almaya giden Nidal ve Ammar da, PKK’lılar tarafından 
hastane bahçesinde kurşun yağmuruna tutuldu. 3 oğlunu kaybeden Abdullah Bedro yoğun bakımda tedavi görüyor. 

Bedro ailesi ile PKK’nın ilişkisi 1980'li yıllara dayanıyor. 12 Eylül darbesinden hemen önce Suriye’ye geçen Abdullah Öcalan, bir süre sonra Şam’a yerleşir. Bedro ailesi, Şam’daki evlerini kullanması için Öcalan’a tahsis eder. Öcalan, bu evi bir süre sonra Suriye’nin siyasi istihbarat ve siyasi polis şubesi başkanı General Adnan Bedir Hasan’a hediye eder. Abdullah Bedro, tapusu kendisinde olan evi geri ister. Ama PKK, evden vazgeçmesi için Bedro’ya baskı yapar. 1986 yılında Abdullah Bedro’nun kızı Kurdê, PKK’ya katılır ve Öcalan’ın evinde bir süre kalır. Tacize uğradığı ileri sürülen Bedro’nun kızı, örgütten kaçarak olayı ailesine anlatır. Bundan sonra aile ile PKK’nın ilişkileri bozulur. Abdullah Bedro, PKK’dan ayrılan Vejin (diriliş) grubunun lideri Mehmet Şener ve arkadaşlarına kucak açar. Şener, Öcalan tarafından ‘hain’ ilan edilir ve öldürülür. 

PKK’nın Beşşar Esed yönetimine destek amacıyla Suriye’ye dönmesi üzerine Bedro ailesi yeniden örgütün hedefi durumuna geldi. Kamışlı kentinde Baas yönetimine muhalefetiyle bilinen bölgenin en büyük aşiret liderlerinden Abdullah Bedro’nun evine baskın yapıldı. Terör örgütü, saldırıyı haklı göstermek için ailenin ‘kontra’ olduğunu yayarak, saldırıda öldürülen 
PKK yöneticisi Xebat Derik kod adlı Mahmut Muhammed’i kahraman ilan etti. Ancak internet üzerinden açıklama yapan Suriyeli Kürtler, bu iddianın gerçeği yansıtmadığını belirtti. 
Nasname.com adlı sitede olayla ilgili detaylı bilgiler yayınlandı. Toplumsal muhalefetin gücünü kırmak için Kürtleri etkisizleştirmek isteyen Suriye lideri Esed’in bu amaçla PKK’yı kullandığını belirten site, Öcalan’ın destek talimatından hemen sonra PKK’nın birçok militanını Kandil’den Suriye’ye kaydırdığını belirtti. 

Sitede yayınlanan haberde şu bilgilere yer verildi: “Suriye devleti, PKK’nin yedek gücü olan PYD’ye sınırsız olanaklar sağlayarak Kürtler üzerinde mutlak bir denetim sağlamaya çalıştı. 

Bu amaçla PYD’nin ömür boyu hapse mahkûm olan ceza evindeki liderini (Salih Müslüm) ani bir kararla salıvererek serbestçe faaliyet göstermesinin tüm koşullarını oluşturdu. Meşal Temo’nun katledilmesi de bu şer ittifakın karanlık bir eylemiydi. PKK, tereddüt etmeden kanlı Baas rejiminin ömrünü uzatmaya çalışıyor. Birçok Kürt’ü hala vatandaş bile görmeyen ve bu amaçla kimlik dahi vermeyen Suriye gibi bir devletin, PKK’ya katılanları askerlikten muaf tutacak kadar koruması, tek başına PKK’nın misyonunu açıklamaya yetiyor.” 

Netice itibarıyla PKK’nın Suriye’de oluşan durumdan kendisine avantajlı bir konum elde etmeye çalışıyor bu kesin. Amacı Ortadoğu bölgesindeki tüm Kürtlerin Lideri konumunu elde edebilmek. 

Bunun içinde global Ergenekon’un yanı sıra bu Ergenekon’a bağlı Türk Ergenekon’uyla, Esad Rejimiyle, Alman Derin Devletiyle işbirliği yapmaktan çekinmiyor. 



 ***