ETKİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ETKİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2016 Cumartesi

1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ



1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ


1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ
Türk-Amerikan İlişkileri
Ahmet CEYLAN & İsa USLU,
15 HAZİRAN 2012






Her ne kadar Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişi Osmanlı dönemine kadar dayandırılabilse de, çağdaş dünyada iki ülkenin ilişkilerinin bir düzene girmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Özellikle son yıllarda Türkiye’nin komşu ülkelerle olan ilişkileri ve bölge ülkelerinin kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar, ABD’nin güvenlik stratejisinde öncelikli konular olarak yer almış ve Türkiye gerek stratejik önemi, gerekse siyasi ve ekonomik sorunlarıyla Amerikan dış politikasının ve ulusal güvenlik stratejisinin şekillenmesinde etkili olmuştur.

Ancak Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihte iki defa çok ciddi şekilde sarsıldığı söylenebilir. Bunlardan ilki Kıbrıs’ta yaşanan 1963-1964 olayları sırasında ABD’nin tarafsızlık yerine açıkça Yunanistan’a yakın bir tavır içinde bulunmayı tercih etmesidir. Kıbrıs olayları sırasında ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı mektupta Türkiye’nin elindeki Amerikan silahlarının Kıbrıs’ta kullanılmasını men ettiğini ve Türkiye’ye bu yüzden yapılması muhtemel bir Sovyet saldırısında, NATO anlaşmasının işlemeyeceğini bildirmesi ile başlayan kriz, İnönü’nün “ Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de onun içinde yerini alır” açıklamasıyla basına da yansımıştır.[1] İsmet Paşa’nın seçilen kelimeler bakımından “ çiğ ” olarak nitelendirdiği bu mektuptan sonra, iki ülke arasındaki ikinci büyük kriz ise ABD’nin Irak işgalinin hemen öncesinde ve ABD tüm planlarını bu doğrultuda yapmışken, 1 Mart 2003’te TBMM’de Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından geçmesini öneren tezkerenin reddedilmesiyle başlamıştır. Bu olaydan birkaç ay sonra Süleymaniye’deki Türk birliklerine saldıran Amerikan ordusu Türk askerlerini esir almış, “çuval olayı” olarak adlandırılan bu olay sonrası Türkiye’de Amerikan karşıtlığı doruk noktasına çıkmıştır.[2] Yani son yıllarda ikili ilişkilerde yaşanan bazı sorunlar ve olaylara paralel olarak Türkiye’de yüksek düzeylerde Amerikan karşıtlığı yani anti-Amerikanizm’in olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Tezkereye Doğru

Aslında dikkatle incelenirse ABD’nin Irak’a müdahale ve bunun için Türkiye’den yardım talebi 11 Eylül saldırılarından çok daha öncelere gitmektedir. 1991 Körfez Harekatı’ndan sonra bu durum ilk olarak 6 Kasım 1998 tarihinde ABD tarafından Türkiye’ye iletilmiştir. Ancak ilerleyen dönemlerde de ABD, Irak’a askeri operasyon konusunda Türkiye’den yardım talebini yinelemiştir. Hatta bu durum Türkiye’de yapılan genel seçimler sonrasında, Bülent Ecevit’in Başbakanlığı’nda iktidara gelen DSP-MHP-ANAP koalisyonuna da hatırlatılmış, yardım edildiği takdirde Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin kabulü için daha istekli olunacağı, PKK konusuna bir çözüm getirileceği vaatlerinde bulunulmuştur.  Özellikle Bülent Ecevit’in Başbakan olduğu 1999 yılındaki, Abdullah Öcalan’ın Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’nden  çıkarken MİT ve CIA ajanlarının ortak operasyonu sonucu yakalanıp Türkiye’ye gönderildiği olayını, ABD bir alacağı  varmışçasına koz olarak kullanmaya çalışmıştır.

‘Seçimlerden sonra 15 Temmuz 1999’da dönemin ABD Savunma Bakanı William Cohen ve Başbakan Bülent Ecevit arasındaki görüşmede, Ecevit’in PKK’ya verilen destek yüzünden şikayetine karşın Cohen sürekli “bize destek olun, bırakın devirelim siz de kurtulun” yanıtını vererek Türkiye’den Irak’a askeri müdahale hususunda istedikleri yardımı tekrar dile getirmişlerdir’’.[3] Bununla birlikte, 16 Ocak 2002 tarihinde Ecevit’in TÜSİAD üyesi iş adamlarıyla birlikte gittikleri ABD’de Bush ile yapılan Beyaz Saray’daki görüşmede esas konuşulacak konular; Kıbrıs, AB ve Afganistan konuları olarak görülse de, Irak konusu da gündeme gelmiştir. Aslında Türkiye, Irak’ın uzlaşmaz rejimini desteklememiş ancak stratejik hedefleri gereği Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmuştur.

Türkiye’ye göre eğer Irak’a bir askeri operasyon yapılırsa, Irak parçalanabilir ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulabilirdi. Keza Irak Kürtleri de Irak’ın kuzeyinde Kürt Devleti kurulması için Pentagon yetkilileriyle pazarlıklarını sürdüyordu. Ankara ise bu durumdan Türkiye’nin kesinlikle rahatsızlık duyacağını ve bu olasılığın gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin istikrarsız laşabileceğini Amerikalı yetkililerle paylaşmıştı. Bununla birlikte Türkiye’de 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tek başına iktidar olmuş ve Abdullah Gül’ün Başbakanlığı ile birlikte   Türkiye’de yeni bir döneme girilmişti.

27 Aralık 2002’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Irak’a olası bir müdahalenin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde olması gerektiği vurgulanmış, Recep Tayyip Erdoğan ise 17 Ocak’taki BM Silah Denetçileri Raporu’nu bekleyeceklerini ve esasında savaşa karşı olduklarını söylese de, o dönemde özellikle şahsı ve hükümetin bir numaralı ismi Abdullah Gül tezkerenin geçmesi yönünde büyük mesailer harcamıştır.

1 Mart Tezkeresi ve Reddi;

 01 Mart Tezkeresi ve Yankıları

Video;



1 Mart 2003 Tezkeresi - Perde Arkası
https://www.youtube.com/watch?v=TaYs7vfq30w

Peki geçmesi için uğruna bu kadar mesai harcanan ama meclisten veto alan ve bazı kesimlere göre Türk Dış Politikasını oylandığı yıldan itibaren birkaç yıl daha şüphesiz etkileyecek olan 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin içeriği neydi? Neleri kapsıyordu? İçerik olarak TBMM’den, gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117. maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclis’e karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak’ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk  makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına, anayasanın 92. maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istenmiştir.

Daha öz bir deyişle 1 Mart 2003 Tezkeresi Irak Krizi konusunda hükümete yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına ilişkin yetki veren Başbakanlık tezkeresidir. Sonuç olarak TBMM’de yapılan oylama sonucunda 250’ye karşı 264 oyla reddedilmiş ve Türkiye o tarihten sonra bunun olumlu ve olumsuz yansımalarını (dış politika bazında) tartışmaya başlamış ve bizzatihi hem devlet kademeleri hem de halk bu yansımaları hissetmiştir.

Tezkerenin reddedilmesi ABD’de şok etkisi yaratmıştır. Duruma ilişkin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz CNN Türk’te yaptığı mülakatta şunları söylemiştir; “Oylamanın yapıldığı ve reddedildiği günün sonrasında, Türkiye bizim ödediğimizden daha büyük bir bedel ödemiştir. Türkiye’ye verilmesi düşünülen ekonomik paket, beklenenden çok daha büyük olabilirdi. Eğer karar geçseydi, Irak’ta istikrarı sağlamak için bu kadar vakit kaybetmezdik. Zaten bu da Türkiye’nin lehine olan bir durum değil” şeklinde bir açıklama yaparak hem şaşkınlığını hem de sitemini dile getirmiştir.Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myres’in , Türk mevkidaşı ile yapmış olduğu görüşme esnasında telefonu fırlatmış olduğu iddilarıda gerilen ilişkilerin akıbeti hakkında bir başka ip ucu vermektedir.[4]

Sonuç

Sonuç olarak 1 Marttaki tezkerenin reddi, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıkıntıya girdiğinin habercisi olmuştur. Bu dönemde ilerleyen tarihlerde yaşanan çuval krizi iki ülke arasındaki ilişkileri daha derinden yaralamış ve Ankara, Washington’la ilişkileri yeniden gözden geçirme kararı almıştır. Yine diyebiliriz ki 1 Mart Tezkeresi dönemi, bir anda karşımıza çıkan, karmaşa ve gerginlik yaratan sıkıntılı bir süreçtir. Aynı zamanda bu dönem Türkiye’de endişe, sıkıntı, itiraz, eleştiri yaratan bir süreç de olmuştur. Bu dönemde hükümet yetkililerinin kafası karışmış, tek bir ağızdan konuşmamış, zaman zaman birbirleriyle çelişen, çatışan yanlış açıklamalarda bulunmuşlardır. 
Bu reddedilme de bazı değerlendirmeler gündeme getirmiştir. 
Tezkerenin reddedilmesinde diğer bir unsur da AKP’nin bölünmesi olmuştur. Bu dönemde konuya ilişkin parti disiplini ve dayanışması kaybolmuş, Gül ve Erdoğan’ın tezkerenin geçmesi lehindeki tüm çabaları yetersiz kalmıştır.

Tezkerenin reddi sonucunda müdahaleye katılamayan Türkiye, yanı başındaki bölgede denklemin dışında kalmıştır. Bununla birlikte, Irak’ın toprak bütünlüğünün  korunamaması ve istikrarının sağlanamaması, olası bir Kürt Devleti’nin kurulması ihtimali Türkiye’nin yanı başındaki bölgede pasif durumda kalacağı izlenimlerini doğurmuş ve sonraki süreçlerde dış politikada daha aktif rol oynanması gerektiği düşüncesi her zaman dile getirilmiştir.


Ahmet CEYLAN & İsa USLU


KAYNAKLAR;

[1] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘Türk Amerikan İlişkileri’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi: http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.

[2] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘Türk Amerikan İlişkileri’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi: http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.

[3] Akçay, Ekrem Yaşar, 2010, ‘‘ Karar – Alma Yaklaşımı Çerçevesinde 1 Mart 2003 Tezkeresi ’’.

[4] Hürriyet, Erişim Tarihi: 16.05.2012, Erişim Adresi: http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/03/27/267658.asp.



http://politikaakademisi.org/2012/06/15/1-mart-tezkeresinin-turk-dis-politikasina-etkisi/



2 Kasım 2015 Pazartesi

KEMALİZMİN BÜYÜK DEVLET POLİTİKALARINA ETKİSİ




KEMALİZMİN BÜYÜK DEVLET POLİTİKALARINA ETKİSİ


İngiliz Sömürge İmparatorluğu, 1920’lerden sonra hızla dağıldı. Kemalizmindağılmaya etkisi belirleyici boyuttaydı. Beklenmeyen Türk başarısı, önceden saptanmış dengeleri bozdu ve gelişmiş ülkeleri yeni politika arayışlarına yönelmek zorunda bıraktı. Askeri işgale dayanan egemenlik, artık yürümüyordu.

 

İzmir’in kurtuluşundan hemen sonra Ekim 1922’de, İngiltere Başbakanı Llyod George’un en büyük destekçisi Observer gazetesi yazarı Garwin şunları yazıyordu: “... Şu katı gerçeği kabul etmek zorundayız. İngiliz hükümeti Doğudaki büyük savaşı dört yıl geçtikten sonra, dönüşü olmayan bir biçimde ve perişanca yitirmiştir. Diplomatik Sevr porseleni tuzla buz oldu. Sonuç olarak hükümet Doğuda ne Gladstone gibi Rusya’ya, ne de Beaconsfild gibi Türkiye’ye dayanmasını bilmiştir. Bakanların becerebildikleri tek şey, eski siyasi çizgilerin bütün hatalarını birleştirmek olmuştur. Yağmurdan kaçarken doluya tutuluyoruz. Türkiye ile Rusya’nın aynı anda damarına basacak yerde, Fransa’yla, İtalya’yı itecek yerde üstelik bütün İslam dünyasını karşımıza alarak imparatorluğumuzun temellerini kendi ellerimizle sarsacak yerde, artık şu kör siyasetler ve hatalarla dolu trajedi kitabını kapatalım. Yalnızca bu siyasete yön veren ruhu ve yöntemleri terk etmek yetmez, asıl yapmamız gereken bugüne değin gittiğimiz yoldan vazgeçmektir. Çünkü bu yolda ilerlemeye devam edersek, çok geçmeden İmparatorluk bugüne dek görülmemiş boyutlarda ölümcül tehlikelerle karşı karşıya gelecektir.”1

Sömürgeci Politika Çöküyor

İngiliz Sömürge İmparatorluğu, 1920’lerden sonra hızla dağıldı. Kemalizmindağılmaya etkisi belirleyici boyuttaydı. Beklenmeyen Türk başarısı, önceden saptanmış dengeleri bozdu ve gelişmiş ülkeleri yeni politika arayışlarına yönelmek zorunda bıraktı. Askeri işgale dayanan egemenlik, artık yürümüyordu. Rus devriminin etkili isimlerindenKarl Radek Aralık 1922’de, Türk devriminin Avrupa’ya etkisini şu biçimde açıklıyordu:“Türkiye’deki devrimci devinim ve desteklemeğe söz verdiğimiz Türkiye halk kitlelerinin savaşımı, Sevr anlaşmasını yırtıp attı. İkinci ve ikibuçukuncu sosyalist enternasyonalin kapitalizm karşısında tümüyle bir hiç olmasına karşılık, Türkiye’nin bu savaşımı Batı Avrupa’nın dengesini baştan aşağıya sarstı”.2
III.Enternasyonal 5.Balkan Konferansına 6 Ocak 1923 günü sunulanH.Kabakciyef’e ait yazanakta (raporda) şunlar söyleniyordu: “Türk Ordusu’nun başarıları İngiltere’nin sömürgeler üzerindeki egemenliğini sarstı, tüm Doğu halklarının özgürlük savaşımını canlandıran itici bir güç oldu. Anadolu’da Avrupa emperyalizmine karşı savaşım, Balkan halklarının doğal bağlaşığı (müttefiki) olacak bağımsız bir Türkiye’nin kurulması, Avrupa emperyalizminin sömürgeleştirdiği Balkan halklarının son derece yararınadır”.3

Akçalı (Mali) ve Yönetimsel Egemenlik

Denizaşırı egemenlik alanlarında askeri işgal yerini, giderek artan biçimde akçalı ve yönetsel egemenliğe bıraktı. Bu yöntemle; gerek silahlı güce karşı oluşan ulusçu tepkiden gerekse askeri eylemin doğurduğu akçalı ve toplumsal sorunlardan kurtulmaya çalışıldı. Dışarıya gönderilen sermayenin yerel pazardaki gereksinimlerine destek olması için işbirlikçi sınıf yetkinleştirilip güçlü kılındı. Böylece, emperyalizm azgelişmiş ülkelerde dış olgu olmaktan çıkarak içsel bir güç durumuna geldi.
Bu biçimle, ulusal tepkilerden gizlenmenin en başarılı yöntemi geliştirilmiş oldu. Yirmi yıl önce silah gücü ile bastırılan bağımsızlık istemleri, özellikle 2.Dünya Savaşından sonra, ‘görüşmelerle’‘barış içinde’ kabul edilmeğe başlandı. Görünüşte bağımsız yüzden fazla yeni ülke ortaya çıktı. Asker ve silahın yerini ağırlıklı olarak para ve politik ayrıcalıklar aldı. Yerel ulus güçleri; ekonomik bağımlılıklar, ‘uzman’ ve‘danışman’ yönlendirmeleri ve yönetimsel değişikliklerle denetim altına alındı. Küresel ölçekli yeni bir uluslararası politika geliştirildi.
Ancak, bu değişiklikler doğal olarak bir anda gerçekleşmedi. Zorunluluklar yeni yönelişleri, yönelişler de yeni uygulamaları geliştirdi. Sömürgecilik dönemi sona erdi. İngiltere gerek sömürge imparatorluğunu gerekse dünya önderliğini yitirdi. 2.Dünya Savaşı’ndan süper güç olarak çıkan ABD, yeni dünya düzeninin öncüsü olarak gücünü dünyanın her yanına yaydı.

Yeni Yöntem

Denizaşırı güç dengelerinde ve politik ilişkilerde meydana gelen değişim, azgelişmiş ülkelere yönelik büyük devlet etkinliklerinin, ‘barış’ ve ‘demokrasi’ kılıfıyla örtülmesi gereğini doğurdu. Sömürgecilik döneminde dolaysız silah gücünün sağladığı ‘yönetim biçiminin’ yerini, ekonomik, askeri ve siyasi ilişkilerin bütününü kapsayan ve sabırla uygulanan uluslararası stratejik izlenceler aldı. Silah gücü, belirli ülkeler ve bölgeler dışında, askeri işgal için değil daha çok ekonomik egemenliğin sürdürülmesini sağlayacak caydırıcı güç olarak kullanıldı.
Bağımsızlığına kavuşan azgelişmiş ülkelerin önemli bir bölümü, geliştirilen bu yeni düzene karşı kendilerini güçlü kılacak kalıcı ve kapsamlı kalkınma politikaları üretemedi. Bir bölümü dış kaynaklı düşüngüsel (ideolojik) yaklaşımların etkisinde kalarak kendilerini sınırladı ve yeterince gelişemedi. Bir bölümü, ekonomik yetmezliğin zorlamasıyla borçlandı ve ister istemez yeni düzenin etki alanına girdi. Başka bir bölümü ise kendi gücüne dayanarak, ulusal bağımsızlıktan ödün vermeden kalkınma yoluna yöneldi.
Değişim sürecinin başlamasına neden olan Kemalizm, kendi ülkesinde 15 yıl yönetimde kaldı. Sağlanan siyasi ve ekonomik bağımsızlık, uygulanan kalkınma yöntemi ve gerçekleştirilen devrimler; bu kısa süre içinde kendisini koruyacak kadroyu yeterince yetiştiremedi. 1938’den sonra başlayan anti-Kemalist süreç, Dünya’nın ilk ulusal kurtuluş savaşını veren Türkiye’yi kurtuluştan 16 yıl sonra emperyalizmin etki alanına sokmaya başladı.
Bu etki Kemalizmin, kendi ülkesinde baskı altına alınmasına yol açtı. Ancak, Türk Devrimi’nin etkileri, özellikle ulusal bağımsızlık savaşına girişmek zorunda kalan azgelişmiş ülkelerde sürdü. Kemalist kalkınma yöntemini başarıyla uygulayan ülkeler oldu. 21.yüzyıla girilirken azgelişmiş ülkeler açısından geçerliliğini sürdüren Kemalist yöntem, 20.yüzyıl başındaki toplumsal koşullara geri dönen Türkiye’de yeniden“keşfedilmeye” başlandı.

DİPNOTLAR

1                “Protokoll der Kommunistischen Internationale 4. Weltkon-gress” sf.560-590, ak. “Komintern Belgelerinde Türkiye-1” Kaynak Yay. 1993 sf.106
2                “Doğu Sorunu Üzerine Tartışma” Komünist Enternasyonal Dördüncü Kongresi, ak. a.g.e. sf.138
3                “Balkanlarda Durum” H.Kabakçiyef, 6.Ocak.1923, ak. a.g.e. sf.154

..

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN KABULÜ VE TÜRK - ARAP İLİŞKİLERİNE ETKİSİ







TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN KABULÜ VE TÜRK - ARAP İLİŞKİLERİNE ETKİSİ



AVRASYA DOSYASI  - ARAP DÜNYASI 
Doç. Dr. Zekeriya KURŞUN
* Marmara Üniversitesi 

1- Türkiye’de Laikliğin Kabulü ve Türk-Arap İlişkilerine Etkisi 


Türk-Arap ilişkileri tarihi oldukça eskilere dayanmaktadır. 
Kaynakların zikrettiğine göre, daha İslamiyetin Arap yarımada sından çıkarak yayılmaya başladığı tarihlerde Orta Asya’da, Çin sınır boylarında Araplar, Türkler ile karşılaşmışlar ve iyi ilişkiler kurmuşlardır. 
Ancak bilindiği kadarıyla doğrudan ilk ilişkiler, Abbasi Devleti’nin kuruluşuyla başlamıştır. Hatta Emevilere karşı 750 yılındaki Abbasi ihtilali, Horasan Türkleri’nin yardımlarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu tarihten sonra daha sıkı ilişki içine giren iki unsur kaynaşarak zaman zaman adeta tek bir millet intibaını vermişlerdir. Özellikle, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Memlüklü devletine son vererek, siyasi dağınıklık içinde bulunan Arapları Osmanlı hakimiyeti altına almasından sonra, iki millet asırlarca aynı kaderi paylaşmış ve aralarında ciddi sürtüşmeler ve kavgalar meydana gelmeden birlikte yaşamışlardı. Ancak onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllarda bir taraftan Osmanlı Devleti’nin zayıflayarak 
çöküşe doğru gitmesi, diğer taraftan, Osmanlı hakimiyetindeki Arap topraklarının emperyalist devletler için iştah kabartıcı özellikler kazanması, iki millet arasında çoğunluğu dış kaynaklı çeşitli problemlerin doğmasına sebep olmuştur. Bütün olumsuz gelişmelere rağmen iki millet, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar -Şerif Hüseyin’in isyanı istisna edilirse fiilen iç içe yaşamayı sürdürebilmiştir. 

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin mağlup devletler safında yer almış olması, çağdaş Orta-Doğu’nun kaderinin belirlenmesinde büyük rol oynamıştır. Zira, savaşın sona ermesiyle birlikte Araplar ile meskün bölgeler, savaş sırasında İtilaf devletlerinin aralarında yaptıkları gizli anlaşmalar gereği işgal edilmiş ve yer yer manda idareleri tesis edilmişti. 

Sadece Osmanlı Devleti’nin bir kısım toprakları üzerinde kurulmuş olan Genç Türkiye işgalcilere karşı mukavemet ederek bağımsızlığını koruyabilmişti. 

Türkiye’deki istiklal mücadelesi bütün ezilmiş milletler için ve özellikle geçmişte aynı tarihi ve kaderi paylaşan Araplar için bir ümit ışığı olmuştu. Bu anlamda 
gerek manda idaresi altındaki Araplar ve gerekse Mısır gibi yarı bağımsız Arap devletlerinde yaşayan diğer Araplar’ın büyük hayranlığını ve övgüsünü kazanan Türk İstiklal Mücadelesi, o bölgelerdeki şair ve ediblerin ilham kaynağı olmuş, milli mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk için pek çok şiirler kaleme almışlardı. Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi ünlü Mısırlı şair Ahmet Şevki ve şiirleri dir. 

Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920 tarihinde T.B.M.M.nin gizli oturumlarından birinde yaptığı konuşmasında, İslam dünyasının Türkiye’ye olan ilgisini şu şekilde ifade ediyordu: 

Kuvva-yi maddiye ve maneviye karşısında bütün cihan ve Hıristiyan siyasetinin en şedid (şiddetli) hırslarla ehl-i salib (haçlı) muharebesi yapmasına karşı hudut haricinde bize zahir (yardımcı) olacak bir noktai istinadı (dayanak noktası) teşkil edecek kuvvetleri düşünmek mecburiyeti pek tabii idi. İşte haricen ifade etmemekle beraber hakikatte bu nokta-i istinadı aramaktan geri durmadık. Bittabi selamet ve necat için yegane müracaat ettiğimiz menba (kaynak) kuvva-yi alemi İslamiyet olmuştu. Alem-i İslamiyet bir çok nokta-i nazarlardan milletimizle, devletimizin istiklaliyle yakından ve fevkalade bir surette alaka ve merbutiyet-i diniyyesi olmakla ve bu vechile bütün alem-i İslamin manen bize muavin ve müzahir olduğunu zaten kabul ediyoruz.


Mustafa Kemal’in işaret ettiği bu yakınlaşma sadece duygularda kalmamış, özellikle Suriye ve Irak Arapları, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki vaadlerini yerine getirmeyen ve hatta tesis ettikleri tahkir edici manda sistemleri ile kendilerine zulmeden İngiliz ve Fransızlar karşısında tekrar Türkler ile bütünleş me gayreti içine girmişlerdir. Suriye ve Irak’tan hem İstanbul hükümetine ve hem de T.B.M.M.ne yapılan müracaatların yanı sıra, Birinci Büyük Millet Meclisi’ne mebus göndermek için Yemen’de de seçimler yapılmıştır. Ancak ne hazindir ki tam bilinmeyen sebeplerden dolayı bu yakınlaşmalar meyvelerini verememiştir. Hatta bu bölgelerde Türkiye’de sürdürülen İstiklal mücadelesi 
büyük bir coşku ile karşılandığı gibi, İstiklal Savaşı’ndan sonra da  başlatılan inkılap hareketleri yakından ve ilgi ile izlenmiştir. 


1 - Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Oturumlarında Sorunlar ve Görüşler, ( Nşr Raşit Metel) istanbul 1990, s.18. 

0 sıralarda hemen hepsi bir Avrupa’lı devletin mandası altında kalan başta Arap ülkeleri olmak üzere bütün İslam dünyası, Türkiye’nin başarısını kendi  gelecekleri için bir ümit ışığı olarak telakki etmeye başlamıştı. Ankara, adeta kurtuluşun reçetesine sahip bir ilticagah; Mısırlı Prenses Kadriye Hüseyin’in dediği gibi, müslümanların nazarında "mukaddes" bir kent oluvermişti. Nitekim, 1921 baharında Ankara’yı ziyaret eden müslüman ülkelerin temsilcilerinden Afganistan temsilcisinin Anadolu’da çıkan İstikbal gazetesine verdiği demecinde ki ifadeleri de yukarıdaki düşünceleri doğrular mahiyettedir. 

“Afganlılar, bu gibi mili hareketleri, İslam dünyasının selameti ve kurtuluşunu temin edecek mahiyyette telakki eylemektedir. Afganistan Türkiye’yi büyük rehber olarak kabul etmekte... ve bütün müslüman milletler müttehiden Ankara Hükümeti için çalışmaları gerekmektedir.."

2 - Zaten Büyük Millet Meclisi’nin açılışından sonra, genel olarak İslam ülkelerinin ve özelde de Arapların ilgisinin, Afganlı mürahhasın ifadesi  doğrultusun da geliştiğini görmekteyiz. Türk-Arap münaferetine sebep olan en önemli olayın müsebbibi Şerif Hüseyin’in her iki oğlunun da, yani gerek Ürdün emin Abdullah (sonradan Ürdün Kralı) ve gerekse önce Suriye ve akabinde Irak’a kral olan Faysal’ın, Türkiye’ye ve Mustafa Kemal’e yakın ilgi duyup iyi ilişkiler tesis etme arzusu ortaya koymaları da başka şekilde açıklanamaz. 

Buraya kadar anlatılan ve tarihin de onayladığı olaylara bakıldığında, esasında iki milletin bu yakınlaşmasının devam etmesi gerekiyordu. Fakat bu durum tam tersine olmuş ve Türkler ile Araplar gittikçe birbirlerinden uzaklaşmışlardır. 

Bu konuda araştırma ve yorum yapan tarihçi ve siyaset bilimcileri, bunu değişik nedenlere bağlamaktadırlar. Ancak, genelde şu ortak noktada birleşilmektedir. Bu günkü Orta-Doğu’nun oluşum yıllarında, bağımsızlığını kısa zamanda kazanmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, kalkınması ve çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşması için batılılaşmayı hedef seçmesine paralel; Arap dünyası da kendilerini aldatan ve sömürgeleştiren batıya karşı bağımsızlık mücadelesini başlatması, Türkler ile ortaya çıkış şartları birbirinden farklı ve bir çok devletten oluşan Arapları -en azından psikolojik olarak- karşı karşıya getirmiştir. 

Kadnye Hüseyin, Mukaddes Ankara’dan Mektuplar, Ankara 1998, s. 6 

Özellikle Birinci Dünya Savaşı akabindeki gelişmeler, Türk-Arap ilişkilerini belirlemede oldukça etkili olmuşlardır. Zira bu dönem zarfında Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilmiştir. Dolayısıyla, modern tanımıyla Orta-Doğu’da temel birleştirici vasıf olan siyasal birlik ortadan kalkmıştır. Başka bir ifade ile hem Türkler ile Araplar ve hem de bizzat Araplar kendi aralarında yolların ayrılış noktasına gelmişlerdir. Şüphesiz bu sonucun meydana gelmesinde iki önemli faktör de yardımcı olmuştur. Birincisi, bölgede bulunan uluslararası sömürgeci güçlerin müdahaleleridir. İkincisi ise, gerek Türkler ve gerekse Arapların bu müdahalelere karşı koymak için milliyetçi fikirlere başvurmasıdır. Bu iki faktörün çarpışması, yirminci yüzyılda Türk-Arap ve Arapların kendi aralarındaki ilişkileri belirlemiş, diğer bir deyişle Orta-Doğu’daki mevcut sistemin ortaya çıkmasını sağlamıştır.3 

Ancak aynı yıllarda bu gelişmelerin yanı sıra, Türkler ile Arapları birbirinden uzaklaştıran ve genelde fazla irdelenmeyen başka bir sebep daha ortaya çıkmıştı. 0 da 1928 yılında Türkiye’de, devlet idaresinde laiklik ilkesinin resmen benimsenmiş olmasıydı.4 

Bilindiği gibi, 1928 senesine kadar, Osmanlı Devleti anayasalarında olduğu gibi, 1924 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da, bir ölçüde dini esaslara dayanmakta; başka bir ifadeyle İslamiyet, resmen devlet dini olarak kabul edilmekte ve şer’i hükümlerin yerine getirilmesi devlet görevleri arasında yer almaktaydı. 

1928’de Başvekil İsmet İnönü ve arkadaşlarından oluşan 120 milletvekilinin imzalarıyla Anayasanın ilgili maddelerinde değişiklik teklifi yapılmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce teklif kabul edilerek, Anayasanın bazı maddeleri laiklik esasına göre yeniden düzenlenmiştir. 
Buna göre, 1924 Anayasasındaki "Devletin resmi dini, din-i İslamdır" ibaresiyle 26. Maddedeki "ahkam-i şer’iyyenin tenfizi" ifadeleri kaldırılmıştır. 1937 yılında yapılan bir takım başka değişiklikler ile birlikte "Laiklik" kelimesi de Anayasaya konmuştur.5 

Esasında kendilerine kurtuluş modeli olarak gördükleri Türkiye’deki bütün gelişmeleri yakından takip eden Arap dünyası, o tarihe kadar hiç bir İslam ülkesinde görülmeyen ve dolayısıyla anlamaları da onlar için oldukça güç olan böyle bir uygulamayı hayretle karşılamışlardır. Ali Fuat Başgil’in de ifade ettiği gibi, Hıristiyan dünyasının kendi özel şartlarından doğan laikliği müslüman ülkelerin anlaması oldukça güçtü.6 

3 Seyyar el-Cemil, el-Osmaniyyun ve Tekvinu ‘1 Arab el-Hadis, Beyrut 1989, s. 58 vd. 

4 Aslında zihinsel olarak Türkler ile Araplar arasındaki ayrılık daha eskilere dayanmaktadır. Bunun en bariz göstergesi, 19.Yüzyılın ortalarında İstanbul merkezli Tanzimat ve Islahat hareketlerine karşılık, Şam, Kahire, Sudan ve benzeri Arap bölgelerinde başlatılan " Dinde İslahat " hareketlerinin farklı istikametleri seçmelerinde görülmüştür. 

5 Ali FuadBaflgil, Din ve Laiklik, ‹stanbul 1985 (Alt›nc› bask›), s. 17-18. 

6 A.g.e. s. 152. 


Hele hayatlarının hemen her cephesine dinin hükmettiği, hatta dillerini, örf ve geleneklerini bile dinleri ile özdeşleştirmiş Arap toplumunun böyle bir uygulamayı anlaması adeta imkansızdı. Bu anlama güçlüğünün yanında bir de enformasyon yetersizliği, Türkiye’nin Araplar nezdindeki "kudsiyetini" sarsmıştır. Hatta denilebilir ki, günümüze 7 kadar "laiklik meselesi" Arap kamuoyunun yönlendirilmesinde kullanılan en önemli araçlardan bir tanesi olmuştur. 
Aslında sosyal yapıların ve içinde barındırdıkları cemaatlerin çeşitliliği itibariyle, Türkiye’den daha fazla laikliğe ihtiyaç duyan Arap ülkelerinin en azından bazılarında, geçmişte Türkiye’de laikliğin benimsenmesine karşı yapılan olumsuz propaganda, bu gün kendileri için bir handikap olmuştur. Arap dünyasında, Türkiye’yi laikliği benimsediği için eleştiren bir takım çevreler, bu gün gelinen noktada, bölgede de laikliğe geçişi bir zaruret olarak görmekle birlikte, bunu kamuoylarına anlatmakta zorlanmaktadırlar. İşin en ilginç yanlarından bir tanesi de, bu gün pek çok Arap devletinin anayasasında "din" bir referans olarak gösterilmemekle birlikte; bu güne kadar hiç biri "laik devlet" olduğunu ortaya koyma cesareti gösterememiştir. 

Diğer taraftan, esasında devlet idaresinde laikliğin benimsenmesinin gerekçeleri nin, bizzat Türkiye tarafından Arap kamuoyuna anlatılması ve Türk-Arap ilişkilerinde bunun icra ettiği olumsuz tesirlerin ortadan kaldırması gerekmekte dir. Bu durum ilişkilerin seyrine olumlu yönde etki edeceği gibi, orada laikliğe temayül eden rejimlere de yardımcı olacaktır. Ancak maalesef bu konuda, bu güne kadar hemen hemen hiç bir çalışma yapılmadığı gibi, bu hususun bir "sorun" olarak algılandığına dair de bir ip ucu bulunmamaktadır. Bu yüzden laikliğin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na girdiği yıllarda yapılmış oldukça mütevazı bir çalışma burada zikredilmeye değer bulunmuştur. 

2- Laiklik Risalesi ve Yayımlanmasının Gerekçeleri karşı propaganda maksadıyla, muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti’nin arzusu ve bilgisi dahilinde, Mısır’da ilginç bir risale, Arapça ve Osmanlıca olarak neşredilmiştir. 

Türkiye’de laikliğin kabul edilmesi, Arap dünyasında bir takım mahfilleri harekete geçirmiş ve Türkiye aleyhinde -günümüzde halen devam etmekte olan yoğun propagandalar başlatılmıştı. İşte bunun üzerine 24 sahifeden oluşan bu kitapçık, Türk Dışişleri’nin desteği ile Mısır’da kurulmuş olan Türk-Arap Muhadeneti (el Muhadene et-Türkiyye el-Arabiyye) Cemiyeti tarafından yayımlanmıştır. 


7 Bu gün Arap ülkelerinde, siyasetçilerin bazıları ve radikal dini akımların hemen hepsi, Türkiye’yi "Laiklik" ilkesinden dolayı dinsizlikle suçlamakta ve Arap kamuoyunu Türkiye aleyhine yönlendirmektedirler. Özellikle, kendi ülkelerinde laikliğe yaklaşan uygulamaları eleştirmeye cesaret edemeyen bir takım kesimler, Türkiye’yi ve özellikle Atatürk’ü eleştiren bir takım yazı ve fikirler neşretmek suretiyle, bu Şekilde kendi yönetimlerine karşı gizli bir muhalefet sergilemekte dirler. Örneğin Mısır’da Nasır sonrası gelişmeleri tenkid etmek isteyen  İslami bir dergi, Atatürk ve İnkılaplarını dosya konusu olarak seçmiştir. "Kemal Atatürk Raidu’l Cehlaniyye fifiarhi’l Avsat" El-Muhtar el-İslami,; Temmuz 1987, Yıl 8, Say› 54, s.38-54. 


Üzerinde baskı tarihi olmamakla birlikte muhtevasından 1937-38 yıllarında neşredildiği anlaşılmaktadır. Bu tarihin esasında başka bir önemi bulunmaktadır. 0 da, bir kaç yıldan beri bozulmuş olan Türk-Mısır ilişkilerini yeniden başlatmak için Atatürk’ün, Kral Fuad’ın cenazesine özel temsilci gönderdiği bir dönemin hemen sonrasına rastlamasıdır. Aslında bu durum Türkiye’nin kısa zamanda Arap ülkelerine bakışı konusunda ulaştığı gelişme ve değişimi göstermesi 
bakımından da manidardır. Nitekim 1920 yılında Atatürk, ecnebilerin en çok korktukları, fevkalade mutevahhiş (vahşileştiki eri) oldukları İslamiyet siyasetinin dahi alenen ifadesinden mümkün olduğu kadar mücanebete (uzak durmaya) kendimizi mecbur gördük.8 derken, özellikle laiklik prensibinin benimsendiği bu yıllarda şartların da değişmesiyle İslam ülkeleri ile Türkiye’nin iyi ilişkiler tesis etme ve hatta benimsenmiş olan laiklik prensibini onlara da anlatma gayreti içine girişilmiş olması bu değişimin önemli bir göstergesidir. 

Risalenin önsözü de yukarıdaki düşüncelerimizi desteklemektedir. Önsözde risalenin neşredilme sebebi, "laiklik bahane edilerek Arap ülkelerinde Türkiye aleyhinde yapılan propagandalara (muhtemelen bu propagandaların önemli bir bölümü Türkiye’nin nüfuzundan korkan bölgedeki yabancı manda rejimleri tarafından desteklenmekteydi.) bir cevap vermek ve laikliği benimsemesi ile Türkiye’nin dinsizleştiğine dair yayılan yanlış kanaatlerin düzeltilmesinin hedeflendiği" zikredilmektedir. Esasında laiklik hakkında bilinen bilgilerin ötesinde yeni bir şey getirmeyen risale, muhtevasından ziyade yukarıda belirtilen hedefinden dolayı anlam kazanmaktadır. Zira bu gün bile, Arap 
dünyasındaki Türkiye imaji oldukça olumsuzdur. Bunun pek çok sebebi olmakla birlikte; en başlıcası karşılıklı enformasyon akışının olmamasıdır. 

1937 yılında hissedilen ve çok mutevazı bir faaliyetle telafi edilmeye çalışılan bu hususun, maalesef Türk dışişlerinin hala dikkatini çekmemiş olması oldukça düşündürücüdür. Zira takip edilecek çok ciddi bir yöntemle, Türk-Arap ilişkilerini yeniden gözden geçirecek olur isek, ulaşacağımız sonuç, büyük ölçüde iki milletin arasında, paylaşım probleminden ziyade, psikolojik bir soğukluğun var olduğudur. 
Bunun en önemli sebebi de asırlarca iç içe yaşamış iki unsurun, zaman aşımına paralel olarak birbirine yabancılaşmasıdır. 
Bu da şüphesiz  karşılıklı doğru enformasyon yokluğuna dayanmaktadır. 

8 Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi Oturumlarında Sorunlar ve Görüşler, s. 17 


Eğer çağdaş metodlar ile bu eksiklik giderilebilirse, hem uluslararası ilişkilerde blok bir desteğin kazanılması imkanına kavuşulabilir ve hem de uluslararası 
arenada bölgesel işbirliğinin doğuracağı ağırlık merkezleri oluşturulabilir. 


Burada tam metnini vereceğimiz ve 1937’li yıllarda yalnızca enformatik endişelerle yayımlanan risalenin bir başka özelliği de, halen Türkiye’de ve Arap devletlerinin bir çoğunda tartışılmakta olan laikliğin, Türkiye Anayasası’na girdiği yıllarda nasıl anlaşıldığını -en azından risalenin naşirlerince- yansıtıyor olması dır. 

Risalenin 15 sahifesi Arapça, 9 sahifesi Osmanlıca olarak neşredilmiştir. Bilindiği gibi, 1937 yılında, Arap ülkelerinde hala Osmanlıca bilenler olduğu gibi, devlet kademelerinin üst düzeylerinde çalışan pek çok kişi de Osmanlı okullarından yetişmiş kimseler idi. Bu yüzden, Türkiye’de kısa bir süre önce gerçekleştirilen harf inkılabına rağmen, bu risalenin Mısır’da ve diğer Arap ülkelerinde kolay okunmasını sağlamak için Arapça’nın yanında Osmanlıca da yayımlanması uygun bulunmuştu. 

3- Türk-Arap Dostluk Cemiyetinin Laiklik Üzerine Risalesi 9 

Önsöz 

Cemiyetimiz laikliği (Laicisme) izah eden bu broşür ile büyük bir hakikati Türk ve Arap alemine arz etmek ihtiyaçını duymuştur. Çünkü laiklik şunun, bunun ağzında yanlış propagandalara vesile vermektedir. Herkes bilmelidir ki; İslamiyet çok yüksek, ilahi ve müebbed [ebedi] bir dindir ve yer yüzünde iki büyük millete istinad etmektedir. Bu büyük ulusun biri Araplar diğeri de Türklerdir. İslamiyetin inkişaf ve müdafaasında bu iki necib milletin sonsuz fedakarlıkları ve hizmetleri vardır. Allah kendilerinden razı olsun ve asakir-i nusret-me’ser-i islamiyeyi [Allahın yardımına mazhar olmuş İslam Orduları] ila ahiri’ddevran [dünyanın sonuna kadar] mansur ve muzaffer eylesin. 

Maazallah bu iki millet olmazsa din-i İslam kafirler elinde bazıçe-i hevesat [arzuların oyuncağı] olur. 

Türkiye’de ibadet ve itikadata asla müdahale edilmez, ma’bedler tamamen serbesttir. Bu böyle iken laiklik diye Türk müslüman kardeşlerimizin aleyhinde hasseten küffar tarafından iftira edilmesi şayan-i ibrettir, hazer ediniz. 

Kitabın Osmanlıca kısmı bu günkü dile yakın, oldukça sade bir uslüp taşıdığı için Arapça’sını tercüme etmek yerine Osmanlıca kısmını aynen vermeyi uygun gördük Anlaşılması güç bazı yerlerin bu günkü karşılıklarını köşeli parantez içinde verdik. Aynı Şekilde Arapçasında olup, Osmanlıca’sında olmayan kısmı da metne ilave ettik. 


Bu sebepledir ki büyük hakikatten tahrif edenlere karşı laikliğin ma’na ve şumülünü Arap ve Türk alemine yaymağı vazife bildik. İslamın bir şartı ve rüknü kuvvetli ve müstakil olmaktır. Türkler müstakil ve kuvvetlidir. Hamd olsun kavm-i necib Arab dahi yer, yer istiklalini kazanmaktadır. Ati-i karibde [yakın gelecekte] bütün ehl-i islamın istiklali iltaf-i sübhaniyeden [Allahın lütfundan] me’mül [beklenmekte] ve mütemennadir. 

Laiklik Meselesi 

[Laikliğin faydasını ve hayırlı sonuçlarını inkar den pek çok insan görmekteyiz. Fakat gerçekte laiklik insanoğlu için mutlu sonuçlar doğuran rahatlık ve suküneti tesis eden bir sistemdir.]10 

Laiklik isminden tutalım. Laikliğin ma’nası nedir? Yahud, laiklik dinsizlik demek midir? 

Hayır! 

Laiklik, hiçbir zaman dinsizlik demek değildir. Çünkü dinsizlik için kitaplarda "gayr-i dini" ta’biri kullanılır. Laiklik için ise sadece, "la-dini" sözü isti’mal [kullanılır] olunur. Bu noktayı iyice kavrayabilmek için şöyle bir tasnif yapalım: 

İnsanların hareketleri şu üç şekilde adlandırılır. 

1- Dini hareket: Mesela namaz kılmak, oruç tutmak gibi. 

2- Gayr-i dini hareket: Yani dine mugayir, dinle taban tabana zıt hareket demektir. Mesela cebren namazı menetmek, oruç tutanları hapsetmek gibi. 

3- La-dini hareket: Yani ikincisi gibi dine aykırı, dine zıt hareket değil, sadece dinden başka bir hareket demektir. Mesela toprağı sürmek, madenleri işlemek, hayvan beslemek vesaire gibi. 

Görüyorsunuz ki, la-dini hareketlerimiz, dünya işlerimizi tanzim ediyor ve ahiret işlerimize hiç bir zarar vermiyor. Dini hareketlerimiz ise, ahiret işlerine aittir. 
Gayr-i dini hareketlere gelince, bunlar ahiret işlerine zarar veren ve dine mugayir olan fiiller ve hareketlerdir. 

Hülasa, laiklik sözü nerede geçerse, anlayacağımız mana, dine zıt olmayan, ahiret işlerine zarar vermeyen, yalnız dünya işlerine, yaşamak ve çalışmak meselelerine taalluk eden filler ve hareketler demektir. Buna kani olmak için şimdi de bu yabancı sözün, yabancı memleketlerde kullanıldığı yeri görelim: 

10 Parantez içindeki kısım Arapça kısımında olup Osmanlıca’sında yoktur. 

Nasıl ki, zabıt veya nefer elbisesi giymiş olanlara asker, başka türlü giyenlere de sivil derlerse, eskiden beri Hıristiyanlar nezdinde, papaz elbisesi giyenlere "Rahib", başka türlü giyenlere "Laik" derler. 

Bu itiyad [alışkanlık], Hıristiyan memleketlerinin hemen hepsinde eski devirlerde de var idi. Şimdi de mevcuttur. Mesela papazlar, bir misafir geldiğini haber veren hizmetçilerine sorarlar. 

-Kimdir bu zat! bir papaz mı bir laik mi? 

Görüyorsunuz ki burada laik sözü aynen papaz kisvesi taşımayan şahıs manasına kullanılmıştır. Tabiidir ki, Hıristiyanlarda da, müslümanlarda 
da hülasa her dinde papaz veya hoca sınıfından olmayan herkes dinsiz demek değildir ve olamaz. Fakat İslamlar arasında, hocalar sınıfına mensub olmayanlara Hıristiyanlardaki laik ta’biri gibi umumi bir isim vermek adet olmamıştır. Yalnız bazı yerlerde mesela Antakya’mızda bunu andıran bir söz vardır. Sarıklı ve Sarıksız gibi. Şu halde her laik dinsiz ise her sarıksızın da dinsiz olması lazım gelir ki: bunu asla kabul edemeyiz arkadaşlar. 

Laik sözünün manasını böylece anlamış olduktan sonra şimdi biraz da laik devletin ne demek olduğunu görelim: 

Eski asırlarda devletler, halkın dini hareketlerini yani ahiret işlerini tanzim ederler fakat laik hareketlerine karışmazlardı. Dünya işlerinde onları mühmel [ihmal edilmiş] ve serbest bırakırlardı. Bunlara dini devlet derlerdi. Amerika keşfedilmezden evvel Avrupa devletleri zayıf ve fakir birer dini devlet, Hıristiyan devleti idi. Fakat sonra laik devlet oldular ve büyüdüler. Hıristiyan devletler içinde Habeşistan son dini devlet halinde kalmıştı. İki sene evvel o da tarihden silindi. 

İslam devletleri hep birer dini devlet idi. Osmanlı devleti de bir dini devlet olarak kalmıştı. Dini devletlerde devletin reisi ya doğrudan doğruya dini reisidir. Yahud da dini müesseseler ile uğraşan ve dini reisleri ve din adamlarını idare eden aciz, halkın refah ve saadetini te’mine gayr-i muktedir; iş ve çalışma hayatını tanzimden uzak bir varlıktır. 

Laik devletin işleri artmış vazifeleri da! budak salmıştır. Köylü, sanatkar, tüccar, mal sahibi hasılı her cins ve her sınıftan bütün halk; her işinde devlet müesseseleriyle münasebette bulunur. Bu göze görünmeyen devlet tesiri, her dakika yanımızdadır. Ya biz ona koşarız, ya o bizi takip eder. Yani; laik devlet, gözümüzle göremeyip elimizle tutamadığımız halde, her dakika bizi terk etmeyen bir gizli kuvvet bir görünmeyen gıda olan hava-yi nesimi gibidir. Onu teneffüs ettiğimiz vakit, onun sayesinde yaşadığımız vakit bu nimet bize tabii ve ehemmiyetsiz görünür. 

Fakat; bir dakika ondan mahrum kaldık mı, onsuz yaşadık mı, derhal boğuluruz. Helak oluruz. Yani yabancıların esareti altıma gireriz. 

İşte kendi devletini değiştirip, yabancı bir devletin idaresinde bulunanlar ise, havaya yabancı bir madde bir zehirli gaz karışmış gibi, farkında olmaksızın yavaş yavaş zehirlenirler ve boğulurlar. 

Boğulmanın bir başka şekli daha vardır. Bu vaziyette, koklanılan hava kendi havamızdır. Safdır, içensine zehir falan gibi yabancı bir şey karışmış değildir. Fakat kapalı ve karanlık bir mağarada gibiyiz. Bu eski ve değişmemiş hava, kullana kullana tefessüh [bozulmuş] etmiştir. 
Eskimiş ve bozulmuştur, bu da insanı başka türlü zehirleyici ve mahvedici bir havadır. 

İşte Müslümanlar! Bu hal, irtica ve taassub halidir. cemaatleri ve milletleri geri bırakan onları yeniliklerin ve inkılapların nimetlerinden mahrum eden feci ve umumi bir zehirlenme halidir. 

Nasıl ki, uykudan uyanan her ferd kapalı odaların pencerelerini açarak havayı değiştirmek temiz ve yeni bir hava almak ihtiyacını duyarsa, gaflet ve cehalet uykusundan uyanan cemaatler ve milletler de inkılaplar yapmak yani milletin görüş ve uyanış havasını değiştirmek devlete temiz ve yeni şekiller vermek mecburiyetindedir ki işte buna yeni rejim derler. 

Hulasa, cemaatler ve milletlerin de tıpkı fertler gibi cehalet ve gaflet uykusundan uyanarak temiz hava alması ve yeni rejimlere kavuşması şarttır, lazımdır. 

Müslümanlar! 

Burada sırası gelmiş iken şunu da ilave edelim. Belki içimizde biraz daha başka türlü düşünen olur ve hatıra şöyle bir sual gelebilir: Evet denebilir ki devlet hem dünya işlerini hem de ahiret işlerini döndürsün. Niye sadece dünya işleriyle meşgul oluyor da ahiret işlerini ihmal ediyor? 

Fakat bu muhakeme yanlıştır. Böyle düşünürsek doğru bir neticeye varamayız. 

Müslümanlar! 

Çünkü hepimiz biliriz ki mihver daima tek olur. Bu gün dünya işlerinin tek mihverini teşkil eden devlet, ister istemez ahiret işlerine müdahale edemeyecek tir. Bunun başka çaresi yoktur. Fakat endişe etmeyelim! Ahiret işleri bundan dolayı, zararlı çıkmış değildir. 

Bilakis! Laik devletin dine müdahale etmemesi ahiret işleri için daha karlı olmuştur. Çünkü devletlerin ahiret işlerine parmağını taktığı eski devirlerde daha mı iyi yaşanırdı sanıyorsunuz? 0 zamanlar işlerin daha mı iyi yürüdüğünü zannedersiniz? 

Hayır! 

Çünkü ahiret işlerini tanzim edenler ancak peygamberlerdir. Devletler, bu işten ellerini çekmelidirler ki, ahiret işleri, peygamberlerin kurduğu o esaslı ve değişmez mihver etrafında dönmekte devem etsinler. Devlet mihveni de işe karıştı mı eski mihvenin istikameti büsbütün değişir ve din işleri bozulmuş olur. 

Bu iddiamıza misal getirmek için çok uzağa gitmeyelim. Bizzat kendi memleketimizde bile bunun acı misallerine şahid değil miyiz? 

Mesela, devletlerin din işlerine burnunu soktuğu eski devirlerde dünya ve ahiret işleri birbirine karışarak her şey nizamdan dışarıya çıkmadı mı? 

Mesela, fıstık kabuğunu doldurmayan bir mesele yüzünden aramızda sünnilik ve şiilik diye bir takım ayrılıklar baş göstermedi mi? 
Aynı yurdun sahipleri aynı toprağın çocukları bir hiç yüzünden asırlarca birbirine düşman nazarıyla bakmadı mı? 

Hamdolsun ki, bize şefkat ve teveccüh gösteren Türkiye devleti laikdir. Adildir. Şii kardeşlerimize üvey muamelesi yapmaz. Herkesi bir tutar; dinleri herkesin vicdanı içinde serbest bırakır, ahalinin ancak dünya işleriyle uğraşır, halkın işini gücünü tanzim etmesine yardım eder. Köylünün toprağını ekmesi işim yoluna koymasıyla alakadar olur. Felakete düşen her ferde arka, ilerleme isteyen her gence destek olur. 
İşte müşfik ve adil Türkiye devleti Sünni ve Şii dargın kardeşlerinibarıştırdı. Onlara tatlı öğütler verdi. Babaca yardımlarda bulundu. 

İşte bu birleşme laiklik yüzünden olmuştur. Görüyorsunuz ki laiklik ve laik devlet rejiminin mazarratı değil bilakis ifadesi vardır. 

Evet Müslümanlar! 

Türkiye Cumhuriyeti laik bir devletdir ve ahalinin dünya işlerini tanzim etmek için laik olmak mecburiyetindedir. Topraklan yabancılar almasın, ahaliyi haraca kesmesin, halkın ırz ve namusu, malı, canı siyanet edilsin diye laik olmak mecburiyetindedir. Evet, bu gün Türkiye Cumhuriyeti laikdir. Kuvvetlidir. Halkçıdır. Halkın rahatı için çalışır. 

Dünyanın böyle dehşetli buhranlar geçirdiği bir zamanda zenginliği dillere destan olan Avrupa memleketlerinde bile ahalinin işsizlikden yoksulluktan kırıldığı hatta yarı aç, yarı tok olduğu bu acaib zamanlarda eğer Türkiye’nin başında Osmanlı devleti kalmış olsaydı ümmet-i muhammedin hali nice olurdu bir düşünelim! Ve hiç şüphe etmeyelim ki harb-i umümideki sıkıntılardan daha beter eziyet çekilirdi. Zavallı ahali açlıktan ve hastalıktan kırılırdı. 

Halbuki bu gün Türkiye halkı, Avrupa’nın o meşhur zengin milletlerinin çoğundan daha rahat, daha emin yaşamaktadır. Karınları tok, üstleri bütündür. Canlarından mallarından emin çalışmakta ve hayırlı devlete dua etmektedirler. 

Türkiye Cumhuriyeti kendi hududları dahilideki ahalisine bir baba gibi baktıktan sonra hududları dışında kalmış müslümanlardan bile şefkat ve yardımını esirgemiyor. 

Evet müslümanlar, Türkiye laik bir devlettir. Bütün Avrupa devletleri laikdir ve laik olduktan sonradır ki terakki etmişler, kuvvetlenmişler ve zengin olmuşlar dır. 

Laik olmadan evvel, fakir küçük ve zayıf birer Hıristiyan cemaatı halinde idiler. Onlar bizden daha evvel davranıp laik oldukları için bizi çok geçtiler. Hıristiyanlar içinde laik olmayan tek bir devlet kalmıştı. İşte bu yüzden Habeşistan en geride kalmış ve nihayet geçen sene batmış ve mahvolmuştur. Müslümanlar içinde ise bir tek devlet laikliği kabul etmiştir. 0 da Türkiye Cumhuriyetidir. İşte bunun içindir ki Türkiye, diğer İslam memleketleri içinde en kuvvetli, en rahat ve en yüksek mevkie çıkmıştır. Şimdi bu mukayeselerden sonra laikliğin ehemmiyet ve lüzumunun takdirini size bırakıyoruz. 

Muhterem müslümanlar! 

Laik rejim sizi asla korkutmasın. Dinimize dokunan yoktur. Bilakis dininiz daha fazla kuvvetlenecek daha ciddi daha samimi daha mukaddes olacak daha çok şeref kazanacaktır. Laiklikten Avrupa devletleri büyüyüp dünyaya hakim olduktan sonradır ki Hıristiyanlık itibar kazandı ve her tarafa bu derece yayılıp dal budak saldı. 

Halbuki Avrupa devletleri laik olmazdan evvel Hıristiyanlığın bu kadar kıymet ve itibarı yoktu. Hıristiyanlar, müslümanların eli altında zebün idiler, çok zayıf ve fakir idiler. 

Düşmanlarımızın silahlarıyla silahlanmak en akıllıca bir hareket değil midir? Madem ki onlar laiklikten bu derece faide gördüler, niçin biz de bir an evvel o yoldan yürümeyelim. Görüyoruz ki o yolun hedefi çok karlıdır. Hülasa yukarıda söylediğimiz gibi laiklik sadece ladini olmaktır. 
Gayr-i dini olmak değildir. Gayr-i dini olmak dini ortadan kaldırmak demektir. 

Türkiye’de camiler herkese açıktır. müftüler, imamlar ve müezzinlere devlet maaş verir. 

Vakia Türkiye Cumhuriyeti, İslam dininin şerefini arttırmak için din adamları arasındaki cahil ve şarlatanları ayırmış ve onları din işleriyle uğraşmaktan menetmiştir. Fakat diğer taraftan da alim ve kıymetli hocaların ciddi mesaisini takdir ederek onlara laik olduğu kıymeti vermektedir. 

İstanbul Üniversitesine bağlı bir İslami Tedkikler Enstitüsü vardır. Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul’da bir de mükemmel İslam müzesi açmıştır. 

Hülasa müslümanlar! 

Türkiye’nin laikliği İslamlığa zarar vermemiş bilakis İslamlığın şerefini arttırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti ancak İslamlığın şerefini ihlal edecek 
cahil ve menfaat-perest hocaları dağıtmış fakat ciddi, alim ve temiz ahlaklı olanlara dokunmamıştır. 

Çünkü! Zulum ve iltimas kaynağı olan Osmanlı sarayının etrafında asırlardan beri cahil ve kötü ruhlu hocalar toplanmıştı ve bunların yetiştirmeleri İstanbul’da kök salmıştı. Bunlar bizim hocalarımıza benzemezlerdi. 

Bunlar din namına halkı haraca keserler ve kendileri gizli gizli her dinsizliği yapmaktan çekinmezlerdi. İşte laik hükümet, İslam dinini bu kötü unsurlardan kurtarmak için bunların medreselerini kapattı. İçlerinden muzır olanlarını cezalandırdı. Bütün bu dini ıslahat İslamlığın zararına değil, iyiliğine olmuştur. Buna emin olalım. 

Hülasa: Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki başımızda bulunan devlet, laik olmazsa ahalinin dünya işlerini tanzim için bir Hıristiyan laik devlet gelip başımıza geçiyor. Buna Manda İdaresi diyorlar. Tunusta, Fasta, Trablusgarbta hasılı henüz laik olmamış bütün İslam memleketlerinde olduğu gibi. 

Halbuki kurduğumuz idare laik olursa yabancıların gelmesine ve ahalinin haraca kesilmesine lüzum kalmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi. Demek ki devletin laik olması, ahalinin bu derecelerde iyiliğine imiş. Hasılı laik rejimin iyiliği hakkında misalleri saymakla bitiremeyiz. 

Şu halde Müslümanlar! 

Yanlış telkinlere kapılmayalım, bizi aldatmak isteyenlerin sözlerine kulak asmayalım, Türkiye’de dinsizlik değil sadece laiklik vardır. Türkiye din aleyhine çalışmıyor. Bilakis dinin şerefini arttırmağa uğraşıyor. Laiklik kötü bir şey değildir. Bilakis memleketin selameti halkın refah ve saadeti için şarttır. Tehlikesi değil faidesi vardır. Laiklik dinsizliktir şeklindeki yanlış inanışları düzeltelim ve aldanışları tashih edelim. Yeni rejim ve doğru yolun meziyetlerini anlamayanlara kızmayalım, onlara doğru yolu göstermeğe çalışalım. Ancak böylelikle İslam alemi asırlardan beri içinde bocaladığı sıkıntılardan kurtulur. Müstakil ve rahat olur, hür ve mesud yaşar. 

Doç. Dr. Zekeriya KURŞUN

..