Ermeniler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ermeniler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2017 Cumartesi

Ermeni Katliamlarında Kürtlerin Rolü Üzerine Bir Tartışma,

Ermeni Katliamlarında Kürtlerin Rolü Üzerine Bir Tartışma,


Alişan Akpınar
06.08.2013

Kaynak: 
Kültürel Çoğulcu Gündem

Etiketler: 
Ermeniler, Kürtler, Ermeni Soykırımı,


Ayşe Hür, Kürt-Ermeni ilişkileri üzerine üst üste üç yazı kaleme aldı. Bu yazılardan ilki Radikal gazetesinde 14.07.2013 tarihinde, ikincisi 21.07.2013’te, üçüncü yazı ise 28.07.2013 tarihinde yayınlandı. Bu yazıların, Kürt-Ermeni ilişkileri üzerine canlı ve yaratıcı bir tartışma ortamı yaratacağına dair bir umut beslesem de maalesef böyle bir şey olmadı. Birkaç karşıt yazı ve sanal alemdeki ölçüsüz bazı tepkiler dışında pek bir şey çıkmadı. Uzun yıllardır Türkiye’de, her hangi bir konuda yaratıcı bir tartışma ortamı oluşturmak veya izlemek imkânsız hale gelmiş durumda.

Örneğin Özgür Gündem yazarlarından Ahmet Kahraman bu konuda yazdığı yazıda, Ayşe Hür’e tepki göstererek, Ermeni katliamlarının sorumlusu olarak Kürtleri göstermeye çalıştığını, Ermenilerin başına ne geldiyse Kürtlerden geldiğini ima ettiğini belirtiyor. “… Ayşe Hür, son yazısında bir savrulmayla, Kürtleri, Ermenilere gün yüzünü göstermeme yeminlisi gibi gösterip, amaçlarına ulaşmak için, yapay gerekçelerle Osmanlıya bile isyan ettiklerini montajlıyor… Yazarın montajına göre, Ermenilerin çektiği acılar Kürtlerden…”Kahraman ayrıca, Hür’ün Kürtlerin tarihiyle ilgili yanlış bilgiler verdiğini örneklerle açıklayarak yazısını şöyle bitiriyor: “Kısacası, bugünkü korucular, kiralık dönekler, pişmanlar ne kadar Kürtse, o dönemlerde Ermenilerle çatışan Kürtler de o kadar “Kürt”tü.
Şeyh Ubeydullah örneğinde görüldüğü gibi, dünden bugüne ortaya çıkan Kürdistani iradeler yalnız Ermenileri değil, bütün halkları korudular.
Halkın adalet ve vicdanı açısından da bütün anneler, bebeklerine önce, “yazıktır, onlar da can” insani ilkesini öğrettiler.” (Özgür Gündem, 16/07/2013)

Ermeni katliamlarında Kürtlerin rolü konusu gündeme geldiğinde bazı Kürt entelektüellerinin ve kimi çevrelerin, “Ermeni katliamları Kürtlerin üzerine fatura edilmeye çalışılıyor” kaygısına kapılmaları ve “katliamlara katılan Kürtler zaten bu gün koruculuk yapan Kürtler gibi satılmış, devlet yanlısı unsurlardır, katliamın gerçek sorumlusu Osmanlı Devletidir, bazı Kürtler bu katliamlarda kullanılmışlardır ama bu konuda Kürtlere sorumlu tutulamaz” şeklinde bir hassasiyet göstermeleri tamamen yersiz midir?

Ben bu endişe ve hassasiyetin tümüyle yersiz olduğunu düşünmüyorum. Bilindiği gibi özellikle 2000’li yıllardan sonra, “Osmanlı tehcir planı yaptı ama katliamları yapan Kürt aşiret ve çeteleridir” şeklinde bir söylem servis edilmeye başlandı. “Ermeni katliamı diye bir şey yoktur” söylemini sürdürmek artık imkânsız hale gelince olayı Kürtlere fatura etmek şeklinde bir resmi yaklaşımın geliştiğini görmek gerekiyor ve bazı Kürt çevrelerinin tepkileri de biraz da bu duruma karşı.

Bununla birlikte, “sorumluluk Osmanlı Devletindedir, Kürtler kullanılmıştır” diyerek kenara çekilmek, bu konuda derinlikli çalışmalar ortaya koymadan yüzeysel ve tepkisel yazılarla yetinmek hiçbir şekilde kabul edilemez. Kürt entelektüellerinin, Kürt-Ermeni ilişkileri ve daha özelde Ermeni katliamlarında “Kürtlerin rolü” üzerine ciddi olarak eğilmeleri, bu konuda çalışmalar yapmaları ve yaratıcı bir tartışma ortamına girmeleri artık zorunludur. 

Bu katliamlara katılmış Kürtlerin anlatılarını veya bıraktıkları kaynakları ortaya çıkartmak, belirtilen dönemle ilgili olarak kapsamlı çalışmalar yapmak gereklidir. Bugün Kürdistan toprakları olarak bildiğimiz topraklardan tehcir edilen Ermenilerin malları hangi aşiretlerin eline geçmiştir? Kurtulmak için Müslümanlığı seçen, Kürtlerle evlenen veya evlat edinilen binlerce Ermeni kadının ve çocuğun akıbeti ne olmuştur? Bu insanlar bu gün nerededir? Şeklinde çoğaltabileceğimiz birçok soruyu sormak ve cevabını aramak zorunludur.

Konuyla ilgili düşüncelerimi de hiç uzatmadan burada söylemek isterim. Bana kalırsa Ermeni katliamlarının sorumluluğu tümüyle bir etnik gruba fatura edilemez. Bu katliamları Kürtler, Türkler, Arnavutlar veya Çerkezler yaptı demek, maksatlı ve milliyetçi tarihçileri bir yana bırakırsak en hafif tabiriyle yapılabilecek en kötü tarih okumasıdır.

Tehcir ve katliamlar 1914- 1915 koşullarında bizzat dönemin Osmanlı Devleti ve hükümeti tarafından “özenle” planlanmıştır. Bu plan çerçevesinde çeşitli etnik gruplardan Osmanlı devlet görevlileri ve yine farklı etnik gruplardan (Çerkez, Kürt, Arap…) birçok insan, siyasi veya ekonomik nedenlerle bu katliamlarda yer almışlardır. Katliamlarda yer alan herkesin sorumluluğu bakidir ama buradan yola çıkarak bu katliamları Türkler, Kürtler veya falanca etnik grup yapmıştır demek kesinlikle yanlış bir tespit olur. Bu etnik gruplar arasında katliamlara katılmak bir yana önlemeye çalışan insanlar olduğu gibi, bahsedilen dönemde bu kimlikler doğru düzgün tanımlanabilir bile değildir. Yapılması gereken, Osmanlı Devletinin son döneminde yaşanan tüm katliam ve zorunlu göç meseleleriyle ilgili sansürsüz ve derinlikli tartışmalar yürütebilmektir. Son zamanların yaygın tabiriyle, olup bitenlerle her açıdan yüzleşmeyi göze almak gerekmektedir.

Bazı Kürtlerin bu katliamlar sırasında Osmanlı Devleti tarafından kullanıldığı tezine ise kesinlikle katılmıyorum. 1890’lı yıllardan itibaren yeniden kurulmaya başlayan Osmanlı- Kürt ittifakının temel dayanaklarından biri, her iki tarafın da Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasını istememeleridir. Dolayısıyla da ortada kullanılma ilişkisi değil iradi bir ittifak söz konusudur. 1820’lerden sonra bozulan ve hatta bir iç savaşa dönüşen Osmanlı-Kürt aşiretleri ilişkisi, temelde “Ermeni meselesi” nedeniyle yeniden inşa edilmiş ve 1923 yılına kadar da devam etmiştir. Burada elbette tüm Kürtlerden söz etmiyorum. Bahsedilen Kürtler daha çok Hamidiye Alaylarına bağlı olan Kürtlerdir. Bu Kürt aşiretleri, Ermenilere karşı Osmanlı politikaları doğrultusunda ittifak halinde olmuşlar, katliamlarda yer almışlar ve Ermeni mülklerinin el değiştirilmesi sürecinde aktif rol oynamışlardır. Yani ortada ekonomik ve siyasi çıkarlar doğrultusunda kurulmuş bir ittifak söz konusudur. 

Ayşe Hür’ün yazılarına gelince, ben yazıları okuduğumda Hür’ün, katliamları Kürtlerin üzerine yıkmak şeklinde bir maksatla bu yazıları yazdığı kanısına kapılmadım. Zaten gelen tepkilerden sonra Hür, bu konudaki görüşünü açıkça ifade etti. “Sonuç olarak benim tarih okumama göre, 1915’in asli faili Türk milliyetçiliğinin öncü örgütü İTC(İttihat ve Terakki Cemiyeti) ile onun etrafında örgütlenen asker-sivil Müslüman-Türk unsurlardır.” (21.07.2013)

Bununla birlikte Ayşe Hür’ün yazılarında başka bazı ciddi sorunların olduğunu düşünüyorum. Tarihsel bir anlatı kurgularken, olgularla ileri sürdüğünüz düşünceler arasında iyi bir denge tutturmanız gerekir. Düşüncelerinizi fazlaca öne çıkarmanız olguları görünmez kılar ki bu anlatının muhayyelleşmesine doğru sizi götürebilir. Olguları fazla öne çıkardığınızda ise tarihçi olarak sizin düşünceleriniz ve bakış açınız görünmez olabilir. Bu noktadan Ayşe Hür’ün yazılarının sorunlu olduğunu, fazlaca genellemeler kullandığını, olguları titizlikle ele almak yerine genellemelere başvurarak anlatısını büyük oranda zayıflattığını düşünüyorum.

Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse; 14. 07. 2013 tarihinde yazdığı yazısında Hür şunları söylüyor.“ Ermeniler, Osmanlı egemenliği altına girdikleri tarihten itibaren ağırlıklı olarak Vilayet-i Sitte denilen çok etnisiteli altı eyalette (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve Mamuretü’l-Aziz) yaşıyordu. Buralar aynı zamanda Kürtlerin de yurduydu. İmparatorluğun bütün vilayetlerinde hatırı sayılır Ermeni nüfusu olmasına karşın, Kürtler Dersim ve Kürdistan dışında sadece İstanbul’da büyükçe bir grup oluşturuyordu.” Öncelikle burada Hür’ün Osmanlı İmparatorluğu’nun hangi döneminden bahsettiği belli değil. Bu bilgiler hangi dönem için ve hangi Osmanlı coğrafyası için söyleniyor? Örneğin 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar İstanbul’da büyükçe bir Kürt grubunun olduğunu söylemek imkânsızdır. Hadi iyi niyetli davranalım ve yazının genelde 19. Yüzyıldan bahsetmesi nedeniyle burada kastedilen düşüncelerin bu yüzyıl için geçerli olduğunu kabul edelim. Ancak “İmparatorluğun tüm vilayetlerinde hatırı sayılır Ermeni nüfusu” genellemesini nasıl açıklayacağız? Milyonlarca kilometre karelik Osmanlı’nın hangi vilayetlerinden söz ediyoruz? Yazar acaba Anadolu vilayetleri mi demek istedi? Böyle olsa bile Anadolu’nun tüm vilayetlerinde hatırı sayılır bir Ermeni nüfusu olduğunu söylemek abartılı bir genelleme değil mi?

Yine aynı yazıda yer alan bir bölüm şöyledir: “II. Mahmut döneminde (1808-1839) devlet asker ve vergi toplama usullerini değiştirdiğinde Doğu vilayetlerinde huzursuzluk arttı. Ermeniler görece varlıklı oldukları için vergilerini ödemekte sorun yaşamıyordu ama Kürt beyleri kendi vergilerini de Ermenilerden aldıkları haraçlarla ödemeye yönelince Ermeniler çifte vergi ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya geldi. Bu durum yıllar içinde ciddi bir sorun halini almış olmalı ki, 1868’de Geghi (Kiğı) kasabasını ziyaret eden Herman N. Marnum adlı bir misyoner şöyle yazmıştı raporuna: “… Bu yöreyi Kürtler tamamen istila etmiş durumda. Kürtler Hıristiyanlara her türlü kötülüğü yapıyorlar, gözlerini kırpmadan cinayet işliyorlar. Yerel makamlar, merkezi idareden çok uzak bir yerde oldukları için çok yozlaşmışlar... Aynı şekilde, 1872’de Ermeni Cismani Meclisi tarafından Bab-ı Âli’ye sunulan bir raporda Kürtlerin ve Çerkezlerin Ermenilere ve bölgedeki diğer etnik gruplara yönelik saldırılarından şikâyet ediliyor, bu grupları etkisiz bırakmak için bazı önlemler alınması isteniyordu. Bunlar arasında Osmanlı-İran sınırına ve Kürdistan’ın bazı bölgelerine kışlalar inşa edilmesi de vardı.”

Durumu bu şekliyle açıklayıp bıraktığınızda, hakikaten yöreyi istila etmiş, Hıristiyanlara saldıran acımasız Kürtler imajı çıkmaktadır. Bahsedilen durum II. Mahmut döneminden önce de böyle miydi? Eğer değilse bu dönemde neden kontrol edilemeyen Kürt çeteleri ortaya çıktı?

Bilindiği gibi, 1820’lerden sonra merkezi devlet kurma amacıyla Kürt Mirliklerini ve Hükümetlerini ortadan kaldıran Osmanlı büyük bir sorunla karşılaşır. O güne kadar bölgeyi bu Mirler aracılığıyla kontrol etmiş olan devlet, Mirleri ortadan kaldırınca, göndermiş olduğu memurlar eliyle kontrol kuramamış ve kontrol edilemeyen yüzlerce küçük aşiret güvensiz bir ortam doğmasına neden olmuştur. Ayrıca bu Mirliklerin ortadan kaldırılması için düzenlenen seferlerde bölge büyük bir tahribata uğramıştır. Bu güvensiz ve kontrolsüz ortamdan yararlanan bazı Kürt aşiretleri sadece Ermeni köylerinden değil Kürt köylerinden de ikinci vergiyi alıyor, sadece Ermeni köylerini değil Kürt köylerini de yağmalıyordu. Kürt köylülerinin başındaki tek dert bu da değildi. Zorunlu askerlik uygulaması nedeniyle birçok insan askere gidiyor, ya hiç geri dönmüyor ya da yıllar sonra geri dönebiliyordu. Gayrimüslimlerin para karşılığı askerlikten muaf tutulmaları ise onlara tanınmış bir ayrıcalık olarak görülüyor ve büyük rahatsızlık yaratıyordu. Yine misyonerlerin gayrimüslimler lehine yarattığı avantajlı durum başka bir rahatsızlık kaynağıydı.

Yani, yeni bir yapı kurmak için eski yapıyı tasfiye eden Osmanlı devleti, bunu başaramayınca bölgeyi büyük bir karmaşaya ve kaosa sürüklemişti. Üstelik bu durumdan mağdur olanlar sadece gayrimüslimler değil bölgede yaşayan tüm insanlardı. Durumları gereği ve doğal olarak bölgedeki gayrimüslimlerin durumuna odaklanmış misyonerlerin ya da cemaat temsilcilerinin raporlarını bu anlamda dikkatli okumak gerekir. Bu raporlarda yazılanlar yanlıştır demiyorum ama sadece bir tarafın yaşadıklarını anlatmaktadır. Bu anlatılar çok boyutlu bir dönemsel analizin içine yerleştirilmezse eğer doğru bir okumanın imkânını zayıflatırlar.

Ciddi yanlışlar içeren bir genelleme ise ikinci yazıda karşımıza çıkıyor: “Ancak bu kısa tarihçenin de gösterdiği gibi, 1514’ten itibaren merkezi devletle sıkı ittifak içinde olan Kürt unsurların en azından bir bölümü, bazen kendi inisiyatifleriyle bazen devletin yönlendirmesiyle veya zorlamasıyla fer’i (ikincil) failler olarak önemli roller üstlenmiştir.” (21/07/2013). Öncelikle bu ifadeyi okuyan biri şunu rahatlıkla düşünebilir, “demek ki Kürtler 1514 yılından itibaren Osmanlıyla işbirliği halinde bölgedeki gayrimüslimleri katlediyor”. Ayşe Hür bu amaçla yazmamış olabilir ama bir kez böyle genellemeler üzerinden anlatı kurmaya başlarsanız, sonu gelmez yanlış anlamaların da kapısını açmış olursunuz.

Gelelim Kürtlerin 1514 yılından itibaren merkezi devletle sıkı bir ittifak halinde olma durumuna. Bu bilgi her şeyden önce yanlış bir bilgidir. 1514’den sonra Osmanlı ile Sünni aşiretler arasında bir ittifak kurulduğu doğrudur ancak birincisi yeni çalışmalar bize gösteriyor ki bu ittifak sık sık ve çeşitli nedenlerle bozuluyor ve yeniden kuruluyor, ikincisi 1820’lerden sonra bu ittifak tamamen bozuluyor. Hatta ittifakın bozulması bir yana Osmanlı devleti ile Kürt Mirlikleri arasında neredeyse 30 yıl süren bir iç savaş dönemi yaşanıyor. Bozulan bu ittifak 1890’lı yıllardan itibaren, her iki tarafın da bölgede bir Ermeni devleti kurulacağı endişesi çerçevesinde yeniden inşa ediliyor. Hamidiye alayları gibi girişimler bu ittifakın sonucudur. Ancak Hür’ün belirttiği gibi 1514 yılından 1923 yılına kadar sürmüş kesintisiz bir ittifak durumu söz konusu değildir.

Ayşe Hür’ün şu tespitine ise tamamen katılıyorum. “Ve elbette o günün suçlarından bugünün Kürtleri (aynı şekilde Türkleri, Çerkesleri vb…) hiçbir şekilde sorumlu değildir. Ancak tarihte işlenmiş bir suçla ya da suçun failleriyle açık, doğrudan ya da örtük biçimde özdeşlik kurmak, dayanışmak, onları haklı görmek vb. davranışlar, görenleri ‘kolektif failler’ haline dönüştürür. Hukukun değil, sosyal bilimlerin ürettiği bir kavram olan ‘kolektif faillik’ten kurtulmak açısından devlet adamlarının, toplum liderlerinin dahil oldukları gruplar adına diledikleri ‘kolektif özürler’, ‘geçmişle/tarihle hesaplaşma’ ya da daha doğru bir terimle ‘geçmişle/tarihle barışma’ sürecinin parçası olarak ele alındığında çok önemli işlev görür.” (21. 07. 2013)

1925 yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve pek çok Türk, bu katliamları yok saymış, böyle bir durumun söz konusu olmadığını hatta asıl katliamları Ermeniler yaptığını savunmuş ve Hür’ün deyişiyle bir tür “kolektif faile” dönüşmüşlerdir. Daha çok 1965 yılından sonra şekillenen Kürt siyasi hareketinde ise bu tür bir eğilim görmek mümkün değildir. Kürt siyasi hareketinin pek çok bileşeni, Ermeni katliamlarını soykırım olarak adlandırmış ve bu olaylarda Kürtlerin de rol oynadığını rahatlıkla dile getirmişlerdir. Yeni dönemde gösterilen hassasiyet ise daha çok katliamların Kürtlere fatura edileceği şeklinde bir endişeden kaynaklanmaktadır. Bu hassasiyet ve endişe anlaşılabilir olsa da “katliamları Osmanlı Devleti yaptı ve bazı Kürtleri kullandı” şeklindeki bakışı kabul etmek mümkün değildir.

http://bgst.org/ulke-gundem/ermeni-katliamlarinda-kurtlerin-rolu-uzerine-bir-tartisma

***

10 Ocak 2016 Pazar

AB MUHİPLERİ’NİN SEVR RÜYASI MI?






 AB MUHİPLERİ’NİN SEVR RÜYASI MI?



 Prof. Dr. EROL MANİSALI
  EKİM 2003  -  SAYI 62

 Mondros’tan sonra Sevr’i hazırlayan Avrupa devletleri, Anadolu’yu İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Ermeni, Kürt diye bölmüşler, kendilerine göre masa başında bir harita çizmişler.

 Ancak, bu masa başındaki işgal i sonuçlandıramamışlardı. Anadolu’yu işgale kalkan Avrupalılar, Yunanlılar ve Ermeniler, geldikleri gibi gitmek zorunda kaldılar.

 Attila İlhan, ısrarla bana hep şunu tekrarlar; “Anadolu’da halkın tepkisini en çok, Yunanın İzmir’i işgali çekmiştir, bu bir dönüm noktası olmuştur” der.

 Tarihin tozlu sayfalarındaki eski Sevr haritalarına baktığım zaman, üzerinde İngiliz, Fransız, İtalyan ve uzantıları olan Yunan bayraklarını görürüm. Gel zaman git zaman, Avrupalılar aralarında anlaşmaya karar vermişler. Hele Berlin Duvarı 1989’da yıkılıp, soğuk savaş sona erince, Amerika’ya inat “ Avrupa Birleşik Devletleri”ni kurmaya Maastricht’te karar kıldılar.

 Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının “ Mağlubu ” Almanya, bu sefer aralarında, hem de en başta, en tepede göründü.

İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan ve diğer “ Avrupalılar ” kendi bayraklarının yanına, 12 yıldızlı Avrupa Birliği bayrağını koymuşlar, İngiliz’in, Almanın, Fransızın, İtalyanın dünya karşısındaki “çıkarları” artık bu 12 yıldızlı Avrupa Birliği bayrağı altında savunulacak demişler. Açıkça söylemeseler bile bunu kafalarının içine Grek ve Latin harfleri ile kazımışlar. Halkın hatırlaması için de paraları olan Euro’nun üzerine ve içine “nakşetmişler”.

Ya Truva Atları!

Her şey çok iyi de niçin “Bize ne deyip geçemiyoruz”. Nasıl geçiştirebiliriz ki! Adamlar eski dönemlerde topla, tüfekle kalkıştıkları işgali bu sefer topsuz tüfeksiz bir biçimde sessizce yürütüyorlar. Türkiye’yi AB kapısında içeri almadan oyalarken eski işgal planlarını gündeme getirdiler.

 Bölgemiz çok eskilerden beri “ Truva Atları ” ile ünlüdür. Eski hesapların bu sefer en eski alışkanlıklarla yürütülmesini kafalarına koymuşlar. Ancak yeni yöntemleri uygulamakta kusur etmiyorlar. Aynen Karen Fogg’un e-postalarında görüldüğü gibi.

 Birinci Dünya Savaşı sonrasında, İngiliz Muhipleri’nin, Fransız sevenlerin, Amerika ya da Alman yandaşlarının yerini bu sefer Avrupa muhipleri ve Amerika muhipleri almış. Türkiye’yi Sevr haritasında olduğu gibi İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan bölgeleri diye ayırmaya gerek kalmamış. Haritalar üzerinde 12 yıldızlı AB bayraklarının İzmir’de, Kars’ta, Samsun’da dalgalandırılması, halkta tepki yaratmasın diye işler alttan alta yürütülmüş. Nasıl mı?

- Bazı gazete patronları ve bazı gazeteciler resmen satın alınmış; belgelerle ortaya çıktı.

- Televizyonlara “el atılmış”, hatta kendileri için özel televizyon kurmuşlar.

- Büyük sermaye çevrelerinin bir kısmı, “ Muhipleri olarak ” AB ve ABD’ye ortak yapılmış. Bu çevreler artık tam bir Truva Atı durumuna gelmişler. Dış çıkarların Türkiye’deki savunucusu olmuşlar.

 - Siyasiler satın alınmış; “hem iktidara çıkabilmek, hem de iktidarda kalabilmek” için Truva Atı  lisansı şart olmuştur.

- Üniversitelerde hocaların ve öğrencilerin maddi olarak AB imkanlarından yararlanabilmesi için AB muhipleri derneklerine dahil olmaları, onlara sazlı-sözlü destek vermeleri gerekir hale gelmiş. Öyle ya, Sokrates bursu almak için Atina’nın Truva’daki atı olacaksın; “ Ne kadar ekmek, o kadar köfte ”. Fullbright ya da Soroz bursu alacaksan, Türkiye’de Yunanistan’ı sempatik gösterecek bir konu seçeceksin. Yani; psikolojik savaşın Truva Atı olacaksın.

 Aynen tarihteki gibi, “Sizle dostuz, size armağan veriyoruz” deyip Truva Atı’nın içine askerlerin, yerleştirilmesi gibi. Cephede yenemedikleri Türkleri ‘Truva Atları aracılığı ile” yenmek istiyorlar.“ Küçük Sahne ” Kıbrıs’ta kurulmuş. Oyunun adı ise, “Satılık İnsan Manzaraları”!

Sevr ve yeni ‘ Muhipleri ’

Dün Avrupa bizi silahla işgale kalkmıştı. Bugün, yöntem değişti, işgal iktisadi, siyasi, kültürel ve medyatik silahlarla yapılıyor.

- Bazı sermaye çevrelerinin kendilerine bağlanması,

- Bazı siyasi çevrelerin ve adamların kendilerine hizmet vermek için iktidara getirilmesi,;

- Kültürel, dini ve etnik öğelerin en etkin biçimde emperyalizmin araçları olarak kullanılması. 

Türkiye gizli bir İşgalin altına yavaş yavaş sokulmaktadır. 

 Ekonominin işgali ve yaratılan krizlerle çökertilen altyapı üzerine siyasi ve kültürel öğeler oturtulmaya başlanmıştır. Bunlar, Lozan’dan Sevr’e gidişin ayak sesleridir. Hâlâ görmemekte ve duymamakta direnecek miyiz? Nereye kadar?



http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/ekim03_07.htm


..