KIBRIS GAZİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KIBRIS GAZİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2017 Cuma

KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 7






 KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA,  BÖLÜM 7



DERKENAR: KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ

OĞUZ ÇETİNOĞLU &
ATİLLA ÇİLİNGİR
Kıbrıs Gazisi, Emekli Yarbay ve Yazar                                        
Röportajın 7. ve Son Bölümünde,

1959 yılındaki Zürih ve Londra antlaşmalarından sonra 16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Makarios Cumhurbaşkanı, Fâzıl Küçük yardımcısı oldu. Türklerin can ve mal güvenliği sağlanamadığından 20 Temmuz 1974 tarihinde Türkiye Kıbrıs’a asker çıkardı. 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyet Ada’nın % 36’sını kapsar. Yüzölçümü 3.355 Km2’dir. 2014 yılındaki nüfusu yaklaşık 300.000’dir. Avrupa’nın demokrasi ölçülerine uygun 50 üyelik Millet Meclisi vardır. Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 4’er yıllık 5 dönem hâlinde 2005 yılına kadar görev yaptı. 2005 yılında yapılan seçimde Türkiye yönetiminin üstü kapalı isteği üzerine aday olmadı. Bir dönem Mehmet Ali Talat Cumhurbaşkanı olduktan sonra, hâlen Rauf Denktaş döneminin başbakanlarından Dr. Derviş Erol bu makamdadır.

Nârenciye ve diğer tarım ürünleri ile turizm ve maden gelirlerinden oluşan bütçesi, Türkiye’den takviye edilmektedir.

KKTC’ye hava ve deniz yoluyla gidilir. Nüfus cüzdanı ile giriş yapılabilmektedir. Görülecek başlıca yerler: Lefkoşa’da Venedik Sütunu, Girne Kapısı, Selimiye Cami, Yeşil Hat. Girne’de Eski Liman , Girne Kalesi, Bellapais Manastırı, St. Hilarion Kalesi. Mağusa’da St. Barnabas Manastırı, Kertikli Hamamı, Namık Kemal Müzesi. Salamis Harabeleri, Othello Kalesi, Lala Mustafa Paşa Camii, Karpaz.

KKTC’de Türk Lirası tedâvüldedir. Resmi dil Türkçedir. Yaygın olarak İngilizce konuşulabilmektedir.

Yavru Vatan KIBRIS Üzerine Oynanan Oyunları Anlatıyor.

Oğuz Çetinoğlu: Emperyalist ülkeler, aynı soydan geliyor ve aynı kültürü paylaşıyor olmalarına rağmen, Irak ve Suriye’yi parçalara ayırmak ve her birinde 2 – 3 ayrı devlet kurmak için çalışıyorlar. Kıbrıs’ta farklı kökene ve kültüre mensup insanları bir devlet çatısı altında yaşamaya zorlamalarının sebepleri sizce nedir?                                                                                                                                                                  
 Emekli Yarbay Atilla Çilingir: Öncelikle şu gerçeğin altını çizmek gerekir! Başını Amerika’nın çektiği emperyalist ülkeler ‘Arap Baharı’ adı altında Ortadoğu’da başlattıkları bölge halklarına daha çok özgürlük, demokrasi adı altında bu bölgedeki ülkelere karşı başlattıkları işgal operasyonlarının tek bir maksadı vardır: Bölgedeki petrol ve hidrokarbon yataklarına sâhip olmak, kendilerine biat etmiş parça devletçikler oluşturmak. Zâten bu sebeplerden dolayı Irak ve Libya işgal edilmiş, liderleri Saddam ve Kaddafi idam edilmiş, Suriye’deki diktatör Esad’a karşı yürütülen operasyonlar bugünkü noktaya gelmiştir.                                                                                                                     

Emperyalizmin dünya imparatoru ABD’nin Ortadoğu’ya yeniden şekil vermesi, yıllar öncesinden planlamış olduğu BOP’nin (Büyük Ortadoğu Projesi) gereğidir. Bu projeye göre Balkanlardan, Afrika’ya, Avrasya platosuna ve Ortadoğu’ya 22 ülkenin sınırları ve yönetimleri değişecektir.                                                                                    

Irak’ta, Suriye’de yapılan da budur. Onun için aynı soydan gelen, aynı kültürü paylaşan insanlar şu anda birbirlerini boğazlamaktadırlar!                                                                                                                                                   
Kıbrıs’ta ki duruma gelince;                                                                                                                                        
Burada aslında emperyalist ülkeler yine kendi menfaatlerine uygun senaryoları uygulamak istemektedirler! Onlara göre Kıbrıs’ta hiçbir şekilde Kıbrıs Türk Halkı, ayrı bir devletin sâhibi olmamalıdır! Bu adada Türkiye’nin ne kendisi olmalı, ne de garantörlük hakkı bulunmalıdır. Çünkü adanın stratejik konumu itibariyle, Ortadoğu petrollerini ve Akdeniz’i kontrol altında bulundurması gibi sebeplerle Kıbrıs’ta tek bir devlet olmalı; bu devlet de, emperyalist çıkarlara biat etmiş ve Hıristiyan âleminin içinde olan Rumlar olmalıdır.                                                                                          
Sonuç olarak; adada Kıbrıs Türk Halkı’nın ve Türkiye’nin varlığı emperyalist çıkarlar önündeki en önemli engeldir. O sebeple Kıbrıs’ta; tek devlet, tek egemenlik ve tek millet olmalıdır.                                                                               
Bugün BMT’nin, AB’nin desteğinde Rum tarafının ve tabii ki Yunanistan’ın savunmuş olduğu ‘Birleşik Kıbrıs’ modeli; emperyalist ülkelerin bölge hâkimiyetlerine en uygun olanıdır. Bu da Kıbrıs’ta yaşayan insanları tek devlet çatısı altında yaşamalarıyla gerçekleşebilecektir. Ama burada unutulmaması gereken en önemli husus; böyle bir devlet yapısında Kıbrıs Türk Halkı’na tanınan haklar, sadece azınlık hakları ile sınırlı olabilecektir.                                                                              
Çetinoğlu: Kıbrıs’ta tek devlet oluşturmanın sebebiyet vereceği tehlikeler hakkındaki düşüncelerinizi detaylandırır mısınız?                                                                                                                                                                   
Çilingir: 1968 yılından beri devam eden Kıbrıs probleminin çözüm müzâkerelerinde; bir gün gelir de, adada tek bir devlet yapısı üzerinde anlaşma olursa! Adada Kıbrıs Türk Halkı’nın da sonu olacaktır. Çünkü böylesi bir mutâbakatta, AB’ye üye olan bir devlet’in garantörlük şemsiyesi de AB’ye ait olacağından, Türkiye’nin ada üzerindeki garantörlük hakkı da olamayacaktır. Böyle bir son Kıbrıs Türk Halkı’nın adadaki güvenliğini ortadan kaldıracaktır. Ayrıca, kısa bir süre sonra Rum tarafının ekonomik gücü, nüfus fazlalığı ve politik uygulamaları sonucunda; Kıbrıs Türk Halkı, yıllar öncesinde olduğu gibi bütün kazanılmış haklarını kaybedecektir.

Adanın Rum kesiminde son dönemde yaşanan ekonomik kriz kimseyi aldatmasın. Zira AB, Amerika ve hatta Rusya hiçbir zaman Rumların ekonomik yönden güçsüz kalmalarını istemezler. Zaten bu kriz de bu ülkelerin yapmış oldukları yardımlarla aşılmıştır.                                                                                                                                         
En nihayetinde Türkler, adada azınlık konumuna düşürülecek, ezilecek, katledilecek, canını kurtarabilenler adayı terk edecek ve Kıbrıs tam anlamıyla Hıristiyan batıya kalacaktır. Annan Planı bu neticeye ulaşmak için hazırlanmıştı.

Çetinoğlu: Bu mahzurlara rağmen nasıl oldu da Kıbrıs Türkleri Annan Planı’na ‘Evet’ oyu verdiler?                                                                                                                                                     
Çilingir: 24 Nisan 2004 tarihinde Adada eş zamanlı olarak gerçekleştirilen Annan Planı Referandumu’nda Kıbrıs Türk Halkı plana, % 65 Evet, Rumlar ise; %75 oranında Hayır demiştir. Aslında Rumların Hayır demesi şaşırtıcı olmamıştır! Çünkü onların Kıbrıs konusunda maksatları çok açıktır: Devam eden müzâkerelerde ciddî bir taahhüde girmeden çözümü sürüncemede bırakarak, bu süreci zamana yaymak, bu arada âdil ve kalıcı bir barışa ilişkin parametreleri ortadan kaldırarak, Kıbrıs Türk halkını azınlık statüsüne düşürmektir.                                                                                Bunun yoldu da ‘Osmosis’den geçmektedir. Osmosis kelimesinin anlamı; ‘karşılıklı iletişim’ demektir. Rum tarafının bundan anladığı bir süre sonra Kıbrıs Türk Halkı’nın asimilasyonudur.                                                                       
Hâlen devam eden müzâkereler sürecinde de Kıbrıs Rum kesimi, Kıbrıs devletinin ortaklık yapısında, ‘Kurucu Devlet’ terimini kabul etmemekte; ‘Oluşturucu Eyalet’ tanımında ısrar etmektedirler. Rum tarafının bu dayatması dahi, gelecekte Kıbrıs Türk Halkı’nın hangi akıbetin beklediğini ortaya koymaktadır.                                                                                                                   
Rumlar Annan Planı’na ‘Hayır’ demişlerdir. Çünkü bu plan onların adanın tek sâhibi olmaları yönünde, önlerine uzun bir süreç getirmişti. Onların böyle bir zamanı beklemeye tahammülleri yoktu.                                                                                                                                                        
Kıbrıs Türk Halkı’nın Annan Planı’na neden ‘Evet’ demesinin sebeplerine gelince:                                                                     
O süreçte K.K.T.C.’de öylesine bir hava oluşturulmuş, öylesine bir algı operasyonu gerçekleştirilmiştir ki! Eğer Kıbrıs Türk’ü bu plana ‘evet’ derse; Öncelikle yıllardır kendi kaderlerine terk edilmiş bu insanlara uygulanan her türlü insanlık dışı ambargolar kalkacak. AB’ye üye olacaklarından herkesin cebinde AB pasaportu bulunacak. K.K.T.C.’ye milletlerarası uçuşlar serbest olacak, adeta gökyüzünden yabancı turist yağacak… Bu arada ilk planda K.K.T.C.’ye AB tarafından 283.000.000 Euro yardım yapılacak. Kıbrıs Türk Halkı bu planı onayladıktan sonra AB’ye üye olacağından, milletlerarası arenada AB vatandaşı olarak muamele görecekti.                                                                                     
O dönemde bu pembe hayaller, aslında emperyal yalanları içeren söylemler; K.K.T.C. sokaklarını öyle bir hâle getirdi ki, sanki bütün bu vaatler gerçekleşmiş gibi her taraf AB Bayrakları ile ne idüğü belirsiz flamalarla süslendi. Şehitlerimizin isimlerini taşıyan cadde ve sokaklar; ‘Yes Be Annem’, ‘Her yol AB’ye çıkar’, ‘Barra (Rumca defol) Denktaş’ pankartlarıyla donanmıştı!                                                                                                                      
(Bakınız: ‘Elveda Kıbrıs Ama Bir Gün Mutlaka’ isimli kitabım – 2006 Toplumsal Dönüşüm Yayınları)                                                  

Böylesi bir tablonun oluşmasında, gerek yurt dışından adaya gelerek, Annan Planı’na ‘evet’ denmesi yönünde yaptıkları propagandalarla Kıbrıs Türk’ünün aklını çelen AB komiserleri, Karen Fog çocukları, o sırada K.K.T.C.’de iktidarda bulunan parti yönetimin de bu plana verdiği destek önemli rol oynamıştır.                                                                                                                       
Yine bu dönemde, Kıbrıs Türk Halkının yapılacak referandumda, ‘Annan Planına’ evet demesi için Anavatan Türkiye’den adaya gelenlerin yapmış olduğu çalışmalar da bir hayli etkili olmuştur! Sonuçta Rumlar ‘Hayır’, Türkler ‘Evet’ demiş, hayır diyen taraf kazanmış, evet diyen taraf kaybetmiştir!                                                                                                                                         
Aslında bu sonuç hiç de yadırganacak bir durum değildir. Çünkü Kıbrıs’ta yapılan müzâkereler sürecinde, Rum tarafı ne dediyse öyle olmuş; bugüne kadar adada yapılan 8 müzakere süreci öncesinde ve devam süresince; Kıbrıs Türk Halkı’na ‘sen ne istiyorsun?’ diye sorulmamıştır!                                                                                                    
Bu husus bence vatan topraklarında kanı ve canı pahasına direnmiş, Rum’a hiçbir dönemde diz çökmemiş Kıbrıs Türk’ünün; adadaki hür ve bağımsız yaşama hakkı için yapılması gereken önemli bir tercih olmalıdır.                                                                                                                          
Çetinoğlu: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Merhum Rauf Denktaş ile uzun süren derin dostluklarınız oldu. Rahmetle anılmasına vesile olur düşüncesiyle; şahsiyeti ve fikriyatı ile ilgili özet bilgiler lütfetmeniz mümkün mü?                                                                                                                                                             
Çilingir: K.K.T.C’nin Kurucu Cumhurbaşkanı, Kıbrıs Millî Dâvâmızın Lideri, Kendisini Türk Milletinin Yüksek Menfaatlerine Adamış Mükemmel Bir Devlet Adamı, İyi Bir Hukukçu, Fotoğraf Sanatkârı, Mücâhit Gazi ve Can Liderim Sayın Rauf Raif Denktaş…  

Öncelikle benim için çok önemli olan şu hususun altını çizmeliyim. Böylesine yüce bir kişiyi 1974’den beri tanıyorum. Özellikle Cumhurbaşkanlığı döneminden sonra aynı düşünce ve duygu birlikteliği içerisinde zat-ı devletlerinin yanında, daha yakınında olabilmek benim için büyük bir onur ve gurur kaynağı olmuştur.                                                               
Sayın Denktaş ile yaşanmış o kadar çok hâtıram; O’nun düşüncelerini, yüreğindeki vatan ve bayrak aşkını, Atatürk’e olan hayranlığını, inancını, iman gücünü, insan ve tabiat sevgisini anlatacak o kadar çok hâdise var ki… Bunların anlatılması için ciltlerce kitap yazılabilir, yazılmıştır ve yazılacaktır da…                                                                                                                                  
Kıbrıs konusunda, 2002-2005 yılları arasında yaşananları anlatan; ‘ELVADA KIBRIS Ama Bir Gün Mutlaka’ isimli kitabımı yayınlamadan önce kitabımın taslağını rahmetli Denktaş’a sunmuş, arka kapak yazısını da, kendisinden istirham etmiştim.                                                                                                                                                         
Ancak, uzun süre yanıtlamadı! Lefkoşa’daki, çalışma ofisini arayarak yaverinden ne olduğunu öğrenmek istedim.                                                                                                                             
Tahmin ettiğim gibi kitabımın adına takılmış, çok kızmıştı!                                                                                        
Evet, kitabımın kapak resmi, adı, son sayfasında anlattıklarım; Türkiye’nin, Türk Askerinin adadan vedasını çağrıştırıyor, hüzünlü bir senaryoyu anlatıyordu!                                                                                                                    
Fakat kitabımda dikkat çektiğim hususlar, 1878 yılında yaşanmış tarihî gerçeklerdi.                                                    

Kaldı ki, Sayın Denktaş pek çok konferansında, benim de vurgulamış olduğum o senaryoyu, dedesinin kendi ağzından dinlediğini de anlatırdı…                                                                                                                                                 Sonuçta kitabım yayınlandı. İlk işim; Kıbrıs’a giderek, kitabımı dâvânın liderine sunmak oldu.                      

O gün beni kabul ettiğinde; ‘Söyle bakayım bana, bu kitabın adını neden öyle koydun? Nereye vedâ ediyorsun?’ Dedi. Gerçekten de kızgındı.                                                                                                                                   
Kendilerine cevaben: ‘Sayın Cumhurbaşkanım, bu sorunuzu bekliyordum. Cevabını, size dedenizin anlattığı, sizin de çok kereler konferanslarında bahsettiğiniz hâtırânızla, sorunuzu cevaplandırmak isterim.’ Dediğimde, çok şaşırmıştı!                                                                                                        
Denktaş Bey’in hâfızasına kazınmış olan, hiç unutamadığı çocukluk hâtırâsı şuydu: 1878 yılında son Osmanlı Kıbrıs’ı terk ederken, adada kalan yaşlı Türkler, torunlarının kulaklarına şöyle fısıldamışlardı: ‘Gittiler fakat bir gün dönecekler. O günleri bizler göremeyeceğiz fakat sizler mutlaka göreceksiniz.’                                                                                    
Bu hâtırâsını anlattığımda; gözleri uzaklara dalmış, göz pınarlarından süzülen yaşlar, o anlamlı ortamı taçlandırırken; kendisinden O’nun neler hissettiğini çok iyi anlatan şu cümleleri duymuştum:                                                                      
  ‘Bizler; dedelerimizin 1878’de söyledikleri gibi Türk Askerini, Şanlı Sancağımızı 1960’da gördük. 1974’te ise bir daha inmemecesine Ay Yıldızlı Bayrakları göndere çektik. Bir gün gelir de, Türkiye ve Mehmetçik adadan ayrılacak olursa; böylesi bir son Kıbrıs Türk Halkının adada ki ölüm fermanı olacaktır. Allah bana böyle bir sonu göstermesin, öleyim daha iyi…’                                                                                                   
  Son cümlesi ise; şu olmuştu:                                                                                                                                                  
‘Kıbrıs adası, Türk Milleti ve Türkiye için hiçbir sebep uğruna fedâ edilemeyecek kadar önemlidir.’                                                                                                                                                
Ruhu şad olsun. Vatan ona minnettardır.                                                                                                                        
  Sayın. Rauf Raif Denktaş’ı tanıdığım, yakınında bulanabilmek şansına ulaştığım için çok bahtiyarım. Kendisini bir defa daha rahmetle anıyor, aziz hâtırâsı önünde saygıyla eğiliyorum. Kıbrıs’ta yakmış olduğu hürriyet ve Türklük ateşinin sonsuza kadar yanacağını, tâze kalacağını, emâneti olan K.K.T.C. devletine daima sâhip çıkılacağını ifâde etmek istiyorum.                                                                                                                                                                     
  Bu vesileyle; K.K.T.C.’nin 31’nci kuruluş yıl dönümünü kutluyor. Adaya atalarımızın ayak izlerini bıraktıkları ilk günden bu yana ve KKTC. Devleti’nin kuruluşu safhasında hayatlarını seve, seve fedâ eden bütün şehitlerimizi minnet ve şükran duygularımla anıyor, aziz hâtırâları önünde saygıyla eğiliyor, ebediyete intikal eden dâvâ ve gazi arkadaşlarımı rahmetle anıyorum. Hayatta olan Gazi ve Mücahit Gazi arkadaşlarımı sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

  ‘Vatan, onlara minnettardır.’
  ‘Andımız Olsun ki Bu Topraklar Bizim’

 (ÖNCE VATAN GAZETESİ, 16 KASIM 2014 Cuma)      

http://www.atillacilingir.com/kibris/


İSTİKLÂLİMİZİ TAÇLANDIRAN NİCE 30 AĞUSTOSLARIN ANISINA


  ‘’ Bu memleket tarihte Türk’tü; bugün Türk’tür ve Türk kalacaktır.’’


Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1923


(Malazgirt’i, Çaldıran’ı, Çanakkale’yi, Sakarya’yı, Lozan’ı bizlere yaşatan aziz şehitlerimizle, bizi ‘Ümmetlikten’ kurtararak, ‘Millet’ yapan Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile kahraman silah arkadaşlarının; ‘İsimsiz Yiğitlerin’, fedakâr analarımızın’ ve istiklalimizi taçlandıran nice 30 Ağustosların anısına.)

‘’ Ey uğruna yüzyıllar savaştığımız sancak,

         Türk’ün dileği seni yaşatmak ancak…


                Senden gayrı kimseye gönül verir mi zafer?


                         Tarihler tanır seni, hep cenklerde muzaffer.’’


 30 Ağustos tarihinin milletimiz ve ülkemiz için çok özel bir anlamı vardır. Her 30 Ağustos’ta; Türk Milleti’nin istiklal mücadelesinin taçlandırıldığı o zafer anını hatırlar, bu kurtuluş ve özgürlük tarihine önderlik eden, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, kahraman silah arkadaşlarını ve bu büyük zaferde; vatan toprakları için ay yıldızlı şanlı bayrağımızın gölgesinde seve, seve hayatlarını feda eden aziz şehitlerimizi, bir kez daha minnet ve şükran duyguları ile anarız.

 Her 30 Ağustos gelince çok önemli bir an daha canlanır gözümüzde, kalbimiz heyecanla çarpar onları görünce.

 O gün, mazisi zaferlerle dolu Türk Silahlı Kuvvetlerine nasp edilecek olan subayların ve yakınlarının gurur günüdür.

 Aynı zamanda da yüce Türk Milleti’nin; sinesinden çıkardığı Teğmenlerine, bu aziz vatanı emanet ettikleri ilk gündür o gün.

  Türk Milleti’nin göz bebeği olan Harp Okullarımızdan mezun olan binlerce vatan evladı taktıkları ‘ Teğmen ‘ rütbesinin onuru ile ‘Ata’ yadigârı ve savaş meydanlarının sembolü olan kılıçlarını kuşanarak ‘Türk Milleti’nin’ huzuruna çıkarlar.

 ‘Vatan ve vazife uğruna gerektiğinde seve, seve hayatlarını feda edeceklerine‘ dair ettikleri yeminin onurunu ve takmış oldukları ilk yıdızın gururunu; ‘Ulusu’ ve ‘Devleti’ ile paylaşırlar.

    47 yıl önce ‘Evrenin Sonsuzluğundan’ gelen ilk yıldızımı taktığım o çok önemli anı hala dünmüş gibi hatırlıyor, Yüce Türk Milleti’nin bir mensubu olduğum için Allaha şükrediyorum.

 Ama ondan da önemlisi öyle bir anı daha hatırlıyorum ki! İşte o anın görüntüsü ve bu görüntünün yiğit sesi; milletimizi ve devletimizi bölmek ve ayrıştırmak isteyenlere; türlü açılımlarla ortaya konulan bilinen çözümlerin, dönüşümlerin ne anlama geldiğini anlayamayacağımızı düşünerek âlemi enayi, bu teslimiyetleri görmez sananlara en iyi cevap olacaktır diye düşünüyorum.

 O da; binlerce Teğmen’in, Türk Milleti’nin onur ve gurur timsali ‘’Ay Yıldızlı Şanlı Sancağımızın’’devir teslim töreninde, etmiş oldukları yemindir.

 Bu yemin; bizi, biz yapan birlik ve beraberliğimizi, şehitlerimizin kanları ile sulanarak yoğrulan toprak ana’nın nasıl vatan olduğunu anlatır…

   Bu yeminin her kelimesi,’Türk Milletinin’ mührünü taşır. Bu yemini; milletinin huzurunda, ‘Bayrak, Silah ve Kader Arkadaşlığı’ birlikteliğiyle yapanlar, ülkemizin iç ve dış tehdit odaklarına ve onların işbirlikçilerine, korkusuzca seslenirler.

  Çünkü bu edilen yeminin içinde gerektiğinde, vatan ve vazife uğruna seve, seve ölüme gitmek de vardır; tıpkı kendilerinden önce ki yiğitlerin yaptığı gibi.

 Günümüzde, ülkemizin üniter yapısını ve yüce Türk Milleti’nin birlik ve beraberliğini tehdit eden ve bu tehditi değişik isimlerle etiketlemeye çalışan dış ve iç güçlere, kimi siyasetçilere! Dayatılmaya çalışılan ve ABD patentli olduğu artık herkesçe bilinen senaryolara, bu senaryolara güvenen kimi aktörlerin, İmralı canisinin, yılanın başının ve de meclisteki uzantılarının; ülkemizin milletiyle bölünmez bütünlüğünü, neden bozamayacaklarının cevabı; aşağıdaki yeminin içeriğinde mevcut olup;

 Bu yemini yapanların ne demek istediğini, Türk Milletine nasıl bir söz vermiş olduklarını herkesin bilmesini ve bir kez daha okumasını öneririm.

 İşte, milletimizin sinesinden çıkan o genç Teğmenlerin sesi:

 ‘’ Harbiyelim:

    Mukaddes ‘Alay Sancağının’ nöbet sırası sende. Rengi, mübarek ecdat kanının rengidir. Kumaşı, ‘Şehit’ tenidir. Pırıltısı, zaferin ışıltısıdır. Ay Yıldızı, hürriyet ve istiklaldir. Yazısı, kahramanlık ve fazilettir. Gönderi milli iradedir. Sırması, şeref ve mesuliyettir. Bütün bunlar, ‘Türk Milletinden’ sana emanettir. Bu büyük emaneti sana teslim ediyorum. Demir bileğinle onu sımsıkı kavra. Kanının son damlasına kadar daima yükseklerde tut. Onu, senden sonra sağ kalana teslim etmedikçe son nefesini vermeyeceksin. Bu sancak, nesiller boyunca ve ebediyyen elden ele verilerek daima göklerde dalgalanacaktır. Sancak nöbetçiliği, nöbet hizmetlerinin en şereflisi ve en kutsalıdır. Bu şanlı sancağı, teslim aldığım gibi lekesiz, tertemiz sana teslim ettiğimin işareti olarak öpüyor ve teslim ediyorum. Kutlu ve uğurlu olsun.

  Teğmen’im:

  Namusum üzerine ant içerim ki, Bu mukaddes nöbetimin devamınca gözümü, bir saniye olsun ondan ayırmayacağım. Sancağımı canımdan aziz bilip onu daima yükseklerde tutacağım. Renginin bedeli, kanım olsun. Pırıltısının bedeli, canım olsun. Ay Yıldızına, varlığım feda olsun. Yazısını, vicdanımda tertemiz saklayacağım. Gönderini, milli imanımla sımsıkı tutacağım. Sırması iman dolu göğsümde namus, çökmez omuzlarımda en şerefli sorumluluk olarak kalacaktır. Bu sancağı benden sonra sağ kalana teslim etmeden ölmek bana haram olsun. Nöbetimi bir ibadet vecdi içinde tutacağım. İçtiğim bu ant’a bağlı kalacağımın işareti olarak onu öpüyor ve teslim alıyorum…’’

  Şimdi bu satırlar aracılığı ile bu vatan topraklarının bütünlüğüne, milletimizin birliğine, beraberliğine göz dikerek türlü çözümlere bel bağlayan ve bu değerleri yok etmek adına türlü odaklardan medet umanlara seslenmek istiyorum:

 Siz nasıl bir muazzama ile karşı karşıya olduğunuzu görmez ve bilmez misiniz? ’’Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, İstanbullu, Trakyalı, Makedonyalı, hep bir ırkın evlatları hep aynı cevherin damarlarıdır.’’ (4. Ekim.1932) diyen; Büyük Önder Atatürk’ün, bu veciz ifadesinden de mi bir şey anlamazsınız?

  Ya da:

  Hadis-i Kutsi’nin şu mukaddes ayeti de mi bir şey ifade etmez sizin için? ’’ Yüce Allah Buyurdu ki: Benim Bir Ordum Vardır, Onlara Türk Adını Verdim, Doğuya Yerleştirdim, Âleme Düzen Ve Adalet Sağlamaya Memur Kıldım.’’( Divanı Lügat-it. Türk sayfa 292 İstanbul 1333.)

    Hala anlamadınız mı? O zaman yaşadığınız bu toprakları vatan yapan Şehitlerimizin ve Cumhuriyetimizin Kurucusu Atatürk’ümüzün sesi ile bir kez daha dinleyin:

 ‘’ Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve ebediyyen Türk olarak yaşayacaktır. (1923) ‘’ Memleket mütesait ( gelişen, yükselen ) bir birliğe muhtaçtır. Alelade politikacılıkla milleti parçalamak hıyanettir’’( 1925)

  Eğer Büyük Önder Atatürk’ün bu söyleminden de bir şey anlamadınız, ya da anlamamazlığa geliyorsanız!

 O zaman tarih sayfalarına bir kez daha bakınız, Türk Milletinin vatan ve bayrak sevdasının ne demek olduğunu; birlik ve beraberlik içinde tüm güçlükleri nasıl aştığını daha iyi anlarsınız.

 Her 30 Ağustos’ta, tören alanından geçen ‘sancağım boyun eğmez’ sadece selam verir. Özlemi giderek artan, her geçen gün biraz daha aradığımız: ‘’O Gök Gözlü Sarı Yeleli Bozkurt’a.’’

Tarihine, milletine olan sadakati, onuru, gururu ve etmiş olduğu yeminin kutsallığıyla.

  30 Ağustos. Zaferimizin 92’inci yıl dönümünü en içten duygularımla kutlar, istiklalimizi taçlandırmak adına hayatlarını feda eden şehitlerimizin aziz hatıraları önünde minnet ve şükran duygularıyla eğilirken;

 Bu zafer günümüzün anısına hazırlamış olduğum yazımı, Yüce Türk Ulusunun sinesinden çıkan Kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerinin; yani o mukaddes ‘Peygamber Ocağının’, bir zamanlar kışla kapısından verilen bir mesaj ile bitirmek istiyorum:

                                       ‘’     Üzerimize kılıç çekilmedikçe,

                                             Vatanımıza girilmedikçe,

                                             Milletimiz cefa çekmedikçe,

                                             Bizden kimseye zarar gelmez…’’


                         ‘’ Korkma Sönmez Bu Şafaklarda Yüzen Al Sancak’’


                                           ‘’  Ne Mutlu Türk’üm Diyene’’


Atilla ÇİLİNGİR.
29 Ağustos 2014
Kıbrıs Gazisi


http://www.atillacilingir.com/istiklalimizi-taclandiran-nice-30-agustoslarin-anisina/

http://www.atillacilingir.com/fotograflar/

http://www.atillacilingir.com/

**
                                           

KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 6





 KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA,  BÖLÜM 6


 '' KIBRIS, KADİM TÜRK-İSLAM YURDUDUR! ''


ATİLLA ÇİLİNGİR


Kıbrıs Gazisi, Emekli Yarbay ve Yazar   
(KKTC’nin 31. Kuruluş Yıldönümü Dolayısıyla)                                        
Yavru Vatan KIBRIS’ı Anlatmaya Devam Ediyor.


Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’nin Kıbrıs’a olan ilgisinin haklılığını ispat için Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türk yöneticilerin ortaya koyduğu deliller nelerdir?                                                                                                                                       

Emekli Yarbay Atilla Çilingir: Türkiye’nin Kıbrıs adasına olan ilgisini biraz da yakın tarihimizin sesiyle açıklamak isterim:                                                                                                                                                        

Öncelikle şu gerçeğin altına çizmek gerekir: Kıbrıs konusuna, ‘Milli Dâvâ’’ niteliğini Türk Milleti vermiştir. Dolayısıyla bu tarihî gerçek, Türkiye’nin Kıbrıs’a olan ilgisinin temelini teşkil eder.                                                                 

Diğer önemli bir husus ise; ülkemizin 1959-1960 yıllarında imzalanan Londra ve Zürih anlaşmalarından doğan ada üzerindeki hukukî haklarıdır. Hiç kimse bu anlaşmalar 1963 ve 1974 yıllarında adada yaşanan gerçekler sebebiyle ‘ortadan kalkmıştır’ diyemez. Çünkü o yıllarda yaşanan tarihî sürece Rum tarafı sebep olmuş, Türkiye’de bu anlamaların kendisine tanıdığı hukukî garantörlük hakkını kullanmıştır.                                                                                                                      

Zâten milletlerarası camia 1968 yılından beri devam ede-gelen taraflar arası müzâkereler sürecinde de, Rum tarafının hukuka aykırı bir biçimde Avrupa Birliği’ne (AB) üye olduğu 2004 yılında beri de; 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımakta, 1959 ve 1960 anlaşmalarına göre kurulan yapıyı esas almaktadır.                                                                                                                    Aslında burada göz ardı edilen önemli bir husus vardır ki, kısaca şöyle özetlenebilir: 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, 1964 yılında adanın kuruluşuyla ilgili bütün anlaşmaları feshettiğini resmen açıklamıştı. Kıbrıs Türk tarafını ortaklıktan atmış, 1963 olayları ile neredeyse Kıbrıs Türk’üne adayı zindan etmiş, 15 Temmuz 1974’te adada gerçekleşen darbe ile Helen Cumhuriyeti adında illegal bir oluşum gerçekleşmiştir.                                                                     

Fakat ne yazık ki BMT’na üye ülkeler, yaşanan bu tarihî gerçekleri göz ardı etmişlerdir. Türkiye, 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Türk Halkı’nın topluca imha edilmesini önlemek ve adanın Yunanistan’a ilhakına mâni olmak maksadıyla, garantörlük hakkını kullanmış ve duruma müdâhale etmiştir. Bu müdâhale ile sâdece adaya değil, aynı zamanda Yunanistan’a da barışı, özgürlüğü ve demokrasiyi getirmiştir. Hatırlanacağı üzere Türkiye’nin müdâhalesi sonrasında Yunanistan’da bulunan cunta yönetimi yıkılmış ve demokratik yönetim yeniden tesis edilmiştir. Buna rağmen Türkiye suçlu sandalyesine oturtulmuş, adada işgalci ilan edilmiştir. İşte bu gerçek, batılı ülkelerin ikiyüzlü politikasının ta kendisidir.                                                                                                                                                          

Özetleşmiş olduğum gerçekler, ülkemizin Kıbrıs Konusundaki haklılığının hukukî delilleridir. Bunun dışında Atalarımızın ada üzerindeki 307 yıllık hâkimiyetinin bir yansıması olarak, Kıbrıs Türk Halkı’nın ada üzerindeki hukukî haklılığını ortaya koyan en çarpıcı ve yazılı gerçek, 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin, anayasadan doğan hakla, kurucu ortağı olmasıdır.                                                                                                                                                   

Ayrıca çok önemli bir gerçek daha vardır ki, bu da adanın tapu kayıtlarında yazılıdır. Çünkü hâlâ milletlerarası hukuk kurallarıyla sâbit ‘vakıflara ait arazi ve mallarının’ adada var olan kayıtlarıdır.                                                             

Özellikle Osmanlı döneminden kalan ve tapu kayıtlarıyla belirlenmiş Lala Mustafa Paşa ve Abdullah Paşa Vakıflarına ait arazilerin Kıbrıs Türk Halkı’na aittir. 1963 olayları sebebiyle Rumlar tarafından yakılıp, yıkılan ve el konulan, Adanın güneyinde bulunan 103 Türk köyünün arazi, mal ve mülkü Kıbrıs Türk Halkı’na aittir. Adanın 307 yıllık Osmanlı hâkimiyeti döneminde, özellikle Karaman Sancağından Kıbrıs’a gelip de yerleşen Kıbrıslı soydaşlarımızın atalarının 1570’li yıllara dayanması, Kıbrıs Türk’ünün neredeyse 5 asırdan beri Kıbrıs adasındaki varlığının ve hakkının en çarpıcı delilidir.                                                                                                                                                                    

Dünya petrol üretiminin neredeyse yarısından çoğunun sağlandığı bu bölgede; Orta Asya ve Ortadoğu petrollerinin batılı ülkelere taşınmasında, önemli bir istasyon konumunda olan Türkiye; milletlerarası enerji güvenliğini sağlamak için Kıbrıs’la ilgilenmek mecburiyetindedir.                                                                                      

Unutulmasın ki, günümüzde bu ada benimdir, hukukî temsilcisi de benim diyen Rumlar, asırlar boyunca Osmanlının, Kıbrıs Türk’ünün yanında çalışmış, onların hak ve adâletine sığınmışlardır.

Çetinoğlu: Size göre, dile getirilmeyen-getirilemeyen başka gerekçeler var mı?                                                     

Çilingir: Kıbrıs adasında, Türkiye’nin ve K.K.T.C.’nin ilgisinin ve varoluş sebebinin asla silinemeyeceği, yok sayılamayacağını belirleyen çok önemli iki neden daha vardır! Bu iki hususu ülkemizin çok kritik bir süreç yaşadığı bu günlerde özellikle ifade etmem gerekir.                                                                                                               

Birinci sebep:                                                                                                                                                         

648 yılında ilk İslam donanmasının adayı ele geçirmesi sırasında, Peygamber Efendimizin Süt Teyzesi Hala Sultan Hazretleri, Şahâdet mertebesine erişmesi sonucunda burada metfundur. 1571 de Lala Mustafa Paşanın Kıbrıs’ı ele geçirmesi sırasında şehit düşen kimi tarihçilere göre 50.000, kimilerine göre ise 80.000 askerden oluşan atalarımız genellikle Güney Rum kesiminde kalan şehitliklerde yatmaktadır.                                                                                                                                      

Ve yakın tarihimizde 20 Temmuz 1974’de ‘O Gazi Topraklar’ uğruna seve, seve hayatlarını fedâ eden Mehmetçiklerimizin, Kıbrıs Türk Mücâhitlerimizin aziz bedenleri, K.K.T.C.’de bulunan şehitliklerimize emânet edilmiştir.                                                                                                                                           
İkinci husus ise:                                                                                           
Şahâdet mertebesine erişen bu kahramanların, Kıbrıs’ta göndere çekmiş oldukları; dağa, taşa işledikleri Aziz Sancağımız, Ay Yıldızlı Bayraklarımızın adada ki varlığıdır.                                                                                          
Her şey göz ardı edilebilir fakat asırlardan beri ‘O Gazi Toprakların’ Türbedarlığını yapan aziz şehitlerimizin ve onları gölgesiyle koruyup, kollayan şanlı bayraklarımızın varlığı asla göz ardı edilemez.                                                   
Bu çok önemli iki husus; Kıbrıs üzerindeki hukukî ve tarihî ilgimizin, hakkımızın da üzerine çıkan, milletimizin millî ve ulvî değerlerinin adaya yansıyan en önemli gerçekleridir.

Çetinoğlu: Kıbrıs’ta nihâî, kesin ve âdil bir çözüm için ‘olmazsa olmazlarımız’ nelerdir?                                          

Çilingir: Kıbrıs adasında kesin, nihâî ve kalıcı bir çözüm için Türkiye’nin olmazsa olmazı; 2004 yılında adada oylanan ‘Annan Tuzak Planı’’ öncesinde T.B.M.M.’de onaylanmış olan ülkemizin kırmızıçizgileridir. Açıklayacağım bu kararlar manzûmesi hâlen geçerliliğini korumaktadır.                                                                  
Bu kararlarda:

Adada iki eşit halkın var olduğu,
Adada iki ayrı devletin mevcudiyeti,
Türkiye’nin garantörlük hakkının devam edeceği,
Lozan’da kurulmuş olan Türk-Yunan dengesinin bozulmayacağı,
K.T.C.’nin bağımsızlığı, eşitliği, barışın devamı, refahı ve kalkınması için her türlü desteğin verilmeye devam edeceği belirtilmiştir.
Sıralamış olduğum hususlar adada varılacak muhtemel bir mutabâkatın içerisinde mutlak surette olması gereken hususlardır. 

Bunların bir tekinden dahi vazgeçmek, ilerleyen dönemde Türkiye ve K.K.T.C. için geçmiş dönemde yaşanan o sıkıntıların Kıbrıs’ta yeniden başlamasına sebep olacaktır. Çünkü Rum tarafının millî duruşu ve amacı hiçbir dönemde değişmemiş, değişmeyecektir. Bu duruşun baktığı taraf, adanın Yunanistan’a bağlanmasıdır.

Çetinoğlu: Bu şartları kabul ettirebilir miyiz?                                                     
Çilingir: T.B.M.M.’de kabul edilmiş ve hâlâ geçerliliğini koruyan ülkemizin kırmızıçizgilerini yıllardan beri devam eden müzâkere masasında savunmak ve muhataplarına kabul ettirebilmek, ülkemizde iş başında olan hükümetlerimizin dış politikalarına ve milletlerarası konjonktüre bağlıdır.                                       
Unutulmasın ki, millî davalar uzun soluklu mücâdeleler ve dik duruşlar gerektirir. Kıbrıs Millî Dâvâmız hiçbir sebep uğruna fedâ edilemeyecek kadar önemlidir.       
Bu yüzden ülkemizin dış politikasında çok önemli bir yeri olan ve son 60 yılına damgasını vuran Kıbrıs konusunda Türk Milletinin ve Kıbrıs Türk Halkı’nın, milletlerarası arenada kazanılmış hukukî haklarını yılmadan ve cesaretle savunmak; adadaki, kalıcı ve nihâî çözümün vazgeçilmezleri olmalıdır.                          
 Şurası unutulmamalıdır ki! Güney Rum Kesimi, adada alabileceği her şeyi almıştır. Hâlâ adanın legal hükümeti gibi tanınmaktadır. Milletlerarası anlaşmalara aykırı olarak, AB’ye üye yapılmış olup, Kıbrıs adasına yapılan her türlü ekonomik yardımdan kanunsuz bir biçimde tek başına faydalanmaktadır. Çünkü hâlâ adanın kuzeyine, Kıbrıs Türk Halkı’na uygulanan her türlü ekonomik ve siyasî ambargo devam etmektedir. Bu insanlık dışı uygulama, hem de BMTna göstere, göstere yapılmaktadır.                                                                                                                          
Bu sebeple 1968 yılından beri süregelen müzâkerelerde, Rum tarafının yegâne isteği; adanın kuzeyine yeniden dönmek, 1960’da olduğu gibi adaya bir düzen getirmek, Kıbrıs Türk Halkı’na azınlık hakkının dışında bir hak vermemek ve AB şemsiyesine sığınarak, Türkiye’nin garantörlük hakkını ortadan kaldırmaktır.                                                           
Yunanistan’ın ve batılı ülkelerin ulaşmak istediği sonuç; Enosis’tir. Yâni adanın Yunanistan’a ilhakıdır. Bu sonuç; asırlardan beri Rum Ortodoks Kilisesinin, Rum Millî Konseyinin, anavatanları Yunanistan’ın ve arkalarındaki en büyük güç Hıristiyan âleminin de hedefidir.                                                                                                                
Çetinoğlu: Güney Kıbrıs yönetiminin Avrupa Birliği’ne üye oluşu, Londra ve Zürih Anlaşmalarına aykırıdır. Buna rağmen Türkiye, üyeliğin gerçekleşmesine engel olamadı. Gelişmeleri özetleyip neden engel olamadığı hakkında bilgi lütfeder misiniz?                                 

Çilingir: Güney Rum Kesiminin AB’ye üye oluşu da, adanın Türk Milletinden ve Kıbrıs Türk Halkı’ndan söke, söke alınabilmesi için kurgulanmış, başarıya ulaşmış Bizans oyunu senaryolarından bir tanesidir.

‘Annan Tuzak Planı’ ile ortaya konulan bu senaryonun hayata geçirildiği 2004 yılında, ne yazık ki, ülkemizi yöneten hükümet bu tuzağa düşmüş, AB ile başlatılacak olan müzâkereler sürecinde neredeyse Kıbrıs Türk Halkı bu sürece fedâ edilir hâle gelmiş/getirilmiştir!

Çünkü Annan Planı’na ‘hayır’ cevabı verildiğinde otomatikman geçerliliğini kaybedecek olan bu plana, Rum tarafı ‘Hayır’ dediği halde, AB’ye üye yapılmış; adanın devlet statüsünü ortaya koyan 1959 ve 1960 anlaşmalarına göz ardı edilmiştir.

Açıkçası hem Türkiye ve hem de K.K.T.C. bu süreçte AB tarafından aldatılmıştır. Ancak o döneme dönüp baktığımızda; Türkiye’nin AB müzakerelerine başlayacağı o süreçte Türkiye; AB’nin ‘komşularla sıfır problem’ dayatması ile karşılaştı. Türkiye’ye, ‘Yunanistan’la problemlerini çözmeden müzâkere başlamaz’ deniliyordu. Türkiye, AB’ne; ‘Kıbrıs meselesi AB’nin konusu değil, BMT’nın konusudur.’ Diyemedi. Bunu rahatlıkla söyleyebilirdi çünkü o dönemde Kıbrıs, BMT’de görüşülmekte idi.

Yine o süreçte; ‘Kıbrıs konusunda tâvizler verilebilir’ anlamında sözler söylendi. Adı belirtilmeksizin Sayın Rauf Denktaş kast edilerek; ‘Kıbrıs konusu kimsenin şahsî dâvâsı değildir’ denildi. Böylece Kıbrıs konusunda tâvizler dönemi başlamış oldu. Günü gelmiş, Kıbrıs Milli Dâvâmıza ömrünü adamış, bu konuda Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk’ünün hakkını ve hukukunu başarıyla savunmuş, bir dâvâ insanına, son Türk Devletinin Kurucu Cumhurbaşkanlığını yapmış olan bir devlet adamına; o süreçte yapılan yanlışlara dikkat çekmek adına ve Türk Milletini bilgilendirmek maksadıyla geldiği anavatanından: ‘Git sen kendi ülkende davanı savun’ Denebilmiştir. Sanki Türkiye O’nun da vatanı değilmiş gibi…

Yine yıllar önce K.K.T.C.’de kimilerince yönlendirilen ve Türkiye aleyhine yapılan ayıplı mitinglere; haklı da olsa yöneticilerimizin vermiş olduğu tepkilere karşı sergilenen bir genellemede Kıbrıs Türk Halkının ‘besleme’ yerine konulduğu da unutulmuş değildir!

Bu tespitlerimi şu sebeple yaptım: Son 12 yıl içerisinde K.K.T.C’de yaşananlar, oluşturulan algılar, Kıbrıs Millî Dâvâmız, ‘verelim kurtulalım’ şekline dönüşmüş, çok tehlikeli bir sürece sürüklenmiştir. İşte böylesi bir ortam Rum tarafının, ada üzerinde eli, kolu, kulağı olan emperyal güçlerin arayıp da bulamayacakları bir ortam meydana getirmiştir.

Ancak son birkaç yıldan beri T.C. Hükümeti, adada son dönemde yaşananların, neleri kaybettirmeye yönelik olduğunun farkına varmış, Rumlara verilen tâvizlerin, onlardan daima bir adım önde olacağız söylemlerinin; çözüme katkı değil, tam tersine Rum tarafına avantaj sağladığının farkına varmıştır. Bilindiği üzere Rum tarafı, yine kendisinin yarattığı bir bahane ile ( münhasır bölgede aradıkları petrole, ülkemizin misliyle karşılık vermesini bahane ederek) devam eden müzakere masasından kaçmışlardır!

Unutulmasın ki! Kıbrıs sâdece bir ada değildir, bir simgedir. Bundan öte TC’nin bir savunma üssü, bir fay hattıdır.

Özellikle Kıbrıs konusu, kimilerinin öngördüğü gibi bir alış – veriş, borç – alacak muhasebesi hiç değildir.

Sıraladığım gerçeklerin ışığında o süreç ne yazık ki, iyi yönetilememiştir. Rumların AB’ye tek taraflı olarak üye yapılması sonrasında, ülkemizin yetkilileri de bu konuda AB’nin ve BMT Genel Sekreteri’nin ikircikli davrandıkları tespitini yaparak, ülkemize ve Kıbrıs Türk Halkı’na yapılan haksızlıkların boyutunu ortaya koymuşlardır.

Rum kesiminin 1959-1960 anlaşmalarının ilgili maddelerine rağmen, gayrı hukukî bir şekilde AB’ye üye yapılması adada var olan gerçeği değiştirmiş değildir. Çünkü GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) Kıbrıs Türk Halkı’na ve adanın tamamını temsil etmemektedir. Kıbrıs Türk Halkı’na adına bir karar verme yetkisine de sâhip değildir.

(ÖNCE VATAN GAZETESİ, 15 KASIM 2014 Cuma)

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 5





 KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA,  BÖLÜM 5



KKTC’NİN KURULUŞ SÜRECİ,

(15 KASIM 1983)  

Oğuz Çetinoğlu: 1974 yılının Temmuz ayında, genç bir üsteğmen iken, gönüllü olarak size Kıbrıs’a gitmek ve savaşa katılmak kararı aldıran duygu ve düşünceler nelerdi?

Emekli Yarbay Atilla Çilingir: Kıbrıs konusu benim için 1960’lı yıllardan beri zihnime yer etmiştir. Ada’nın 1878’de İngiltere’ye tesliminden sonra ilk defa 1960 yılında adaya çıkan Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı’nda görevli Dr. Bnb. Nihat İlhan’ın eşi ve çocuklarının 21 Aralık 1963 tarihinde Rum’lar tarafından hunharca katledilmişti. Türkiye gazetelerinde yayınlanan fotoğrafları hiç unutamadım. O zaman Kuleli Askeri Lisesi’nde 1’nci sınıfta askerî öğrenciydim.                                                
 O yıllarda Kıbrıs Türk’üne uygulanan o vahşet tablosu; beni daha gençlik yıllarımda Kıbrıs adasında yaşanan olaylara kilitlemiş, mutlaka bir gün o adada görev almayı aklıma koymuştum. Zaten 60’lı yıllar, Kıbrıs konusuna Türk Milletinin ‘’Milli Davamız’’ olarak sahiplendiği çok özel bir dönemi kapsar.                                                                                                                              
Ayrıca benim Teğmen rütbesiyle ordu da görev aldığım 1967 yılında Kıbrıs adasında Rumların, Kıbrıs Türküne karşı girişmiş olduğu tedhiş hareketlerinin şiddetlendiği bir dönem başlamıştı. Adada yaşanan bu kargaşada, Kıbrıs Türk Halkı, Rum saldırılarından kendilerini korunmak maksadıyla 28 Kasım 1967 de ‘Geçici Kıbrıs Türk Yönetimini’ ilan etmişti.                                                                    
İşte tam bu kritik süreçte; ‘Acritas Planının’ uygulayıcısı Yunanlı General Grivas’ın komutasında Yunan Alayı subaylarının ve askerlerinin de katılımıyla 5-6.000 kişilik bir kuvvetle, Kıbrıs Türk’ü için çok önemli bölgeler olan Geçitkale ve Boğaziçi bölgelerine saldırarak, 30 Türk’ü katlettiler.                

Bu gelişmeler üzerine, Türkiye ve Yunanistan arasındaki Kıbrıs meselesinin çözümü için 1965’den beri yapılan görüşmeler kesildi. Ve dönemin T.C Hükümeti Başbakanı Sayın. Demirel T.B.M.M’ de Kıbrıs’a müdahale kararı almıştı.                                                                                                                      
İşte böylesi bir dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ilk görevime başlamış; 1963 yılından beri tâkip Kıbrıs olaylarında, Kıbrıs Türk Halkının yanında, onların özgürlük mücadelesine destek verebilmek maksadıyla, Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı’nda (K.T.K.A.) görev alabilmek, gönüllü olarak onların yanında savaşmak için defalarca dilekçe vermiştim.                                                                   

Bu talebim, o dönemde karşılık bulmadı ama yıllar sonra kaderimin en önemli ödülü olarak bu şansı; 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Harekâtına üsteğmen rütbesiyle ve bölük komutanı olarak katıldığım o süreçte yakaladım.                                                                                                                        
Kıbrıs Türk Halkı’nın özgürce yaşama hakkına kavuşabilmeleri için bu savaşların tamamına katılarak ‘Gazi’ unvanı ile onurlandırılmak şerefine, 1999 yılında da; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (K.K.T.C.) yurttaşı olmanın gururuna nail oldum.                                                                                                                     
Çetinoğlu: Kıbrıs’a gittiğinizde karşılaştığınız manzara-i umumiye hakkında neler söylemek istersiniz?                                                                                       Çilingir: 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı Yunanistan’daki, cuntanın da desteği ile Rum Terör Örgütü E.O.K.B tarafından bir darbe gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanı Makarios bu darbeden hayatını zorlukla kurtarmış ve İngiliz üssü Dikelya’ya kaçmıştı. Bu darbe sonucunda, adada ‘Helen Cumhuriyeti’ adı altında illegal bir oluşum ilan edildi. Başına da, ‘Türk Kasabı’ lakaplı Nicos Samson getirildi. Adanın her yanı Yunan ve Helen Bayraklarıyla donatıldı!     Aslında bu darbenin tek bir amacı vardı! O da; ‘Acritas Planına’ göre Kıbrıs Türk Halkı’nı topluca yok etmek ve adayı Yunanistan’a bağlamaktı.                                                                                                        

Bu önemli gelişmeler üzerine Türkiye; 1959-1960 Londra ve Zürih antlaşmalarından doğan, garantörlük sıfatının kendisine vermiş olduğu hukukî yetkiyi kullanarak; dönemin hükümet başkanı Sayın Bülent Ecevit’in, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) almış olduğu karar doğrultusunda; 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs adasına askerî harekât başlatıldı.                                                           Ben ve birliğim, 21 Temmuz 1974 Pazar sabahı helikopterlerle adanın adaya indirildiğimizde; savaşın cehennemî yüzü her tarafı sarmıştı.                                                                                                           1 gün önce adaya atlayışı gerçekleştiren paraşüt birliklerimizle, aynı gün adaya indirilen diğer komando birliklerimiz, Girne kıyılarına denizden çıkartma yapan diğer birliklerimiz; o gün ve gecesinde, Kıbrıs’ta en şiddetli çatışmalardan birini yaşamıştı.                                                               

Ancak Mehmetçiğin ve bizleri yıllardır özlemle bekleyen Kıbrıs Türk Mücâhidinin korkusuz ve iman dolu yürekleri sâyesinde; savaş taktiklerinin en zor olanı, ‘ada harekâtı’ başarılmış, adada hava ve kıyı başı, birliklerimiz tarafından başarıyla tutulmuştu.                                                                                                                                             

Biz 2’nci gün, Pazar sabahı adaya indiğimizde; daha önceden adada konuşlandırılan Yunan Silahlı Kuvvetlerine mensup komando birliklerinin de desteklediği Rum Millî Muhâfız Ordusu (R.M.MO) şiddetli bir ateş gücü ve inme bölgemizi ele geçirmek maksadıyla yapmış oldukları karşı taarruzlarla karşılaştık.                                                                                                                                      Her yer yanıyordu. Cehennemi târif et deseler, işte ‘o günler cehennemin ta kendisiydi’ derdim.        

Düşmanın yoğun topçu, havan ve uçaksavar ateşi, tarlaları yakıyordu. Şiddetli rüzgâr sebebiyle bölgede biçilen, kaldırılamadığından balyalar halinde bırakılan samanlar, ateş topu hâline gelmişti. Temmuz ayının sıcağına, yanan saman balyalarının sıcağı da eklenince, bir dünya cehennemi oluşmuştu. Karşımızda savaşın acımasız yüzü vardı.                                                                               Rum bölgelerinde sıkışıp kalmış, hürriyetleri gasp edilmiş on binlerce sivil Kıbrıslı soydaşımızın yaşadığı mezâlimler, Rum çeteleri tarafından topluca katledilmelerini önleyebilmek adına ailelerini, namus ve şereflerini, vatan topraklarını; ellerindeki çakaralmaz silahlarıyla, sınırlı cephânesiyle korumaya yeminli bir avuç Kıbrıs Türk Mücahidinin mücâdelesini düşünüyor, onların çâresizliğine kahrolurcasına üzülüyorduk.                                                                                                                        

İlk gece Yunan Alayının, inme bölgesini ele geçirmek maksadıyla gerçekleştirdiği taarruzu durduran, yapılan antlaşmalar gereğince 1960’dan beri adada var olan yegâne gücümüz, şanlı K.T.K.A. müthiş bir savaşın içerisindeydi.                                                                                                

Ve yaşlı, çoluk çocuk demeden Rum vahşetinin, tecâvüzlerinin katlettiği Kıbrıs Türk’ünün adanın her yanından yükselen acı çığlıklarıyla dolu bir savaş alanı… İşte biz adaya indiğimizde böyle bir gerçekle karşılaşmıştık. Yani tam bir insan sefilliği, acı bir dram…

(Bakınız: www.atillacilingir.com videolar bölümü Soner Yalçın’ın hazırlayıp, Cüneyt Özdemir’in sunduğu ve benim Kıbrıs Savaşlarını anlattığım ‘Oradaydım’ isimli belgesel.)

Çetinoğlu: Kıbrıs hakkında, ciltlere sığmayacak bilgi birikiminiz var. 50 yıldan fazla bir zamandan beri Kıbrıs, Türkiye’nin ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın gündeminde. Bu durumun sebeplerini özetlemeniz mümkün mü?                                                                                                                                                                     

Çilingir: Öncelikle Kıbrıs adasının Türkiye için önemini belirtmeye çalışayım:                                                                                                                                      

Kıbrıs adası; Akdeniz’deki konumu itibâriyle yüzen bir uçak gemisi gibidir. Gerek Ortadoğu petrollerine ve enerji odaklı İskenderun limanına yakınlığı, Akdeniz’in eski ipek yolu dediğimiz, milletlerarası deniz yolunu kontrol edişi gibi sebeplerle; elinde bulunduran ülkeye jeo-stratejik yönden büyük bir güç kazandırır ve avantaj sağlar. Bu sebeple ülkemiz için hayatî öneme sâhiptir.         

Bunun ötesinde; Kıbrıs adası 1571’den, 1878 yılına kadar tam 307 yıl boyunca atalarımızın Osmanlı’nın hâkimiyetinde kalmış, ada halkına Osmanlı’nın medeniyetini, hak ve hukukunu aşılamış, öğretmiştir.

Daha öncesinde ise 648 yılında ilk İslam donanmasıyla fethedilen bu adada; Nebiler Nebisi Peygamber Efendimizin süt teyzesi, Medineli ilk Müslümanlardan Akdeniz’in Nuru, ‘’Hala Sultan olarak da anılan Ümmü Haram binti Milhan’ın (radıyallahu anha) türbesi bulunmaktadır.

Ülkemize 65 km. mesafede olan Kıbrıs adası, Türkiye’nin ön cephesi, milletlerarası sulara açılan yegâne penceresi, yaklaşık 1366 yıllık tarihimizin önemli bir parçası, ata yadigârımız vatan topraklarıdır.

Yukarıda sıraladığım sebepler, Kıbrıs adasının Türkiye için neden çok önemli olduğunun en çarpıcı gerekçeleridir. Onun için yarım asırdan fazla bir süreden beri ülkemizin gündemindedir.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BMT)’nin gündeminde olmasının sebepleri:

1959-1960 Londra ve Zürih anlaşmalarına göre 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, kuruluşundan 1 ay sonra BMT tarafından üyeliğe kabul edilmiş. 1961 yılının baharında İngiliz Milletler Topluluğuna, Aralık 1961’de de, IMF ve Dünya Bankasına üye olmuştur.

Ancak, ilk Cumhurbaşkanı aynı zamanda Başpiskopos Makarios, devletin daha birinci yılı dolmadan, türlü oyunlarla bu yapının kısa bir sürede bozulacağı görüşünü dile getirmekten çekinmiyordu. Çeşitli Bizans oyunlarıyla maksadına ulaşmış ve özellikle 21 Aralık 1963 tarihinde adada yaşanan ‘Kanlı Noel’ olayları sebebiyle, devletinin kuruluşunun 3. yılında Kıbrıs Cumhuriyeti, bizzat Rumlar tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Adada yaşanan olaylar sebebiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağı olan Kıbrıs Türk Halkı yönetimden uzaklaştırılmış, o tarihten 20 Temmuz 1974’e kadar devam eden ve milletlerarası camianın gözleri önünde süregelen tam bir insanlık dramı yaşanmıştır.

Çünkü Rumlar 1955 yılından beri hedefledikleri, adayı Yunanistan’a bağlamaya yönelik ‘Enosis’ yolunda hukuksuz ve teröre bulaşmış adımlar atmaya başlamıştı, Kıbrıs Türk Halkı’nı uyguladıkları izolasyon ve ekonomik ambargolarla, adanın dışına göç etmeye zorlamışlardır.

Sadece Kanlı Noel’in yaşandığı o gece yüzlerce Kıbrıs Türk’ü alçakça katledilmiş, 103 köy yakılıp, yıkılmış ve on binlerce Kıbrıs Türk’ü evini barkını, arazisini terk ederek Türk Kantonlarına, daha emniyetli bölgelere göç etmek mecburiyetinde bırakılmıştır..

Bu insanlık dışı uygulamalara, pek tabii ki, Anavatan Türkiye kayıtsız kalmamış, 25 Aralık 1963 tarihinde Garantör ülke sıfatını kullanarak; Hava Kuvvetlerimize ait uçaklarla adada yaşanan olaylara müdâhale ederek, Rumların bu tedhiş hareketlerine son vermesi yönünde ihtarda bulunmuştur.

Bu gelişmeler üzerine sözde Cumhurbaşkanı Makarios, 1 Ocak 1964’te Kıbrıs’la ilgili bütün anlaşmaları feshettiğini açıkladı. Böylece Kıbrıs Cumhuriyeti O’na göre fiilen ortadan kalmış oluyordu.

Bunun üzerine BMT Genel Sekreteri Utant’ın çağrıd bulundu ve Kıbrıs’ta Rumların sebebiyet verdiği kargaşayı sona erdirmek maksadıyla 15 Ocak 1964’te Londra’da; İngiltere, Türkiye, Yunanistan ve adadaki iki toplum lideri ile birlikte bir araya geldiler.

Ancak bu toplantıdan Rumların uzlaşmaz tavrı sebebiyle hiçbir sonuç alınamayınca; 4 Mart 1964’te BMT Güvenlik Konseyi 186 sayılı kararıyla adadaki şiddetin önlenebilmesi için Kıbrıs’ta konuşlandırılmak üzere Barış Gücü Birlikleri (BGB) ve bir arabulucu tâyinini öngördü. Böylece Kıbrıs’a Mart 1964 tarihinde 3 aylık süre için ayak basan BGB, aradan 54 yıl geçmesine rağmen adadaki varlığını devam ettirmektedir. Adada bugün dahi sanki bir kargaşa, savaş hali varmışçasına her altı ayda bir BMT kararı ile görev süresi uzatılan BGB askerlerinin hâlâ adadaki varlığını devam ettirmesi, BMT’nin Kıbrıs üzerindeki etkinliğini ve maksatlarını çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Şurası unutulmamalıdır ki! Kıbrıs adası, BMT’nin 5 daimi üyesi için her dönemde çok önemli olmuştur. Özellikle ABD’nin partneri İngiltere’nin Kıbrıs’ta bulunan Dikelya ve Agratur askerî üsleri, Amerika’nın binlerce kilometre uzaktan ada üzerinde söz sahibi olmak istemesi, Rusya’nın Makarios zamanından beri Rum kesimine olan yatırımları, burada bulunan yüzlerce danışmanı, Çin’in Ortadoğu ve Akdeniz’de askerî ve ekonomik yönden etkin bir rol almak istemesi, son dönemde İsrail’in bölgedeki, petrol ve hidrokarbon yataklarının tespiti ve çıkarılması için Rumlarla yapmış oldukları işbirliği anlaşmaları ve nihayet, Hıristiyan âleminin bu coğrafyada bu kadar önemi büyük stratejik bir adanın, İslamiyet’i temsil eden bir gücün, Türkiye’nin elinde bulunmasını istememesi, BMT’nin elinin, gözünün ve kulağının her dönemde Kıbrıs’ta olacağının, taraflar arası muhtemel bir anlaşmada dahi, kendi menfaatine yönelik bir payı alacağının en önemli yansımalarıdır.

( ÖNCCE VATAN GAZETESİ, 14 KASIM 2014 Cuma )

6 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,  


****