OSMANLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
OSMANLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,


1900'lü yılların başından Osmanlı devletini kontrol etmeye çalışan ve özellikle 1911'den itibaren orduya sızan bir Alman örgütlenmesinin var olduğu kesindi. Bunun adı "Ergenekon" değildi, ama gizli örgütü kuran Baron Rudolf Von Sebottendorff bir Osmanlı Almanı idi. Bu örgüt 1914 sonrası öyle güçlü bir hale geldi ki, Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve 2. Başkanı bile Alman generallerden atanıyordu. Yüz yıl sonra bugün Ergenekon zincirinin en güçlü halkaları olan "Alman malı" diyebileceğimiz bölümler geleneğin Osmanlı’dan beri devam ettiğini gösteriyordu. Bu konu bu güne kadar sadece birkaç kişinin üzerine gidebildiği kadim bir sır olarak kalmıştı. Ne zaman ki Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklama  yaptı konu üzerinde bu kez herkes analiz yapmaya başladı. Halbuki bu konunun köklerinin geçmişe uzanması ve karmaşıklığı bu analizlerin yüzeysel olmasını sağlıyordu. 

Namık Kemal Zeybek’in Eski Damadı gazeteci Yiğit Bulut, Habertürk’te sonunda patladı ve şunları yazdı: ‘ Murdoch'un yakın çevresinde, yönetiminde, Rebakah'nın yanı başında, " 411 el kaosa kalktı " manşeti atıldığında; öncesinde ve sonrasında Türkiye'de ve o manşeti atan 
gazetenin yönetiminde! Şaka yapmıyorum; aynı adam Murdoch ve Türkiye'deki bazı basın kuruluşlarının ortak paydası! Tekrar ediyorum: İngiltere'deki skandalları yaratanların odağındaki isim ile Türkiye'de " 411 el kaos'a kalktı " manşetini atan ve öncesinde-sonrasında halkın iradesine kastedenlerin en yakınındaki isim hep aynı; Kai Diekmann. Sonuç: 
" Ergenekon nedir " sorgulaması içinde Alman bağlantısına dikkat çekmiş özellikle Baron von Sebottendorff isminden yola çıkarak Türkiye'deki yerleşik düzenin nasıl tesis edildiğini analiz ederken çok önemli bir de not düşmüştüm; Ergenekon diye bir örgüt varsa ve bunun da "bir" numarası varsa; bu kişi Türk değil... "Ergenekon" olarak düşündüğüm yapılanma 
"Osmanlı'nın 1900'lü yılların başından 1919'a kadar etkisinde kaldığı" Almanlar tarafından tesis edilen "iskelet" üzerinde şekilleniyordu’ (81) 

Osmanlı devleti, l. Dünya savaşına ittifak devletleri grubunda ve Almanya'nın yanında katıldı. Önceleri, Osmanlı devleti savaşa katılmak istemedi. Tarafsızlığını ilan etti. Fakat Almanların baskısı üzerine özellikle İttihat ve Terakki Partisi'nin baskısı sonucu savaşa katıldı. Osmanlı Alman ilişkisi 1718 Pasarofça antlaşması ile başlamıştır. Fakat Almanlarla ilişkilerin asıl gelişmesi 1878 Berlin antlaşması sırasında oldu. Ev sahibi Almanya, burada Osmanlı devletini destekledi. Bu olay, iki devletin birbirleriyle yakınlaşmasına yol açtı. 2. Abdülhamit, Avrupalı devletler arasındaki rekabetten yararlanarak bir denge politikası oluşturmaya çalışmıştı. Özellikle Almanların anti İngilizci tavırlarından yararlanmaya çalıştı. 

Hatta ilişkiler daha da geliştirilerek Bağdat demiryollarının ihalesi Almanlara verildi. Bu ticari ilişki, Almanlarla ilişkilerin gelişmesine yaradı fakat İngilizlerin tepkisine neden oldu. Çünkü, Almanlar İngilizlerin yayılma alanlarına doğru sarkıyordu. 

l. Dünya savaşında Osmanlı orduları komutanlıklarına Almanlar getirildi. Bu durum aslında Osmanlı için bir yıkım oldu. Çünkü Almanlar, Osmanlı'nın kazanıp kaybetmesi ile ilgilenmiyor, hatta Osmanlıların doğuda yenilmesini veya zayıflamasını arzu ediyorlardı. Çünkü zayıf bir Osmanlı Almanların egemenliğine girmesi demekti. Bu konuda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun İstanbul'daki o zamanki askeri ataşesi Joseph Pomiankowiski hatıralarında şunları söylemektedir. "Mareşal Liman ile Baron Wangenheim, Berlin'den aldıkları emirleri uyguluyorlar ve herhangi bir itirazda bulunmaya cesaret edemiyorlardı" Joshp Pomiankowiski Almanların savaş politikasını şu şekilde özetler: "Alman savaş planlarının en önemlisi, Berlin-Bağdat demiryollarının açılması ve oradan Hindistan'a ulaşılmasıydı. Bunun için zayıf bir Türkiye gerekiyordu. Türkiye'nin mağlubiyeti ve zayiatı, Alman politikasının ekmeğine yağ sürerdi. Yalnız bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, bunlar Avrupa'daki harbin seyrini etkileyebilecek durumda değildi. Hele Çanakkale Boğazı'ndaki duruma hiç tesir etmezdi. Buna mukabil doğudaki yenilgiler, Türkiye'nin Almanya'ya olan bağımlılığını artırır ve böylece de Alman kuvvetleri nin Türkiye'ye yaklaşmasına sebep olurdu." (82) 

Çanakkale savaşının uzamasının temel nedeni de bu Alman politikasıdır. Çanakkale savaşı komutanı General Liman Von Sanders savaşı uzatmış ve bu savaşı Almanya'nın Avrupa'daki durumuna göre ayarlamıştı. Öyle ki Alman genel kurmayı bu konuda Liman'ı sürekli sıkıştırıyordu. Hatta onun davranışlarını gözetlemek için Von Lassow adlı bir kurmay Albayı'nı görevlendirmişti. Çanakkale savaşının uzaması Almanya için hayati öneme sahipti. Çünkü bütün itilaf devletleri boğazlardan geçmek için buraya yüklendiğinden Almanya Avrupa'da rahat nefes almıştı. Eğer bu cephe kapanırsa, Avrupalı devletler Almanya'nın üzerine yükleneceklerdi. Bundan dolayı, savaşın uzaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Hatta, Liman paşa düşmanın Saros körfezinden çıkarma yapacak diye askerleri 
oraya kaydırıyor veya gündüz gözüyle Türk askerlerini düşman üzerine plansız programsız bir şekilde göndererek ağır kayıplar verilmesini sağlıyordu. Kendisine karşı çıkan Albay Halil Sami Bey ve Albay Fevzi Bey'i görevden alıyordu. (83) 

Yine aynı mantık çerçevesinde Irak cephesine bakabiliriz. Burada Kutul Amara denilen yerde Osmanlı Ordusu büyük bir başarı elde etti ve 11000 İngiliz askerini komutanlarıyla birlikte esir aldı. Fakat Almanların Hindistan'a ulaşma hırsı yüzünden bölgede bulunan bu tecrübeli birlikler İran üzerinden Hindistan'a gönderildi. Bu durumda Irak savunmasız kaldığından İngilizlerin ikinci bir taarruzu sonucu Irak ve Bağdat düştü. Kafkas harekâtı da aynı şekilde Almanların sıkıştırması sonucu başarısızlığa uğradı. Almanlar, Orta Avrupa'da İngiliz, Fransız ve Rus kıskacından kurtulmak için Osmanlıları Ruslara karşı yönlendirdi. Almanların sıkıştırması sonucu doğru düzgün hazırlanmayan Osmanlı ordusu Aralık ayında Sarıkamış'tan Kafkasya'ya hareket etti. Mevsim savaşa uygun olmaması ve kış olması nedeniyle 90.000 askerimiz Sarıkamış'ta donarak şehit düştüler. Fakat bu durum Almanların hiç umurunda değildi. Onlar, sadece kendilerini kurtarmak istiyorlardı. Onların yönlendirmesi sonucu Osmanlı askeri Almanları doğu yönünde rahatlattı ama aynı zamanda büyük kayıplar verdi. 

Kanal cephesi de yine Almanların isteği üzerine açıldı. Almanlar, İngiliz baskısından kurtulmak ve İngilizlerin dikkatini sömürgelerine çekmek ve ayrıca, İngilizlerin Hindistan sömürge yollarının denetimini ele geçirmek amacıyla Osmanlı Ordusunu Mısır üzerine sevk ettiler. Sonuç hüsranla bittiği gibi, İngilizler Osmanlı Ordusunu takip ettiler. Hicaz, Filistin, Suriye Osmanlıların elinden çıktı. Görüldüğü gibi l. Dünya savaşına Osmanlılar Almanların bir oyunu neticesinde girmiş olmalarına rağmen, yine onların emperyal çıkarları uğruna yenilgiye sürüklenmişlerdi. Bu da bir ülkenin ordusunun komutanlığının yabancılara verilmesinin sakıncalarıdır. (84) 

HARBİYE’DE ALMANYA DÖNEMİ 

Harbiye'nin Osmanlı Sultanı Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde oynadığı rol sürekli bir kuşkuya neden olmuştur. Osman Nuri Ergin'in Türk Maarif Tarihi'nde vurguladığı üzere: Askeri Mektepler, bilhassa Harbiye talebesi Abdülaziz'in hal'ine iştirak etmişlerdir, manevra ve talim için pek nadir olarak çıkmaya mecbur oldukları zaman ise tüfeklerinde kurşun bulundur mazlar. Ergin, bu noktada Alman askeri heyetinin başında bulunan Goltz Paşa sayesinde yasağın kaldırıldığını ve onun "Asker Mekteplerinin namus ve haysiyetini kurtarmış ve yükseltmiş" olduğunu belirtiyor. Ergin, "Osmanlı ve bugünkü Türk ordusunun modernleşmesinde bu paşanın büyük bir hissesi olduğunu söylemek fazla bir metih olmaz sanırım" diyor. Prusya Genelkurmayı’nın ve Alman silah endüstrisinin temsilcisi Goltz Paşa 
ilk iş olarak ordu müfettişi sıfatıyla Askeri mektepleri ele almış olduğu gibi Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İkinci Reisi sıfatıyla da orduların taksimatı ve seferberlik teşkilatıyla meşgul olmuştur. İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet'in önde gelen askeri liderlerinin zihni açıdan yoğrulduğu ortama Goltz Paşa'nın katkısı büyüktür. I. Dünya Savaşı sırasında "Türk ordusuna kumanda mevkiinde bulunanlar kamilen paşanın yetiştirmiş olduğu kimselerdi." 
Prusya militarizmi, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet kadrolarının entelektüel birikiminde derin izler bırakıyordu. II. Meşrutiyet'e açılan süreçte "Cihet-i Askeriyye"nin durumunu saptamaya Goltz'la başlıyor ve devam ediyorum. Bu çerçevede, ordunun içinde bulunduğu koşulları değişik çizgilerle incelemek, İttihat ve Terakki'nin militarist temellerinin kavranması 
açısından önemlidir. 

Harbiye'nin istibdat Rejimi altında içerdiği çelişkilerin başlıcası "Zadegan Sınıfları"dır. Harbiye'nin bağrında "tufeyli" olarak yerleşen bu sınıflarda egemenlerin çocukları eğitim görüyorlardı. 1834'de Harbiye'nin açılmasın dan sonra burada eğitim görüp orduda büyük mevkilere geçenlerin çocukları, " Mümtaz bir sınıf " teşkil ettiler ve bu paşazadeler istibdat 
döneminde Yıldız'da " Şehzadegân Mektebi "nde Sultanın ve hanedanın çocuklarıyla birlikte okumaya başladılar. Bu "mektep" Osmanlı aristokrasisinin özel eğitim kurumu niteliğindedir. Derviş, Namık, Gazi Osman ve Tunuslu Hayrettin Paşaların oğullan bu okulda eğitim gördüler. Sonraları, Serasker Rıza, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü, Sadrazam 
Kamil Paşaların çocukları da burada eğitim görmüşlerdir. Bir süre sonra II. Abdülhamit, "zadegânlar şehzadelerin ahlakını bozuyor" gerekçesiyle onların bir kısmını Harbiye ve Bahriye Mekteplerine gönderiyordu. 1889'da II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bu imtiyazlı eğitim devam ediyordu. Bu dönemde, yüksek ulema sınıfı mensuplarının çocuklarına daha beşikte iken "Rüus" denilen rütbeler ve "Arpalık" olarak bilinen aylıklar verildiği gibi  paşaların oğullarına da henüz okul sıralarında iken livalığa ve ferikliğe (korgeneral) kadar askeri rütbeler ihsan ediliyor ve bir kısmı da Hünkâr yaverliği unvanını alıyorlardı. 
Zadegânlar, mektebin Hünkâr dairesinde yani Sultana mahsus binada kalırlar, yemeklerini halk çocuklarından ayrı bir yerde yerlerdi. 1895'te Harbiye'de 100 kadar zadegân çocuğu eğitim görüyordu. Harbiye'de zadegân sınıfı açıldıktan sonra ilk mezun olanlar arasında şu isimler yer alıyordu: Derviş Paşa'nın oğlu yaver ve Damat Halit Paşa, İsmail Hakkı Paşa'nın oğlu yaver ve damat Ahmet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa'nın oğlu Tahir Bey. Bu askeri aristokrasiye Harbiye öğrencileri tepki duyuyorlardı. Bu suretle zadegân sınıfında okuyup mezun olanlar orduda fiili hizmetlerde görev almazlar; İstanbul'da veya babaları yüksek bir memuriyetle nerede ise onların yanında işsiz ve güçsüz vakit geçirirlerdi. Bu paşazadeler sık 
sık rütbeler alırlar ve daha küçük yaşta paşa olurlardı. Paşalık böylece babadan oğula geçen aristokratik bir mevki haline geliyordu. 

İttihad ve Terakki'nin kurulduğu Askeri Tıbbiye, Alman İmparatoru'nun "Padişah üzerinde, bizzat tesiri" sonucunda ve Gülhane'yi tesise memur edilen Rider Paşa'nın çabalan ile açılıyordu. Askeri Tıbbiye için Haydarpaşa' da büyük bir bina yaptırılıyor ve İstanbul'da bulunan tıp öğrencileri buraya naklediliyordu. 600 bin altın liraya mal olan yeni mektep binası yalnız öğrencinin yatmasına mahsus kışla kısmı ile bir eğitim binasından 
müteşekkildi. Bu 600 bin altın lira gibi muazzam bir rakama mal olan bina İstanbul'daki mekteplerden taşınan kırık dolaplar, harap karyolalarla döşeniyordu. Dershaneler, koğuşlar, tüm bina aksamı uydurma yapılıyordu. Okulda çamaşırhane, mutfak, banyo, dezenfeksiyon, poliklinik daireleri hatta teşrih enstitüsü binaları yapılmamıştı. Binaya muazzam para 
harcanıyor ancak öğrenciler önemsenmiyordu. Askeri tabiplerin eğitimi alabildiğine yetersizdi. "Hastane ve laboratuvarlara yapılan masraf hemen hiç hükmünde idi. "Binlerce Anadolu köylüsünün omurgasını oluşturduğu orduda neferlerin sağlığı önemsenmiyordu. Ancak, Prusya Genelkurmayının, Rusya karşısında tutunabilecek güce sahip bir Türk ordusuna stratejik çıkarları doğrultusunda bakması bu alana Alman uzmanların el atmasını 
getirdi. Rider Paşa, Askeri Tıbbiye'yi yeniden organize etti. Almanlar, daha sonra orduda ve tıp alanında yüksek mevkiler işgal edecek olan beş hekimi bu ülkeye eğitime götürdüler. 

Bunlar; Süleyman Numan, Asaf Derviş, Ziya Nuri, Kerim Sebati, Eşref Ruşen idi. 1900 yılında Almanya'ya gönderilen genç askeri tabiplerin bu ülkedeki tüm çalışma programları Rider Paşa tarafından adım adım izleniyor, ülkeye dönüşlerinde Gülhane'de kendilerine birer hocalık veriliyordu. Ordunun tüm önemli eğitim kademelerinde Alman askeri 
uzmanların etkinliği varlığını duyuruyordu. 1904'e kadar Gülhane Askeri Tıbbiye Mektebi, Rider Paşa'nın, 1904-1907 arası yine Alman Dayke Paşa'nm idaresinde faaliyetlerini sürdürüyor, 1907'de ise Almanya'dan gelen Viting Paşa yönetimi devralıyor ve 1914'e kadar görevini sürdürüyordu. 1914-1918 zaman aralığında ise Almanya'dan gelen Zelling ve Browning bir "Tababet-i Askeriye Tatbikatı Mektebi" halini alan Gülhane'yi yönetiyorlardı. İttihad ve Terakki kurucularından İbrahim Temo, "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye"ye 1887'de kaydolduğunu belirtiyor ve "müdür-i umumi" Miralay Namık tarafından kendilerine yapılan baskıdan söz ediyor. Bu baskılar dayanılmaz bir hal almış olmalı ki Temo "anılar"ında, 
İstibdat rejimine rağmen nasıl harekete geçtiklerini anlatıyor: 

'Bu baskıya karşı talebe grev yapmaya karar verdiğinden mesele büyüdü. Hep birlikte mektep binasını izinsiz terk ettik ve mektebi boşalttık. İş fena bir şekil aldı. Demirkapı ile mektep binası ciheti askeri birlikler tarafından abluka altına alındı. Bir hafta sonra çıkan irade-ı Padişahı ile talebe mektebe kabul olundu. Fakat mektep idaresi, mesuliyetten kurtulmak için, güya hepsi değil de, 340 talebeden yalnız 32 kişinin kabahatli olduğunu 
Saraya rapor etmişler. Padişah da talebenin bu hareketinden ürkmüş olmalıdır ki, ikinci bir yemin etmek şartile affetmiş.’ (85) 

Askeri okullardan yükselecek bir muhalefetten çekinen II. Abdülhamit, uzlaşma yolunu tercih ediyordu. Bunda söz konusu okullardaki örgütlü muhalefetin çapı hakkında yeteri kadar istihbarat akışının bulunmamasının da etkisi olmalıdır. Temo, "hükümet-i müstebidenin" yaptığı baskının, "ufak bir propaganda" ile "bir hareketi milliye ve hürriyet fikri" temelinde "siyaset muhiti" oluşturduğunu belirtiyor. İbrahim Temo, Sarayburnu'nda bulunan "tıbbiye-i askeriyye"de arkadaşları ile kurdukları "cemiyet"ten söz ediyor. Bu gizli örgütte, İbrahim Temo, İshak Sukuti, Mehmet Reşid, "o zaman çok sofu olan" Abdullah Cevdet kurucudurlar. Arnavut, Kürt ve Çerkez kökenli bu şahsiyetler, 1889 senesinin 21 Mayıs günü ellerini birleştiriyorlar. Temo'nun "Etnik-i Eterya" komitesine benzettiği bu oluşumun amacını belirlerken, "aziz vatanın bugünkü durumu ve idare tarzıyla yok olup 
gideceğini hepimiz biliyoruz" diyordu. Temo, "çok ihtiyatlı olarak çalışmaya başladık ve mensubunun çoğalmasına gayret sarf ettik. Güvenilir ve hür fikirli birçok vatansever talebeden İstanbul dâhilinde epeyce vatandaşı cemiyete dâhil ettik" diyor. İbrahim Temo, kurdukları gizli örgütün ilk toplantısına katılanları şöyle sıralıyor: O zamanki adliye yüksek 
memurlarından Hersekli Ali Ruşdi, gazete muharrirlerinden İzmirli Ali Şefik, tıbbiyeli Asaf Derviş (Paşa) (müderris), Muharrem Girid (Şam Tıp Fakültesi muallimi), Dr. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti, Şerafeddin Mağmumi, Çerkez Mehmed Reşid (86) Bu toplantıda bulunan isimlerden Asaf Derviş Almanya'ya eğitime gönderilen beş hekimden biridir. 

Kendisine "cemiyet"in kasadarlığı görevi veriliyor. Osman Nuri Ergin Türk Maarif Tarihi'nde Asaf Derviş'in de aralarında bulunduğu bu beş kişilik grup için şunları yazıyor: 

‘Rider Paşa bu hekimlerin burada yaptığı gibi Almanya'da tahsildeyken de peşlerini bırakmıyordu. Orada tahsil edeceklere dersleri ve takip edecekleri yollan bizzat tespit ve takip ediyordu. Gönderilen hekim hangi şubede tahsil edecekse İstanbul'da Rider Paşa'dan emir alır ve gittiği yere kendisinin daha önce tavsiye edilmiş ve yerinin hazırlanmış olduğunu görürdü. Bu hekimler bütün hatları tafsilat ve teferruatına kadar çizilmiş, bir program mucibince Almanya'da hocaları, İstanbul'da Rider Paşa tarafından adım adım takip 
edilmek suretiyle tahsil görmüşlerdir.’ 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

26 Aralık 2016 Pazartesi

KAFKASYA 1846 YILINI UNUTAMADI .. UNUTTURMAYACAĞIZ DA BÖLÜM 3



 KAFKASYA 1846 YILINI UNUTAMADI .. UNUTTURMAYACAĞIZ DA BÖLÜM 3






1860 yılında Kabartay'dan Türkiye'ye 237 aile göç etti. Oysa göç etmeyi isteyenlerin sayısı bini aşıyordu. Kafkas yönetiminin resmî verilerine göre, 1860–61 yılları içinde Osmanlı İmparatorluğu'na, her iki cinsten 10 bin 343 kişiden oluşan 941 Kabartay ailesi göçmüştü.

1860 yılından itibaren muhacirlikte bir hareketlenme gözlenmektedir. Kafkasya Ordu Komutanlığı dağlıların Türkiye'ye gönderilmesi sürecini iki aşamada öngördü:

1) Türkiye'ye göç etme isteği gösteren ya da mecbur edilen Çerkeslerin dağ boğazlarından ve Kuzey Kafkas boylarının yoğun olarak yaşadığı Karadeniz kıyılarındaki yerleşim yerlerinden sürülmeleri;
2) Dağlıların deniz yoluyla Türkiye'ye götürülmeleri.

Mal varlıklarının bir kısmını, asıl olarak da sürülerini yanlarında götürememeleri için, dağlıların Kafkas dağlarını aşarak kara yoluyla göçü yasaklanmıştı.

Muhacir gruplarının yurtdışına çıkarılması için ayrılan limanlar, Suhumi, Soçi, Tuapse, Novorossiysk ve Anapa idi. Buralara Türk nakliye gemileri ve özel tekneler yanaşabiliyordu.
1863 yılında Kafkas üst yönetimi gayri resmî yollardan göç edilmesine engel olunmaması yönünde emir verdi. Böylece, Türk kaçakçıları kıyıya yanaşma ve dağlıları götürme imkanı bulmuş oldu.

1860 yılında Kafkas ordusu Çerkeslerin Osmanlı İmparatorluğu'na göçünün ilk aşamasını gerçekleştirmeye girişti ve onları dağlardan kıyılara sürdü. Bu amaçla ve eş zamanlı olarak Adagum, Şapsug, Abadze ve Dahovsk birliklerinin Çerkes köylerine baskınları başlatıldı. Yıllar süren savaşta güçleri tükenen Kazılbeygüler, Başılbeygüler, Tamovgiller ve Beslenlerin bir kısmı 1859 Şubat'ında boyun eğeceklerini ilân ettiler; 1859'da Biceduklar, Ağustos'ta Temirgoylar,  Mahoşevler,  Egeruklar, Beslenler, Şakirevgiller ve Kuban ötesinden Kabardinler;
Kasım’da Abazalar; 1860 Ocak ayında Natuhaylar ve Pshovlar tamamen teslim oldular. Bu boyların hepsi, nakledilmek üzere,  Karadeniz kıyılarına sürüldüler. Beslengiller sürgün edilmeye inatla direndiler, ancak 20 Haziran 1860'ta aniden kuşatıldıklarında teslim olmak zorunda kaldılar ve 4 bin Beslen ailesi öteki dağlı sürgünlere katıldı.

Yukarıda adı geçen boyların sürülmesinden sonra, 1Temmuz 1861'de, Kafkas Ordusu Başkomutanı Büyük Prens. Mihail, Savunma Bakanı'na şu bilgileri veriyordu: Büyük, Küçük Zelencuk, Urupa, Laba ve Hodz nehirlerinin yukarılarında yaşayan ve sayıları çok fazla olmayan dağ boyları, adlarını tam vermek gerekirse, Kazı Ibeygüler, Başı Ibeygiller, Bagovfeiller, Şakirevgiller ve Tamovgiller, kendilerine Türkiye'ye taşınma izninin verilmesi talebiyle Kuban ve Tersk bölgesi ordu komutanlığına başvurmuşlardır. Bize düşmanlık besleyen ve yağmalama alışkanlığı olan bu boyların, dağlardaki bize ait Kazak yerleşimlerini sürekli endişe ve kaygı içinde bırakan üstünlükleri dikkate alınarak, ücra dağlık yerlerden düzlüklere sürülmeleri ancak silah gücü kullanarak mümkün oldu. Yukarıda anılan boylardan Türkiye'ye gitmeyi isteyecek olanlara yol vermesi için General Graff Evdokimov'a izni, onlara göç öncesinde Şebelda üzerinden Suhum-Kale'ye yol almaları iznini, insan ve zaman kaybı olduğunda sorulacağı açık olduğu için, ben verdim. Kendisine Kutais Genel Valiliği görevi verilen kişiye de, onların Türkiye sınırlarına geçirilmesine yönelik üzerine düşen bütün önlemleri alması için emir verdim.

1864 Mart'ına doğru Rus birlikleri Çerkeslerin Kafkas dağlarının kuzey yamacı ve Psezuapse'ye kadar olan kıyı bölgesinden sürülmesini tamamladı. Mayıs 1864’te Batı Kafkasya'nın bütün Çerkes boyları, artık kontrol altına alınmış, büyük çoğunluğu Karadeniz kıyılarına gönderilmiş ve Türkiye’ye götürülmeyi bekliyordu. Bunun ardından Çar hükümeti, ikinci aşama olan Çerkeslerin Türkiye'ye gönderilmesi safhasına el attı. Türkiye'ye göçmeyi tercih edenlerin dışında, Kuban'a yerleştirecek pek fazla kişi kalmamıştı. Kafkas makamlarının resmî verilerine göre, sadece 130 bin dağlı Kuban bölgesine gitmiş, diğerleri Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşme isteği göstermişti. Öte yandan, Kuban'a yerleştirilmiş olanlardan bir bölümü de sonradan Türkiye'ye göç etme talebinde bulundu. 1864 yılında onlar da gittikten sonra, Kuban bölgesinde kalan dağlıların sayısı 100 bin ile 80 bin kişiye düşmüştü.1865 yılının verilerine göre ise, Kuban bölgesinde sadece 60 bin dağlı kalmıştı.

Dağlıların Türkiye'ye nakledilmesinde başlıca engel, taşımak için yeterince tekne bulunmamasıydı. Bu yüzden Çerkesler, aylar boyunca Karadeniz sahilinde açık havada beklemek zorunda kalıyorlardı. Bu da, birçok dağlıyı, özellikle de kadın ve çocukları telef eden salgın hastalıkların yayılmasına neden oldu. 1864 Mart'ında Büyük Prens Mihail Savunma Bakanı'na şu bilgiyi aktarıyordu: Kafile başkanlarından alınan istihbarata göre, taşınma, şimdilik Türk takaları ve Trabzon konsolosunun bize göndermiş olduğu tek bir Türk gemisi ile gerçekleştirilmekte. Söz konusu araçlar bu denli sınırlı olsa da, sadece Tuapse'den, geçtiğiniz ay 14 bin can yollanmıştır. Cuba nehri ağzında, Konstantinovsk, Anapa ve Taman'daki takviye ile nakliye ufak ufak da olsa, epeyce anlamlı boyutlarda sürmektedir.


4 Nisan 1864 tarihli telgrafta Prens Mihail, Çardan şu ricada bulunuyordu: Fetih işi, yurtdışına çıkarma işleminin kolaylaştırılmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Kumpanya ve savaş gemilerinin bu işte kullanılması için ısrarla izninizi rica ederim.6 Nisan 1864 tarihinde, Savunma Bakanı General Milyutin, Prens Mihail'e Çarın cevabını iletiyordu: "Hükümdar İmparator'un, İmparatorluk Alteslerinin Karadeniz'in batı sahilinin asi yerleşimcilerden nihai olarak arındırılması konusundaki çağrınızı özel bir memnuniyetle okuduğunu, Cihanşümul Lütufkârın, Haşmetmeaplarımızın, göç eden dağlıların Türkiye'ye nakli için gereken harcamaların yapılmasına izin verilmesini buyurduğunu, bununla birlikte, masrafların olabildiğince kısıtlı tutulmasına özel bir ilgi atfedileceğinden bütünüyle müsterih olduğunu, bilgilerinize sunarım.

Bu amaçla Rus Gemicilik ve Ticaret Şirketi ile yapılan görüşmeler başta iyi gitti ve dağlıların nakli için üç büyük gemi ayrıldı: " Anapa ", " Elbrus " ve " Redut-Kale ". Ancak sonraları anlaşma bozuldu. 

Rus Gemicilik ve Ticaret Şirketi'nin bu işten vazgeçmesinden sonra, Kafkas yönetimi, Kuzey Kafkasyalıların Türkiye'ye nakli için donanmaya ait gemilerin kullanılmasına niyetlendi. Bunun için gemilere ticarî bandıra çekilecekti. Ancak bu konuda görüşü sorulan Amiral Glazenapa'nın, "Ticarî bandıra çekilmesi son derece zordur: Gemi evraklarının bağımsız özel bir kişi ya da kuruluş üzerine yapılması gerekir. Taşıma Türk gümrük muhafızlarının kontrolüne tâbi olacak ve onların devlet malı olduklarını gözden kaçırmak mümkün olmayacaktır" cevabı vermesi üzerine bu önlemden de vazgeçilmek zorunda kalındı.

Sonunda Kafkas yönetimi şu karara vardı: Dağlıların nakledilme işini Türk gemilerine teklif etmek ve özel tekneler kiralamak. 17 Nisan 1864'te Çar hükümeti, Kafkasya Genel Valisinin dağlıların nakli için Türk gemilerini kullanma önerisine, "silahlı olmamaları" şartıyla izin verdi. Özel teknelere gelince, 1862 yılında Kerç'te, buharlı gemiler kişi basma 4 ruble 40 kuruş, yelkenli gemiler ise kişi başına 4 ruble taşıma fiyatıyla kiralanmıştı.

Batı Kafkasya dağlılarının göçü tamamlandıktan sonra, Rus hükümeti Doğu Kafkasya'dan, özellikle de Çeçenistan’dan benzer bir sürgün başlatmaya niyetlendi. Bölgede, boyunduruk altında ancak tam anlamıyla barışçıllaşmamış ve Rus yönetimine sürekli huzursuzluk kaynağı olan müthiş kalabalık bir nüfus vardı. Çeçenler ve İnguşlar arasında ülkeden göçüp gitme hareketliliğini yaratan girişim Tersk bölgesi yöneticisi Tuğgeneral Loris Melikov'dan geldi. Eskiden Çar ordusunda hizmet etmiş bir subay olan ve Türkiye'de yaşayan General Musa Kunduhov bu işte ona yardımcı olmayı vaat etmiş, 3–4 bin, Çeçen ailesini Osmanlı İmparatorluğu'na göçmeye ikna edeceğine söz vermişti.

Kunduhov'un ajitasyonu, Çeçen nüfusun tam da Rus yönetimine daha tehlikeli görünen ve sürgün edilmek üzere mimlenmiş olan kesimi arasında başarılı olmuştu. Çalikov, "ustalıkla yerleştirilen ağa düştüler" diye yazar,
Loris Melikov ve Musa Kunduhov'un marifeti sonucunda 1865–66 yıllarında, her iki cinsten 23 bin 57 kişiden oluşan 4 bin 989 Çeçen ailesinin (Karabulaklar ve Nazranovlar) Türkiye'ye göçü başladı.

Ayın 22'sinde Daho  Müfrezesi Tuapse nehri boyunca aşağıya doğru 13 verst ilerledi... Şapsığlar birliğe engel olmadıkları gibi yaşlı heyetleri çeşitli yönlerden karşılamaya çıkıyorlardı. Hepsi taleplerimizi derhal karşılamaya hazır olduklarını bildirdiler. O gün dağlardan kaçan birkaç Rus esir birliklerimize geldi... Yöredeki bütün Şapsığların şaşkın halde olduğunu anlattılar. Harekâtın ani olması ve hızı, gök gürültüsü gibi herkesi sersemletmişti. Büyük kısmı ailelerini ve eşyalarını çıkarmak için evlerine koşmuştu. Fakat Şapsığ yaşlıları ve halkın çoğu kayıtsız şartsız itaat ettiğini bildirirken, küçük Dağlı grupları yan taraflarda gizlice birliğe eşlik ediyor ve nasıl olursa olsun bize zarar verebilmek için fırsat kolluyorlardı. Bazen sağ bazen de sol taraftan silah sesleri geliyordu..."

  "Birkaç Türk koçerması karaya çekilmiş, kıyıda duruyordu. Türkiye'ye giden Dağlılarla doluydular. Hemen yakında karıları, çocukları ve mallarıyla göçmenler büyük bir kamp kurmuştu. Burası tam Tuapse nehrinin ağzında, milden oluşan geniş bir alandı.

Aşağıda, koçermaların yanaştığı deniz kıyısında taştan derme çatma yapılmış bir dizi baraka vardı. Bu barakalarda eskiden Türkiye'den gelen tüccarlar kalıyordu. Şimdi ise burada göçmen aileleri kötü havadan korunuyordu... Daho Müfrezesi Tuapse ağzı yakınında 23 Şubat'tan 4 Mart'a kadar kaldı. "

"Bu arada ele geçirilen bölge biraz temizlenmişti. Şapsığlara göç etmeleri için verilen süre dolmuş, onlar da verdikleri sözü yerine getirmişlerdi. Türk koçermalarının yanaştığı kıyıdaki kamp her gün büyüyordu ve müfrezenin ayrılma zamanı geldiğinde çok büyük ölçülere ulaşmıştı. En kısa süre Şapsığlara tanınmıştı, ama Dağlılar buna hazırdı. 

Daha sonbaharda, kuzey eğiminden onlara birkaç kez, yurtlarını önceden bırakmayanlardan birliklerin harekâtı sırasında hemen göç etmelerinin isteneceği bildirilmişti. Şapsığ toplulukları kıyıda toplanırken dağların kuzey tarafından da büyük Abzeh grupları geliyordu. Onlara sonbaharda verilen süre l Şubat'ta dolmuştu ve Pşeha Müfrezesi çoktan Psekups'un üst taraflarında harekâta başlamıştı. Gitmek için bekleyen göçmenlerin Tuapse'nin ağzından yukarıya doğru 2 verst ve yanlardan 2 verstlik arazide kalmalarına izin verildi. Yapabilenler ve zaman bulanlar kendilerine tahtalardan derme çatma barakalar yaptılar. Tam gemilere yükleme yapılan yerde her gün kalabalık bir pazar kuruluyordu... Fiyatlar inanılmayacak kadar düşmüştü. Sekiz pudluk iyi bir boğa bir gümüş rubleye, koç yirmi kapiğe veya bir çeyrekliğe satılıyordu... Atlar sudan ucuzdu. Büyükbaş hayvanlar ve koyunlar yiyecek olarak talep görüyordu, atlar ise yem olmadığı için sadece yük oluyordu... Ayrıca rublelik Dağlı atları pek sağlam değildi. Doğrusu dağlara iyi tırmanıyorlardı, ama pek zayıf ve güçsüzdüler. 

Düzgün bir at, eyeri ve koşumuyla birlikte dört beş rubleye alınıyordu. Bazen iyi cins atlar da düşüyordu. Onlara yirmi, otuz ve daha fazla fiyat biçiliyordu. Buna karşılık cins olmayan Dağlı atları çok kolay elde ediliyordu, fiyatları kapikle sayılıyordu... Asıl ticaret kalemi ise silahtı. Dağlılar Türkiye'de silah taşınmasına izin verilmediğini biliyorlardı. Zengin işlemeli değerli kılıçlar yok pahasına satılıyordu,
"Türkiye'ye göç etmeye karar veren Dağlılar ilkbaharda toprağı ekip biçebilmek için yeni yerlerine erken varmakta acele ediyorlardı... Yolculuk için farklı, bazen oldukça yüksek fiyatlar isteniyordu. Daha çok para kazanmak isteyen gemiciler çok büyük miktarda yolcu alıyorlardı. Ancak 30-40 kişi alabilecek gemiye 200-250, hatta 300 kişi dolduruyorlardı, hem de eşyalarıyla. Güvertede nasıl yerleşirlerse hep öyle kalmak zorundaydılar. Yatmak, uzanmak bir yana geçecek yer bile yoktu... Elbette insanı çileden çıkaran bu sahnelerin dikkat çekmemesi mümkün değildi. Birlikler deniz kıyısına gel¬dikten hemen sonra tedbirler alındı. Velyaminovski karakoluna göçün gidişatını düzenlemek üzere bir subay tayin edildi... Ne yazık ki, Tuapse'de alınan tedbirler çok etkili olmadı... Henüz birliklerimiz tarafından ele geçirilmeyen ve Ruslar gelmeden gitmekte acele edenlerin toplandığı yerlerde en kötü suiisti¬maller oluyordu.

... Sık sık rastlanan manzara şuydu: Koçerma bir yere yanaşıyor, daha karaya çekilmeye fırsat kalmadan çevredeki Dağlılar hücum ediyorlar ve neredeyse zor kullanarak kendile¬rini çabucak götürmesi için sıkıştırıyorlardı...
Son olarak, Osmanlı İmparatorluğu'na göç ettirilen Kuzey Kafkasyalıların niceliğine ilişkin verileri gözden geçirmek kaçınılmazdır. Çerkes halklarının tarihine "İstambılak İueşhue" (Büyük Göç) adı ile kazınmış olan 1857–1864 göçünden sonra Batı Kafkasya nüfusu yüzde 90 azalmıştır. O dönemin resmî belgeleri göçmenleri üç kategoriye ayırıyor:

1) Taman, Anapa, Novorossiysk ve Tuapse'den, Özel Komisyon denetiminde göç edenler. Bu kategoride olanlar parasal yardım alıyorlardı.

2) Batı Karadeniz'in farklı noktalarından Türk tekneleriyle Kafkasya'yı terk eden göçmenler. Bunların sayısının ancak bir kısmı tespit edilebilmiştir.

3) Resmî makamların denetimine tâbi olmaksızın Türk tekneleriyle Tu, Neçepsuho, Cuba ve Pşadı nehirleri yoluyla giden muhacirler.


Kafkasya Genel Valiliği'nin resmî verilerine göre, 1863–64 yıllarında Batı Kafkasya'dan Türkiye'ye 312 bin kişi götürülmüştü. Kuban bölgesinden (Büyük ve Küçük Kabarda ve Don Rostov'una kadar olan topraklardan) 1858–64 yıllarında götürülenlerin sayısı yaklaşık 398 bin kişi olarak kabul ediliyor.
Resmî verilere göre, 1858–64 yıllarında, Kuzey Kafkasyalıların göçüne ilişkin toplam harcama, önemli bölümü tekne sahiplerine ödenmiş olan 289 bin 678 ruble 17 kuruştu.

Böylece  I.Nikola’nın  “Her  ne  pahasına  olursa  olsun  bütün  dağ  kavimlerinin   pasifize  edilmesi  ve  karşı   koyan  olursa   vurulması”  emri  yerine  getirilmiş  oldu.
R.  Fadeyev'in verilerine göre,   1864 yılında Türkiye’ye göçmüş olan dağlıların sayısı (gözden kaçan 15 bin göçmen dahil) 210 bin kişidir. Ona göre, 1865 yılında, 40 bin civarında insan sürgün edilmişti ve gidenlerin sayısı genel olarak 250 bin kişiye ulaşmaktaydı. Birleşik Kafkasya gazetesinin, 1964'teki birinci sayısında tercümesi yayımlanan, R. Fadeyev'in "Çarın Generali Kafkasya'da" adlı makalesinde, bu sayı l milyon kişiye çıkmıştı.

Ad. Berje, 1858–64 yılları arasında Türkiye'ye 493 bin 194 dağlının göçmüş olduğunu söylüyor. Ad. Berje'nin belirttiğine göre, 1864 yılında, "Gagra'dan Kuban nehri ağzına kadar Kafkasların başlıca dağ dizilerinin tüm sakinleri Osmanlı İmparatorluğu'na yollanmıştı...

Rus ve bu arada Sovyet tarih bilimi, göç eden Kuzey Kafkasyalıların ortalama sayısının tespiti için, Kafkasya Genel Valiliği'nin resmî istatistik verilerini temel alıyorlardı. 1864'ten sonra göç eden dağlıların sayısı, L.G. Lopatinski'ye göre 500 bin kişiyi aşmaktadır. A.H. Kasumov, 1858 ile 1867 arasında resmî kayıtlarda da 500 bin olarak gösterilen ve 470 bini Adige-Çerkes olan Türkiye'ye göç eden Kuzey Kafkasyalı dağlı sayısını şüpheli bulduğunu açıklayarak, XIX. yüzyıl ortalarına doğru Kuzey Batı Kafkasya'da bir milyondan fazla Adige'nin yaşadığına, "Kafkas Savaşı ve Türkiye'ye sürgün sona erdikten sonra ise bu halktan sadece 100 bin kişi kaldığına" işaret ediyor.Tarihçi ve etnograf D.E. Ercmecv, 1.8 milyona yakın dağlının Türkiye'ye göç ettiğini, ancak taşınma esnasında zor koşulların ve alışkın olmadıkları iklimin yarattığı hastalıklar nedeniyle önemli bir bölümü telef olduğu için, 1875–76 yıllarında l milyon civarında olduklarını hesaplamaktadır. Ancak başka bir araştırmacı, Alexandre Grigoriantz'a göre ise, 1863 yılında, birkaç ay içinde Türkiye'ye gönderilmek üzere 500 bin civarında Çerkes ve 120 bin Abaza toplanmıştı ve göçmenlerin toplam sayısı sadece 1864 yılında 750 bin kişiydi.Resmî verilere göre, 1883'te Kafkasya'da, sadece 56 bin 423 Çerkes ki bunlardan 16 bini Abaza'ydı, 12 bin Biceduh ve ancak 2 bin 500 Şapsug yaşıyordu.

Çağdaş Rus yazarı R.G. Landa, farklı kaynaklara dayanarak, göç eden Kuzey Kafkasyalıların sayısının l ile 3 milyon arasında gidip geldiğini söylemektedir. Aynı yazar, "Osmanlı İmparatorluğu'nda göçmenlerin, XIII. yüzyılda gitmiş olan Türkmenlerin, Kırım Tatarlarının iyi kötü, ama en çok da Çerkeslerin, millî bilinçlerini koruduklarını" da yazmaktadır.

Başka İki Rus yazarı, V.E. Davidoviç ile S.Y. Suşçiy, Güney Rusya'nın Kültür Oluşumunda Etnik ve Yöresel Faktörler adlı ortak araştırmalarında, birçok araştırmacıdan edindikleri verilere göre, farklı etnik topluluklara ait 350 bin ile 700 bin kişinin Rusya'yı terk ettiğini belirtmektedirler.
Bu suretle göçen dağlı sayısı, Rus ve Sovyet tarih yazımında 500 bin ile l milyon arasında görünmektedir.           

Osmanlı hükümetinin Kuzey Kafkasya'dan gelen muhacirin, sayısına ilişkin resmî verileri Takvim-i Vekayi gazetesinin bir sayısında yayımlanmıştı. Gazetenin verdiği bilgiye göre, padişahın, 1870 yılında, Babıâli'ye ziyaretlerinden birinde, ülkenin genel gidişatı tartışıldığı sırada, ona Kafkas muhacirlerine ilişkin özel bir rapor sunulmuştu. Bu rapora göre, boylar halinde göçen ve 1272 (13.IX.1855–31.X.1856)'den 1280 (17.VI.1863)'e dek Osmanlı İmparatorluğu vilayetlerine yerleştirilenler toplam 311 bin 333 kişiydi.1280 (18.VI.1863- 18.VI. 1864)'de gelmiş olan muhacir sayısı 283 bindi. Böylece resmî Osmanlı verilerine göre, göçmenlerin sayısı 1864 Haziran'ına dek 595 bin kişiyi bulmuştu. Bu sayıya sadece yerleştirilmiş olanlar dahildir.

Hâlbuki o sırada, 1281 (6.VI.1864–26.V.1865) yılında Anadolu'ya 87 bin muhacir daha gelmişti.

Türk tarih yazımımda, (bu ülkede yaşayan Kuzey Kafkas cemaatinden araştırmacıların çalışmaları da dahil) Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden dağlıların sayısının l milyon ile 2 milyon kişi olduğu kabul edilmektedir. Türk tarihçi Ali Meram Kemal, "Sadece 1860 ile 65 yılları arasında Kafkasya ve Kırım'dan l milyon insanın sürgün edilmiş olduğunu ele alırsak, Balkanlara gönderilmiş olan 300 bin muhacir ile Suriye'ye ve Ürdün'e nakledilenler çıkarıldığında, sadece Anadolu'da 600 binden çok göçmenin yerleşmiş olduğu ortaya çıkar" demektedir. Kafkasya tarihi araştırmacısı General İsmail Berkok, bu sayıyı l milyon kişi olarak belirlemektedir. Bir başka Türk yazarı Erel Şerafettin de bu sayı için, l milyon kişi der. Araştırmacı Fuad Dündar'a göre, "1859–1879 yıllarında Kuzey Kafkasya'dan 2 milyon dağlı ayrılmış, bunlardan sadece 1,5 milyonu Osmanlı topraklarına ulaşabilmiştir".

Kemal Karpat'ın kanaatine göre, 1859'dan 1879 yılına  dek olan dönemde, çoğunluğu Çerkes, 2 milyon insan Rusya'yı terketmiş, bunlardan ancak l milyon 500 bini hayatta kalabilmiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nda yerleştirilmişti. 1881'den 1914'e kadar bir kez daha Rusya'dan, çoğu Kuzey Kafkasyalı olan, Kazanlı Tatarlar ve Ural Müslümanlarından 500 bin kişi ayrılmıştı.
Türk tarihçi Ahmet Hazer Hızal, Osmanlı İmparatorluğu'na l milyon 500 bin kişinin göçtüğünü kabul ederken, Ahmet Cevat Eren sadece 600 bin demektedir.1865–66 yıllarındaki Çeçen göçünün başını çekenlerden biri olan Musa Kunduhov'un anılarında da, 600 bin sayısı ile karşılaşılır.
Rumeli'den Türk Göçleri adlı kitabı hazırlayan Bilal Şimşir’e göre, Osmanlı İmparatorluğu'na l milyon 500 bin Çerkes göçmüştü. Kafkas kökenli Türk araştırmacı General Salih Polatken, "l 000 000 civarında insan yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı" demektedir. Türk tarihçi Ahmet Cemal Şener, bazı kaynaklarda göçmenlerin sayısının 500 bin kişi, bazılarında ise 2 milyon kişi civarında verildiğini yazmakta.

Bir diğer Türk tarihçi olan Abdullah Saydam, Osmanlı hükümetinin istatistik verilerini temel alıp muhacirlerin yüzde 25-30’lara ulaşan ölüm oranını ve 1865 sonrasında gelenleri de ekleyerek, Osmanlı İmparatorluğu'na 1856–1876 yılları arasında Kırım ve Kafkasya'dan l milyon - l milyon 200 bin muhacirin geldiğini hesaplamaktadır.

Türkiye'de yayımlanan İslâm Ansiklopedisi ile Türk Ansiklopedisi'nde verilen sayıların oldukça farklı olması ilginç bir olgudur, İslâm Ansiklopedisi sayıyı 1 milyon 500 bin göçmen olarak verirken, Türk Ansiklopedisi'nde sadece 500 bin kişiden söz edilmektedir. Türk dergisi Nokta'da, "Büyük göç sırasında, Osmanlı İmparatorluğu'na 2 000 000 kişi göç etti" denmiştir.
Türkiye'de ve Ortadoğu'da yaşayan Çerkes yazarların açıkladıkları sayıları ayrıca ele almak gerekir. Önemli Çerkes tarihçilerinden, aynı zamanda Türkiye'deki Kafkas diasporasının faal bir öncüsü olan İzzet Aydemir, Göç /Kuzey Kafkasyalıların Göç Tarihi başlıklı araştırmasında sayıyı l milyon 500 bin kişi olarak verir. Kafli Kadircan, Anadolu'ya l milyon 616 bin Kuzey Kafkasyalının geçtiğini hesaplar. Psimaho Kosok (Ketsev), Kuzey Kafkasya'dan ancak l milyon Çerkes muhacirin ayrıldığını ve 200 bin kadar Oset ve Çeçen muhacir olduğunu tahmin etmektedir. Vassan Giray Cabagi, sayıyı, diğerlerinden biraz eksik, 780 bin kişi olarak veriyor. Çerkes Tarihi'nin yazarları Hayri Ersoy ve Aysun Kamacı, yaygın olan verilerin l milyon ile l milyon 500 bin göçmenden söz ettiğini belirtmektedirler.
İttihat ve Terakki döneminde İstanbul'da çıkan Çerkes gazetesi Guaze'nin yazdığına göre, l milyon 760 bin Çerkes, Osmanlı İmparatorluğu'nda ikinci bir anavatana kavuşmuştu.

Ürdün'de yaşayan Çerkes yazarı Mohammad Kheir Haghandoqa ise, 1858–78 yılları arasında Kuzey Kafkasya'dan l milyon 500 bin muhacirin ayrıldığını ve bunlardan 600 bininin Çerkes olduğunu tahmin etmektedir. Shaukat Mufti (Habjoko) sayıyı 500 bin olarak belirtse de, Hayati Bice'ye göre, 1859–79 yıllarında Anadolu'ya göç eden Kuzey Kafkasyalıların sayısı 2 milyondu. Bu sayı, Nihat Berzeg'in saptadığı sayıyı tutmaktadır.

Çerkes araştırmacı R. Traho'nun ilk kez 1959 yılında Münih'te yayımlanan Çerkesler adlı kitabında, 1859–1864 yılları arasındaki göçmenlerin l milyondan fazla olduğu belirtilmektedir.

Batı tarihçiliğinde, 1859–1864 yılları arasındaki Kafkas muhacirlerinin sayısının l milyon kişi olduğu görüşü hâkimdir. Peter Alford Andrews de, Türkiye Cumhuriyetinde Etnik Gruplar adlı çalışmasında, sayıyı l milyon göçmen olarak belirler, R. Konqvest ise, Kafkasya'dan 600 bin kişinin ayrılmış olduğunu hesap etmiştir. Alman yazarı Saks da aynı sayıyı vermektedir.  Amerikalı yazar Justin Mc. Carthy'nin verdiği bilgiye göre, Rusya ve Balkanlardaki bütün muhacirlerin gitmesiyle birlikte Anadolu'nun Müslüman nüfusu 1878'den 1911'e dek yüzde 50 oranında artmıştı.

En düşük göçmen sayısı, 200 bin kişi, İran kaynaklarındadır. Böylece, ortaya farklı veriler koyup, birçok da kaynak incelendiğinde, yolda ve Karadeniz'in Anadolu kıyılarındaki geçici muhacir kamplarında telef olanlar da hesap edilince, 1857–1866 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşmiş olan Kuzey Kafkasyalıların sayısının l ila 1,5 milyon kişi olduğu sonucuna  ulaşılabilir.


Murat Paşpu: Vatanından Uzaklara Çerkesler  Sayfa 35 Chiviyazıları İstanbul 2004
Murat Paşpu: Vatanından Uzaklara Çerkesler  Sayfa 32-33 Chiviyazıları İstanbul 2004


KAFKASYA 1846 YILINI UNUTAMADI .. UNUTTURMAYACAĞIZ DA BÖLÜM 2



 KAFKASYA 1846 YILINI UNUTAMADI .. UNUTTURMAYACAĞIZ DA BÖLÜM 2








    Osmanlı sultanlarının kendilerini Çerkeslerle çevrelemeleri, bazı tarihçilere göre, iktidarın belli bir istikrara kavuşmasına yol açmıştır. Çerkeslerin kana kan geleneğinin Osmanlı sarayında da benimsendiği dikkate alındığında durum daha iyi anlaşılır. XIX. yüzyılda sultanın zorla tahttan indirilme olayı sadece bir kez olmuştur (1876'da Abdülaziz). Buna karşın, komploya karışanların hepsi, Mithat Paşa'nın evinde toplantı yaptıkları bir sırada devrik sultanın akrabası olan Çerkes Hasan tarafından öldürüldüler. 

Çerkeslerde kan bağlarının güçlü olması, Türkiye'de saygın bir mevki sahibi olmayı başaran bir Çerkes'in akrabalarını etrafına toplayıp, onlara olabildiğince iyi bir yaşam düzeyi sağlamaya gayret etmesini gerektiriyordu. Yeni gelen akrabalar da, yaşam şartları  düzelip sıra kendilerine geldiğinde, geride kalan akrabalarını yanlarına çekiyorlardı. Karadeniz kordon boyunda görevli bir komutanın kölelerin Türkiye'ye nakli konusundaki 6 Kasım 1843 tarihli raporunda belirttiği üzere: "Başlangıcı tarihin derinliklerine uzanan bu utanç verici ticaret, dağlılara, Türkiye'de sadece sıradan kişilerle değil Babıâli'nin ileri gelenleriyle de bağlantı kurma imkanı sağlamıştır. Dağlılar tarafından küçük bir bedel karşılığında satılan erkek çocuklarının yüksek makamlara yükselmeleri ve Osmanlı İmparatorluğu'nda yüksek düzeyde devlet adamı olmaları az rastlanan bir durum değildi. Anapa civarlarından bir Natuhay olan Hafız Paşa ve Gelencik berisinden bir Şapsug olan Halil Paşa buna örnektir."Kafkas Genel Valiliği tarafından Çerkezistan'da 1837'de hazırlanan bir raporda, "Türkiye'de önemli devlet görevlilerinin Çerkezistan'da eş durumundan akrabaları bulunduğu" önemle belirtiliyordu. Bu nedenle Kafkasya ile kaçak ticaret, Babıâli'nin koyduğu yasak fermanlarına rağmen, üst düzey yerel yöneticiler tarafından gizlenip, üzeri örtülerek kolaylık görmekteydi.

Kuşkusuz, damarlarındaki Çerkes kanı, Osmanlı sultanlarının dağlıların Türkiye'ye nakli karşısındaki tutumlarının oluşmasında kendisinden beklenen rolü yerine getirmiş; Çerkeslerin Osmanlı sarayında önemli makamları ele geçirmelerinde, devlet çarkında ve orduda göçe yaklaşılmasında en önemli faktörlerden biri olmuştur. Bu sübjektif yaklaşım, Türk tarih yazımında, dağlıların Osmanlı İmparatorluğu'na göçlerinin bir nedeni olarak işlenmektedir. Ancak, Türkiye'deki Kuzey Kafkas diasporasının bazı yayınlarında, dağlıların Türklerle yoğun bağlarının olması ve Türklerin göçü teşvik etmeleri, "Osmanlı yönetiminin göçe daveti" olarak değerlendirilmektedir."

Çerkeslerin göçünün yığınsallığının nedenlerinden biri olan Kuzey Kafkas boylarının sosyal yapıları üzerinde özellikle durmak kaçınılmaz olmaktadır. Bütün öteki Kuzey Kafkas boylarında olduğu gibi, Çerkes halkının da köylüler ve köleler üzerinde yükselen kendi aristokratları (Doğu Kafkasya'da prensler, uzdenler-saraylı sınıfı) vardı. Bu yapıya ilk darbe, çar yönetiminin köleliğin lağvı emriyle vurulmuştur. Son darbe ise, Çerkes soylularına kölelerini azad etmeleri konusunda verilen talimat oldu. Ancak Çerkes cemaatine asıl darbe, Rusya'daki feodal hakların iptali ve Çerkes prenslerinin ve uzdenlerinin köylülere özgürlüklerini iade etmek zorunda kalmaları olmuştur. 

Bu dönemde birçok Çerkes derebeyi, rızalarıyla köylülerini azad etmekten kaçınmak için, tebaalarıyla birlikte Türkiye'ye göç kararı almışlardır. Bir Çerkes prensinin, yetiştirilmesi için oğlunu yolladığı köylük yöre, geleneklere göre ona akrabalık bağlarıyla bağlı sayılırdı. Bundan dolayı prens ve uzden ile birlikte birkaç köyün bütünüyle göç ettiği görülmüştür. Kafkas savaşlarında yer almış olan General R. Fadeyev'in de kabul ettiği gibi: "Türkiye'ye göç eden dağlılara derebeyliklerinin mensuplarını da toplu olarak yanlarında götürmelerine izin vererek, aynı zamanda kendimizi, çalışkan, barışçıl ve asla tehlikeli olmayan insanlardan oluşan iş görebilir bir kitleden mahrum ediyorduk."Abaza Prensi Açba Türkiye'ye göç ettiğinde, onu bin "akraba" köylü izlemişti. 1864 yılında Kafkas iktidarında Abhazya'nın yöneticisi Mihail Şirvaşidze'nin, yanına 20 bin Abaza'yı alarak Osmanlı İmparatorluğu'na göçmeyi planladığına dair bir şüphe uyanmıştı.

Çerkes asillerinin buna benzer geçişleri, dağlıların gidişini çıkarına gören Kafkas iktidarının, Türkiye'ye kitlesel olarak geçiş girişiminde bulunmalarına engel çıkarmaması ile daha da kolaylaşıyordu. Hatta kruvazör tatbikatı sırasında, Türk kervansaraylarında mahsur kalan dağlıları götürecek olanlara geçiş izni verilmesi için Rus gemilerine talimat verilmişti."

Göçü elverişli kılan faktörlerden sonuncusu da, Kazak çavuşların ve yerli Rus polis yetkililerinin, özellikle Kafkas savaşı bittikten sonra işgal altındaki yerli halka yönelik davranışlarındaki zorbalıktır. Kazakların, basit suçlar yüzünden Çerkesleri öldürdüğü, ancak cezasız kalmış cinayet sayısının hiç de az olmadığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Çerkesler, kendilerini pek de dikkate almayan Rus makamlarına şikâyette bulunmaktan çekiniyorlardı. Savunmasız kalmışlık duygusu, Kafkas savaşı bittikten yıllar sonra bile, Kuzey Kafkasyalılar arasında Türkiye'ye göç etme isteğinin canlı kalmasına yol açmıştır. Halk içinde, savunmasız bir biçimde Rus komşularının zulmüne terkedilmiş oldukları kanaati kök salıyordu. Bu durumda tek kurtuluş Türkiye'ye göç olabilirdi. R. Fadeyev, "Çerkes nüfustan arta kalanları kovmak gerekseydi, hükümet, adalet duygusunu zedelemeden başka yöntemler de bulabilirdi" diye yazmıştı.

Çerkeslerin Osmanlı İmparatorluğu'na kitlesel göçlerinin temel nedenleri ve bunu kolaylaştıran faktörler bunlardı.

Dağlıların zorunlu sürgün kararı alındıktan sonra, çar hükümeti bu uygulamanın diplomatik altyapısını oluşturmaya yöneldi. Bu hazırlığa, 1858'de, ilk gönüllü göçmen gruplarının Anadolu'ya geçişiyle birlikte girişildi."1859 Haziran'ında, Osmanlı İmparatorluğu Dışişleri Bakanı, İstanbul’daki Rus Elçisi Prens Lobanov Rostovski'yle yaptığı görüşmede, "Son zamanlarda olağanüstü ivme kazanan ve Babıâli'de sıkıntı yaratan", Müslümanların Rusya'dan Türkiye'ye göç serbestîsinin sınırlandırılması konusunda ricada bulunmuştu. Görüşme sırasında bakan, Rus hükümetinin, göç ve Rus Müslümanlarının Türk uyruğuna geçişleri konusundaki niyetini anlamak istemiş ve muhacirlerin ara vermeksizin hızlanan sel gibi akışı karşısında endişelerini belirterek, "bundan böyle göçün bir düzen dahilinde yapılmasını, her iki hükümetin önceden karşılıklı anlaşması olmaksızın gerçekleşmemesini" talep etmişti. Bu görüşmeyi Osmanlı İmparatorluğu Dışişleri Bakanlığı resmî notası izledi. Bu notayla Türk hükümeti, Rus tarafının, Kafkas Müslümanlarının göçü ve Türk uyruğuna kabul edilmeleri durumunda Rus vatandaşlık haklarını kaybedip etmeyecekleri konusunda görüşünü bildirmesini resmen istedi.

Çarlık hükümeti, bu notayı Türk tarafıyla Kuzey Kafkas Müslüman halklarının Türkiye'ye göçü hakkında anlaşma sağlayacak görüşmeler için uygun bir araç olarak değerlendirdi. Sorun İmparator II. Aleksandr ve Kafkas Ordusu Başkomutanlığının incelemesine sunuldu. Ardından 26 Ocak 1860'ta, Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu'ndaki temsilcisine, Türk hükümetinin notasına verilen yazılı cevap geldi. Elçiye hitaben yazılan önyazıda ayrıntılarıyla şunlar belirtiliyordu:

"Haşmetmeapları, aşağıdaki maddelerin cevap olarak kabul edilmesini buyururlar:

1) Biz hiçbir zaman, bizim dışımızdaki devletlerin, hükümetimizin izni olmaksızın bizden ayrılanları tebaalarına alma haklarını tartışmadık ve hâlâ da bu iddiada değiliz.
2) Bizim Müslümanlarımız, oraya yerleşmek üzere değil de, Kâbe’yi ziyaret etmek için Türkiye'ye çıkış izni talebinde bulunuyorlar. Biz, dinî inancın bir gereği olan bu isteğin yerine getirilmesine karşı duramayız, durmayı da istemeyiz.
3) Devletimizin hükümetinin onayı olmaksızın gidip herhangi bir devlete yerleşmek olmaz. Burada bunun uluslar arası hukuk ilişkileri kapsamında açığa kavuşturulması gereksizdir.
4) Göç izni, alışılmış yurtdışı pasaportu ile değil, daima yazılı özel bir belgeyle verilmektedir.


Göç daima süresiz bir zaman için gerçekleşmektedir.

Bir kişiye izin verilmiş olmasının anlamı, o kişinin kendiliğinden Rus tebaasından çıkmış olduğudur.
Bu kurallar ayrıca tasdik gerektirmez.
... Hükümdar İmparator'un yukarıda işaret ettiklerine bir ekleme daha yapmak uygun düşer:
Arzu ederiz ki, bizden ayrılanlar sınırlarımıza yakın yerlere yerleştirilmesin.
Babıâli ile olan dostluk ilişkilerimize dayanarak söz konusu girişimi önlemeye çalışınız. Türk hükümeti böyle bir şeye karar verirse, bizim de haklar konusunda telâşlanmamız gerekmeyecektir.

Lobanov Rostovski, bu yazıyı aldıktan sonra Türk hükümeti ile Çerkeslerin göçü konusunda görüşmelere başladı. 1863 baharında da Feld Mareşal Baryatinski, Karadeniz kordon boyunun sol yamacından 3 bin dağlı aileyi Osmanlı İmparatorluğu'na göndermeyi öngördü.


Türk hükümeti ile Kuzey Kafkas Müslüman halklarının ve boylarının göçüne ilişkin görüşmeleri hızlandırmakla özel olarak görevlendirilen Tuğgeneral M.T. Loris-Melikov İstanbul'a gönderildi. Ad. Berje'nin de tanıklık ettiği gibi, "Ona verilen görev, Babıâli göçmenleri kabul etmediği takdirde önümüze çıkabilecek zorlukların neler olabileceği konusunda Çar’ın temsilcisi Prens Lobanov Rostovski'yi aydınlatmaktı. Tuğgeneral M.T. Loris-Melikov bu görevi mükemmel bir biçimde yerine getirdi ve Prens Lobanov Rostovski'yle birlikte, Türkiye'nin sınırlarımızdan uzağa yerleştirmeyi taahhüt ettiği 3 bin aile için gerekli izni Babıâli'den kopardı. Bunun ardından, göç 1860, 1861 ve 1862 yıllarında da diplomatik yazışmaya gerek olmaksızın sürdü".

Türk hükümetinin başta 40 bin ile 50 bin dağlının göçüne, göçün aşamalı olarak cereyan etmesi şartıyla, onay verdiğini belirtmek gerekir.Ancak, Türkiye Göç Komisyonu'nun verilerine göre, sadece 1863 yazında Anadolu limanlarına ulaşan göçmen sayısı 80 bindir.

16 Ocak 1860 yılında Osmanlı hükümetinin girişimiyle özel bir göç komisyonu, Muhacir Komisyonu, kurulmuştu. Bu komisyonun başına Çerkes asıllı Trabzon Valisi Hafız Paşa getirildi. Muhacir Komisyonu, kurulduğu andan itibaren Ticaret Bakanlığı'nın yönetimine bağlandı. Ama Temmuz 1861'den itibaren buradan koparak, bağımsız çalışmaya başladı.Hafız Paşa'dan sonra komisyonun başına Trablus Valisi İzzet Paşa getirildi. Yönetim kuruluna ise birkaç Çerkes ağayla birlikte, aynı zamanda Edirne mutasarrıfı da olan Bidcan Paşa girdi. Komisyonun görevleri arasında, Karkas muhacirlerin geldiği tüm limanların kontrolü, göçmenlerin iaşe ve ibadeleri ve yerleştirilecekleri yerlerin tayini de vardı.19 Mart 1875 tarihinde komisyon lağvedildi ve İçişleri Bakanlığı bünyesinde bir müdüriyet oldu.

Dağlıların sürgünü konusunda diplomatik altyapı hazırlanırken, Rus hükümetinin önündeki başlıca sorunlardan biri de, göç sonrasında, muhacirlerin geriye dönüşünü engellemeye yönelik alınacak önlemlerin geliştirilmesi olmuştu. Kuban yöresi yöneticisi, göç etmiş şahısların Kuban bölgesine geri gelmelerinin, buradaki dağlı nüfusun zihnini bulandıracağını düşünüyordu. Rus hükümeti, Türk propagandası ve Rusya'ya karşı büyük düşmanlık aşılanmış olduğu ve bunun dağlılar arasında yeni çalkantılara neden olacağı düşüncesiyle, Türkiye'ye yerleşmiş olan Çerkeslerin geri dönmesinden sakınıyordu. Ancak muhacirler, Türk makamlarının vaatlerini yerine getirmediğini gördükleri için, göçten hemen sonra geri dönme isteğinde bulunmuşlardı. 6 Haziran 1861 tarihinde Kafkas Ordusu Komutanı Prens Orbeliani Savunma Bakanlığı'na sunduğu bir raporda şunları yazıyordu: "Türkiye'ye farklı zamanlarda ve hatırı sayılır kitleler halinde gönderilmiş olan Kuzey Kafkas sakinlerinden göçmenlerimizin büyük bölümü, beklenildiği üzere, Babıâli'nin himayesi altında çıkar ve rahatlıklar konusunda verilen vaatlerle aldatılmışlardır ve bu nedenle de son zamanlarda, ısrarla, yurtlarına dönmek için fırsat arayışı içindedirler." Hatta 1902 yılında, bir Çerkes topluluğu, Kafkasya'ya gönderilmeleri talebiyle Samsun'daki Rus Konsolosluğunu işgal etmişti.

Göçmenlerin   gittikleri  yerlerde  düştükleri  zor  durum  onları  ana  vatanlarına   geri  dönmeye   sevk  etti.1864  yazında  100 Şapşığ  ailesi  Kafkasya’ya   geri  dönmek   isteğiyle  İstanbul’daki Rus  elçisine  başvurdu.Onların  ardından   Samsun’da  bulunan  Natuhaylar’dan  100  başvuru  daha  geldi.Göçmenler değil  Kuban  topraklarında , Sibirya’da, Solomki’de  bile  yaşamaya  razı  olduklarını   yazıyorlardı. Din  değiştirme   ve  askerlik  dışında   bütün  şartları  kabul  ediyorlardı.1872’de 8.500  Çerkes  ailesi  İstanbul’daki  Rusya  Konsolosu İgnatiyev’e  bir  dilekçe  ile  başvurdular. “Sekiz  yıldır  beylerimiz eziyetler  çektirerek  bizi  akıl almaz  bir  esaret  altında  tutuyorlar.Yapılan  hataların  ağırlığını  itiraf  ederek, 8.500  aile   adına aşağıda  imzası  bulunan bizler  Onun  (Çar’ın)  yüksek  himayesinden   yararlanmak  için   geri  dönmemize   izin  verilmesini   rica  ediyoruz. Bunun  için  her  türlü  fedakarlığa  hazırız”
Rusya'nın İstanbul Elçisi İgnatyef ve Trabzon Konsolosu Moşnov dağlıların geri dönme isteklerini rapor ediyorlardı. İgnatyef'in Çerkeslerin Kafkasya'ya geri dönme talepleri konusundaki bir raporu üzerine Çar, 18 Mart 1865 tarihinde bu işe bir nokta koydu: "Dağlıların geri dönüşü söz konusu bile edilemez." Bunun üzerine İgnatyef'e, konsoloslara dağlıların geriye göçünü reddetmeye yönelik, buna uygun önlemler alma emrini vermesi için talimat verildi.3 Nisan 1865'te İgnatyef, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Rus konsoloslara Çerkes muhacirlerin geri dönüşünü kesinlikle yasaklayan bir talimat gönderdi. İgnatyef'in talimatından sonra Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Rus konsoloslukları, Türk tebaasındaki Çerkeslerin pasaportlarına vize vermemeye başladılar. Çerkeslere Rusya İmparatorluğu topraklarında kısa süreli bulunma izni bile verilmedi. Bir Çerkes muhacirin böyle bir talebi üzerine İstanbul'daki Rusya Başkonsolosu konuya son noktayı koydu: "Reddedildi. Başkonsolosluk muhacirlerle hiçbir şekilde muhatap olmayacaktır."

1883 yılında İstanbul'daki Rusya Elçiliği konsoloslara yeni bir talimat gönderdi: "Rusya'ya gidecek olan Türk tebaalıların pasaportlarına vize verilirken, Türk vizesi edinen Kafkas çıkışlıların, bu konuda ilgili makamların bir ön pazarlığı olmaksızın, sınırlarımıza geri dönmemeleri için olağanüstü bir dikkat gösterilmesi...' 1861'den itibaren, Rusya İmparatorluğu Bakanlar Kurulu kararına uygun olarak, Türkiye'den yasadışı yollardan dönüş yapan dağlıların geri gönderilmelerine ya da, Ural'a veya Orenburg'a yerleştirilmelerine karar verilmişti. Bazı dağlılar kendi başlarına Kafkasya'ya dönüyorlardı. Kafkas Ordusu Başkomutanı Büyük Prens Mihail, bu tanıklığı abartılı saysa da, Kafkas ordusunun istihbarat birimlerinin verilerine göre, 1860–65 yılları arasında, bu yolla 200–300 kişi geri dönmüştür. 22 Eylül 1886 tarihinde, Kafkasya'daki Vatandaşlık Dairesi Başmüdürü General Prens Dondukov-Korsakov, "Kafkasya Yöresi Valileri, Bölge ve Çevre Yöneticilerine Gizli Genelge" yayımladı. Bu genelgede, "Temelli yerleşmek üzere göç etmiş olan Kafkasyalı Müslümanların Türkiye'den geri dönüşleri hakkında son yıllarda ulaşan istihbarı bilgiler göz önüne alınarak, Sayın Valilerden ve Çevre Yöneticilerinden, kendilerine bağlı yerel polis görevlilerine, sınırlarımız dahilinde ortaya çıkan herkesi sıkı bir biçimde gözetlemelerini önermelerini rica ederim. Amaç, daha önce geri gelmeme yükümlülüğü ile yurtdışına göç etmiş kişilerden geri dönenleri tespit etmek ve bunları derhal bölgeden uzaklaştırmaktır" deniyordu.

Burada, Rusya'nın Kafkas muhacirlerinin geriye göçü konusunda takındığı tavrın Türk tarafının tutumuyla çakıştığını belirtmek gerekir. Aynı şekilde, Türkiye de, dağlıların Kafkasya'ya dönüşlerinin engellenmesine yönelik önlemler alıyordu. Mülteciler arasında gelişmekte olan memnuniyetsizlik ve geriye dönme isteklerini ifade etmelerine had safhada olumsuz yaklaşıyordu. Meselâ, 1865 yılında, Ardahan bölgesine yerleştirilmiş olan 1.200 Çerkes Kuzey Kafkasya'ya geri dönme girişiminde bulunduğunda, Türk makamları bunların üzerine düzenli birlikler yolladı. Bundan öte, olabildiğince çok Müslümanı kendi topraklarına çekmekte çıkarı olan Türk makamları, usulüne uygun altı aylık pasaportlarla Türkiye'ye gelmiş olan diğer Rus Müslümanları bile pasaportlarına el koyarak muhacir ilân ediyorlardı.

Kuzey Kafkasyalıların Türkiye'ye göç ettirilmelerinin diplomatik hazırlık aşamasında, Türk ve Rus tarafları arasında şiddetli görüş ayrılığı ve tepki yaratan konu, Çerkeslerin Osmanlı İmparatorluğu'nda yerleştirilecekleri yerlerdi. 1864–66 yıllarındaki Çeçen göçü sırasında özel bir güncellik kazanmış olan bu sorun, iki devlet arasındaki diplomatik yazışmanın ana konularından biri olmuştu.





Osmanlı hükümetinin, Çerkeslerin, Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı bölgelere ve Rus sınırı yakınlarına yerleştirilmesinden çıkarı vardı: Bir savaş durumunda, Rusya'ya karşı düşmanlık duyguları ile doldurulan Kafkasya dağlılarının savaş deneyiminden yararlanacaktı. Dağlıların imparatorluk sınırı yakınlarına yerleştirilmelerinin ardındaki tehlikeyi fark eden Rus hükümeti, bu uygulamaya olabildiğince karşı koydu. Rusya'nın sert ve olumsuz tepkisinin başlıca nedenlerden biri de, bütün Türk-Rus savaşlarında, Rus ordularının Asya savaş sahnesindeki başarılarını, Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı bölgelerin Hıristiyan sakinlerinin yardımına borçlu olduğunun bilincinde olmasıydı. Kafkas Müslümanlarının bu bölgelere yerleştirilmesi böylesine önemli bir stratejik dağılımı değiştirecek güçte bir tehditti. Rusya'nın diplomatik baskısı sayesinde, 1860–64 yıllarında, muhacirlerin önemli bir bölümünün Küçük Asya'nın iç taraflarına ve Balkanlara yönlendirilmesi sağlandı. Buna karşın, Türk hükümeti Kafkas makamlarına, 1864–66 yılları arasında göçecek olan 5 bin Çeçen ailesini, Erzurum ve Kars vilayetleri dahilinde Soğanlık sıradağlarından Van gölüne kadar uzanan alana yerleştireceğini bildirdi. Bu, Rus tarafının şiddetli tepkisine yol açtı. Kafkas Ordusu Karargâh Komutanı General Kartsev, 1864 yılı Kasım ayında Tersk yöresi yöneticisi ve Çeçen (Karabulaklar ve Nazranovlar) göçünün organizasyonunda başı çekenlerden biri olan General Loris Melikov'a, "Gelecek Çeçen göçmenlere Erzurum Paşalığının ötesine, Erzincan ve Diyarbakır sınırları dahilinde ve asla bizim sınırımıza komşu olmayan bir toprağın tahsisi için Türk hükümetinin fikrini değiştirmesi yönünde her türlü gayreti göstermesinin" İstanbul’a gönderilen Rus elçisine tembih edildiğini bildirdi. Ancak, Babıâli, Rus elçisinin ileri sürdüğü hiçbir gerekçeye aldırmadan bu talebi reddetti ve Çeçenlerle Osetlerin bir bölümünü Soğanlı sıradağlarının (Sarıkamış) civarına yerleştirdi. Bu bilgiyi alan Çar hükümeti Çeçenlerin göçünün bütünüyle durdurulması tehdidinde bulundu ve hatta bu konuda gerekli talimatları yayımladı. İstanbul'daki elçi İgnatyev'in de bildirdiği üzere: "Ali Paşa'ya, tekliflerim kabul edilmezse Kafkas Genel Yönetiminin tek bir Çeçen'i bile Türkiye’ye göndermeyeceğini bildirerek, son kozumu kullanmaya karar verdim. Bu bildirim beklenen etkiyi gösterdi. Türk bakan nihayet bana Babıâli’nin yukarıda anılan 5 bin Çeçen aileyi sınırlarımızdan uzağa, Halep civarına yerleştirmeyi kabul ettiğini haber verdi..."Varna viskonsülünün açıkladığına göre:Çerkeslerin Rusya'dan Türkiye'ye göçlerinin Çar Hazretlerince durdurulmasının ardından Türk hükümeti, Bulgaristan'a eskiden yerleştirilmiş olan Çerkesleri göndermeye başladı. Çeçenlerin Erzurum vilayetinden uzaklaştırılacakları ve bu arada muhacirlerin gönderilecekleri başka yerlerin bilgisi bu ilin valisi tarafından Rusya'nın Erzurum Konsolosu'na resmen iletilmiştir. İstanbul'dan aldığım talimatlarda görüldüğü üzere, bu göçmenlerin Viranşehir ve Konya civarlarına iskân edilmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Bu göçmenlerin yirmi gün önce Karahisar üzerinden Sivas'a gönderildiklerini size bildirmeyi dostluk görevi sayarım.

Çeçenlerin Sarıkamış'tan Resul Ayn'a naklinin ardından Dağıstanlılar ve Osetler Soğanlı sıradağları civarında kaldılar. Bunların oradan gönderilmesine yönelik diplomatik çabalar 1870 yılına dek sürdü. Erzurum'daki Rus konsolosunun bildirdiğine göre, Diyarbakır ve Sivas vilayetlerine gönderilen muhacirler, yerleşmek üzere bütün aile efratlarıyla Erzurum ve Kars'a geliyorlardı.Erzurum vilayet yetkilileri ise, Babıâli'nin, "Muhacirlere Erzurum vilayetinde yerleşmeyi yasaklayan ilgili anlaşmaların sadece Çeçen ve Lezgileri kapsadığı; Dağıstanlı boylara ve Kabartaylılara ise arzuladıkları yerlere yerleşme izni verilmesi" konusundaki direktiflerine dayanarak muhacirlere göz yumuyorlardı.Rus konsolosun raporunda belirttiği gibi, "Boylar arasında yapılan böyle bir ayrım, Türklere, hem Çeçenleri hem de Lezgileri, 'Dağıstanlı ve Kabartaylı adı altında' yerleştirme olanağı veriyordu.

Rus konsolosunun da dediği gibi, Türk makamları çıkarlarına uygun gördüklerinde, evrensel olarak kabul gören "Çerkes" terimini gözardı ediyor ve Kuzey Kafkas halkları arasında ayrım yapıyorlardı.
Sonuç olarak Rus hükümeti, dağlıların Türkiye'ye sürülmesinin diplomatik hazırlık aşamasında üç sorunu çözmüş oldu:

1) Dağlıların kabulü ve iskânı konusunda Türk tarafının onayını aldı,

2) Dağlıların geri dönüşünü engellemeye yönelik önlem aldı.

3) Sürgün edilen dağlıların Rus sınırı yakınlarına yerleştirilmemelerini ve hali hazırda Rus İmparatorluğu sınır boyundaki vilayetlere yerleştirilmiş bulunan Çerkeslerin Osmanlı imparatorcuğu’nun iç bölgelerine kaydırılmalarını sağladı.
Dağlıları Kafkasya'dan sürgün etme siyasetinde en önemli safha diplomatik hazırlıktı. 

Dağlıları sürgün etme siyasetine Kabartay'dan başlanmıştı. Daha 1780–1800 ve 1812–15 yıllarında, buradan 60 bin civarında Çerkes, küçük gruplar halinde Osmanlı İmparatorluğu'na göç etmişti.1837 yılında Kabartay'dan ve Çerkezistan'dan Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden 370 aile, Karadeniz kıyısına yerleştirildi. İ.V. Bentkovski'nin iddiasına göre, 1860'a dek, Kabartay ve Laba arasındaki neredeyse tüm dağlı ve Nogay nüfus Türkiye'ye göçertilmiştir. "Sorun böylece azalırken, iki mesele öne çıktı: Kalan dağlıların, Kuban nehrinin sol kıyısındaki zengin düzlüklere gönderilmesi ve Kafkasya'nın en önemli dağ dizisinin önünün, köyler dolusu Kazak'ın yerleştirilmesi suretiyle savaşkan Rus öğe tarafından iskânı.


3 CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****