Onur Savaşı mı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Onur Savaşı mı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haziran 2017 Salı

Onur Savaşı mı

Onur Savaşı mı 


Yekta Güngör Özden 
31.05.2004/Sayı:57


Çevirme ve çökertme

Kendini kullandırtma yavanlıkları ve aymazlıkları sürerken Türkiye’yi kullanma oyunlarına hız verilmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD’nin yeni istekleri ülkemizin önümüzdeki aylar gündemini ağırlaştıracağa benzemektedir. Kıbrıs’ı pazarlama çalışmaları sonuç alacak biçimde yeni yöntemlerle geliştirilmektedir. ABD Kıbrıs Özel Temsilcisi Thomas Weston’un Rauf Denktaş’ı dışlama, MAT’ı benimsetme sözlerini AB Komisyonu’nun dış ilişkilerden sorumlu üyesi Chris Patten’in Atatürk’le ilgili anlamsız sözleri izlemiştir. Doğunun batısında, batının doğusunda Türkiye’nin uygarlıklar beşiği, barış köprüsü olarak özelliğini ve önemini kavrayamamış yabancıların kimi oluşumların da ayırdında olmadıkları gözlemlenmektedir. Atatürk hiçbir dinsel ve sosyal (etnik) azınlığı ezmemiş, ancak yepyeni Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza değin bağımsız yaşaması, ulus olgusunun gerçekleşmesi, kimsenin birbirini ezmemesi ve üstünlük tanımaması için hepsine eşit davranmış, küçük kültürleri ulusallaştırarak yapımızı korumuştur. Tito ise küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birlik sağlanacağını sanmış, aldanmıştır. Tito gitmiş, Yugoslavya bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti iç ve dış tüm saldırılara, Türk-Kürt, Müslüman-Lâik, Sünni-Alevi kışkırtmalarına karşın dimdik ayaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözünün vurguladığı tümlük, çoğunluk içinde Türkler ve kürt kökenliler asıl öğelerdir. Çoğunluğun içindekileri azınlık yapma çabaları Türkiye’yi zayıflatmatmak, bölmek içindir. Ulusal birliğini, ülkenin tümlüğünü, devletin tekliğini yıkmak, kamu düzenini bozacak biçimde dinsel görevleri kötüye kullanmak, cemaat, tarikat, aşiret, şeriat düzenini getirmek, devletin temel niteliklerini kaldırmak dinsel ve etnik özgürlük olamaz. Yeryüzünde müslüman çoğunluğun bulunduğu ülkelerden hiçbirinde Türkiye’deki kadar dinsel görevler özgürce yerine getirilmiyor, inanç mutluluğu duyulmuyor. Demokrasi, insan hakları, uygarlık da böyle. Lâiklik sayesinde ezan dinlemek, namaz kılmak kıvancı yaşanmaktadır. Avrupa’nın bu konuda Türkiye’ye söz söyleme hakkı yoktur. İspanya’dan kovulan musevileri kucaklayan, değişik inançtan toplulukları barındıran Türkiye’ye, fırınlarda insan yakan Avrupa bir şey söyleyemez. Türkiye’yi yıpratarak ezmek için inanç ve soy kışkırtmacılığına soyunan Avrupa’nın iyi düşünmesi gerekir. Atatürk ve Atatürkçülük olmasaydı Türkiye ne olurdu, nasıl olurdu? Bu gereksiz, anlamsız sözlere yüreklendiren, medya ilgilileriyle yöneticileridir. Susturucu yanıt vermeyi bile becerememektedirler. Kimlerin “angut” olduğu böylece daha iyi anlaşılmaktadır. Utanmaları yok ki yüzleri kızarsın. PKK/KADEK Suriye’de parti kuruyor. ABD Afganistan için asker istiyor. AB üyeliğe almama kararlılığıyla oyalayıp yeni ödünler koparmak için tarih vermeye hazırlanıyor. Belki görüşme tarihi verilecek ama ne tarih vermek , ne de görüşmek, üyeliğe almanın belirtisi değil. Güvencesi hiç değil. İçerde AKP, tarih alınmasını tıpkı Gümrük Birliği’ne girme gibi bir başarı olarak duyurup şımararak daha çok aykırılık sergileyecek, daha çok sertleşecek, özetle azgınlaşacaktır. YÖK Yasası için Cumhurbaşkanı’nın geri çevirme olasılığına karşı şimdiden (B) Planı’ndan sözetmek, kaba sözlerle direneceklerini açıklamak, 19 Mayıs törenlerinde sıkmabaşı tribünlere taşımak, inatlaşmanın ve zıtlaşmanın ünürleridir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Anıtkabir Özel Defteri’ne yazdıklarıyla (Anıtkabir Derneği yayınlarına bakınız) yaptıklarına ve yaptırdıklarına bakmak tutumlarını ve durumlarını saptamak için yeter.

TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesi konusunda yürütmenin durdurulması kararı Petrol-İş Sendikası’nın başarısıdır. Doyumsuzlar, özelleştirme ile ucuzdan, hazıra konma peşindeler. Ulusal varlıkları yağma türü edinerek ekonomik gücü kıranlar, tersine savlarla kendine fırsat ve olanak yaratmaktadırlar.

Federal Almanya Yeşiller Partisi’nden Claudia Roth’un girişimini Leyla Zana bile eleştirdi. Tam bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, saygınlığın, onurluluğun değerini bilmeyenler kınamak şöyle dursun gülümseyişle, bağımsız yargının kararını değil AB’yi haklı bularak bir kez daha üzdüler. Kimi aymaz ve sapkının zaptiyecilikle suçladığı Silâhlı Kuvvetlerimizin tepkisini Ege Ordu Komutanı dile getirdi. Ulusal duyarlığın özlemi, beklentisi, Atatürkçülerin sesinde yansımaktadır. Duyarlı, özenli, çalışkan, özverili, yürekli ve bilgili hukukçular konuşuyor, yazıyor, katılmadığım ve kimi yanlış görüşleri olsa da ilkesel birliktelik yüreklerimizi serinletiyor. Onur savaşımı (mücadelesi) Atatürk ilkelerine bağlılıkla kazanılacaktır. Atatürk ve arkadaşlarının namusumuzu ve onurumuzu kurtardıklarını asla unutamayız.

Yazık

Almanya’da türban denilen sıkmabaş yasağına karşı dayanışma oluşturan şeriatçılar, Türkiye’de imam-hatip liselilere ayrıcalık getiren yasanın yürürlüğe girmesi için iktidarı özendirip kışkırtan ardıllar, yabancılarla sarmaş dolaş sözde siyasetçiler, partilerinin tarihsel kimliğine uygun duruma gelmesi çalışmalarını kişisellik ve çelişkiyle kuşkulu duruma düşüren, “Atatürkçülükle sosyal demokrasiyi birbirine ters” bulan, bağdaştıramayan kimi bilim adamları kaygıları artırmaktadır. Atatürk olmasaydı, Atatürkçüler olmasaydı Türkiye’de bırakınız sosyal demokrasiyi, demokrasiden ve sosyal nitelikten söz edilemezdi. Müftünün tiyatro eserini sansürlettiği bir dönemde konuşmasına özen göstermeyenlerin yöneticilik taslamaları bile gülünçtür. Güncel sorunları gözardı ederek Atatürkçü olunamayacağı da bilinmeli, gericilerin dayanışması gerçek Atatürkçüleri düşündürmeli, uyarmalı, hattâ utandırmalıdır. Birbirlerini karalayıp kötüleyenlerin, dışlayıp uzaklaştırırarak unutturmaya çalışanların, aynı kuruluş içinde düşmanca davrananların, seçilmek için türlü oyunlara başvuranların, yalan, iftira, kavga yoluyla çirkinlikler sergileyenlerin, ilkelere verdiği zararı ölçmek, nitelemek ve tanımlamak güçtür. Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü yıpratma ve yıkma konularında, küçültme bahanesi sandıkları durumlarda gericilerle çıkarcıların, sözde milliyetçi, sözde demokrat, sözde ilerici, sözde dindarların birbirlerini nasıl destekledikleri ibretli izlenmektedir. Atatürkçüler bunlara karşı çıkmakta bile birleşememektedir. Bir siyasi partinin güdümüne girerek güçbirliği sağlanamaz. Üniversitelerin desteği organsal işbirliğine dönüştürülemez. Demokratik kitle örgütleri, resmî kuruluşlarla ancak düşünce, ilke, amaç birlikteliği yansıtabilir. Kurumu-kuruluşu organsal yapı içine sokamaz. Gerçekçi olmayan, yapay birliktelikler yararlı olamaz. Gücü dışarda aramak yanılgıdır.

Beni konuşmakla ve yeni sözcükler kullanmakla suçlayanların şimdi anlamını kavramadan kullandığı yeni sözcüklerle, önyargılı sayılacak biçimde görüş açıklaması ilginçtir. Görevimle ilgili hiçbir aykırı açıklama yapmadan anayasal ve ulusal ilkelerde birleşmeyi, bu değerleri koruyup güçlendirmeyi amaçlayan sözlerim sömürüldü. “Konuşması gerekenlerin sustuğu yerde susması gerekenler konuşur” diyerek herkesi duyarlığa, özene ve özveriye çağırdım. Keşke bu konularda daha çok konuşsaymışım. Lâiklik konusunda gelinen nokta ortada. Demek ki yanılmamışım. Keşki yanılsaymışım. Şimdi ikili oynayarak, kimilerini oyaladığını sanarak, herkese mavi boncuk dağıtarak kendi konumunu güçlendirmeye çalışan tipler çoğaldı. Saygınlığınızı koruyup susmanızı, aldanmışlığınıza verip kapı kapı dolaşanlar çıktı. Olanlar insanımıza ve ülkemize oluyor. Kurumlar ve ilkeler gölgeleniyor. Yazık. Para tanrılaştırıldı. Borçlar artarken ekonominin düzeldiğine kim inanır?

Bir adım daha

“Türk Gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, Cumhuriyet ve Devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığı geçmek için tüm zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi büyük Türk ulusuna adarız.”

Benim 1960’da gençlik andı adıyla yazdığım ve Millî Birlik Komitesi’nce uygun bulunan bu And ilk kez 10 Kasım 1960’da Anıt-Kabir’de okundu. Sonraki yıllarda 19 Mayıs törenlerinde Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda öğretmeler korosu tarafından seslendirildi. Ancak özgürlüğü hürriyet, devrimleri inkılâplar, ulusu millet olarak değiştirince Millî Eğitim Bakanlığı ile Ankara Valiliği’ne andın yazarı olarak olurum bulunmadığını dilekçeyle bildirdim. Valilik yanıt vermedi. Bakan Metin Bostancıoğlu sözlü olarak “1980 sonrası başbakanlık kararıyla bu sözcük değişikliğinin uygulandığını” anlattı, katılmadığımı söyledim. And’ın bir sözcüğü değiştirilerek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bağımsızlık Andı yapıldı. Durumu sayın Denktaş’a yazdım. Bu yılki 19 Mayıs törenlerinde emir yinelemesi türünde, “Atatürk’e Yanıt” okutularak benim yazdığım And uygulamadan kaldırıldı. Birçok ilde Atatürk’ün Gençliğe seslenişi kendi dilinden okutulduktan sonra yanıtın okutulması benim yazdığım And’daki ilkelerin, anlayış ve tutumun unutturulması içindir. Durumu bildirdiğim kişiler ilgisiz kaldıklarından TÜRKSOLU’nda olayı belirtmeyi yerine getirilmesi kaçınılmaz bir görev saydım.

And’ın kısalığı, öztürkçe sözcüklerle ve ilkeleri özetleyerek yazılışı, 43 yıldır okunuması, Yanıt’ın kimi eski sözcüklere karşın içeriğiyle özellik taşıması ikisinin karşılaştırılmasını değil, ayrı değerleri bulunduğunu göstermektedir. Günümüz iktidarı, ABD-AB sevecenliğiyle uyum adı altında kimi gereksiz açılımlarındaki anlayışını Atatürkçülük, lâiklik, bilimsellik vd. konularda ortaya koymuyor. Özel Finans Kuruluşları, bunların Birlik kurması, islâm bankacılığının güçlendirilip genişletilmesine gösterilen çaba üniversiteler, yargı için esirgeniyor. Başbakan’ın 10. Yıl Marşı’na bilinen tepkisi 19 Mayıs Töreni’ndeki tutumuyla belirginleşiyor ve ayıplanıyor.

İktidarın medya körükçüleri yalakalıklarını sürdürüyor. Akıllarının ermediği, araştırıp öğrenmek zahmetini göze alamadıkları konularda bilgiçlik taslayarak gülünç kanılarını kural türü açıklıyorlar. Özelleştirme kışkırtıcılığı yapıp yağmacılık, ayrıcalık, kayırma,yolsuzluk, hukuksuzluk üzerinde durmuyorlar. Adaletin ideolojisi yalnızca adalettir. Kararlar hukuksallık yönünden verilir, ekonomi yönünden değil. Bir karşıoy yazısından bir tümce alıp yargıya varmak amaçlı bir yaklaşımdır. Atatürk’ün 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi konuşması, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce öngörülen ekonomik düzeni ilkeleriyle açıklamaktadır. Tam bağımsızlığı, özel girişimi, devlet katkısını ve öncülüğünü günün koşullarında kapsamlı bir biçimde anlatmıştır. 1932’deki bir konuşmasında da (CHP Kurultayı) özel girişimin ekonominin temeli olduğu belirtmiştir. Devletçiliği yanlış anlayanlar gibi özel girişimi yanlış kavrayanlar da devletçiliğin özel girişim karşıtlığı olduğunu savunurlar. Özel girişim ayrı, özelleştirme ayrıdır. Anayasa Mahkemesi’nin kararları herkesi bağlar. Uygun görülen, yargı olarak açıklanır. Karşıoy da gerekçe gibi kararın tümlüğü içinde yer alırsa da benimsenmeyen görüş olarak kalır. Kimsenin kimseyi “tasvip” diye yargıda özel bir yetkisi ve ağırlığı yoktur. Mahkeme kararını, karşıoy kullananlar da savunurlar. Bu bir meslek terbiyesidir. Oylarda ideoloji arayanlar amaçlı, yandaşlıkları belirgin, kim oldukları bilinen patron sözcüleridir. Özellikle Atatürk, Atatürkçülük, lâiklik, Yekta Güngör Özden paranoyasına tutulanlar söyleyecek söz bulamayınca Atatürkçü olmayı suç sayarak değişik nedenlerle saldırırlar. Kutladıkları insanı karalarlar. Bu hastalıklı tiplere aldırmadan doğru bildiklerimizi söyleyip yazıyoruz. Özelleştirmenin hukuka uygunluğunu arayan (alanımızda Anayasa uygunluğu) çalışmaları kullanılan ölçütlerin yapılan değerlendirmelerin ne olduğunu bilmesi olanaksız kimilerinin gelişigüzel sözlerinin önemi yoktur. Olanlar kamuoyunu yanıltıp koşullandırma görevlerini yerine getirme görevlerini yürüteceklerdir. Anayasa Mahkemesi özelleşetirmeye karşı çıkmamış, Anayasaya aykırı sakıncalı, yanlış yapılan özelleştirmeleri durdurmuş ve düzeltilmesini istemiştir. Bugün Ankara 10. İdare Mahkemesi’nin yaptığı da budur. Çıkarları bozulanların tepkisini yargıya saldırı nedeni yapmanın hiçbir gerçekçi ciddî yanı yoktur.

NATO toplantısı İsrail’in Filistin baskınları, kürtçe yayın düzenlemeleri. CHP çalkantısı,YÖK Yasası, yurtiçi ve yurtdışı bursların MEB.’nca verilmesi çalışmaları sıkmabaşın yurtiçi ve yurtdışı serüveni, belediyelerde kadrolaşma, asayiş olayları, iktidarın mehter yürüyüşü önümüzdeki günlerde gündemi oluşturacağa benzemektedir. Göreceğiz. Şimdiye değin olduğu gibi onur savaşımımızı yenilmeden sürdüreceğiz.

Hafta biterken

Koşulları, amacı, kazandırdıkları unutturularak “darbe” nitelenmesiyle karalanmaya çalışılan 27 Mayıs Devrimi için bir-iki yazı dışında vurgulayıcı açıklama yapılmadı. İletileriyle kamuoyuna seslenmeleri beklenenler sustu. Yalnızca Anayasa Mahkemesi, Dünyadaki üç beş anayasadan biri olan 1961 Anayasası akdevrimin onuru için yeter. Ne var ki Atatürk’ten kalma ne varsa yıkıp yoketmeye çalışan siyasal iktidar ve yandaşları Atatürk Orman Çiftliği’nin yağmalanması, ormanların ve kamu arazilerinin elden çıkarılması gibi 27 Mayıs devrimini de Atatürkçülüğe Dönüş olduğu için anmaktan kaçınmışlardır. Buyruklarındaki kurumların kimleri nasıl andığı izlenmektedir. Ayakta kalabilmek, tutunabilmek ve ülkenin kaynaklarını kendi doğrultularında kurutmak için her yolu, herşeyi geçerli sayan bu iktidar “anadil” adıyla ulusal birliği etkileyici olumsuz girişimlerini yasalara aykırı biçimde yürütmektedir. Kendilerini iktidara taşıyan lâiklik karşıtlıkları nedeniyle Irak, Filistin kıyımlarını, vahşet ve rezaletini kınamaktan-belki de ABD korkusuyla-kaçınmışlardır. Başbakan’ın kişisel tepkisiyle yetinmeyi uygun bulmuşlar, TBMM’nin ağırlıklı görüşünü sağlayamamışlardır. Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna ertelenerek “şaibeli siyaset”in varlığı korunmuştur. New York Times yazarlarından Stephen Kinze’nin kürt devletini benimsetme, ABD dayatmalarına katlanma ve BOP’nde görev alma önerileri yanında Avrupa Konseyi organlarında KKTC’li belediye başkanlarının Kıbrıs Cumhuriyeti’nin elemanları gibi kabûlü, bu sonucu getiren oylamada Türk delegasyonunun tutumu MAT tarafından bile kınanmıştır. Çelişkiler ve aykırılıklar yumağı, şeriat tarikat ağına dönüşerek büyümektedir.

Atatürkçü kişiliğimize katlanamayan kimi medya ilgilileri hakkımızda yazacak olumsuz birşey bulamadıklarından olmayacak şeyleri yazmaktadırlar (başka şeyleri.. unutmuş unutturmuşlardır.) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan emekliye ayrılan sayın Vural Savaş’la benim meslektaşlık, dostluktan başka herhangi bir çatı altında örgütsel birlikteliğimiz yoktur. Yalnız Atatürkçü Düşünce Derneği’nde üyeliklerimiz vardır. Tıpkı Refah Partisi kapatma dâvasının dilekçesini birlikte yazdığımızı uydurdukları gibi, yalanlarla yeni ilişkiler kurmaktadırlar. Kimi Atatürkçüleri birleştirmek, spor ve sanat türü, soylu bir siyasetin dürüstlükle başarılı olacağını kanıtlamak için, örnek ve öncü olmak üzere kurarak ulusumuzun seçeneğine sunduğumuz siyasal partiden birleşme çalışmalarının engellenmesi üzerine ayrıldığımı sömüren, TÜRKSOLU’nda yazmamı eleştiren anlatımlara rastlıyorum. TÜRKSOLU (marjinal) aykırılığı sert, uçta bir yayın organı olmadığı gibi ben kendi yazılarımdan sorumluyum. Kaç kez belirttim, anlamak istemiyorlar ya da algılama yeteneğinden yoksunlar. Kendilerinin şeriatçılığı, kökten dinciliği aykırılık değil mi? Yazdıklarıma birşey söylemeyip yazmama karşı çıkmaları görevlerinin gereği olmalıdır. Aldırmıyorum. Vural Savaş’ın hukuka, demokrasimize katkıları unutulamaz. Her şeyde birliktelik zorunluluğu yok. Dostluğumuz ve Atatürkçü olmamız yeter. Görüş, düşünce, yöntem aykırılıkları mız doğaldır.


http://www.turksolu.com.tr/57/ozden57.htm


***