SAFSATA,
Yekta
Güngör Özden
|
Türkiye’de
konuşulan konulara, tartışılan sorunlara baktıkça üzülmemek elde değil.
İlkellik yansıtan yayınlar düzeyin kanıtı. Laik Cumhuriyet’in kurulmasından
80 yıl sonra eğitimden ekonomiye çağdaşlığın gereklerini ayrıntılarıyla ele
alıp yaraşır olduklarımızı nasıl edineceğimizi irdeleyeceğimize sözlü ve
yazılı biçimde saldırılar yeğleniyor, bu tür çirkinlikler beceri sayılıyor.
Ahlak değerlerini yitirmiş toplumların nasıl yıkıldıkları unutuluyor.
Düşünce ve
inanç özgürlükleri alabildiğine kötüye kullanılıyor. Demokrasi ve insan
hakları sözlerini dillerinden düşürmeyenlerin kendilerinden başkasına olanak
tanımadıkları bir çelişkiler düzeni yaşanmaktadır. Bağımsızlık, özgürlük,
ulusal egemenlik, aydınlanma, bilim, ahlak, adalet, onur, erdem, kişilik ve nitelik
göz ardı edilip yadsınmakta, yurt, devlet, hukuk, din, insanlık ve uygarlık
önemsiz kavramlar ve kurumlar olarak algılanmakta, yurttaşlık bilinci ve
kimliği küllenen belleklerde yitip gitmektedir. Çoğunluğun eşit öğesi olanlar
azınlık kışkırtmalarına kanarak düşmanların kuklası olabilmekte, laiklikle
din, vicdan ve düşünce özgürlüğünü yaşayanlar şeriat yaygaracılarının
peşinden koşabilmektedir. Ulusal güvenlik ve ulusal çıkar anımsanmamakta,
devleti koruyanlar dışlanıp devlet düşmanları gönendirilmektedir.
Aymazlığın
bağnazlıkla birleştiği medya
Yalanın,
dolanın, ikiyüzlülüğün, dönekliğin, sapkınlığın çekinilmeden sergilendiği,
aymazlık ve bağnazlığın yobazlıkta birleştiği alanın en büyük kesimi
medyadır. Mütareke dönemini anımsatmaktan öte, o karanlık günlerin
baykuşlarını da geçen medya fareleri türemiştir. Yansız kamuoyu oluşturma
yükümlülüğü, meslek ahlakı, kişiliğe saygı, yurda bağlılık, kurallara
uygunluk gibi nice gerek ellerinin tersiyle itilmekte, beyinlerinin küfü,
yüreklerinin karanlığı, dillerinin pası, kalemlerinin pisliği olarak
dökülmektedir. Aylık aldıklarının buyruğunda, işbirliğine soyunduklarının
kraldan çok kralcı kesilen tetikçileri, tiksindirici eylemlerini kurul ve
kişi gözetmeden tırmandırmaktadır. Bu durumun yeni örneklerinden biri de
TÜRKSOLU Gazetesi’nde Gökçe Fırat’ın “Ordu Göreve!” başlıklı yazısı nedeniyle
sürdürülen saldırıdır. Kendileri ABD’yi, AB’yi, yayılmacı ve sömürücü dış
güçleri, çokuluslu şirketleri çağırırlar suçlu tutulmazlar, laik Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu, vatan kurtarıcısı Türk Silahlı Kuvvetleri
kötülükleri, aykırılıkları, tehlikeleri önlemek için daha etkili olmaya
çağırılınca kıyameti koparırlar. Sözde demokrat kesilen bu çığırtkanlar,
aslında korkmaktadırlar. ABD’ye, AB’ye dayanmaktan ve güvenmekten utanmayan
bu zavallılar, kendi insanımıza dayanmayı içlerine sindiremezler. 12 Mart, 12
Eylül gibi olumsuz örnekleri dillerine dolarlar, 30 Ağustos 1922’yi, 29 Ekim
1923’ü, 27 Mayıs 1960’ı unuturlar.
Sözcüklerden
korkan kişilerin nereden gelip nerede oturdukları, kimlerle ve nasıl
oldukları bilinmektedir. Çekinmeden yalan da söylerler. Gökçe Fırat’ın
yazısının ikinci sütununda, ara başlıktan sonraki üçüncü paragrafında
müdahalenin “... tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi...” önerildiği açık seçik
anlatılmaktadır. Ülkemizde neler olacağı, neler olduğundan belli. Yazının
başka bir yerinde “darbe” sözcüğü kullanılmamasına, benim de sonra okuduğum
bu yazıyı tam bir yansızlık ve gerçekçilikle değerlendirip “Hukukçu ve
demokrasiye yürekten bağlı bir yurttaş olarak darbeyi asla uygun bulmadığımı”
söylememe karşın “Darbe önerdiğimizi” yazıp söylemek usdışı, ahlakdışı bir
davranıştır. Yakışıksız olmaktan ötede sakıncalı bir tutumdur. Dolanlı
işlemlerle tazminat ödememeye güvenip terbiye dışı yazıları sürdürmek,
sahiplerini küçülten, ne olduklarını daha iyi ortaya koyan bir açılımdır.
Genç
Kemalistler Ordusu davası hakkında
Söylemediğim
sözleri söylemişim gibi yazanlar, avukatlığın özelliklerini bilmeyen
çocuklar, soyguncuyu, hortumcuyu, hırsızı, rüşvetçiyi, ahlaksızı, arsızı,
namussuzu bırakıp ulusunun hak ve özgürlüklerini hiçbir güce çiğnetmemeye
çalışanları karalamak, sahtecilik ve kendine düşmanlıkla birdir. Avukat,
savunduğu kimselerin yerine geçmez, savunduğu kimsenin görüş ve düşüncelerini
paylaşmaz. Eylemini tanımlayıp değerlendirerek en uygun kuralın uygulanması
için yayın organına yardım eder. Görevi kişiyle değil, dosyasıyla sınırlıdır.
Benim 40 yıl önceki davaları anımsamam güçtür. Ücretsiz dava, Baro’ya
bildiriler alınır. Genç Kemalistler Ordusu adını kimin koyması değil, dava
önemlidir. Benim hiçbir yakınım böyle bir olayın içinde ve yanında
olmamıştır. Bir akrabamın arkadaşının sanıklar arasında bulunmasıyla tüm
sanıklarının avukatlığını yüklenmeme hiç kimse bir şey diyemez. O yıllarda
Baro Genel Sekreteri oldum. Bunları yazmaya üzülüyorum ama gerçekler
bilinmelidir diye açıklıyorum. CHP Başhukuk Danışmanı oldum. Adını vermeyi,
övünme olmaması için, uygun bulmadığım nice ulusal kişinin ve önemli
kurumların avukatlığını yaptım. Daha sonra Baro Başkanı, Türk Hukukçular
Birliği Genel Başkanı oldum. Cumhuriyet Senatosu Komisyonu tarafından aday
seçilmemi Genel Kurul tarafından Anayasa Mahkemesi asıl üyesi seçilmem
izledi. Mahkemece Başkanvekilliğine, iki kez de Başkanlığa seçildim.
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı’ndan sonra da Türk Hukuk Kurumu
Başkanı oldum. Bunların hepsi bir parti liderinin listeye yerleştirmesiyle
milletvekili, bir bakanın önermesiyle bakan olmaktan çok önemlidir. Bilgiden
ve terbiyeden yoksun kimileri sapla samanı birbirine karıştırıp konuşup
yazmakta, sahip çıkması gereken değerlerini yıpratıp lekelemeye
uğraşmaktadır. Böyle boş çabalar kimseye bir şey kazandırmaz. Bir Yunanlı,
bir Rum bunlar kadar Türkiye düşmanı değildir. Kendileri gibi düşünmeyenleri
düşman sayan bu aymazların yapamayacağı kötülük yoktur.
28 Şubat
darbe miydi?
Bir ara
“Saddam’dan değil, barıştan yanayız. ABD’ye değil, emperyalizme savaşa
karşıyız.” dememe karşın (TÜRKSOLU sayı 25, sayfa 7, sütun 4, son paragraf
sonu) “Saddamcı” diyenler, şimdi de “darbeci” diyerek kendi boşluklarını
ortaya koymuşlardır. Okuduğunu anlamayanlara ya da anlamak istemeyenlere söz
söylemek bile fazladır. Uyduruk, gülünç şeyler yazarak kendilerini
tanımlayanlarla tartışmayı kendime yakıştıramam.
Hani “Bir
bardak suda fırtına koparmak” deyimi vardır ya. Bunlarınki çay kaşığında
güreş tutmak gibi safsata. “Öküz altında buzağı arayan”ları da ekleyebiliriz.
Kendilerine bakmayıp, kimlerin aracı duruma düştüklerinin ayırdında olmayıp
taşlamaya kalkışmak, aymazlıktan ahmaklığa giden yolda yuvarlanmaktadır.
Sonra “müdahale” sözcüğünden başka anlam çıkarmanın ne gereği var? Günlük
konuşmalarımızda, hukukta, edebiyatta değişir anlamlarda kullanılır. Darbeyi
düşünenler ancak darbe anlamını yüklerler. “Dervişin fikri neyse zikri de
odur” dedikleri gibi. Müdahale, ilgiden tepkiye yazılı, sözlü nice durumu
kapsar. Hemen söyleyebildiğim katılmak, karışmak, araya girmek, el atmak,
etkilemek, birleştirmek, ayırmak, görüşüyle ağırlık koymak gibi değişik
kullanma biçimleri vardır. “Hekimin hastaya müdahalesi”nden, “Devletin
ekonomiye müdahalesi”nden silahlı el koyma nasıl düşünülebilir? Neden hemen
silah, ayaklanma, darbe yanına geçiliyor? Neden 28 Şubat “darbe” olarak
değerlendiriliyor? Zamanın Başbakanı ile kimi Bakanların imzasını taşıyan,
yetkili bir kurulun sorumluluk alanında aldığı kararların darbeyle ne ilgisi
var? Anayasal demokratik düzeni tersyüz etmeye çalışanları engellediği için
onların ve yandaşlarının nitelemesi böyle ise, kendi bilecekleri iştir. Ama
hukuk içinde, anayasal bir kurumun daha etkin olmasını, kimi tehlike, tehdit,
kriz ve sakıncaları önlemesi için daha çok çaba göstermesini istemek asla
darbe önerisi sayılamaz. Bunları Gökçe Fırat’ı savunmak için değil, gerçeği
saptayıp vurgulamak için yazıyorum.
Türkiye’yi
yardakçı korosu yönetecek ve herkes buna katlanacak sanıyorlar
ABD gözdağı
verip azarlayacak, kovacak; AB ödünler koparmak için dayatacak; sıkmabaş
gösterileri ve tesettür defileleriyle şeriat adımları sıklaştırılacak ve
kadrolaşmayla hızlandırılacak; PKK/KADEK yıkıcı ve bölücü eylemleriyle
İBDA-C, Hizbullah mangaları boş durmayacak; özelleştirme adı altında kamu
malları yağmalatılacak; SİT alanlarına ve ormanlara kıyılacak; yapılması
gereken nice işler dururken yalnız AB’yi mutlu edecek düzenlemeler yasama
organından geçirilecek; çoğunluk diktası kurulup tarikatçılar egemenliği
oluşturulacak; dönekler ve sapkınlar azacak; bunları bırakıp Türkiye’yi
Türkiye yapan kurumlara, ilkelere saldıracaksınız. Herkes katlanacak mı
sanılıyor? Yardakçı korosu mu yön verecek?
Savaş
gerekçelerinin fiyaskosu, ABD’nin Irak’ı işgal etme amacını açığa çıkardı.
Doğrulandık. Türkiye’ye verilen sözlerin hiçbiri tutulmadı. Türkiye’nin
konumu, koşulları ve ortamı umursanmadı. Yunanistan, AB oltasıyla ya da elma
şekeriyle Türkiye’yi kandırarak Megalo iddiasını pekiştirmek için Selanik
Zirvesi’nde yeni oyunlar tezgahlıyor. ABD ve AB “Pazarlık söz konusu değil”
diyerek Kıbrıs’ı Yunanistan’a peşkeş çekmek için, Ermeniler birliğini
izleyecek isteklerinin altyapısı için şımarıkça koşturuyor. Türkiye Kıbrıslı
Rum bayana sözde koşullu tazminat ödemeyi kabul ediyor. Hepsi uyum yasaları
adıyla teslimiyetçi ve Lozan’ı tasfiye edici bir anlayışı yaşama geçirilmesi
evreleridir. Gelecekte Türkiye için sorunlar yaratacak, ayrılıkçı-bölücülere
bahaneler verecek Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri etkin çekinceler konulmadan
kabul edilmektedir. Terörle Mücadele Yasası’nın hukuksal incelikleri göz ardı
ederek değiştirilmesi. Türk Ceza Yasası değişikliğindeki gerici kurallar
dizisi, cemaat hukukunun yerleştirilmesi çabaları, Silahlı Kuvvetler’i
etkisiz kılma söylemleriyle birleşmekte, “Tek Cumhuriyet” özlemleriyle uyum
paketi savunularak Kopenhag genel ölçütlerinin dışında Türkiye için getirilen
özel koşullar sineye çekilmektedir. Bunlar geçiştirilip yaşam güçlüğüyle
eğlenilircesine enflasyonun düştüğünden söz edilebilmektedir. Külliyeler,
gerici örgütlenme, kabadayılık gösterileri ve siyasal çalımlarla
saklanmaktadır.
“Müdahale”
sözcüğünden çekinip pısırıklığa düşmek
yarın daha kötü günlere katlanmak demektir
Nereler
kimlere kaldı? Çerden çöpten adamlar yaraşır olmadıkları yerlere çıkınca
görevlilerle oynuyor, kendi sakat anlayışına karşı bildiği önceki yöneticiyle
çalıştığı savıyla sekreterlere uzanan eziyet işlemleri uyguluyor,
yürürlükteki kuralları çiğniyor, cılız, yavan, aciz asıl sorumlu sus-pus
oturuyor. Olmadık-olmayacak nedenlerle görevliler suçlanarak ayrılmaları
sağlanıyor, yerlerine “vekaleten” denilerek devlete bakışları ters kendi
adamları oturtuluyor. Başka bir hukuk müdahalesi, insancıl yaklaşım, uygar
tutum yok. Böyle mi gidecek sanılıyor? Cumhuriyet, Türkiye, laiklik, Atatürk
karşıtları yönetimi ele geçirince, koşullandırma eğitimi alanlar organları
doldurunca yarınlarımız ne olur, kestirmek güç değil. Sorumluluk
yurttaşlarındır. Oy, namus bilinerek kullanılmadıkça bir kez daha söylüyorum
namussuzlardan kurtulunmaz. Bunun için de eğitime gereken önem verilerek
bilinçli yurttaşlar yetiştirmek zorunludur. “Müdahale” sözcüğünden çekinip
demokrasiye zarar vermeme duyarlılığıyla ezilip pısırıklığa düşmek, iktidar
olanaklarına yenilip tutuklu gibi kalmak yarın daha kötü, daha aşağılayıcı
durumlara yaraşır olmak, katlanmak demektir. Pişmanlık fayda etmez. Çıkarına
düşkün toplum, çabuk bozulur ve yıkılır. Hiçbir müdahale kurtaramaz.
“Siyasette boşluk olmadığı” söylemi ilericiler anlaşıp birleşmedikçe ne yazık
ki geçerli kalacaktır.
|
..