TÜRKİYE’NİN ALMASI GEREKEN TEDBİRLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYE’NİN ALMASI GEREKEN TEDBİRLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2018 Pazartesi

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 9

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 9



MUHTEMEL SENARYOLAR DÂHİLİNDE AVRUPA BİRLİĞİ PERSPEKTİFİNDE ALMANYA VE FRANSA’NIN İNCELENMESİ 

Yazan: P.Ütğm. Ahmet SAPMAZ 

Amerika Birleşik Devletleri, yirminci yüzyıl boyunca Avrupa kıtasına totalitarizmin iki farklı versiyonu olan nazizm ve komünizm gibi iki büyük tehlikeden kurtulma konusunda büyük destek sağlamış ve Avrupa’da özgürlük ve barış güvence altına alınmıştır. Soğuk Savaş dönemi boyunca ortak tehdit temelinde geliştirilen transatlantik ilişkiler çok istikrarlı bir seyir izlemiştir. Bu dönemde Batı Avrupa devletleri, çıkarlarının artık çatışma ile değil; uzlaşı, şeffaflık ve rekabet ile korunabileceği öngörmüşlerdir. 1952 yılında Avrupa Kömür Çelik Teşkilatı’nın(AKÇT) kurulmasıyla başlayan süreç, çeşitli aşamalardan geçerek ve ekonomik alanda büyük başarılar kazanılarak, Soğuk Savaş dönemi boyunca sürmüştür. 

9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, bunu takip eden iki Almanya’nın birleşmesi(3 Ekim 1990) ve SSCB’nin dağılması(26 Aralık 1991) uluslararası güç dengesini bütünüyle alt üst etmiştir. Yaklaşık yarım yüzyıl süren Soğuk Savaş, kan dökülmeden demokrasinin komünizme karşı zaferiyle son bulmuş; ABD uluslararası sistemde rakipsiz ve tek küresel güç konumuna gelmiştir. Soğuk Savaş döneminde kurulan iki kutuplu sistemin yıkılması ile Kuzey Amerika ve 
Avrupa dışında neredeyse dünyanın her yerinde tehlike, kaos ve istikrasızlıklar baş göstermiştir. Bu dönemde Avrupa Birliği ülkeleri, ekonomik birlikteliklerini ve bu alandaki başarılarını, siyasi ve askerî boyuta taşıma konusunda hemfikir olmuşlar ve Maastricht Antlaşması ile bu süreci başlatmışlardır. Avrupalılar sahip oldukları büyük ekonomik gücün uluslararası sistemde etki yaratabilmesi için siyasi irade ve askerî güç ile desteklenmesi gerektiğinden yola çıkarak, AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası(ODGP) sürecini başlatmışlardır. 

Bu gelişmeler esnasında bazı Batı Avrupa devletleri tarafından transatlantik ilişkilerin çerçevesi ve bu ilişkinin kurumsal ayağını oluşturan NATO sorgulanmaya başlanmıştır. 

Avrupalılar siyasi ve askerî açıdan ABD himayesinden kurtulup kurtulmama; yani AB’nin önümüzdeki dönemde uluslararası sistemde oynayacağı rol konusunda karar verme noktasına gelmişlerdir ve bu süreç hâlen devam etmektedir. Soğuk Savaş’ın bitimiyle ortaya çıkan tehditler güvenlik mülahazalarını yeniden 
şekillendirirken, 11 Eylül 2001’de ABD’nin uğradığı saldırı uluslararası sistemi derinden etkilemiştir. Artık Avrupa’nın savunulması ve güvenliği ABD için birinci öncelik olmaktan çıkmıştır. Çünkü yüzyıllar sonra Avrupa, dünyanın en güvenli toprakları hâline gelirken, şimdiki hedef ABD’nin kendi toprakları olmuştur. 20 Eylül 2002 tarihinde açıklanan yeni ulusal güvenlik stratejisi, ABD’nin güvenlik ve dış politika parametrelerinde önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Stratejiye göre potansiyel tehdit oluşturan, ileride problem çıkarabileceği 
düşünülen her oluşum veya ülke önleyici darbe kavramından yola çıkılarak hedef hâline gelebilecektir. 11 Eylül sonrası ABD’nin değişen uluslararası ilişkiler ve dış politika konsepti, Avrupalı müttefiklerini rahatsız etmiştir. Transatlantik ittifakta son yıllarda meydana gelen kırılmanın nedenini Avrupa ve ABD’nin farklı dünya görüşlerinde aramak gerekmektedir. Bu farklılıklar şu şekilde sıralanabilir: 

 1. ABD, dünya düzenini kendi ulusal çıkarları ve değer yargıları çerçevesinde tanımlarken, Avrupalılar bu düzenin çok taraflı çabalar ve çıkarların uyumlulaştırılması ile sağlanacağını düşünmektedirler. 

 2. ABD değer yargılarına göre uyguladığı politikalarda uluslararası 
hukuk ve organizasyonları ikinci derecede önemserken, Avrupalıların 
çoğu uluslararası hukuk ve organizasyonları politikalarının merkezinde 
görmektedir. 

 3. ABD devamlı olarak üstün askerî gücünü politikalarının bir aracı olarak kullanırken, Avrupa çok zorunlu hâller dışında askerî güç kullanımına karşı çıkmakta ve diplomasiyi savunmaktadır. Bunda Avrupa’nın askerî kapasite eksikliği ve etkin savaş karşıtı kamuoyunun rolü vardır. 

Hâlen Avrupa ve ABD arasında politika farklılıklarından kaynaklanan uyuşmazlıklar şunlardır: 

. ABD’nin, Uluslararası Ceza Mahkemesine taraf olmaması, 
. ABD’nin, Kyoto protokolüne taraf olmaması, 
. Fakir ülkelerin borçlarının silinmesi için İngiltere ve Fransa’nın aldığı inisiyatife sıcak bakmaması, 
. Çin’e yönelik uygulanan silah ambargosunun kaldırılması 
konusundaki görüş ayrılıkları olarak sıralanabilir. 

Özelikle Irak krizi ile başlayan süreç, transatlantik ilişkilerin tarihindeki en önemli sarsıntılardan birini yaşamasına sebep olmuştur. Çok eski mazisi olan Transatlantik ilişkiler, ortak hareket etme noktasında kesintiye uğramıştır. 

Irak Savaşı öncesi ve sırasında Avrupa’da bir bölünme yaşanmış, Avrupa’nın büyük ülkelerinden Fransa ve Almanya savaşa karşı çıkarken İngiltere, İtalya, İspanya ile birlikte 2004’te AB’ye üye olan Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu ABD’ye destek vermiştir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in, Fransa ve Almanya’yı “eski Avrupa”, ABD’ye destek veren ülkeleri ise “yeni Avrupa” olarak adlandırması, transatlantik ilişkilerinde yeni bir dönemin ifadesi sayılmıştır. 

İşgal Bölgeleri: 
Kaynak:http://photos1.blogger.com 

Fransa ve Almanya’nın Irak Savaşı’nda karşı cephede yer almalarının nedenleri incelendiğinde; Almanya ve Fransa, Irak’ın, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları gereğince uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesini, askerî müdahalenin sorunu çözmek için tek seçenek olmadığını, uluslararası boyutta uygulanacak siyasi, politik ve ekonomik yaptırımlarla zaman içerisinde sonuca ulaşılabileceği yönünde bir politika izlemişlerdir. Avrupalı müttefikler Birleşmiş Milletler silah denetçilerinin yaptığı çalışmaların kesin bir sonuca varılana kadar 
sürdürülmesini istemişler, El Kaide terör örgütü ile Irak arasında bağlantı  kurularak müdahaleye meşruiyet kazandırma girişimini şüpheyle karşılamışlar  dır. Ayrıca Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra bölgede istikrarın yeniden sağlanabilmesine kuşkuyla bakılmış, Orta Doğu’da daha köklü sorunlar varken Irak’a yapılacak askerî bir müdahalenin bölgeyi daha fazla istikrarsızlığa sürükleyeceğini öne sürmüşlerdir. 

Fransa’nın Irak politikasına etki eden faktörleri incelediğimizde; 

1. Fransız Dış Politikasının Genel Karakteristiği 

Fransız dış politikasının ana ilkesi devamlı surette dünyada ve Avrupa’da aktif bir rol almaktır. Fransa bu siyaseti uygularken politik olarak birliğini sağlamış, askerî bakımdan güçlü ve ortak dış politika izleyebilen bir Avrupa’yı amaç edinmektedir. Ayrıca demokratik prensiplere ve kendisinin de Güvenlik Konseyi daimi üyesi olduğu Birleşmiş Milletlere büyük önem vermektedir. Fransa, dünya 
zenginliğinin %3’ünü üretirken, Birleşmiş Milletler bütçesinin %6’sını  karşılamakta dır. 

2. Geçmişte Fransa İle Irak Arasındaki İlişkiyi Destekleyenler 

1991’de Mitterand’ın Çöl Fırtınası Harekatına katılma kararı, Fransız politik ve entelektüel çevrelerinde büyük bir kargaşaya yol açmıştır. Savunma Bakanı bu karara tepki olarak istifa etmiştir. Bu reaksiyonun sebebi, Fransa’daki bazı çevrelerce Amerika’nın bu krizi jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını korumayı amaçlayan yeni bir dünya düzeni yaratmak için fırsat olarak değerlendireceğinin düşünülmesidir. Diğer bir önemli faktör de Fransa’nın geleneksel olarak Arap yanlısı dış politika izlemesidir. Fransa Irak’ı, İran’ın yaydığı tehlikeye karşı laik ve dengeleyici bir güç olarak görmektedir. Fakat Fransa ile Irak arasındaki 
özel ve yakın ilişkiler, Fransa’nın Körfez Harekatına katılmasıyla sona ermiştir. 

3. Ekonomik Çıkarlar 

Bazı Fransız firmalarının diğer Avrupalı ve Amerikalı ortakları gibi Irak’la ticari ilişkilerin sürdürülmesinde ekonomik çıkarları vardır. Fakat tüm bunlara rağmen Irak, Fransa’nın büyük bir ticaret ortağı olmaktan uzaktır. Irak, Fransa’nın ihracatında %0.15 pay ile 60’ıncı, ithalatında ise %0.30 pay ile 30’uncu sıradadır. Fransa, Irak petrolünün % 8’ini ithal etmektedir. Bir karşılaştırma açısından bu oran Amerika için %40’dır. Fransa 1.8 milyar Euro ile Rusya, Japonya, Almanya, ve Amerika’dan sonra Irak’ın beşinci büyük kredi törüdür. 

4. Kamuoyu Ve Medya 

Kamuoyu görüşü Fransa’nın Irak politikası üzerinde giderek artan bir etkiye sahiptir. Washington’un tek taraflı politikaları, Amerikan karşıtı düşüncelerin Fransa halkı arasında yayılmasına neden olmuştur. Bu düşünceler medya ve basın tarafından da paylaşılmaktadır. Ayrıca Fransa’da yaşayan Müslüman azınlığın bu süreçte etkisi vardır. Bölgede İsrail ile Filistin arasında uzun süredir devam eden sorunlar çözülemeden Irak’a karşı yapılan müdahale, Müslüman azınlık tarafından Arap Dünyasına yapılmış ayrı bir saldırı olarak görülmektedir. 
Görüldüğü gibi Fransa’nın Irak politikasının oluşumuna birçok faktör etki 
etmiştir ve etmektedir. Bunlar içerisinde en önemli olanı ise uluslararası 
hukuka saygı, güç kullanımının meşruluğu faktörüdür. Fransa’ya göre Irak Savaşı gerekli olan bir savaş değildir, birçok çözüm seçeneği arasından savaş tercih edilmiştir. 

Almanya’nın Irak politikasına etki eden faktörleri incelediğimizde ise; 

1. Alman Dış Politikasının Genel Karakteristiği 

Almanya 20’nci yüzyılda yol açtığı iki dünya savaşı nedeni ile kötü olan imajını düzeltmek maksadıyla uluslararası kuruluşlar ve toplumla olan ilişkilerine büyük önem vermektedir. Almanya ittifaklara açık ve uzlaşmacı bir tavır sergilerken, uluslararası politikada daha fazla sorumluluk üstlenmek istemektedir. 

2. Tarihî ve Politik Kültür 

Almanya, geçmişte iki büyük dünya savaşına yol açan yayılmacı güç politikalarından ötürü travma yaşamış bir ulustur. Alman halkı bu politikanın getirdiği felaket ve yıkıntıyı hâlâ zihinlerinde barındırmaktadır. Bu nedenle Almanların ülkelerinin askerî bakımdan tarihte olduğu gibi tekrar güçlenmesi ve askerî gücün politikanın aracı olarak kullanılması konusunda çekinceleri vardır. 

3. Yerel Politik Yönelimler 

Almanya hâlen Sosyal Demokrat Parti ve Yeşillerin oluşturduğu merkez sol bir koalisyon hükümeti tarafından yönetilmektedir. Bu hükümet barışa ve çok taraflılığa sıkı sıkıya bağlı ve askerî güç kullanımını seçenek dışı bırakan bir politika izlemektedir. Hükümet 2002 yılında yapılan ve tekrar iktidara geldiği genel seçimler öncesi, Irak Savaşı’na tamamıyla karşı çıkarak kamuoyundaki desteğini arttırmıştır. Alman halkı da Irak Savaşı’na büyük bir çoğunlukla karşı çıkmış ve hükümetin ABD karşısında izlediği politikayı büyük oranda 
desteklemiştir. 

4. Ekonomik Çıkarlar 

Irak, Almanya’nın dış ticaretinde küçük bir öneme sahiptir. Irak, 365 milyon euro ile Almanya’nın ihracatında 79. sırada, 2.1 milyon euro ile Almanya’nın ithalatında 179. sıradadır. 

Almanya ve Fransa her ne kadar savaş öncesi müdahaleye karşı çıkmışlarsa da, savaş sonrası oluşan de facto durumu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Almanya ve Fransa, Birleşmiş Milletler kontrolünde Irak’ta egemenliğin en kısa sürede Irak halkına devredilmesi konusuna önem vermektedirler. İki ülke ABD ile Irak’ın demokratik, istikrarlı ve barışçı bir ülke olarak yeniden yapılandırılması hususu ile Irak güvenlik güçlerinin NATO tarafından eğitilmesi ve Irak ekonomisinin geliştirilmesi konularında, ortak irade belirlemişlerdir. Bu çerçevede BM Güvenlik Konseyi’nce kabul edilen 1511 ve 1546 sayılı kararlar ile Irak’taki çok uluslu güce meşruiyet kazandırılmış ve Irak’ta egemenliğin devri ve politik geçiş süreci takvime bağlanmıştır. Almanya ve Fransa, Irak’ta 
yapılan seçimleri ve sonuçlarını olumlu karşılamıştır. Bush yönetimi ile 
Avrupa arasında Irak’a ilişkin sorunlar yakından izlendiğinde, temelde 
görüş ayrılığı bulunmadığı görülmektedir. Ortak unsurların en önemlisi 
Irak’ta istikrarın sağlanmasıdır. Birbirlerinden ayrıldıkları önemli nokta 
ise; bu hedefe hangi yöntemle varılacağı konusudur. Bush güç kullanmaya, Avrupa ise diplomatik yolların kullanılmasına öncelik vermektedir. Bush Avrupa’dan asker yardımı istemişse de, onun yerine Irak Ordusu mensuplarının, polis ve yargıçlarının eğitimi için NATO’dan tam destekle yetinmek zorunda kalmıştır. NATO’da alınan kararlar neticesinde güvenlik görevlilerinin eğitimi için, Fransa ve Almanya dâhil AB’nin, ABD’nin Irak politikasına en fazla şüpheyle bakan ülkeleri de sorumluluk üstlenmeyi kabul etmiştir. Örneğin, Fransa Ürdün’de, Almanya ise Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Irak güvenlik görevlilerine 
eğitim verecektir. 

Günümüze kadar olan gelişmeler ve mevcut parametreler dikkate alınarak Almanya ve Fransa’nın senaryolar dâhilinde incelenmesine geçildiğinde; 

BİRİNCİ SENARYO: ABD’nin 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan Çıkması Almanya ve Fransa ittifakı, ABD’nin Irak’tan güvenliği ve istikrarı sağlamadan çekilmesine karşıdırlar. Çünkü güvenlik ve istikrar sağlanmadan ABD’nin Irak’tan çekilmesi, bölgenin daha da istikrarsızlaşmasına yol açacak ve ABD’nin geride bıraktığı güç 
boşluğunu dolduracak bir aktör bulunamayacaktır. 

Almanya ve Fransa, ABD’nin Irak’ta güvenliği ve istikrarı sağladıktan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1546 sayılı kararı gereğince ve Irak hükümetinin talepleri doğrultusunda ülkeden çekilmesini destekleyeceklerdir. Irak’tan, ABD’nin önderliğindeki çok uluslu gücün çekilmesinden sonra, ülkede Birleşmiş Milletler’in günümüzden daha aktif rol üstlenmesini talep edeceklerdir. Irak hükümetine gerek ülkenin yeniden inşası için gerekse de politik geçiş 
süreci için her türlü desteği başta Avrupa Birliği olmak üzere, uluslararası örgütler ve sivil toplum örgütleri vasıtasıyla sağlayacaklardır. 

Avrupalı müttefikler bu politikayı izlerken, bölgede ABD’nin zedelenmiş 
imajı nedeniyle ülke yönetimi ve halk tarafından tercih edilen bir konumda bulunacaklardır. 

Fransa ve Almanya’nın bu süreçte Irak politikalarında radikal bir değişikliğe gitmeleri beklenmemelidir. Zira Fransa’da Avrupa Anayasasının reddedilmesi ile ortaya çıkan bunalım, bu dönemde dış politikayı ikinci plana itecek ve Fransa iç politik sorunlarına angaje olacaktır. Almanya’da ise iktidardaki Sosyal Demokrat ve Yeşillerden oluşan koalisyon hükümetinin Kuzey Ren Westfalya’da yapılan yerel seçimler sonucunda aldığı yenilgi, ülkeyi 18 Eylül 2005’te yapılması 
öngörülen bir genel seçime götürmektedir. Yapılacak seçimlerde, muhalefetteki Hıristiyan Demokrat Partinin iktidara gelmesinin söz konusu olabileceği değerlendirilmektedir. Hıristiyan Demokratlar, Irak krizinin başından bu yana ABD’nin politikalarını destekleyen bir tutum ortaya koymaktadırlar. İktidara geldiklerinde kamuoyundaki savaş karşıtı düşünceler nedeniyle Alman politikasında radikal bir değişiklik yapamasalar da ABD ile daha fazla iş birliğine yönelmeleri beklenmelidir. 

Ülkede güven ve istikrarın sağlanmasıyla beraber Alman ve Fransız firmaları, Irak ile savaş öncesi kurdukları ticari ilişkileri yeniden canlandırmak amacıyla bölgeye yoğun bir talep gösterecekler ve Irak’ın yeniden inşası projelerinde büyük ölçüde pay elde edeceklerdir. 


Kaynak:http://photos1.blogger.com 
İKİNCİ SENARYO: ABD’nin 2006 Yılından İtibaren Kademeli 
Olarak Irak’tan Çıkabileceği; 

Amerika’nın 2006 yılında Irak’tan, arkasında çözülmemiş birtakım sorunlar bırakarak kademeli olarak çekilmesi, Avrupalı müttefiklerinin arzu etmediği bir durumdur. Bu sebeple Almanya ve Fransa ABD’yi, Irak’ta istikrar ve güvenliği sağlamadan çekilmesi hâlinde, bölgenin Saddam Hüseyin döneminde olduğundan daha istikrarsız bir duruma sürüklenebileceği konusunda ikna etmeye çalışacaklardır. Zira Irak’ın istikrarsızlığa sürüklenmesi, bölgeyi uluslararası terörizmin kaynaklarından biri hâline getirecek, bölgenin Alman ve Fransız şirketlerce ekonomik açıdan değerlendirilme potansiyelini ortadan  kaldıracak ve bölgeden Avrupa’ya yasa dışı göç tetiklenecektir. 

Almanya ve Fransa, Irak’ta, federal sisteme dayalı, tüm kesimleri temsil eden, demokratik bir yönetimi destekleyecektir. Avrupalı müttefikler, Irak’ta bir grubun diğer bir gruba üstün duruma gelmesinin ülkenin istikrarını riske atacağı düşüncesiyle, tüm kesimleri adil şekilde temsil eden bir yönetimi destekleyecek ler; etnik ve dinî gruplar arasında denge gözetmeye çalışacaklardır. 

Müttefikler, bu süreçte Irak üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda tasarrufta bulunmaya çalışan Irak’a komşu ülkeler üzerinde, ABD ile birlikte siyasi, ekonomik ve askerî boyutta yaptırımda bulunacaklardır. 

Özellikle nükleer faaliyetleri dolayısıyla İran ve uluslararası terörizme verdiği destek ile Suriye’ye karşı bu yaptırım faaliyeti daha da kolay uygulanacaktır. 

Almanya ve Fransa etnik veya dinî temele dayalı bir konfedere yapılanmada, kendileri de söz sahibi olmak isteyeceklerdir. ABD, Avrupalı müttefikleri ile bozulan ilişkileri düzeltmek için Almanya ve Fransa’nın bu süreçte etkin olmasına müsaade edecektir. 

Almanya, Irak’ta yönetim şekli ne olursa olsun güvenliğin sağlanması, ABD önderliğindeki uluslararası gücün Irak’tan çekilmeye başlaması ve Birleşmiş Milletler’in Irak’ta rolünün artmasına paralel olarak Birleşmiş Milletler Barış Gücü kapsamında Irak’ta asker görevlendirebilir. Bu büyük ölçüde 2005 yılı sonunda yapılacak genel seçim sonuçlarına ve ABD’nin bu dönemde izleyeceği politikalara ve uluslararası konjonktüre bağlı olacaktır. 

Fransa’nın ise ABD’nin dominant olduğu Irak’a asker göndermesi mümkün olmayacaktır. Ancak Fransa, Irak ile Saddam Hüseyin döneminde kurulmuş olan ekonomik ve ticari ilişkileri aynı düzeye taşımak için her türlü çabayı gösterecektir. 

ÜÇÜNCÜ SENARYO: 2025 Yılı Ve Sonrası (ABD Irak’tan Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilemez Durumu) Almanya ve Fransa’nın 2025 yılına uzanan süreçte Irak politikalarını şekillendiren çok çeşitli etkenler olacaktır. Bu etkenlerin en 
önemlisi, Avrupa Birliği’nin gelişme sürecinin varacağı noktadır. Bu sürecin muhtemel iki sonucundan birincisi; AB’nin bugünkü bulunduğu durumdan daha ileri bir seviyeye yani ortak bir dış politika üretebilme ve Avrupa’nın çıkarlarını savunabilecek güçte bir askerî yeteneğe sahip olma durumudur. Bu durumda dahi, Avrupa Birliği’nin güvenlik sorunu bulunan bir bölgeye askerî güç göndermesi düşünülemez. Ancak, AB’nin sahip olacağı askerî güç ve ortak dış politika yürütebilme iradesi, ABD’nin uygulayacağı politikalarda AB’yi daha çok dikkate almasını gerektirecektir. 

Muhtemel sonuçlardan İkincisi ise Avrupa Birliği’nin bugün bulunduğu noktadan daha ileri gidememesi durumudur. Fransa’nın ardından Hollanda’nın da Avrupa Anayasasına “hayır” demesiyle, Avrupa Birliği’nin ekonomik birliktelikten, siyasi ve askerî birlikteliğe geçiş süreci büyük darbe almıştır. Avrupa Birliği’nin istenilen konuma gelmede yetersiz kalması veya bunun mümkün olmaması hâlinde, AB’nin çekirdek ülkeleri olan Almanya ve Fransa merkez olmak üzere 
özellikle dış politikada daha etkin bir birlikteliğe gidilebilir. Bu durumda 

Almanya ve Fransa bölgede politik, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan 
etkin olmaya çalışacaklardır. 

Bu süre zarfında, ülke yönetimlerinde seçimler sonucunda meydana gelebilecek değişiklikler, Irak politikalarında farklı açılımlara yol açabilecektir. Avrupa’daki ABD karşıtlığının büyük ölçüde Bush yönetiminden kaynaklandığı göz önüne alındığında, 2008 ABD başkanlık seçimleri büyük önem arz etmektedir. Yönetime gelecek olan Başkanın uygulayacağı politikalar bu hususta belirleyici olacaktır. 

Alternatif enerji kaynaklarının ortaya çıkarak petrole olan bağımlılığın azaltılması, Almanya ve Fransa’nın bölgeye olan ilgisini ortadan kaldırmayacak tır. Çünkü Almanya ve Fransa’nın, Irak politikaları petrol ile sınırlı olmadığı gibi, Irak’ın ve Orta Doğu’nun istikrar ve güvenliği Avrupa kıtası için hayati öneme haizdir. 

Sonuç olarak, Avrupa ve ABD’nin küresel çıkarları, Irak konusunda iki merkezin “çatışması yerine bütünleşmesini” zorunlu kılmaktadır. ABD–Avrupa ilişkileri son dönemdeki gelişmeler sonucunda belki hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Ancak, her iki tarafın birbirine olan ihtiyacı devam edecektir. ABD’nin Irak konusunda Almanya ve Fransa’nın desteğini kazanması, hem bölge hem de dünya barışının bir an önce tesis edilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Arz ederim. 


10 CU  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 8

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 8



IRAK TÜRKMENLERİ VE MART 2003 SAVAŞINDAN SONRAKİ DURUMLARININ İNCELENMESİ 


Yazan: Prof.Dr. Mahir NAKİP 

1. İngiliz İdaresinde Türkmenler 

İngilizlerin 20. asrın başlarında Irak'a girmelerinin ana hedefi Kerkük petrollerini ele geçirmekti. Nitekim Kerkük sınırına gelene kadar Osmanlı ordusu ile çarpıştılar. Ancak, Türkmenlerin varlığını kabul eden Bağdat idaresi 25 Ekim 1920 günü kurulan Abdul Rahman El Geylanî kabinesinde, Eğitim ve Sağlık Bakanlıklarını Kerküklü bir Türkmen olan İzzet Paşa'ya tevdi etmiştir1. Temmuz 1921'de yapılan referandumda, Kerkük halkı Prens Faysal'ın krallığını reddetmiş, İngilizlere karşı açık bir tavır sergilemiş ve başta Neftçi ailesi2 olmak üzere bu şehirde yaşayan Türkmen aileleri gizli bazı faaliyetler yürütmeye başlamışlardır3 1923 yılında hazırlanmakta olan Irak Anayasasına desteklerini kazanmak 
üzere Kerkük'ün ileri gelenlerinden destek istenmiş, bunun üzerine Kerküklüler dört şart ileri sürmüşlerdir4

. Seçim sürecinde Hükümetin oluşumuna karışmamak, 
. Kerkük'ün mahallî yönetiminde Türk karakterinin (kimliğinin) korunması, 
. Türkçe'nin Kerkük bölgesinde resmî bir dil olarak kabul edilmesi ve 
. Bağdat'ta kurulacak bütün hükümet kabinelerinde Türkmenlere yer verilmesi. 

1923'ün Temmuz'unda Türkmenlerin bu isteklerine karşı Irak 
Başbakanı Abdül Muhsin Al Sadun Türkçe bir cevap yazarak, ikinci ve 
üçüncü isteklerinin kabul edildiğini bildirmiştir5

Kerkük'te Türkmenlerle İngiliz idaresi arasındaki ilk kavga 4 Mayıs 
1924 günü meydana gelmiştir. Kerkük'ün Büyük Pazar esnafı ile İngiliz 
taraftarı Teyyariler arasında çıkan çatışmada, çok sayıda Türkmen şehit 
düşmüştür. Irak polis gücünün müdahalesi neticesinde huzur tekrar tesis 
edilmiştir. Ayrıca, Kerkük'te Türkçe yayın yapan Necme Gazetesi'nin 4 
Şubat 1924 günkü nüshasına bir ilan veren Kerkük Valiliği, zarar gören 
kişi, esnaf ve ailelerin zararlarını tazmin etmiştir. Gazetede yayınlanan 
199 zarar gören kişinin mesleklerine bakıldığında tamamen 
Türkmenlerden oluştuklarını görebiliriz 6. 12 Temmuz 1946 günü 
Gavurbağı Katliamı gerçekleşti. Burada da Irak polisi petrol şirketinden 
yürüyüşe çıkan işçilerin üzerine ateş açarak çok sayıda Türkmen’in 
ölmesine, bir kısmının da yaralanmasına sebep olmuştur

2. Cumhuriyet Döneminde Kerkük'ün Siyasi Kimliği 

14 Temmuz 1958 darbesiyle Abdülkerim Kasım, Kraliyeti 
devirmişti. Her Iraklı gibi Türkmenler de cumhuriyetin ilanına 
sevinmişlerdi. Ancak, Komünist Partisi'nin iktidarı yavaş yavaş ele 
geçirme teşebbüsleri, Kerkük Türkmenlerini endişelendiriyordu. Özellikle 
Kürt lideri Molla Mustafa Barzani'nin bu parti ile açık iş birliğine girmesi 
ve Kerkük'ü Kürdistan bölgesine dâhil ettirme teşebbüsleri, halkı iyice 
tedirgin etmişti. Nitekim o tarihlerde merkezi Kerkük'te bulunan 2. Tümen 
Komutanı General Nâzım Tabakçalı 9 Eylül 1958 günü Kasım'a 
gönderdiği gizli raporunda özetle şunları söylüyor: "Kerkük halkı Kürt 
olmadığı hâlde, şehir Kürdistan bölgesine dâhil edilmek istenmektedir. 
Bundan amaç, Irak Cumhuriyeti'nin millî serveti olan petrole egemen 
olmaktır. Kürdistan Eğitim Müdürlüğü'nün merkezini Kerkük'te kurmak ve 
başına bir Kürt'ü getirmek, kesinlikle doğru değildir. Kerkük'te görev 
yapacak eğitim müdürünün Arap olması yanında, tarafsız ve adil bir kişi 
olması şarttır8. Tabakçalı, 19 Ocak 1959 tarihinde bir başka rapor 
yollayarak ordudaki Kürt subayların gizli faaliyetlerini açığa çıkarır ve 15 
Şubat 1959 günü şu telgrafı Kasım'a çeker: "Önceden size 
gönderdiğimiz raporları lütfen göz önüne alınız. Yoksa Kürtler, 
çoğunluğunu Türklerin (Türkmenlerin) teşkil ettiği bu şehri ileride 
Kürdistan bölgesine katacaklardır. Bu da genç Irak Cumhuriyeti'nin millî 
çıkarlarına ters düşer..."9

Tabakçalı'nın raporları görevden alınmasına sebep olur ve yerine 
Komünist görüşlü Davut El Cenabi 2. Tümen Komutanlığına getirilir. 
Kerkük Belediye Başkanlığına Kürt kökenli Maruf Berzenci tayin edilir. 
14 Temmuz 1959 günü Cumhuriyetin 1. yıldönümü kutlamalarının 
yapıldığı sırada olaylar patlak verir ve çok sayıda Türkmen tutuklanır. 
Türkmenlerin ileri gelenlerinden 25 kişi hunharca katledilir ve çok sayıda 
Türkmen'in evi ve iş yeri yağmalanır ve yakılır10. Komünist Kürtler 
tarafından öldürülen Türkmenler, Kürt Belediye Başkanı tarafından şehir 
dışında toplu bir mezara gömülür11. General Kasım, katliamın 
sorumluluğunu Komünist Partisine ve Kürt siyasi gruplarına yükler. 
Arkasından 260 Komünist ve Kürt tutuklanır. Büyük bir kısmı serbest 
bırakılırken bir kısmı da idama mahkûm edilir. Kasım'ı deviren General 
Abdülselam Arif, 23 Haziran 1963 günü bu hükmü yerine getirerek 28 
suçlu Kürt ve Komünisti idam eder12

1968 yılında iktidara gelen Baas Partisi, özellikle 1970'li yıllarda 
ciddi anlamda Kerkük'ün kimliğini değiştirmeye çalışır. 1974 yılında 
Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Saddam, Kerkük'ün adını değiştirir, 
Tuzhurmatı ve Kifri gibi Türkmen ilçelerini Kerkük'ten alıp, Arap illerine 
bağlar. Türkmenlerin bu şehirden gayrimenkul almalarını yasaklar. 
Türkmen halkını güneye sürer. Bir zamanlar Türkmenlerin yoğunlukla 
yaşadığı tarihî kaleyi yıktırır13. Ayrıca, Kerkük'ten yüzlerce Türkmen'i 
idama mahkûm eder14

3. Körfez Krizinin Türkmenlere Etkileri 

Saddam'ın Kuveyt'i işgali ile başlayan süreç, Irak'ı bugünlere 
getirmiştir. ABD'nin baskılı önerisi ile Birleşmiş Milletler’in uygulamaya 
koyduğu 36. paralel uygulaması, bugün Kuzey Irak'ta oluşan Kürdistan 
Federasyonu’nun ilk adımı olmuştur. Özellikle 36. paralelin üstünde 
olduğu hâlde Musul, Güvenlik Bölgesine dâhil edilmemiş; buna mukabil, 
Süleymaniye 36. paralelin altında olduğu hâlde Güvenlik Bölgesine dâhil 
edilmiştir. Bugün anlaşılıyor ki, Çekiç Güç'ün yıllarca bölgede kalması, 
Güvenlik Bölgesi uygulamasının 12 yıl gibi uzun bir süre devam etmesi 
ve 1996 yılında ABD'nin Türkiye üzerinden binlerce Kürt'ü Guantanamo 
Adalarına götürerek orada eğitmesi ve Irak muhalefet toplantılarında 
KDP ve KYB'ye özel bir önem verilmesi hep bugün için atılan adımlardır. 

12 yıl süren bu arızi dönemden Türkmenlerin iyi yararlandıkları söylenemez. Şöyle ki; 

 a. 36. paralel uygulaması, nüfus ve bölge olarak Türkmenleri ortadan ikiye bölmüştür. Bir taraftan Telafer, Musul, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatı ve Hanekin gibi Türkmen şehirlerinde yaşayanlar Saddam'ın insafına terk edilirken, diğer taraftan Saddam'dan kaçan Türkmenlerle Erbil'in halis yerli Türkmenleri, 36. paralelin üstünde kalarak Güvenlik Bölgesinde yaşama ve örgütlenme imkânı bulabilmişlerdir. Bunun bir neticesi olarak Türkmenlerin takriben %80'i 
güncel siyasi gelişmelerden, örgütlenmeden ve birbirleriyle haberleşmeden uzak kalmışlardır. 

 b. Türkmenlerin Erbil'de ve Türkiye'de kurdukları siyasi teşekküller dağınık, tabanı dar ve amatörce olmuştur. Planlar hep kısa vadeli, basit ve etkisiz kalmıştır. Bu siyasi dağınıklığın ana sebebi, karizmatik bir liderin çıkıp en azından Erbil'de ve yurt dışında bulunan Türkmenleri toparlayamaması dır. 

 c. İran'da örgütlenen Şii Türkmenlerle, Türkiye'de ve diğer ülkelerde örgütlenen Türkmenler arasında ciddi bir kopukluk yaşanmıştır. Aslında aralarında derin ideolojik ayrılığın bulunmadığı bu iki kesim arasında zaman zaman diyaloglar kurulduysa da esaslı bir iş birliğine gidilememiştir. 

 ç. Türkmen siyasi teşekkülleri, Saddam yönetiminde kalan Türkmenlerle ilişki kuramamışlar ya da oralarda yaşayanlara zarar gelir endişesiyle ilişki kurmaktan çekinmişlerdir. 

 d. Türkiye'de örgütlenmiş Türkmen siyasi kuruluşları, Irak muhalefeti içinde hak ettikleri yeri bulamadılar; sürekli dışlandılar ve marjinal bir grup olarak gösterildi ler. Bunda, takip ettikleri siyasetin, Türkiye eksenli olmasının rolü olduğunu söylemek yanlış değildir. Şii Türkmenler ise daha rasyonel davranarak, Irak Şii hareketinin açtığı geniş şemsiyenin altında yer almayı tercih ettiler. 

4. Son Savaş 

Türkiye ve yurt dışında örgütlenen Türkmen siyasi grupları ümitlerini Türkiye'nin ABD ile birlikte savaşa girmesine bağlamıştı. 1 Mart Tezkeresi TBMM'den geçmeyince Türkmen siyasi partileri ciddi hayal kırıklığına uğradılar. Türkiye'nin özellikle Kuzey Irak'ta yarattığı boşluğu KYB ve KDP doldurmaya başlayınca, Türkmenler giderek zarar gördüler, küçültülmeye mahkûm edildiler ve siyasi denklemin haricinde kalmaya zorlandılar. Özellikle hızlı bir şekilde Türkmen bölgelerinde örgütlenmeye başlayan Irak Türkmen Cephesi, Ulusal Meclis ve Hükümet üyeliği gibi bütün siyasi görevlerin dışında tutuldu. Mecliste ve Hükümette yer alan birer Türkmen temsilci, herhangi bir siyasi örgütle ilişkisi olmayan Türkmen şahsiyetlerinden seçildi. Bu bilinçli dışlanma, aslında bir 
bakıma Türkiye'nin 1 Mart Tezkeresini reddetme cezasının Türkmenlere 
yansıması idi. 

10 Nisan 2003 günü, Türkiye'nin kırmızı çizgilerine rağmen Kerkük'e akın eden Kürt Peşmergeleri, ABD askerlerinin gözü önünde, önce şehri yağmaladı, sonra resmî daireleri yaktı, tapu ve nüfus daireleri gibi devlet arşivi niteliğinde olan yerleri talan etti. ABD Kuvvetleri şehre 30 kişilik bir meclis kurdu. Türkmenlere, Kürtlere, Araplara ve Kildo-Asurilere altışardan olmak üzere, toplam 24 sandalye tahsis etti. Geri kalan 6 kişilik kontenjanı da kendisinin kullanacağını ilan etti. Herkes, bu kontenjana Amerikan yanlısı olmak kaydıyla iki Türkmen, iki Kürt ve iki de Arap seçilmesini beklerken, ABD beş Kürt ve bir Kildo-Asuri seçti ve 
meclisteki dengeyi Kürtler lehine çevirdi. Arkasından Kürt bir vali tayin edildi. Böylece ABD'nin hoşgörüsü ile Kerkük şehri Kürtleştirme sürecine alınmış oldu. 

Türkiye'nin Türkmenler ve özellikle de Kerkük konusunda çabaları sonuçsuz kaldı. Bunun sonucunda Arap ve bazı Türk yazarlar Kerkük'ün Kürtlere peşkeş çekilmesini, Türkmenlerin şahsında Türkiye'ye verilmiş bir ceza olarak nitelendirdiler. Saddam zamanında ve 30 yıllık bir süre içerisinde, Kerkük'ten sürülen Kürt ve Türkmenlerin yerlerine yerleştirilen Arapların geri gitmesi istendi. Bu talep sadece Kürt siyasi grupları tarafından dile getirilmiştir. Talebin hukuki gerekçesi henüz hazırlanmadan, Kürt bölgelerinden insanlar Kerkük'e akın etmeye başladı. Kanuni dayanağı henüz oluşturulmayan bu uygulama 
maksadını aştı ve 30 Ocak seçimlerinden önce Kerkük'e yerleştirilen Kürtlerin sayısı 375.000'i buldu. Hâlbuki Kürt yazarların tespitlerine göre Kerkük ve civarından Saddam zamanında göç ettirilen Kürt ve Türkmenlerin sayısı 108.000 kişidir15. Buna karşılık Türkiye hariç, hiçbir ülke bu açık istilanın durdurulması için gayret göstermedi. Türkiye'nin tepkisi ise, "Kerkük'ün demografik yapısının değiştirilmesi kabul edilemez" demekten öteye geçemedi. 



Kaynak:www.analisidifesa.com 

Mappa Cia Iraq - zona di Kirkuk

5. 30 Ocak Seçimleri 

Seçime Şiiler, Kürtler ve Türkmenler katılırken, Sünniler katılmamışlardır. Sünnilerin katılmamalarını, biri açık diğeri gizli olmak üzere iki sebebe bağlamak mümkündür. Açık olan sebep: Sünnilere göre ülke işgal altında iken demokrasi olmaz ve seçimler yapılamazdı. 

Gizli sebep ise, her zaman iktidarda olan Sünnilerin böyle bir seçimde azınlık durumuna düşeceklerinin kesin olmasıydı. Yani Sünniler, seçime girmemeyi, azınlık durumuna düşmeye tercih etmişlerdir. Her iki sebebi de anlamak, hatta takdir etmek gerekir. Çünkü (doğru ya da yanlış) bu bir duruş ve anlayıştır. Şiilerin oy oranlarının yüksek çıkacağı zaten bekleniyordu. Şaşırtıcı gibi görünüp, ancak hiç de sürpriz olmayan tek sonuç, Kürt oylarının kabarık çıkmasıydı. Bunu da birçok siyasi çevre bir başarı olarak göstermektedir. Aslında Kürtler açısından seçimleri iki farklı açıdan değerlendirmek gerekir. 

Nerdeyse iki yıldan beridir dünya, Kürtlerin Kerkük'e nasıl akın ettiklerini ve şehri nasıl doldurduklarını izlemektedir. Ayrıca, seçimlerden sonra özellikle Kerkük'te tespit edilen seçim ihlalleri, yapılan yolsuzluk ve usulsüzlükler herkes tarafından bilinmektedir. Aslında seçimden çok daha önce yüz binlerce Kuzey Iraklı Kürt'ün maksatlı bir şekilde Süleymaniye, Erbil, Duhok gibi şehirlerden özellikle Kerkük'e kaydırılması ve Kerkük'te de çadırlarda, barakalarda, devlete ait okul ve diğer kamu binalarında barındırılmaları seçimin nezihliğini daha baştan kirletmiş ve sonucunu ortaya koymuştu. Diğer taraftan, seçimden kısa bir süre önce Kerkük Seçim Komiserliği Kürt kökenli vatandaşlara ait usulsüz 73.000 seçim karnesini iptal etmiştir. 
Ancak, çeşitli antidemokratik müdahalelerle Kerkük Seçim Komiseri El Hadidi istifaya zorlanmış ve arkasından yeni atanan Komiser, sözü edilen karneleri 
kabul etmekle kalmamış, on binlerce yeni usulsüz karneyi de yürürlüğe 
sokmuştur. 

30 Ocak günü Türkmenlerin aleyhine olan ciddi seçim ihlalleri olmuştur. Mesela, Musul'da seçim merkezlerine yeteri kadar oy pusulası dağıtılmadığı, Cumhurbaşkanı El Yaver tarafından açıklanmış ve sadece belirli noktalarda az sayıda seçim sandığı bulundurulduğu için, yüz binlerce Iraklı Arap ve Türkmen oyunu kullanamamıştır. En az 300.000 nüfuslu Telafer'de sadece iki seçim merkezi açılmıştır. Diğer taraftan toplam nüfusu 11.000 civarında olan ve önemli bir kısmının Türkmenlerden oluştuğu Altunköprü Nahiyesi'nde 17.771 oy kullanılmış ve oyların büyük bir kısmı Kürdistan Koalisyon Listesi'ne çıkmıştır. 

Erbil'de seçimden önce Türkmen siyasi kuruluşlarının propaganda kampanyaları yürütmelerine izin verilmemiştir. Ayrıca, sandıkların başında hiçbir tarafsız gözlemcinin bulunmadığı görülmüştür. Aynı şekilde Tuzhurmatu'nun Süleyman Beg Nahiyesi'nde ve civar köylerinde yaşayan Türkmenler ya 130 numaralı Kürdistan Koalisyon Listesine oy vermeye zorlanmışlar ya da şehre gelip oy kullanmaları engellenmiştir. Erbil, Duhok ve Süleymaniye'de seçimle ilgili bütün resmî işlemler Barzani ve Talabani'nin memurları tarafından yürütülmüştür. 

Seçim günü Kerkük'te meydana gelen usulsüzlükler ve kanunsuz 
uygulamalar daha da dikkat çekicidir16

 a. Kerkük'ün her mahallesindeki seçim merkezlerinin sayısı, önceden Seçim Komisyonu tarafından belirlendiği hâlde, seçim sabahı Kürt mahallelerinde bulunan 8 okulda yeni seçim merkezleri kurulmuş ve bu merkezlerin korunmaları için Kerkük polisinden değil, tamamen Kürt Peşmergelerden oluşan Millî Muhafız gücünden destek alınmıştır. 

 b. Sakinleri tamamen Kürtlerden oluşan Rahimava semtinde, oy 
kullanma işlemleri saat 7.00 yerine saat 6.00'da başlamış ve 17.00'den 
sonraya kadar devam etmiştir. 

 c. Bazı seçim merkezleri, seçimden bir gün önce Türkmen mahallelerinden alınıp, Kürt mahallelerine nakledilmiştir. 

 ç. Seçim günü, propaganda yapma yasağı olduğu hâlde, Kürt seçmenler arabalarla şehri dolaşarak anonslar yapmışlar ve seçim merkezlerinin duvarlarına Talabani ve Barzani'nin resimlerini yapıştırmışlardır. 

 d. Kerkük'e bağlı Yengice ve Bastamlı gibi Türkmen köylerinde oy 
verme işlemleri bittikten sonra, Millî Muhafız Güçleri sandıkları zorla 
almışlar; ancak arabaya yüklerken telaşlanarak sandıkların birini yolda 
düşürmüşler ve oyların yollara dağılmasına sebep olmuşlardır. 

6. Türkmenler Seçimi Kaybetti mi? 

Seçim sonuçları yayımlandığında Irak Türkmenleri Cephesi'ne 
93.000 oy çıkmış ve sonuçta sadece 3 milletvekilini meclise 
sokabilmişlerdir. Türk basını bu sonucu Türkmenlerin başarısızlığı, hatta 
realitesi olarak gösterdi. Bu gülünç oy sayısı birileri tarafından kasıtlı 
olarak küçültülmüş olabilir. Ama her şeye rağmen başarısızlığı topyekûn 
Türkmen toplumuna fatura etmek doğru değildir. Şii Türkmenlerin en 
büyük dilimini temsil eden siyasi kuruluşlar, esas Şii listesine girerek 
Meclise 5 milletvekili sokmuşlardır. Kürt listesinden meclise giren birkaç 
Türkmen'i hariç tutmakla birlikte, Allavi'nin listesinden de Meclise giren 
Türkmenler olduğu bilinmektedir. Bu durumda demek ki mecliste 14 
Türkmen milletvekili bulunmaktadır. 

Başkaları ile iş birliği yaparak seçime giren Türkmen siyasi 
kuruluşları da tek başlarına seçime girebilirlerdi. Ama temkinli ve realist 
davranarak başka listelerle koalisyona gitmeyi daha ehven buldular. 
Aslında seçim öncesi şartlar da bunu gerektiriyordu. Bunlar için kurtlar 
sofrasında güçlünün yanına oturmak, yalnız oturmaktan daha mantıklı 
bir seçenekti. Demek ki yanlış strateji takip etmenin bir sonucu olarak 
seçimi kaybeden sadece Irak Türkmenleri Cephesi ile Türkmen Millî 
Hareketi olmuştur. Bu arada her şeye rağmen Irak Türkmenleri Cephesi 
şanslı görünmektedir. Çünkü seçime 4 milyon Iraklı katılmamıştır. Eğer 
seçime bir milyon seçmen daha katılmış olsaydı, Irak Türkmenleri 
Cephesi %1 barajına takılarak meclise hiç giremeyebilirdi. 

7. Kerkük'ün Bugünü ve Geleceği 

Dr. İbrahim Caferi, hükümeti kurarken meclisten ikinci büyük 
siyasi kütleyi temsil eden Kürtlerle pazarlığa oturmak zorunda kalmıştır. 
Özellikle Barzani'nin ileri sürdüğü şartlardan birisi de, Kerkük'ün 
Kürdistan bölgesine dâhil edilmesi şartı idi. Hâlbuki Geçici Irak Yönetimi 
Kanunu'nun 53’üncü ve 57’nci maddelerine göre Kerkük'ün hangi 
statüde yönetileceği iki önemli şarta bağlanmıştı. Biri bölgede yapılacak 
adil bir sayım, diğeri de daimi anayasanın kabulü idi. Caferi'nin 
direnmesi üzerine bu şarttan vazgeçildi ve Kerkük'ün yönetim biçiminin 
belirlenmesi ileriki bir tarihe atıldı. Ancak, şehirde kurulan 41 kişilik 
Vilayet Meclisi'nde 26 Kürt, 9 Türkmen ve 6 Arap milletvekili olduğu 
hâlde hiçbir karar alınamamakta ve meclis çalışmaları kilitlenmiş bir 
durumdadır. Seçimin üzerinden tam dört ay geçmesine rağmen şehir 
meclisi toplanamamış, herhangi bir karar alamamıştır. Diğer taraftan 
Türkmen ve Arap milletvekilleri de aylardan beridir meclis toplantılarına 
katılmamaktadır. Bu belirsiz durumdan en çok yararlanan siyasi taraf 
Kürt siyasi gruplarıdır. Çünkü, bütün yeni atamalar onlar tarafından 
yapılmaktadır. Hatta Kürdistan Bölgesi için Erbil'de oluşturulan 
parlamentoda Kerkük'ü temsilen milletvekilleri bile seçilmiştir. 

Fiilen Kürt idaresinde olan Kerkük'ün geleceği oldukça karanlık görünüyor. Bugünkü yapısı itibariyle Kerkük'ün üç etnik gruptan oluştuğunu bütün taraflar kabul etmektedir. Ancak, özellikle KDP, Kerkük'ün Kürdistan'a dâhil olduğunu iddia etmektedir. KYB adına Talabani Brüksel Modeli’ni önerirken, Türkmenler ve (Şii’si ve Sünni’siyle) Araplar Kerkük'ün Irak'ın bütününe ait olduğunu 
savunmakta dır. KDP'nin bu uçuk görüşünü oluştururken cesaretini 
ABD'den aldığını söylemek mümkündür. Başta Kürtler olmak üzere birçok Iraklı siyasetçi Kerkük'ün, Irak'ın bir iç meselesi olduğunu söylemesine rağmen, komşu ülkelerin de Kerkük konusunda çekinceleri olduğu malumdur. Bilindiği gibi, dünya petrollerinin %4'ü Kerkük'te üretilmektedir. İran'da, Suriye'de, Türkiye'de uzantısı olan ve hiç devlet tecrübesi olmayan bir etnik gruba böylesi bir kaynağı teslim etmek elbette büyük riskleri de beraberinde getirir ve ilgili ülkelere söz söyleme hakkı verir. 

Kerkük'ün Türkmenler açısından bir başka önemi daha bulunmaktadır. İngilizler döneminden bu yana ve bütün baskılara rağmen Irak Türklüğünün sembol ve merkezi olmuştur. Türkmen ediplerin, şairlerin, bestekârların, yazarların ve bilim adamlarının çoğu burada yetişmiştir. En çok asimilasyona, baskıya, sürgüne ve katliama maruz kalanlar genelde bu şehirde ya da civarda yaşayan Türkmenler 
olmuştur. Ayrıca Kerkük, Irak Türklerinin yaşadığı coğrafyanın tam ortasında bir şehirdir. Şu anda da Türkmen meclisi ve hemen hemen bütün Türkmen siyasi teşekküllerinin merkezi bu şehirde bulunmaktadır. 

Kerkük, Kürdistan'a dâhil edildiği takdirde, Türkmenlerin ciddi bir dağılma 
ve sarsıntı geçirecekleri muhtemeldir. Diğer taraftan Irak'ı oluşturan bütün taraflar, Kerkük'ün Kürdistan'a dâhil edilmesi durumunda, bundan sonraki adımın bu bölgenin Irak'tan koparılarak bağımsız bir devlet hâline getirilmesi olduğunu tahmin edebilmektedir. 

Kısacası Kerkük'ün geleceği bütün taraflar için hayati bir öneme haizdir. Bütün bu veriler ışığında en selim ve tartışmasız çözüm, Kerkük'ü özel statülü bir şehir hâline getirmek olacaktır. Ama tarafların bu özel statüdeki yerinin ve payının ne kadar olacağını, zaman ve tarafların güçleri belirleyecektir. 

8. Telafer'in Dramı 

Irak'ın kuzeybatısına düşen Telafer, takriben 300.000 nüfuslu olup, tamamen Türkmenlerden oluşmaktadır. 1920 yılında İngiliz idaresine karşı ilk isyan meşalesi bu şehirde yakılmış ve Kaçakaç Hadisesi olarak tarihe geçmiştir. Musul'un büyük ilçesi olup, Türkmen olduğundan Saddam zamanında il yapılmamıştır. Nüfusun yarısına yakını Şii mezhebine mensup olmakla beraber, bugüne kadar Sünni Türkmenlerle hiçbir konuda ihtilafa düşmemişlerdir. Bir petrol şehri olmamakla birlikte, Telafer stratejik bir mevkie sahiptir. Türkiye sınırına 110 km, Suriye sınırına ise 70 km uzaklıktadır. Her iki sınıra da yakın 
olan tek Türkmen şehridir. Yani, Türkiye'den Türkmen bölgesine inmek 
için yegâne geçit ve bölge Telafer'dir. 

Türkiye'nin Ovaköy noktasından Telafer'e uzanan 110 km’lik koridor, Türkmenleri, Kürtleri ve Türkiye'yi yakından ilgilendirir. Türkmenler için önemlidir; çünkü Anadolu ile tek bağlantı noktası bu koridorla sağlanmaktadır. Aksi takdirde Barzani'nin egemenliğindeki bölgeden geçerek Türkiye'ye ulaşmak mümkün olmaktadır. Türkiye için de önemlidir; çünkü Zaho'dan sadece Kürt bölgesine giriş yapılabilirken, Ovaköy'den açılacak yeni bir kapı ile hemen Türkmen ve Arap bölgelerine inilebilmektedir. Bu koridor bir bakıma Ermenistan'dan İran'a uzanan Zengezur koridoruna benzetilebilir. Bilindiği gibi bu koridor hem Nahçıvan'ı Azerbaycan'dan, hem de Türkiye'yi Türk dünyasından ayırmaktadır. 

Aynı derecede Kürtler için de önemli görünmektedir. Söz konusu bu koridor yoluyla Suriye ile de dünyaya açılma imkânı elde edeceklerdir. Yoksa, tek çıkış yolları İran ve Türkiye üzerinden olacaktır. 

Bu koridor, Geçici Anayasada tanımlanan Kürdistan bölgesine dâhil değildir. Ayrıca, bu bölgenin zaten Musul Vilayeti'nin sınırlarına dâhil olduğu açıktır. Bugün Telafer'de, hafiften de olsa bir Sünni-Şii çatışmasının körüklendiğini görüyoruz. Ayrıca, aylardan beridir sebepsiz yere Türkmenlerin öldürüldüğünü, tutuklandığını ve evlerin boşaltıldığını öğreniyoruz. Bu gibi gelişmelerin tesadüf değil, kasıtlı olma ihtimali oldukça yüksek görünmektedir. Sebebi de Telafer'in ve civarının herkes için hayati öneme haiz olmasıdır. 

Sonuç 

Savaştan önce Irak muhalefeti tarafından dışlanan Türkmenler, 
savaştan sonra da dışlanmaya maruz kalmıştır. Özellikle Irak Türkmen 
Cephesi'ne siyasi süreçte hiçbir rol verilmemektedir. Şii Türkmenlerin, 
Irak'ın genel Şii şemsiyesi altında yer alarak siyasi sahnede az da olsa 
bir yer işgal ettiklerini söylemek mümkündür. Ama onların da bütün 
Türkmenleri kucakladıkları söylenemez. Kürt yanlısı Türkmen partileri 
ise, şu ana kadar kayda değer bir itibar elde edememişlerdir. Çünkü, 
nasıl ve niçin kuruldukları bellidir. Ancak, bundan sonra siyasi rol 
almaları büyük ölçüde Kürt siyasi gruplarının elde edecekleri başarıyla 
doğru orantılı olabilir. Ulusalcı kanadı temsil eden cephenin altındaki 
partilerin söylemleri arasında dişe dokunur bir fark yoktur. Şii Türkmen 
Partilerin ideolojik öncelikleri biraz farklı olmakla beraber, Türkmen 
kimliklerini gizlememektedirler. Bilindiği gibi mezhep olarak Şiilik, 
milliyetçilik akımlarına kapalıdır. Dolayısıyla bu iki siyasi kütlenin hemen 
hemen her konuda iş birliği yapmaları mümkün görünmektedir. Ancak, 
bu iki siyasi kütlenin, Kürt yanlısı Türkmen partileriyle iş birliği yapması 
uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Çünkü, arada çok köklü düşünce 
farklılıkları vardır. Özellikle Kerkük konusundaki fikir ayrılığı çok ciddi bir 
boyuttadır. Ulusalcı ve Şii Türkmen partileri Kerkük'ü Irak'ın bir parçası 
olarak görürken, Kürt yanlıları Kerkük'ü Kürdistan'ın bir parçası olarak 
görmek istiyor. Genel olarak Türkmenlerin dört ana sıkıntıları göze 
çarpmaktadır: 

1. Siyasi Güç ve Tecrübe Yetersizliği 

Türkmenler 1990 yılına kadar gizli siyaset yaparak ayakta durmaya çalıştılar. Hiç kimse onlara doğru dürüst yol göstermedi, sponsorluk yapmadı ve siyasi eğitim vermedi. Siyasi tecrübelerini deneme yanılma yoluyla kazanmaya çalıştılar. Onun için bugün aralarındaki en küçük mesele uyuşmazlık konusu olabilmektedir. Siyasi gündemlerini meşgul eden konular basit ve küçük meseleler olmaktadır. Özellikle bugün Cephe'nin çatısı altında görünen partilerin birbirinden hiçbir farkı yoktur. 

2. Karizmatik Vasıflara Haiz Bir Liderin Çıkmaması 

1995 yılında aktif faaliyete geçen Irak Türkmen Cephesi, 10 yıl 
içerisinde beş sefer başkan değiştirmiştir. Cephe'nin dışındaki siyasi 
partilerin başkanları da çok dar bir siyasi tabana hitap etmektedirler. 
Türkmenler, feodal yapıdan çıktıkları için, onları bir araya toplayabilecek 
olan kişi bir aşiret reisi değil, ancak karizmatik bir lider olabilir. 

3. Askerî Güçlerinin Olmaması 

 Savaştan önce Kürtlerin iyi eğitilmiş ve çeşitli imkânlara sahip 
Peşmergeleri varken, Şii Araplar da Bedir Tugayları adında esaslı bir 
askerî güce sahipti. Bu askerî güç savaştan sonra da kendini hissettirdi 
ve siyasi görüşmelerde önemli bir pazarlık ya da tehdit unsuru olabildi. 
Türkmenler işin başından itibaren böyle bir güce sahip olmadı ve 
mücadeleyi daha çok demokratik enstrümanlarla sürdürmeyi tercih etti. 

4. Mali Destek Yetersizliği 

Kürt siyasi grupları baştan beri ABD ve İsrail'den, Şii grupları da 
İran'dan mali destek görürken, Türkmenlerin bu tarz güçlü bir finans 
kaynakları olmamıştır. Bugün Kuzey Irak'ta yürütülen ticari faaliyetlerin 
büyük bir kısmı Kürt iş adamlarının elindedir. Savaştan sonra Irak'a 
yerleşen Türk firmalarının çoğu da vekalet ve temsilciliklerini Kürt iş 
adamlarına vermiş durumdadırlar. 

Bütün bu köklü eksikliklere rağmen Türkmenlerin hak ettikleri yeri 
almaları, Irak'ın geleceği açısından önemli bir şart olarak görünmektedir. 
Türkmenlerin siyasi süreçten dışlanmasıyla Irak'ın geneli bir kazanç elde 
edemez. Bilakis, Irak'ın sadık vatandaşları olarak Türkmenler, Irak'ın 
demokratikleşmesi, gelişmesi ve kalkınmasında önemli roller alabilirler. 
Türkmenlerin sosyolojik yapıları incelendiğinde bugüne kadar hiçbir 
kesime zarar vermedikleri kolaylıkla görülebilir. Bütün bunlara rağmen 
dışlanmalarının sebebi ne olabilir diye düşündüğümüzde, akla Türkiye ile 
soydaşlık faktöründen başka bir sebep akla gelmemektedir. Onun için de 
sürekli küçültülmüşler ve yaşadıkları coğrafya daraltılmıştır. Kürt siyasi 
grupları, Türkmenleri 500.000 civarında bir topluluk olarak gösterirken, 
Türkmen Cephesi 3.5 milyon olarak göstermektedir. Ancak bilimsel bir 
tahminle, nüfuslarının 2 milyondan daha az olmadığını tahmin etmek zor 
olmasa gerektir17. Bununla birlikte, tarafsız ve BM gözetiminde doğru bir 
nüfus sayımı yapılmadan Türkmenlerin gerçek nüfusunu tahmin etmek 
doğru olmayacaktır. Bugün Irak'ta bütün siyasi olumsuzluklara ve 
sonuçları tartışmalı olmasına rağmen bir seçim yapılabilmiştir ama her 
nedense Kürt ve Şii partiler sayıma yanaşmamakta ve ülkedeki güvensiz 
ortamı gerekçe göstererek hep ertelemektedirler. 

Kısaca ifade etmek gerekirse, Türkmenler 21. asrın mağdur edilmiş, hakları verilmemiş ve dışlanmış topluluklarının başında gelmektedir. 

KAYNAKÇA 

1.C. J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs: Politics, Travel and 
Research in North-Eastern Iraq 1919-1925, Oxford University Press, 
London, 1957, ss. 266-280 

2. Neft, Arapça petrol anlamına gelir. Osmanlı Padişahı Sultan 
Abdulhamit, İngilizlerin Kerkük petrollerine göz dikmesi üzerine, bu 
şehirde petrol çıkarma imtiyazını bu Türkmen ailesine verdiğinden 
soyadları Neftçi olmuştur. Bu ailenin ileri gelenlerinden Abdullah Neftçi, 
14 Temmuz 1959 Katliamında şehit düşenler arasındadır. 

3. L. Lukitz, Iraq: The Search for National Identity, Frank Cass, 
London, 1995, s. 40 

4.İbid,s.41 

5.İbid,s.42 

6.Geniş bilgi için bkz: Elturkman vel Vatanul İrakî, Arshad 
Hurmuzi, İkinci Basım, Kerkük Vakfı Yayınları,2003, Kerkük, s. 57-65 

7.E. El-Hunnuzi, Safahat Minel Tarih El-Turkmani, Meczeret 
Gavurbaği Fi Karkuk, Kardaşlık Dergisi, Sayı: 23,2004,s. 75 (Arapça) 

8. Muthekkerat El-Tabakçali ve Thikreyat Casim Muhlis El-
Muhami, İkinci Basım, Zaman Matbaası, Bağdat, 1985, s. 356 

9.İbid, s. 423 

10.Z. Umar, The Forgotten Minority Turkomans of Iraq, Inquiry, 
February 1987, s.40 

11.G. Kirk, Contemporary Arab Politics, Frederick Praeger, 
N.Y., 1961, ss. 162-163 

12.W. Jaff, Karkuk, Dirase Siyasiye ve İctimaiyye, Matbaat 
Wizretül Thekafa, Erbil, 1998, s.100 

13.S. Saatçi, Irak Türkmenleri, İkinci Basım, Ötüken, İstanbul, 
2003, s. 249-276 

14.A. Hurmuzi, Elturkman vel Vatanul İrakî, İkinci Basım, 
Kerkük Vakfı Yayınları, 2003, Kerkük, s. 120-145(Arapça) 

15.Nuri El-Talabani, Siyaset Tağyir El-Vaki, El-Kavmi Limedinet 
Karkuk Kadimen ve Hadisen, Kirkuk The City of Ethnic Harmony, 
Scientifıc Symposium Held by Kartala Center for Research andStudies, 
Birinci Baskı, London, 21-22 July 2001, s. 433 

16.Mahir Nakip, Çuvaldız, Kardaşlık, Sayı: 25, Yıl: 7, s. 7 

17.Ershad Al-Hirmizi, The Türkmen and lraqi Homland, Kerkük 
Vakfı, İstanbul, 2003, s. 90 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 .C. J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs: Politics, Travel and Research in North-Eastern Iraq 1919-1925, Oxford University Press, London, 1957, ss. 266-280. 
2 Neft, Arapça petrol anlamına gelir. Osmanlı Padişahı Sultan Abdulhamit, İngilizlerin Kerkük petrollerine göz dikmesi üzerine, bu şehirde petrol çıkarma imtiyazını bu Türkmen ailesine verdiğinden soyadları Neftçi olmuştur. Bu ailenin ileri gelenlerinden Abdullah Neftçi, 14 Temmuz 1959 Katliamında şehit düşenler arasındadır. 
3 L. Lukitz, Iraq: The Search for National Identity, Frank Cass, London, 1995, s. 40. 
4 İbid,s.41 
5 İbid,s.42 
6 Geniş bilgi için bkz: Elturkman vel Vatanul İrakî, Arshad Hurmuzi, İkinci Basım, Kerkük Vakfı Yayınları,2003, Kerkük, s. 57-65 
7 E. El-Hunnuzi, Safahat Minel Tarih El-Turkmani, Meczeret Gavurbaği Fi Karkuk, Kardaşlık Dergisi, Sayı: 23,2004,s. 75 (Arapça) 
8 Muthekkerat El-Tabakçali ve Thikreyat Casim Muhlis El-Muhami, İkinci Basım, 
Zaman Matbaası, Bağdat, 1985, s. 356 
9 İbid, s. 423. 
10 Z. Umar, The Forgotten Minority Turkomans of Iraq, Inquiry, February 1987, s.40. 
11 G. Kirk, Contemporary Arab Politics, Frederick Praeger, N.Y., 1961, ss. 162-163. 
12 .W. Jaff, Karkuk, Dirase Siyasiye ve İctimaiyye, Matbaat Wizretül Thekafa, Erbil, 1998, s.100 
13 S. Saatçi, Irak Türkmenleri, İkinci Basım, Ötüken, İstanbul, 2003, s. 249-276 
14 A. Hurmuzi, Elturkman vel Vatanul İrakî, İkinci Basım, Kerkük Vakfı Yayınları, 2003, Kerkük, s. 120-145(Arapça) 
15 Nuri El-Talabani, Siyaset Tağyir El-Vaki, El-Kavmi Limedinet Karkuk Kadimen ve Hadisen, Kirkuk The City of Ethnic Harmony, Scientifıc Symposium Held by Kartala Center for Research andStudies, Birinci Baskı, London, 21-22 July 2001, s. 433.
16 Mahir Nakip, Çuvaldız, Kardaşlık, Sayı: 25, Yıl: 7, s..
17 Ershad Al-Hirmizi, The Türkmen and lraqi Homland, Kerkük Vakfı, İstanbul, 2003, s. 90.

9 CU  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 7

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 7



ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ 

Yazan: Dr. Ercan ÇİTLİOĞLU 

ABD’nin Irak’tan çıkışına ilişkin senaryoların yeni dünya düzenine olası etkilerini irdeleyebilmek için, öncelikle “yeni dünya düzeni” kavramından ne anlaşılması gerektiğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. 

Eğer yeni dünya düzeni deyimi ile küreselleşme ve bu akımın, ülkelere gelişmişlik düzeyleri ile bağlantılı olarak görece dayattığı yeni yüklemleri anlıyor ve yeni dünya düzenini bu temelde tanımlıyorsak, bu bağlamda ABD’nin Irak’taki varlığının ayrı bir pencereden görülmesi gerekecektir. Yok eğer “yeni dünya düzeni” kavramı ile ABD’nin küresel anlamda tek egemen güç olarak ortaya çıkışı ve hegemonik amaçlarına ulaşma doğrultusunda gerektiğinde güç kullanımına dayalı dış politika uygulamalarından söz ediyorsak, bu defa karşımıza çıkacak Irak fotoğrafı daha değişik boyutları içerecektir. Ancak, aralarındaki ayrılık ve aykırılıklara karşın bu iki pencerenin birleşik yönü, gerek 
küreselleşmenin eşliğinde taşıdığı sancılı ve çatışmalı ortam, gerekse 
ABD’nin ekspansiyonist ve hegemonik uygulamalarının yol açtığı güvensizlik zemininin, ülkeler genelinde sorgulanma çizgisini aşarak ortak bir eğilime dönüşmüş olmasıdır. 

Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan ve özellikle 11 Eylül sonrası 
ivme kazanan gelişmelerin, gerek ekonomi ve finans, gerek savunma ve  güvenlik, gerekse temel insan hak ve özgürlükleri konusunda yaşamımıza getirdiği ve kimi zaman dayatmalar biçiminde ortaya çıkan uygulamaların yarattığı ve sanayi devriminden çok daha fazla sancılı geçeceği konusunda kuşku bulunmayan türbülansların, ABD’nin geleceğe dönük ulusal çıkar planlama ve stratejileri açısından son derece uygun bir iklim yarattığını ileri sürmek yanlış bir varsayım olmayacaktır. 

Aksi ne kadar iddia edilirse edilsin ve ne kadar kınanırsa kınansın, gücün egemenliğine dayalı ve liderliğini ABD’nin yürüttüğü yeni yönetim anlayış ve uygulamalarının, “yaratılan kaostan arzu edilen çözüme ulaşma” biçiminde tanımlanabilecek bir teoriyi yaşama geçirdiğini kabul etmemiz ve ABD’nin Irak’tan çıkış senaryolarını bu çerçevede irdelememiz gerektiğini değerlendiriyorum. 


Bu noktada bir ikinci parantez açarak, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin, Irak özelinde tekil bir değerlendirmeye tabi tutulamayacağını; çünkü ABD’nin Irak’ı işgal ederek Saddam rejimini devirmesinin, bölgenin geleceği ile doğrudan ilişkili bir planın yalnızca bir kesitini oluşturduğunu, Irak işgalinin birbiri ile bağlantılı ve yine birbirinden bağımsız pek çok ayrı nedene dayalı olduğunu ifade etmek 
istiyorum. 

ABD’nin, bölgeye ilgisinin Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine değil, 18. yüzyılın ilk yıllarında başladığını, Irak ve İran petrolleri üzerinde İngiltere ile birlikte ortak eylemler içinde olduğunu, Türkiye dâhil pek çok bölge ülkesinde eğitsel ve sosyal faaliyetlerde bulunduğunu (örneğin Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Anadolu’da 100’ü aşkın Amerikan okulunun varlığını, Robert Kolej’in ABD dışında kurulan ilk Amerikan okulu olduğunu, yüzlerce Amerikalı misyonerin Anadolu’da faaliyet gösterdiğini, 1806 yılında Irak petrollerinin işletilmesi için kurulan şirkette Amerika’nın pay sahibi olduğunu) anımsarsak günümüzde ABD’nin Irak, 
Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkelerindeki askerî varlığı güncel bir olay olmaktan çıkıp çok uzak geçmişe dayalı bir stratejinin başarılı uygulamasına dönüşmektedir. ABD’nin Irak’a niçin girdiği ve niçin işgal ettiği değerlendirilme den, Irak’tan nasıl, niçin ve ne zaman çıkacağı ya da çıkıp çıkmayacağı yönünde sağlıklı bir kestirim ve değerlendirmede bulunmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum. 

11 Eylül sonrası, küresel bir tehdit kaynağı olarak belirlenen ve bu anlamda çok da haksız olmayan terörizmle savaş çerçevesi içinde ABD’nin, Irak’a müdahalesinin temel gerekçeleri bölge özelinde: 

 1. İsrail’in güvenliğinin sağlanması, 

 2. Arap-İsrail anlaşmazlığının giderilerek bölgesel bir istikrarın yaşama geçirilmesi ve sürekli çatışma ortamının yaratmakta olduğu içsel ve dışsal tehdit kaynaklarının ortadan kaldırılması, 

 3. Irak’taki enerji kaynakları ve dağıtım koridorlarının güvence altına alınması, 

 4. Bölgede demokratikleşme hareketlerine ivme kazandırılması, nükleer silah sahibi olma kapasite ve özleminin kırılması gibi ana başlıklar altında açıklanıyor olsa da ABD için son derece ağır ekonomik faturalar çıkaran ve başka ülkeler için olmasa bile Amerikan kamuoyu açısından tahammül edilebilirliği kuşkulu bulunan insan kayıplarının göze alınıyor oluşunun çok daha önemli nedenlerinin bulunması gerektiği son derece açık olmalıdır. 

Irak harekatının hemen arkasından dünya kamuoyunun gündemine başlangıçta bir etki-tepki ölçümü olarak taşınan, ancak temeli çok daha öncelere dayalı Büyük Orta Doğu Projesi ya da Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu Girişiminin, içine Kuzey Kafkasya’yı da alan uygulamalarının günümüzde ivme kazanmış olması da bu fotoğrafa eklendiğinde, Irak’ın işgalinin çok da masum bir “kurtarma operasyonu” olmadığı giderek açığa çıkmaktadır. 

Dünyada bilinen enerji rezervlerinin %65’ini barındıran ve ürettiği petrolün %80’ini batı yarıküreye ihraç eden bu bölgenin; gelecek 20 yıl içinde ABD’nin petrol ve doğal gaz gereksiniminin %40’ını karşılayacağı ve küresel anlamda bu gereksinimin %55 dolayında artış göstereceği düşünüldüğünde, önemi giderek artmaktadır. Orta Doğu ülkeleri, yalnızca dünya petrol gereksiniminin karşılanmasında değil aynı zamanda fiyatlarının saptanmasında da başat bir konuma ulaşacak gibi görünmektedir. 

Öte yandan 2025’li yıllara varıldığında, dünya nüfusunun %40’ının Çin ve Hindistan’da, genel anlamda dünya nüfusunun %70’inin Orta ve Uzak Asya’da yaşayacağı, başta Çin olmak üzere Orta ve Uzak Asya ülkelerinin enerji gereksinimlerinin aşırı ölçülerde artacağı düşünüldüğünde; ekonomi, teknoloji ve askerî güçleri henüz ABD ölçeğinde gelişmemiş bulunan bu ülkelerin kalkınma hızlarının denetim altına alınması, herhâlde ABD’nin hegemon anlayış ve uygulamasının doğal bir gereği olmalıdır. 

Çok kalın çizgilerle ve yalnızca bir anımsatma amacına yönelik bu açıklamalar dan sonra ABD’nin, koşullar her ne olursa olsun Irak’tan görünür bir gelecek içinde askerî anlamda çekilmesini beklemenin çok gerçekçi olmadığını değerlendirmekteyim. 

Adı her ne olursa olsun, uygulaması başlamış bulunan Büyük Orta Doğu Projesi’nin yaşama geçirilmesi için kilit konumda olan Suriye; ama daha önemlisi İran nötralize edilmeden ABD’nin, Irak’tan gönüllülükle çekilmesi herhâlde mümkün olmasa gerektir. Ekonomisi son derece kırılgan, askerî gücü ise önemsemeyi gerektirmeyecek ölçüde zayıf olan Suriye ile ABD için bile kolay bir hedef niteliği taşımayan İran, Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda uysallaştırılmadan ABD’nin, Irak’taki askerî varlığını sona erdirmesi herhâlde mümkün bulunmamaktadır. İran’ı kara sınırlarından kuşatarak bir çevreleme (containment) politikası izleyen ve Irak ile bu halkayı tamamlayan 

(Türkiye’nin konumunu bu sunumun dışında tutuyorum) ABD’nin, Irak’taki askerî varlığı ile İran üzerinde yarattığı baskıyı, bu ülkenin rejimini değiştirmeden ve nükleer kapasitesini en az on beş yıl geriye atmadan sona erdirmesi, ABD’nin bugüne değin inat ve ısrarla uyguladığı politikasından kesin bir U dönüş anlamı taşır. Bunun görünür gelecek içinde mümkün olmayacağı ise son derece açık olmalıdır. 

Birinci Körfez Harekatı öncesi, Körfez ülkelerine başta Suudi Arabistan ve Kuveyt olmak üzere, Saddam’ın sergilediği tehdide karşı askerî anlamda yerleşen ABD’nin, günümüzde aynı gerekçelerle ancak hedefi İran olarak değiştirip kalıcılığını Irak’a da yayarak koruduğu bilinen bir gerçek olmalıdır. 

ABD’nin, bugüne kadar Irak’ta düzeni sağlayamadığı ve askerî anlamda başarısız olduğu yönündeki görüş ve söylemlere, bir işgalin temel amacının o ülkenin her alanının tam bir denetim altına alınması olmadığından yola çıkarak çok da katılmak mümkün değildir. Nitekim ABD’nin, Irak’ta kendi güdümünde bir hükümet oluşturduğu, güvenlik güçlerini eğittiği ve asayişin, stratejik hedefler dışında korunmasını bu güçlere devrettiği, önemli tüm doğal kaynaklar, sanayi tesisleri, telekomünikasyon ağları, enerji tesislerini denetimi altında bulundurduğu düşünüldüğünde, tüm direniş hareketlerine karşın yine de başarısızlığa uğradığını söylemek kanımca doğru bir yaklaşım olmayacaktır. 

Nitekim, ABD askerlerinin sokaklardan çekilmesi ve yerlerini Irak güvenlik güçlerine devrediyor oluşu bir başarısızlıktan çok, gerek kayıplarını azaltma gerek Irak hükümetine otoritesini güçlendirme yolunda tanınan bir fırsat niteliği taşımaktadır. Kaldı ki, hükümetin otoritesini tüm etnik gruplara kabul ettirdiği, şiddet olaylarından arınmış, yaşamın doğal yörüngesine girdiği bir Irak’ta, ilk sorgulanacak olan kuşkusuz ABD’nin askerî varlığı olacak, bu sorgulama Irak dışına da taşarak ABD’nin, Irak’tan çıkması yönünde uluslararası bir baskıya 
zemin hazırlayacaktır. 

Tüm bunlara karşın ABD’nin, Irak’taki varlığını sonsuza kadar  sürdüremeyeceği nin de bir gerçek olduğu cihetiyle, Irak’ın önce federal, sonrasında konfederal bir yapıya kavuşturularak, yani başından beri öngörüldüğü şekilde üçlü bir yapıya eşlik edecek bir parçalanma sürecine gireceğini, baskın bir olasılık olarak göz önünde bulundurmak gerekecektir. 

ABD’nin 2005 ve 2006 yıllarında Irak’tan çıkması son derece zayıf bir olasılık olarak görünmekle birlikte; bu çıkışın, ABD’nin ikili anlaşmalar çerçevesinde elde edeceği egemen üsleri kurmasından sonra, görevin 

NATO’ya devrini gündeme getirmesi ve federasyon aşamasında güvenlikten NATO’yu sorumlu kılacak bir kombinezona yön vermesi olasılık sınırları içinde görünmektedir. 

Bütün bu açıklamalardan sonra, söz konusu çıkış senaryolarının yeni dünya düzenine etkisinin bugün için pek çok bilinmeze eşlik ettiğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Ancak, ABD’nin her ne kadar “her şeye muktedir ve her istediğini gerçekleştiren” bir konumda olmadığı yaşanan olaylarla kabul görüyor olsa da önümüzdeki 25 yıllık sürecin son derece çalkantılı ve gergin geçeceğini, bu gerginliğin ölçüsünü tayin edecek ana güç odaklarının ABD, Çin ve Hindistan olacağını, AB’nin küresel bir güç olma konumundan giderek uzaklaşmakta olduğunu ileri sürmek doğruların yansıması olacaktır. 


Çin Petrol Ürünleri Talebi (2002-2004) 
Kaynak:British Petrol(www.bp.com) 

Sahip olduğu enerji kaynakları açısından bir sorunu bulunmayan ve mevcut rezervlerinin 60 yıllık bir kullanım süresi bulunan Rusya’nın, hangi yükselen değerle yakınlaşacağı, Orta Asya için kilit bir rol oynayacak gibi görünmektedir. Ancak Rusya’nın geçmişteki tüm anlaşmazlık ve hatta düşmanlıklarına karşın, seçiminin ABD’den yana olması bugünün baskın olasılığı olarak görünmektedir. Ne var ki, ABD’nin korkutucu gücü ve bu gücü askerî anlamda kullanmaktan 
çekinmediğini açıkça belli etmesi, Irak örneğinden hareketle AB-Çin-Rusya yakınlaşmasını da gündeme taşıyabilecek ve önümüzdeki yıllar yeni ittifaklar oluşmasına zemin hazırlayabilecektir. Buradaki en belirleyici unsur; sürdürülebilir refahı adına petrole gereksinim duyan ancak sahip olamayan AB ülkeleri ile, kalkınma ve gelişmesini sürdürmek için petrole gereksinim duyan ve yine sahip olmayan Çin’in gelecekteki tavırları olacaktır. Çünkü, İran’dan sonra Çin de bir anlamda sınırlarından kuşatılma hareketinin başlatıldığını görmekte ve çevresindeki halka tümü ile kapanmadan kendisine bir çıkış kapısı aralama ihtiyacını hissetmektedir. 

Sonuç olarak, ABD’nin Irak’tan çekilme senaryolarının hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, bu harekatın dünyadaki tüm dengeleri etkileyecek bir boyuta tırmandığı, gücün egemenliğinin bir yönteme dönüştüğü ve bu gücün engellenmesi açısından yeni ittifakları ve doğaldır ki, yeni ayrışmaları gündeme getirmesi kaçınılmaz görünmektedir. 


8 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 6

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 6



BELİRTİLEN BU DEĞERLENDİRMELER VE ABD’NİN DİNAMİKLERİ IŞIĞINDA ABD’NİN, ÖNCELİK SIRASINA GÖRE IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARI NELER OLABİLİR? 

Yazan: Prof.Dr.Mahmut Bali AYKAN 


ABD’nin Irak’taki askerî varlığının geleceği ne olacaktır? Bu 
soruya cevap verebilme amacı güden 4 senaryo ve bir tartışma planı 
hazırlanmıştır. Bu yazıda bu çalışmalarla ilgili bazı düşünceler 
paylaşılacak ve bu düşüncelerden yola çıkılarak belirtilen konu ile ilgili 
bağımsız bir analiz denemesi yapılacaktır. 

Söz konusu 4 çalışmanın her biri konuya askerî, jeopolitik, 
ekonomik, tarihsel ve bölgesel perspektiflerden; dinî ve etnik faktör 
açılarının birinden yaklaşarak bu hususlarda bilgiler vermekte ve bu 
bilgilere dayalı olarak ABD’nin Irak’tan askerî güçlerini kısmen veya 
tamamen çekip çekmeyeceği; bu çekilme işleminin ne zaman ve hangi 
şartlar altında olacağı; muhtemel bir çekilmenin ertesinde Irak içi ve Orta 
Doğu bölgesi genelinde ne çeşit gelişmelerin beklenebileceği ile ilgili 
önerilerde bulunmaktadırlar. Tartışma planı ise konunun hangi başlıklar 
altında incelenmesi gerektiği ile ilgili bir taslak öneri görünümündedir. 

Bu çalışmaları, ABD’nin Irak’taki askerî varlığının geleceği konusu 
ile ilgili genel bir resmin belli parçalarını, kendi yaklaşım açılarından 
hareketle verdikleri bilgiler bakımından göstermeleri nedeniyle, değerli 
ve birbirlerini tamamlayıcı olarak görüyorum. Ancak ABD’nin Irak’taki 
askerî varlığının geleceği gibi çok spesifik olan bir konunun; 

. ABD’nin Soğuk Savaş dönemi ve 11 Eylül sonrasında gelişen 
ulusal kimlik ve davranışı ile ilgili olduğunu; 
. Somut bilgiden çok ancak sezgiye dayalı varsayımlarla 
tartışılabilecek karmaşık gerçekler ve olaylar içermekte olduğunu ve, 
. Bu varsayımların ABD işgalinin hangi şart ve sonuçlar 
çerçevesinde ve ne zaman bitip bitmeyeceği ile ilgili gelecek tahminleri 
olarak kesin olamayacak ancak gerçekleşmesi en muhtemel ihtimallere 
dayalı olabileceğini düşünüyorum. 


Bu belirtilen noktalar açısından bakıldığında söz konusu 
çalışmaların birbirini tamamlayacak şekilde birleştirilmeleri ve kesinlik 
içeren bazı öneri ve varsayımların yumuşatılması gereğine ilaveten 
bakış açılarının da genişletilmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha açık 
olarak belirtmek gerekirse, bu çalışmaların bence en dikkat çekici ortak 
eksiklikleri ABD’nin 11 Eylül sonrası dönemi ile ilgili ulusal kimlik ve 
bunun etkilediği dış politika davranışı ile doğrudan bağlantılı genel bir 
analitik çerçeveden yoksun oluşlarıdır. 

“Dış Politika”, devletlerin kendi kimlik anlayışları, ulusal ve 
uluslararası ortamla ilgili algılamaları çerçevesinde belirledikleri iç ve dış 
amaçları elde etmek ve bu amaçlara yönelik tehditleri etkisiz hâle 
getirmek doğrultusunda geliştirdikleri bir stratejidir. Bu açıdan 
bakıldığında, ABD dış politika davranışlarının özellikle II. Dünya Savaşı 
dönemlerinden günümüze kadar hiç değişmemiş olan bir özelliği; gelmiş 
geçmiş bütün ABD yönetimlerinin evrenselcilik ve ulusalcılık 
yaklaşımları arasındaki bocalamaları ve bu durumun dış politika 
çizgisinde oluşturduğu çelişkilerdir. Ulusalcı yaklaşım; Başkan George 
Washington ve Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasının mimarı George 
F. Kennan’ın, kendi dönem şartlarına uyarlanmış bir şekilde, ABD’nin 
güvenlik ve refahını koruması bakımından kendisinden farklı kimliklerden 
oluşmuş olan uluslararası alanda, daima kendi hareket serbestisini 
koruması gerektiği fikrini savunur. Evrenselcilik ise; (ki bu Başkan 
Woodrow Wilson’dan bu yana uluslararası sistemik yapıdaki 
değişikliklere karşılık olarak yapılmış çeşitli adaptasyonlarla gelişmiş bir 
çizgidir) ABD’nin, uluslararası alanda güvenlik ve refahını koruyabilmesi 
için kendi ulusal değerlerini (ki bunları kısaca liberal demokrasi; pazar 
ekonomisi ve bunlarla bağlantılı bireysel girişimcilik, düşünce özgürlüğü 
gibi değerler manzumesi olarak düşünebiliriz) benimsemiş bir dünyanın 
oluşturulması yolunda aktif bir misyon üstlenmesini öngörür. Bu iki zıt 
görüşten Evrenselcilik yaklaşımı 11 Eylül 2001 sonrasında ABD dış 
politikasında özellikle öne çıkarken; diğer taraftan özellikle Irak’ta 
karşılaşılan güçlüklerin ABD’nin hareket serbestisinin tekrar 
kazanılmasına yönelik bir yeniden değerlendirme yapılması yönünde, 
ABD yöneticilerine baskı yapmakta olduğunu görmekteyiz. 

ABD’nin Irak’taki askerî varlığının geleceği konusunu belirleyecek 
olan esas unsur, söz konusu senaryolarda bahsedilen askerî, jeopolitik, 
ekonomik, tarihsel, dinî ve etnik faktörlerin birbirlerinden bağımsız ve 
hatta bir bütün olarak yapacakları etkiden çok; Irak özelinde ve bölgesel 
ölçekte ABD dış politikası ile bağlantılı olarak sözü edilen bu iki zıt 
eğilimin birbirlerini nasıl etkileyip nasıl bir sonuç doğuracakları ile ilgilidir. 
Şu husus vurgulanmalıdır ki, dış politika incelemelerinde indirgemeci 
yöntemin karmaşık dış politika olgularını basitleştirmek yönünde bir 
fayda ve cazibesi olabilse de, sonuca etki edebilecek diğer (muhtemelen 
daha baskın) faktörleri ihmal ettiği için bu yöntemin olayları açıklama ve 
geleceği tahmin gücü yeterli olamayacaktır. Her ülkenin dış politikası için 
söz konusu olduğu gibi ABD dış politika davranışlarında da temelde 
belirleyici olan husus; sadece ekonomik, askerî ve diğer konulardaki 
diğerlerine göre daha önemli görülen izole çıkarların değil; bunların 
tümünün algılamasına dayalı olarak karar verecek olan siyasi irade 
olacaktır. ABD gibi global bir güç açısından bakıldığında, söz konusu 
siyasi irade bu ülkenin birbiriyle örtüşen ve ayrışan çeşitli global, 
bölgesel ve yerel çıkarları arasında hiyerarşik bir öncelik sıralaması 
yapmak gibi yabana atılamayacak bir zorlukla karşı karşıyadır. Bu 
demektir ki, söz konusu senaryolarda çıkarının ne olduğunu ve onu elde 
etmek için ne yapması gerektiğini bilerek Irak’la ve bölge ile ilgili uzun 
vadeli planlar yapabilen her şeye muktedir ABD imajı gerçekle 
uyuşmamaktadır. Aslında ABD yöneticilerinin kendileri bile (ki bunlara 
Ütğm. Durmuş’un çalışmasında referansta bulunduğu ABD Kongre ve 
akademik çevrelerinde mevcut Irak politikasına eleştiri getirip çözüm 
üretmeye çalışanlar da eklenmelidir) türlü belirsizliklerden ötürü Irak’taki 
ve ona bağlı olarak bölgedeki dinamiklerin ne şekil alacağını ve buna 
göre ABD’nin yarın ne yapması gerektiğini bilememekte ve bunu da 
açıkça ifade etmektedirler. 

Şu ana kadar ABD’nin Irak’taki askerî varlığının geleceği ile ilgili 
konuda kısmi açılardan ve kesin hükümlere dayalı olarak 
tartışılamayacağı görüşü savunulmuştur. Şimdi yakın ve uzak gelecekte 
ABD siyasi iradesinin bu konu ile ilgili verebileceği muhtemel bazı 
kararlar ve bunların ABD’nin genel Orta Doğu politikası ile de bağlantılı 
muhtemel nedenleri üzerinde durulacaktır. 

İnceleme konumuz olan Irak’ın da bir parçası olduğu Orta Doğu 
bölgesi açısından bakıldığında, ABD’nin 11 Eylül öncesi dönemlerle 
kıyaslandığında değişmeyen spesifik çıkarları şunlardır: 

. İsrail’in ve dost ülkelerin güvenliğini sağlamak, 
. Arap-İsrail anlaşmazlığının bölgesel istikrara katkı sağlayacak şekilde çözümünü kolaylaştırmak, 
. Batı pazarlarına kesintisiz petrol akışının teminini güvenceye almak. 

11 Eylül 2001 olaylarından sonra bu amaçlar terörizme karşı 
savaş hedefi etrafında yeniden belirlenirken, bölgenin demokratikleşmesi 
ve nükleer silahların ve ilgili teknolojinin yayılmasının önlenmesi gibi bazı 
spesifik amaçlar terörizme karşı savaş çerçevesinde ön plana 
çıkmışlardır. Bu yeni dönemde, ABD’nin bu amaçları gerçekleştirmek 
üzere benimsemiş olduğu savunma stratejisi; 11 Eylül öncesi dönemdeki 
durumdan farklı olarak çok amaçlı (caydırıcı ve önleyici) askerî güç 
kullanımını diplomasi, ekonomik vasıtalar gibi diğer dış politika araçları 
arasında önceden hiç olmadığı kadar öne çıkarmaktadır. 

Bu amaçlar ve strateji çerçevesinde düşünüldüğünde, ABD’nin 
genel olarak Orta Doğu, özelde ise Irak’taki askerî mevcudiyetini devam 
ettirmek istemesine sebep olabilecek faktörler şunlardır: 

 1. Görünebilir gelecekte Orta Doğu bölgesinde yukarıda değinilen 
amaçlarını gerçekleştirebilmek için ABD’nin askerî mevcudiyetini devam 
ettirmesi gerekmektedir. Örneğin nükleer silahların yayılmasını önleme 
konusunda ABD’nin kendi Orta Doğu politikasıyla ters düştüğü sürece, 
demokrasi ile yönetilen bir İran’ın bile nükleer programına şüpheyle 
yaklaşacağı söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında, aşağıda tartışılacağı 
üzere, ABD’nin belli bir çıkış planı çerçevesinde Irak’tan asker çekmesi 
ihtimal dâhilinde olmakla birlikte; İran’a karşı caydırıcı ve önleyici 
pozisyonunu korumak bakımından bu ülkede askerî bir üs ve/veya belirli 
bir askerî mevcudiyeti geride bırakması beklenebilir. 

 2. 11 Eylül olaylarından sonra güvenlik endişesi önceden hiç 
olmadığı kadar artan ABD kamuoyu, ABD’nin iç politikasında demokratik 
özgürlükleri erteleyerek; dış politikasında da tek taraflı güç kullanmaya 
dayalı bir strateji benimseyerek kendi demokratik değerleriyle ters 
düşme kararlılığını gösteren bir başkanla (üstelik bu kararlılığından ötürü 
ikinci kez başkan seçerek) ABD’nin, geçmişle kıyaslandığında yeni olan 
bir devlet kimliğine bürünmesine en azından görünebilir gelecekte itiraz 
etmeyeceğini göstermiş bulunmaktadır. 

 3. İşgalin başlangıcından beri bu ülkede düzeni hâlâ 
sağlayamamış olarak işgali devam ettirme kararlılığının ABD’ye kestiği 
askerî, politik ve ekonomik faturanın gitgide büyümesine rağmen; Bush 
yönetimi günümüze kadar tüm isteklere karşın ve eskiden Clinton 
yönetimin politikasını bu yönden eleştiren tutumuyla da çelişkiye düşmek 
pahasına Irak’tan bir çıkış planı yapıp bunu kendi kongresi ile 
paylaşmamıştır. 

 4. Yine Irak politikası ile ilgili olarak ABD Başkanı, Irak’ın seçimle 
iktidara gelmiş meşru yönetimi ABD’ye Irak’ı terk etmesi isteğini 
ilettiğinde bu isteğe derhal uyacağını, asker çekerken bu ülkede askerî 
bir varlık ve üs bırakmak niyetinde olmadığını ABD Kongresi’nde yapılan 
çağrılara rağmen, ABD ve dünya kamuoyuna bu zamana kadar ilan 
etmemiştir. 

 5. ABD’nin önümüzdeki yıllar içinde Orta Doğu petrolüne 
bağımlılığının gitgide artacağı bizzat ABD Enerji Bakanlığı yetkilileri 
tarafından rakamlarla açıklanmaktadır. Buna göre ABD’nin 2025 yılına 
kadar olan 20 sene içinde toplam enerji tüketimi üçte bir artacak ve iç 
üretimin tüketimi karşılamakta yetersiz kalması sebebiyle, talep artan 
ölçülerde ithalatla karşılanacak; bunun da en büyük kısmı Orta Doğu 
bölgesinden gelecektir. Yine bu yetkililere göre, ABD’nin petrole olan 
bağımlılığı gelecek 20 yıl içinde %40 oranında artacak ve bu bağımlılığın 
başka alternatiflerle ortadan kaldırılması da mümkün olamayacak; zira 
2025 yılında bu petrol talebinin % 70’i taşımacılık sektörüne gitme 
durumunda kalacaktır. Benzer şekilde ABD’nin doğal gaz talebinin de 20 
yıl içinde %40 artacağı öngörülmektedir. Diğer yandan dünya toplam 
enerji talebinin de önümüzdeki 20 yıllık süre içinde %54 artacağı ve bu 
artışın en büyük kısmının da Asya ülkelerinden özellikle de Çin ve 
Hindistan’dan gelecek talebe bağlı olacağı düşünülecek olursa; Orta 
Doğu ve civar bölgeler olan Kafkasya ve Orta Asya’nın, enerji kaynakları 
üzerinde söz sahibi olabilmek adına önemli bir uluslararası rekabete 
sahne olacağını düşünmek zor olmayacaktır. Bu durumda ABD’nin bu 
bölgelerdeki mevcudiyetini en azından sağlamlaştırmak için çaba 
göstermesini beklemek doğal olacaktır. 

ABD’nde, 1970 ile 2000 arasındaki 30 yıllık sürede, GSMH % 126 
artarken, enerji tüketimi sadece % 30 artmıştır. 
(Kaynak: National Energy Policy) 

 6. Öngörülebilir bir gelecekte uluslararası arenada özellikle askerî 
bakımdan ABD’nin süper güç konumuna meydan okuyacak ciddi bir 
rakip görünmemektedir. Bu durum ABD’nin Irak başta olmak üzere 
aktivist ve tek taraflı politikalarını sürdürmek yönünde teşvik edici ve 
kolaylaştırıcı bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. 

 7. Evrenselcilik yaklaşımı Bush yönetimi tarafından ABD’nin dış 
politikadaki tek seçeneği olarak algılanmaktadır. ABD resmî 
söylemlerinde, 11 Eylül sonrasında ABD dış politikasının öncelikli amacı 
hâline gelen “teröre karşı savaş”ın bu önceliğini uzun yıllar koruyacağı 
hususu açıkça kabul edilmektedir. ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın 
ifadesiyle; ABD “teröre karşı savaş” hususundaki global politikasını 
“insan hürriyetlerini” koruyan bir “güçler dengesi” kurmaya çalışarak 
sağlayacaktır. Bu çerçevede demokrasi için ortaklık; özellikle de 
Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika gibi projelerin hayata geçme 
şansı bakımından Irak bir örnek teşkil etmektedir. Toplumsal yapısı ve 
kültürü itibariyle Irak İran’a benzememektedir. Baas rejiminin izlemiş 
olduğu politikaların da katkıda bulunduğu üzere, bu ülkede dinî kesimler 
İran’da olduğu gibi hâkim bir konumda bulunmamaktadır. Irak’ta 
kadınların toplumda görevler üstlenmeleri sağlanmış, sosyal kalkınma 
hedefleri doğrultusunda mesafe kat edilmiş olup, kısacası ABD politik 
kültürüne İran kadar yabancı olmayan bir toplum söz konusudur. Orta 
Doğu’daki demokratikleşme potansiyeli bakımından Irak, ABD tarafından 
bir “demokratik domino” olarak algılanmaktadır. Bu yüzden Irak’taki ABD 
askerî mevcudiyetinin politik, ekonomik ve askerî faturası ne olursa 
olsun gerektiği sürece muhafazasının kaçınılmaz olacağı, ABD resmî 
söylemlerinde vurgulanmaktadır. ABD açısından Irak’taki başarının 
kriteri çekildikten sonra arkada seçimle gelmiş demokratik idarecilerin 
ülkenin iç düzenini koruyabildiği, toprak bütünlüğü arz eden, bu 
bütünlüğü dış tehditlere karşı koruyabilen, komşuları ile iyi ilişkiler içinde 
olan bir ülke bırakmak olarak görülmektedir. Bu satırların yazılmakta 
olduğu Mayıs 2005 tarihi itibariyle bazı gözlemcilerin ve yetkililerin 
istediği şekilde ABD’nin askerî olarak derhal bu ülkeden çekilmesinin 
böyle ideal bir sonucu meydana getireceği yönünde kesin bir belirti 
yoktur. Tam tersine, Irak’ın karmaşık etnik ve dinî yapısı içindeki yerel 
dengeleri kurmadan gerçekleşecek olan böyle bir çekilmenin, bir iç 
savaşın ve komşu devletlerin direkt müdahalelerinin önünü açması 
ihtimali vardır. İç düzen hâlâ tam olarak sağlanamamış olmasına rağmen 
ABD askerî varlığının devam ettiği mevcut durumda en azından açlık 
problemleri, Irak’tan komşu ülkelere yoğun göçler gibi problemler 
yaşanmamaktadır ve Irak petrolü de ABD’nin kontrolü altındadır. 

 8. Aslında mevcut durumda Irak’taki yeni yönetimin ABD’nin 
kuvvetlerinin bir an önce Irak’tan çekilmesi için herhangi bir istek 
duyduğuna dair belirti de mevcut değildir. Irak’taki yeni yönetim 
tarafından bu hususla ilgili olarak yapılmış açıklamalarda açık olan 
yegane husus asker sayısında belirli indirimler yapılmasının mümkün 
olmasıyla birlikte, ABD askerî varlığının en erken 2005 yılı sonuna kadar 
devam edeceğidir. Bu noktada yapılacak yeni bir durum 
değerlendirmesinin kesinlikle ABD’nin çekilmesiyle sonuçlanacağını 
gösterir herhangi bir işaret de mevcut değildir. Aksine, söz konusu 
sürenin çok daha uzun ve belirsiz olabileceğini düşündüren işaretler 
vardır. Örneğin Irak Cumhurbaşkanı Talabani bir mülakatta Irak’ın 
içişlerine dışarıdan müdahale durumu devam ettiği sürece ABD askerî 
güçlerinin Irak’tan çekilmesinin mümkün olamayacağını belirtmiştir. 
Türkiye’yi de kapsadığı açık olan bu ima bir belirsizlik durumuna işaret 
etmektedir. Örneğin, her ne kadar Talabani Irak topraklarında Türkiye’ye 
karşı bir tehdidin oluşmasına izin verilmeyeceğini söylüyorsa da, ne 
kadar iyi niyetle söylenmiş olursa olsun böyle bir sözün geçerliliğini 
sorgulatan bazı şartlar Irak’taki seçimler ertesinde ortaya çıkmıştır. 
Barzani ve Talabani taraftarları arasında devam eden anlaşmazlıklardan 
dolayı eskiden olduğu gibi Kuzey Irak’ta PKK tarafından yararlanılan bir 
otorite boşluğu doğmayacağı söylenemez. Bütün bu faktörler beraber 
düşünüldüğünde, ABD yönetimi üzerinde en azından görünür bir 
gelecekte Irak’tan çekilme konusunu ciddi olarak düşünme baskısı ya da 
mecburiyeti olmadığı görülmektedir. 

 9. ABD askerî varlığının Irak’taki geleceği konusu ile ilgili olarak 
İran’ın durumunun ABD’nin stratejik hesaplamalarında özel bir yer işgal 
ettiğini söylemek mümkündür. Yukarıda İran’ın nükleer programı ile ilgili 
olarak belirtilen noktaya ilaveten, ABD’nin Orta Doğu politikasında yine 
önceden belirtilen amaçlarının tümüne karşıt bir politika izlediği 
düşünülen bu ülke aynı zamanda Irak’ın da komşusudur. Mevcut 
durumda İran, Irak’taki radikal Şii gruplara destek sağlamaktadır. Irak’ın 
toplumsal yapısının gerçekleri ve tarihsel bir perspektiften bakıldığında 
Irak’taki yeni yönetimde en fazla söz sahibi olan Şii çoğunluğun tümüyle 
İran yanlısı olduğunu ve onun tarafından kontrol edileceğini söylemek 
doğru olmayacaktır. Ancak, ABD kontrolünde yapılan seçimler 
sonucunda Irak’ta iktidarı ele geçiren “ılımlı” bir Şii ağırlıklı yönetimin 
mevcudiyet ve politikalarının, İran’ın “radikal” Şii yönetiminin geleceği 
için bir tehdit teşkil edeceğini değerlendiren İran yönetiminin bu olasılığı 
bertaraf etmek için Irak’ın içişlerine müdahale politikasını muhtemelen 
arttırarak devam ettirmesi durumunda, ABD’nin Irak’tan askerî güçlerini 
çekebilmesi zorlaşacaktır. 

Bütün bu sayılan nedenlerin geçerliliklerine rağmen, ABD’nin 
beklenenden daha kısa bir süre içinde ve hatta geride bir askerî varlık 
ve/veya üs bırakmaksızın Irak’tan çekilmesinin, hiçbir suretle söz konusu 
olamayacağını iddia etmek de kolay olmayacaktır. 2006 yılından önce 
gerçekleşmesi mevcut göstergeler açısından olası görülmeyen, ancak 
ne zaman gerçekleşeceğinin tam olarak tahmin edilmesi de mümkün 
görünmeyen böyle bir gelişmeyi mümkün kılabilecek faktörler aşağıdaki 
gibidir: 

. Bir kere ABD, Irak’ta yukarıda değinilen amaçlarını elde etme 
açısından büyük bir kısır döngü içine girmiş görünmektedir. Her ne kadar 
ABD yetkilileri tarafından Irak’ta direnişin devamı ABD’nin çekilmesine 
engel olarak gösteriliyorsa da ABD’nin Irak halkının gözünde hiç bir 
meşruiyeti bulunmayan askerî mevcudiyetinin, bu direnişi büsbütün 
körüklediği de bir gerçektir. Bu satırların yazıldığı Mayıs 2005 tarihi 
itibariyle bu hususla ilgili olarak bir durum değerlendirmesi yapıldığında; 
ABD’nin Irak halkının acil ihtiyaçları olan işsizlik, elektriksizlik, güvenlik 
ve hayat pahalılığına çözüm bulma konularıyla ilgili olarak henüz 
tatminkâr bir ilerleme kaydedemediği görülmektedir. Irak’ta ABD’nin 
başta güvenlik ve yeniden yapılandırma olmak üzere amaçlarını 
gerçekleştirdiği yönünde herhangi bir işaret görülmeksizin askerî 
kayıpların sürekli artması durumunda, bir noktada ABD kamuoyunun 
Irak’tan çekilme üzerinde ısrar etmesi beklenebilir. Son kamuoyu 
yoklamalarında, ABD’de halkın Irak politikasını daha az desteklediği 
şimdiden ortaya çıkmıştır. 1970, 1980 ve 1990’lı yılların ilk yarısında 
Vietnam, Lübnan ve Somali örneklerinde görüldüğü gibi Irak’ta da 
ABD’nin aşağıda ayrıntıları tartışılacağı gibi kayıplarını en aza indirmeye 
çalışarak Irak’tan çekilme iradesini göstermesi beklenebilir. 
. ABD’nin Irak’taki askerî varlığı sürsün ya da sürmesin; özellikle 
Avrupalı müttefiklerinin ve bölge ülkelerinin iş birliği olmadan Irak’ta 
başarılı olması beklenemez. ABD’nin Irak’tan çekilmesi artan kayıplarını 
durduracağı gibi ABD’nin bölge ülkeleri ve halkı gözündeki bozulmuş 
imajını da bir dereceye kadar düzeltebilecek, onları kendi menfaatlerinin 
de gerektirdiği gibi Irak’ta istikrarın temini hususunda katkı yapmaya 
teşvik edebilecek ve ABD’ye bu ülkelerle Irak işgaliyle başlayarak 
bozulma sürecine girmiş görünen ilişkilerini tekrar onarıp yeni bir 
başlangıç yapma imkânı sunabilecektir. 

Bu durumda ABD’nin Irak’tan çekilme durumunun şartlarını, Irak 
içindeki karşıt gruplar, Irak’a komşu ülkeler, bölge ülkeleri ve Avrupalı 
müttefikleriyle belli anlaşmalara bağladıktan sonra Irak’tan (mevcut iç 
karışıklığın sürüyor olmasına rağmen) çekilmesi beklenebilir. 

. Bu çerçevede, ABD’nin Irak’a komşu ülkeler olan Türkiye, İran ve 
Suriye ile bu ülkelerin ABD’nin çekilmesi sonrasında Irak’ın iç işlerine 
karışmaması için çetin diplomatik pazarlıklara girmesi ve bu 
görüşmelerde Irak’tan çekilmesini bir koz olarak kullanması beklenebilir. 
. Aynı görüşmelerde bölgesel istikrarla ilgili olan önemli konular 
üzerinde ABD’nin bölge ülkeleri; özellikle de Mısır, Suudi Arabistan ve 
Ürdün gibi geleneksel olarak ABD ile iş birliğine eğilimli olmuş Arap 
ülkeleri ile yeniden bir değerlendirme ve uzlaşmaya gitme çabaları 
göstermesi beklenebilir. Bu konuların en önemlileri İsrail-Filistin, Arap-
İsrail uyuşmazlıkları, İran’la uzlaşma, bölge ülkeleriyle ABD arasındaki 
ilişkileri geliştirme ve bölgede demokratikleşmenin sağlanması gibi 
konular olması beklenebilir. 

. Avrupalı müttefikler ile kurulacak diyaloglarda ise ABD’nin 
kuvvetlerini Irak’tan çekmesini takiben NATO’nun Irak’ta direkt bir rol 
üstlenmesi konusu üzerinde ısrarlı olması beklenebilir. Daha şimdiden 
ABD resmî söylemlerinde, Avrupalı müttefikleri NATO’nun Bağdat’taki 
askerî eğitim misyonuna daha fazla katkıda bulunmaya çağırmakta, 
Afganistan’da ise ISAF ile ABD askerî harekatını ortak bir NATO 
kumandası altında birleştirme çağrıları yapmaktadır. Her ne kadar NATO 
cephesinde şu an için Irak ile ilgili daha fazla taahhütler alınması 
konusunda bir çekingenlik hâkimse de bu çağrıların ABD’nin Irak’tan 
çekilmesi için ABD tarafından öne sürülen şartlardan biri hâline gelmesi 
beklenebilir. Bu durumda NATO’nun tek Müslüman ülkesi Türkiye’nin 
diğer Avrupalı NATO üyeleri tarafından öne sürülüp, bu ülkeden Irak’ta 
aktif askerî misyonlar istenmesi gündeme gelebilir. NATO’nun 
Türkiye’nin NATO sahası dışındaki bir bölgede askerî misyonlar 
üstlenmesi hususundaki beklentileri özellikle Sovyetler Birliği’nin 
Afganistan’ı işgali sonrası dönemden beri çeşitli vesilelerle gündeme 
gelmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde genişleme yolundaki Avrupa 
Birliği üyeleri açısından Orta Doğu bölgesinin istikrarı daha da önemli bir 
hâle geldiği için Avrupalı NATO üyeleri bakımından böyle bir senaryonun 
gündeme gelmesi eskisine oranla daha fazla olasıdır. NATO şimdiden 
Polonya’nın Irak’ta çok uluslu güçler içinde öncü rol üstlenmesini 
desteklemiştir. 

. NATO dışında, ABD’nin çekilme durumunu takiben Birleşmiş 
Milletler Örgütü’nün de Irak’ta direkt olarak devreye girmesi beklenebilir. 
ABD açısından bakıldığında, BM’nin Irak’ta faaliyette bulunmasının ABD 
tarafından Irak’ta başlatılmış olan siyasi geçiş sürecine uluslararası 
meşruiyet kazandırması gibi bir getirisinin olması ve bu bakımdan ABD 
politikalarının uluslararası tepki çekmeden sürdürülmesi gibi bir 
beklentinin doğması beklenebilir. ABD Kongresi’nde Bush yönetiminin 
mevcut Irak politikasına yöneltilen eleştiriler içinde sürekli olarak 
vurgulanan bir husus; Irak’taki ABD misyonunun aslında askerî değil 
siyasi olduğu ve ABD yönetiminin bu hususu sürekli olarak göz ardı 
etmiş olduğudur. Bu eleştiri noktasından yola çıkıldığında ve ABD dış 
politikasının Soğuk Savaş sonrası dönemindeki gelişimine bakıldığında, 
ABD’nin bu yeni dönemde gelişmekte olan ülkelerdeki temel 
fonksiyonunun devlet ve millet oluşturulması yönüne doğru gittiği 
görülecektir. Somali’deki başarısızlıklar, Balkanlarda bu hususta 
karşılaşılan güçlükler düşünüldüğünde ABD’nin bu çeşit misyonları 
sadece kendi olanaklarıyla götürmesi beklenemez. Her ne kadar ABD 
Başkanı Bush, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde benzer 
misyonları Almanya ve Japonya’da kendi başına ve başarıyla 
tamamlamış olduğunu söylüyor ve bu olayları ABD’nin bugünkü Orta 
Doğu politikası için referans noktaları olarak kullanıyorsa da Irak’taki 
durumun Almanya ve Japonya’nın durumundan ortak bir etnik köken, dil, 
kültür, ortak bir düşman anlayışı gibi konularda önemli farklılıklar arz 
ettiği açıktır. Ayrıca her şeyden önce kendilerini bir millet olarak 
tanımlamayan bu etnik gruplardan hürriyet, eşitlik, halkın hükümranlığı, 
serbest piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü gibi değerlere dayalı 
Amerikan modeli bir federal devlet inşa etmenin zorlukları da ortadadır. 
Bütün bu gerçekler ABD Kongresi’nin Uluslararası İlişkiler komitelerinin 
önemli şahısları tarafından açıkça görülmekte ve ABD yönetiminin olaya 
Amerikan gözlüğüyle bakma eğilimi paylaşılmamaktadır. Zaten ABD’nin 
Almanya ve Japonya ile ilgili performansı Vietnam ve Somali’deki 
başarısızlık örnekleriyle şimdiden oldukça gölgelenmiş durumdadır. Bu 
açılardan bakıldığında, ABD Soğuk Savaş sonrası dönemde dış 
politikasında ne kadar tek taraflı davranmak kararlılığında olursa olsun; 
ABD’nin bu çeşit misyonlarda yetkiyi BM ile paylaşmak zorunda kalacağı 
düşünülebilir. Bu çerçevede düşünüldüğünde BM’nin Irak’ta politik 
kalkınma, insancıl yardım, adalet sisteminin yeniden inşası ve savaş 
suçlularının yargılanması, petrol endüstrisinin geliştirilmesi ve petrol 
zenginliğinin paylaşılması gibi bazı önemli konularda direkt yetkiler 
üstlenmesi öngörülebilir. Bu durumda ABD, Güvenlik Konseyi’nde, yani 
geri planda kontrolü sağlamak yoluna gidecektir. 

. Tabii ki yukarıda değindiğimiz Irak’ta federal bir millî devlet inşa 
edilmesi zorluklarının sadece ABD tarafından kendi başına değil, BM 
tarafından da üstesinden gelinemeyeceği düşünülebilir. Dolayısıyla 
Irak’taki yetkisini BM’ye devretmeye hazır olan bir ABD’nin Irak’ın etnik 
bazda parçalanması ihtimaline de hazır olduğu kabul edilmelidir. Bu 
hususta son zamanlarda gerek ABD Kongresi’nde gerekse de akademik 
camiada yapılan değerlendirmelerde; Irak’ın toprak bütünlüğünü bir 
federasyon çerçevesinde korumanın ABD’nin çıkarlarına hizmet 
etmeyeceğini savunan tezler öne çıkmaktadır. Bu tezlerde, Irak’ta 
federasyon yerine konfederasyon türü bir yapının, yani etnik ve dinsel 
bazda tam olarak kendini yönetmeye yetkili devletlerden (ki bu 
bağımsızlık ilan ederek konfederasyondan ayrılma hakkını da 
içermektedir) oluşmuş konfedere bir devletin, ABD’nin Orta Doğu 
bölgesindeki çıkarlarına ve özellikle bölgesel istikrara hizmet edeceği 
fikri öne çıkmaktadır. Bölge devletleri ve özellikle Türkiye’nin de içinde 
bulunduğu Irak’a komşu devletlerin görüşleriyle taban tabana zıt böyle 
bir tezin ABD yönetimi tarafından benimsenebileceği ihtimali de göz 
önünde bulundurulmalıdır. 



Map of Iraq CIA World Factbook 

Irak’ta etnik ve dinsel bazda yapılanmış konfedere bir devlet, bu 
ülkede ABD mevcudiyeti sürerken bizzat ABD tarafından 
yapılandırılabileceği gibi, ABD güçlerinin Irak’tan çekilmesi sonrasında 
geride bırakılmış federasyon yapısının zamanın bir noktasında 
çökmesiyle de ortaya çıkabilir. Bu hususta 1975 yılında başlayan 
Lübnan iç savaşı ve bu gelişmenin bölge genelinde yaratmış olduğu 
istikrarsızlık canlı bir örnek teşkil etmektedir. Böyle bir gelişmenin ortaya 
çıkması durumunda kendi yönetimi ve toplumu içinde muhtemel bir 
bölünme yaşıyor olabilecek bir ABD’nin bölgesel dinamikleri yönlendirici 
bir güç ve politik irade ortaya koyması mümkün olmayabilecektir. 
. Uzmanlar tarafından görünür gelecekte gerçekleşmesi 
öngörülmese de batı ülkelerinde petrol yerine geçebilecek alternatif 
enerji kaynaklarının bulunması durumunda ve hatta bu mümkün 
olamasa bile çeşitli önlemlerle kendisi ve müttefiklerinin Orta Doğu’dan 
petrol ithalini önemli ölçüde düşürmelerinin mümkün olması hâlinde, 
ABD’nin askerî güvenlik boyutu öne çıkan mevcut Orta Doğu 
politikalarının belli bir değişime uğraması beklenebilir. Bu değişimin 
parametrelerini şimdiden öngörülmesi mümkün olmayan o zamanki 
uluslararası konjonktür belirleyecektir. Ancak, bu çalışmada da 
değinildiği gibi petrolün Batı pazarlarına güvenli ve kesintisiz bir biçimde 
taşınması, ABD’nin Orta Doğu bölgesindeki dış politika amaçlarının 
sadece bir tanesini oluşturmaktadır. ABD dış politikasının 11 Eylül’den 
sonra öne çıkan ve uzun yıllar süreceği öngörülen askerî güvenlik 
boyutunun, Orta Doğu bölgesi politikasının petrol dışındaki diğer 
amaçlarıyla doğrudan ilintili olarak ABD’nin bu bölgeye ilgisinin devamını 
sağlayacağı büyük bir olasılıktır. Bu ilginin ABD’nin bölgedeki 
mevcudiyetini ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini ne şekilde etkileyebileceğini 
ise bölgesel ve uluslararası dinamiklerin yanında bölgenin önemli 
devletlerinin ABD’ye karşı izleyeceği politikaların belirleyeceğini 
öngörmek mümkündür. 

Bu hususta Türkiye’nin üzerine çetin bir sorumluluk düşmektedir. 
Demokrat Parti yöneticilerinin 1950’li yıllarda ABD ile ilişkilerin bazı 
önemli nüanslarını ayarlamada ve Orta Doğu bölgesine karşı izledikleri 
dış politikada birtakım önemli hatalar yapmış oldukları, sonuçlarıyla 
birlikte ortaya çıkmış olan bir gerçektir. Ancak kuruluşundan bu yana 
geçen süre içinde 1950’li yıllar da dâhil olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti 
hiçbir zaman ABD’nin “piyon”u olmamıştır. Aradan geçen süre içinde ve 
özellikle de 11 Eylül dönemi sonrasında, 1950’li yılların uygulamalarına 
bir geri dönüş yaşanmamışsa da Türkiye’nin dış politikasının dayandığı 
dengeleri uygulamak oldukça güçleşmiştir. Irak sonrasında bunun daha 
da güçleşmesi beklenebilir. Ancak denge politikasının alternatifi de 
gözükmemektedir. Bu çalışmada tartışıldığı şekilde hâlen Orta Doğu 
bölgesinde dış politikasını uygulama hususunda oldukça müşkül bir 
durumda bulunan ABD, Türkiye’nin bölgedeki tecrübesi, rolü ve önemine 
binaen iş birliğine her zaman ihtiyaç duyacaktır. Bu durumu iyi 
değerlendirerek ABD’ye karşı eğitici, öğretici ve gerektiğinde kesin bir 
hayır demek de dâhil olmak üzere frenleyici bir tutum izleyen Türkiye’nin, 
bu tutumuyla ABD’nin Orta Doğu politikalarında daha isabetli 
davranmasını mümkün kılabileceği öngörülebilir. Bu değerlendirmeler 
ışığında üç adet senaryo oluşturulmuştur. 

 1. Birinci Senaryo: ABD’nin 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan Çıkmaması; 

ABD’nin Irak halkının gözünde hiç bir meşruiyeti bulunmamasına 
ve askerî mevcudiyetinin direnişi körüklemesine rağmen, çeşitli askerî, 
politik ve ekonomik zorunluluklar karşısında sonsuza kadar Irak’ta 
kalması da beklenemez. Ancak “onurlu bir geri çekilmenin” de 
gerekçesini hazırlaması gerekecektir. Bu bağlamda; 

 a. ABD, hükümeti Iraklılara devretme süreci içinde, Irak’ta kendi 
önceliği olarak gördüğü güvenliğin sağlanması hedefi doğrultusunda 
Iraklılardan oluşmuş bir polis ve asker gücünün oluşturulmasına ve bu 
gücün etkin şekilde güvenliği devralmasını temin etmeye ağırlık 
verecektir. 

 b. Bu şekilde güvenliğin mümkün olduğunca hızlı bir biçimde 
Iraklılara devri süreci içinde, ABD’nin kendisi Irak’ın zaruri altyapı 
ihtiyaçlarını temin etmeye ve zaruri altyapı meselelerini çözmeye 
yoğunlaşacak, bu hususta gayret gösterecektir. 

 c. Bu vasıtalarla, Irak halkı gözündeki meşruiyetini arttırmaya 
çalışarak iç düzen sorununu Irak halkının kendi sorunu hâline 
getirecektir. Bu yolla halkın sivil Irak yönetimini desteklemesini 
sağlamaya çalışacaktır. 

 ç. ABD; Savunma, İçişleri ve Petrol Bakanlığı gibi önem verdiği 
bazı bakanlıklardaki önceden kendi uygun bulduğu yapılanmaları kontrol 
altında bulunduracak; bu gibi bakanlıklarda yapılacak atamaların kendi 
tercihlerine uygun yapılmasını temine çalışacaktır. 

 d. Irak Anayasası’nın kabulünü sağlayarak sivil idarenin etkin bir 
biçimde hükümet görevini üstlenmesini temin etmeye ve bu çerçevede 
Irak’ın toprak bütünlüğünü koruyacak federatif bir yapının korunmasını 
sağlayacak şekilde etnik ve dinî gruplar arasında uyum ve dengelere 
dayalı bir iş birliğinin altyapısını hazırlamaya çalışacaktır. 

2. İkinci Senaryo: ABD’nin 2006 Yılından İtibaren Kademeli 
Olarak Irak’tan Çıkabileceği; 

 a. Irak’ta mevcut iç karışıklığın sürüyor olması; Irak’ın 
komşularının Irak’ın içişlerine karışmalarını sürdürmeleri ve İran faktörü 
gibi ABD’nin Irak’tan çıkmasını zorlaştıran birtakım sebepler 
bulunmasına rağmen, yukarıda da değinilen askerî, politik ve ekonomik 
zorluklar karşısında ABD 2006 yılından itibaren Irak’taki güçlerini 
kademeli azaltmalara giderek çekebilir. 

 b. Tümüyle çekilme öncesinde, ABD’nin Irak’tan çekilme 
durumunun şartlarını Irak içindeki karşıt gruplar; Irak’a komşu ülkeler; 
bölge ülkeleri ve Avrupalı müttefikleriyle belli anlaşmalara bağlaması 
beklenebilir. 

 c. Bu noktada bir yandan Irak’tan çekilmesinden sonra devam 
edecek olan düzen sağlama işleminde seçilmiş Irak hükümetine 
yardımcı olmaya devam ederken perde arkasında da kontrolü mümkün 
olduğunca elde tutmak, diğer yandan da Avrupalı ve bölgesel 
müttefikleriyle ve genel olarak uluslararası cemiyetle Irak’ın işgaliyle 
bozulmuş olan ilişkilerini düzeltme yolunda yeni bir başlangıç yaparak 
kaybını kazanca çevirmek mantığıyla NATO ve BM gibi kuruluşları 
devreye sokabilir. 

 ç. Bu kapsamda Irak’taki yetkisini bu kuruluşlara devretmeye hazır 
olan bir ABD’nin, Irak’ın etnik bazda parçalanması ihtimaline de hazır 
olduğu kabul edilmelidir. 

 d. Bu çerçevede her ne kadar mevcut durumda federatif bir 
yapının korunması için çaba gösteriyor görünse de zaman içinde 
politikasını değiştirerek etnik ve dinsel bazda yapılanmış konfedere bir 
devletin altyapısını Irak’tan çekilme öncesinde hazırlayabilir ya da 
çekilme sonrasında böyle bir gelişmeye direkt ya da dolaylı yönden 
destek verebilir. 

 e. ABD’nin Irak’tan çekilmesi ertesinde geride bırakacağı federatif 
yapı zaman süreci içinde çökebilir ve bu durum 1975 Lübnan örneğinde 
olduğu gibi bizzat Irak’ın komşularından gelebilecek ve bölgede istikrarı 
tehdit edici dış müdahaleleri gündeme getirebilir. 

 3. Üçüncü Senaryo: 2025 Yılı ve Sonrası (ABD Irak’tan 
Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilemez) Durumu; 

 a. Batı ülkelerinde petrol yerine geçebilecek alternatif enerji 
kaynaklarının bulunması durumunda ve hatta bu mümkün olamasa bile 
harcamanın kısıtlanması gibi çeşitli önlemlerle ABD’nin kendisi ve 
müttefiklerinin Orta Doğu’dan petrol ithalini önemli ölçüde düşürmelerinin 
mümkün olması hâlinde, ABD’nin askerî güvenlik boyutu öne çıkan 
mevcut Orta Doğu politikalarının belli bir değişime uğraması beklenebilir. 

 b. Petrolün Batı pazarlarına güvenli ve kesintisiz bir biçimde 
taşınması, ABD’nin Orta Doğu bölgesindeki dış politika amaçlarının 
sadece bir tanesini oluşturmaktadır. ABD dış politikasının 11 Eylül’den 
sonra öne çıkan ve uzun yıllar süreceği öngörülen askerî güvenlik 
boyutunun bu ülkenin Orta Doğu bölgesi politikasının petrol dışındaki 
diğer amaçlarıyla doğrudan ilintili olarak ABD’nin bu bölgeye ilgisinin 
devamını sağlayacağı büyük bir olasılıktır. 

 c. ABD’nin bölgedeki kalıcı mevcudiyetinin biçimini ve bu 
mevcudiyetin ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini ne şekilde 
etkileyebileceğini bölgesel ve uluslararası konjonktür yanında bölgenin 
önemli devletlerinin ABD’ye karşı izleyeceği politikaların da 
belirleyeceğini öngörmek mümkündür. 

7 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***