Türkmenlerin Yok Oluşu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkmenlerin Yok Oluşu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2018 Çarşamba

YUGOSLAVYA, BOSNA HERSEK, SARAY BOSNA - DAYTON ANTLAŞMASI VE YOK OLUŞ

YUGOSLAVYA, BOSNA HERSEK, SARAYBOSNA DAYTON ANTLAŞMASI VE YOK OLUŞ 



CEMALETTİN LATİÇ

Bosna-Hersek'in ' Deli Gömleği' : Dayton Antlaşması

Prof. Dr. Cemalettin Latiç, 21 yıl Önce imzalanan Dayton Antlaşmasının hukuksuzluğunu ve bu antlaşmanın Avrupa'nın göbeğindeki Bosna-Hersek'i nasıl 'sakat bir ülke' haline getirdiğini AA için yazdı.

Tam 21 yıl önce, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ohio eyaletinin Dayton şehrinde bulunan Wright-Paterson Hava Kuvvetleri Üssü’nde Dayton Barış Antlaşması için uzlaşma sağlandı. Antlaşma mahiyetindeki bu akit görüşmesine Bosna Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzetbegoviç, Sırbistan Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franyo Tucman katıldı. ABD’yi ise dönemin başkanı Bill Clinton’ın elçisi Richard Hoolbruke temsil etti.

Bu Antlaşmanın selefi, 1994 yılının Mart ayında Bosna-Hersek Başbakanı Haris Silajdzic, Hırvatistan Dışişleri Bakanı Mate Granic ve Hersek-Bosna Hırvat Cumhuriyeti Başkanı Kresimir Zubak tarafından imzalanan Washington Antlaşmasıydı. Bu antlaşmayla Hırvatistan’daki Hırvat ordusu ve Bosna-Hersek’teki Hırvat Savunma Konseyi (HVO) birlikleri ile kahir ekseriyeti Boşnaklardan oluşan Bosna-Hersek Cumhuriyeti Ordusu arasındaki çatışmaya son verildi. Aynı antlaşmayla, Bosna-Hersek’in iki entitesinden birini temsil edecek şekilde Bosna-Hersek Federasyonu oluşturuldu. Bosna-Hersek’in kantonlara bölünmesinin ‘kusursuzlaştırılması’ için Sırp siyasi ve askeri temsilcilerinin onayları beklenmiş, fakat Sırplar, Amerikalı moderatör ve koordinatörlerin baskılarını hafifletmesiyle bu planlarından vazgeçmişlerdi.

Sırplar ile onların gizli destekçileri olan sözde uluslararası toplum (ki bunlar Batılı güçlerdir), o dönemde barış antlaşması için daha makul bir ortamın oluşmasını bekliyorlardı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında, Bosna’nın doğusunu Drina Nehri boyunca Müslümanlardan (Boşnaklardan) ‘temizleyip’ Sosyalist Yugoslavya’nın kuruluşu (29 Kasım 1943) için nasıl uygun ortam yarattılarsa, 1995 yılında savaşın sonlarına yaklaşılan dönemde, korkunç katliamlardan ve Srebrenitsa ile Zepa bölgesinde hayatta kalmayı başaran Müslümanlara yönelik soykırımdan sonra da, aynı şekilde anlaşmayı kabul edip Dayton’u imzaladılar. Ancak, Cumhurbaşkanı İzetbegoviç, antlaşmanın imzalanmasına yarım saat kala, Dayton’da düzenlenen konferanstan yirmi gün sonra ve Sırbistan saldırılarından önce, Boşnak ve Hırvat nüfusun çoğunlukta olduğu Brcko şehrinin statüsü konusunda uzlaşmaya varılamaması nedeniyle, antlaşmayı imzalamaktan vazgeçti. ABD’nin müdahalesinin ardından Brcko için uluslararası tahkim kabul edildi ve söz konusu şehir tahkim neticesinde 2000 yılında Bosna-Hersek egemenliği altındaki Brcko Özerk Bölgesi’ne dönüştürülünce, Sırp Cumhuriyeti (RS) coğrafi açıdan iki parçaya bölünmüş oldu.

Cumhurbaşkanı İzetbegoviç ve antlaşma heyetinden Haris Silajdzic, Saraybosna'ya dönüşlerinin hemen ardından, kendi meclisleri denebilecek bir toplulukla bir araya gelerek savaşın en büyük kurbanları olan Boşnaklara, İzetbegoviç'in 14 Aralık 1995 tarihinde Paris'te imzalanan böylesi antlaşmayı kabul etmesinin sebeplerini ve hedeflerini açıkladı. Cumhurbaşkanının söylediğine göre, Bosna-Hersek tarafı Dayton'a vardığında, Amerikalılar onları şu teklifle karşılamıştı: “Sırplar ve Hırvatlar Bosna-Hersek'in bağımsızlığını kabul edecekler, ancak bunun karşılığında Federasyon'un, ülkenin yüzde 51'ini (Boşnak ve Hırvatlara ait), Sırp Cumhuriyeti'nin ise yüzde 49'unu (Sırplara ait) oluşturması şartıyla iki entitenin eşit şekilde bölünmesini talep ediyorlar”. İzetbegoviç, Amerikalıların "Dilerseniz bu antlaşmanın temelini kabul edin, bu durumda ABD size destek verecek, bu barış antlaşmasının arkasında duracak ve barışı sağlayacaktır. Aksi takdirde, Saraybosna'ya dönüp önümüzdeki 10 yıl savaşmaya devam edin. Bu durumda savaştan galip çıkan taraf ABD ile oturup görüşmeler yapabilir!" diyerek kendilerine nasıl şantaj yaptığını anlattı.

Bu antlaşmanın 1. maddesinde şöyle bir ifadeye yer verildi: "Bundan sonra resmi adı 'Bosna-Hersek' olan Bosna-Hersek Cumhuriyeti, uluslararası hukuk anlayışına uygun bir devlet olarak, bu anayasayla düzenlenmiş iç yapısıyla ve uluslararası alanda kabul gören mevcut sınırlarıyla hukuki varlığını sürdürmektedir. Bu şekilde hâlâ, Birleşmiş Milletler’in (BM) üyesi sayılmakta, isteğe bağlı olarak Bosna-Hersek olarak üyeliğini sürdürebilir veya BM sistemi içerisinde yer alan örgütlerle diğer uluslararası örgütlere kabul edilme talebinde bulunabilir."

Ancak aynı maddenin 3. fırkasında ‘Bosna-Hersek'in Yapısı’ başlığı altında, şu ifade yer alır: 'Bosna-Hersek iki entiteden oluşmaktadır: Bosna Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti". Bu antlaşmanın 4. maddesiyle Bosna-Hersek anayasası belirlenmiş, Ek 7. maddeyle de “Tüm sığınmacı ve göçmenlerin kendi topraklarına dönmelerinde bir engel olmadığı ve yağmalanmış mülklerinin tazmin edilmesi” kararına varılmıştır.

Anayasanın 10. maddesinde “Temsilciler Meclisi’nde oy kullananlar ve katılımcıların üçte iki oy çokluğuyla, Parlamenter Meclis’in kararı ile” anayasada değişiklik yapma imkânı da öngörülmüştür. Ek 1. maddede, Birleşmiş Milletler Antlaşması'ndan, Helsinki Nihai Senedi'ne, hatta 1989 tarihli Çocuk Haklarına Dair Sözleşme'ye kadar, Bosna-Hersek'te uygulanacak 15 uluslararası antlaşma yer almaktadır.

Bu maddelerden de anlaşılacağı üzere bu barış antlaşması, imzalandıktan hemen sonra, sadece adaletsiz sayılmakla kalmayıp uygulanması imkansız bir antlaşma olarak değerlendirildi. Bosna-Hersek bu antlaşmayla üzerine 'deli gömleği' geçirmiş, Avrupa'nın göbeğinde 'sakat bir ülke' haline gelmiş oldu. Bu antlaşmayla saldırganlar ve soykırım failleri, Sırp Cumhuriyeti askerleri ve polisleri ödüllendirilmiş, saldırı ve soykırımın kurbanı olan Boşnaklar ise sözde uluslararası toplum ve uluslararası hukukun vicdanına terk edilmiştir.

Bugün Sırp Cumhuriyeti, savaş bittikten sonra Bosna-Hersek'in o bölgesine dönen Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırp olmayan diğer insanlar için bir 'apartheid' niteliğinde. Boşnaklar o bölgedeki devlet kurumlarında iş sahibi olamıyor, önceki hizmetlerini yeni işleriyle birleştirip emeklilik talep edemiyor, çocuklarının kendi dillerine 'Boşnakça' deme hakları yok, camileri taşlanıyor, mezarları yağmalanıyor. Durum Bosna-Hersek'in, savaş döneminde Hırvat Savunma Konseyi'nin kontrolü altında olan bölgelerinde de pek iç açıcı değil.

Günümüzde uluslararası hukuk, dünyanın hiçbir yerinde, son nüfus sayımına göre nüfusunun yüzde 50,8'ini -1918'den bu yana Sırp ve Hırvatların çalıp yağmaladığı özel mülk, beylik ve vakıflar hesaba katılınca ülkenin en az yüzde 72'sine sahip- Müslümanların (Boşnakların) oluşturduğu Bosna-Hersek'te olduğu kadar hükümsüz değildir.

Boşnak medyasından ve araştırmacılardan edindiğimiz resmi olmayan bilgilere göre, Dayton Barış Antlaşması'nın imzalanmasından bugüne kadar, savaşta topraklarını terk etmek zorunda kalıp da geri dönen 100'den fazla Boşnak öldürüldü. Sadece Hırvat kontrolü altında olan Mostar'ın kuzey kısmında 30 Boşnak katledildi. Bu tarz cinayetlerin en bilinenleri, 1996 yılında Sırplar tarafından öldürülen, Zvornik yakınlarında bulunan Jusici Köyü'nden Muradif Alic, 2001 yılında Srebrenica soykırımının yıl dönümü olan 11 Temmuz arifesinde evinin penceresinde nakış işlerken Sırp keskin nişancılar tarafından öldürülen Meliha Duric, 2001 yılında Banja Luka'da bulunan Ferhat Paşa Camisi'ni açmaya çalışırken öldürülen Murat Bandic ve Sırp polisinden 1992 yılında katledilen 700 Zvornikli ile birlikte babasının intikamını almaya çalışırken öldürülen Nerdin Ibric vakaları ve daha nicesi... Maalesef Sırp Cumhuriyeti ve Hersek-Bosna hükümetleri bu cinayetlerin soruşturmalarını asla sonlandırmadı.

Bosna-Hersek İslam Birliği, her yıl Sırp Cumhuriyeti'nde ve Bosnalı Hırvatların hüküm sürdüğü bölgelerde yaşayan Müslümanların çiğnenen haklarıyla ilgili bir rapor sunuyor. Bu raporlarda, savaştan sonra topraklarına dönen Boşnakların haklarının yanı sıra, yakılan camiler, imamlara ve eşlerine yapılan hakaretler, darp edilen liseli Boşnak gençler ve mektep öğrencileri ile cami ve tekkelerin avlularına atılan domuz kafaları da yer alıyor.

Bu tip baskılara rağmen bugün Sırp Cumhuriyeti'nde, 1992'den önce Bosna Hersek'in bu bölgesinde yaşayan 700 bin Boşnak'ın 100 bini, diğer bir deyişle yüzde 14.7'si yaşıyor. Burada, Çetnik (Büyük Sırbistan) hareketinin Bosna-Hersek'in bu bölgesini İkinci Dünya Savaşı sırasında da Boşnaklardan 'temizlemiş' olduğunu, fakat Boşnakların bahsi geçen savaştan sonra kendi topraklarına döndüklerini ve 1992-1995 Savaşı'ndan önce, bölge nüfusunun yüzde 70'ini oluşturduklarını (Sırplar yüzde 30'unu oluşturuyordu) hatırlatmak gerek.

Günümüzde hem iç siyaset hem de Avrupa'nın siyaset sahnesinde, Dayton'la belirlenmiş anayasanın değişmesinin vaktinin gelip gelmediği tartışılıyor. Bu anayasanın değişmesinden yana olan Boşnaklar, bu ikinci Dayton Antlaşmasında uluslararası taraflardan birinin Müslüman ülkelerden biri, bilhassa Türkiye veya Suudi Arabistan olmasını istiyor. Çünkü Paris'te Dayton Barış Antlaşması imzalanırken hiçbir Müslüman ülke bulunmuyordu. Sırpların siyasi temsilcileri Dayton anayasasının değişiminden bahsedilmesine izin vermezken, Hırvatlar kendilerine ait bir entite ya da Bosna-Hersek'in birleşmesini istiyor. Hırvatların bu düşüncesini Avrupa Birliği'nin bir kısmı da destekliyor. Bu konsept, içerisinde etnik bir birleşimi de barındırıyor ve böylece, sayıca üstün millet olmasına rağmen, bugün parçalanmış ve terk edilmiş vaziyette kendi topraklarının ancak yüzde 23'lük kısmında yaşayan bahtsız Boşnaklar için daha büyük sıkıntıların habercisi haline geliyor.

* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/bosna-hersekin-deli-gomlegi-dayton-antlasmasi/691481#


***

20 Haziran 2016 Pazartesi

Türkmenlerin Yok Oluşu Nasıl Durdurulur?


Türkmenlerin Yok Oluşu Nasıl Durdurulur?



Yazar: Ümit Özdağ
19 AĞUSTOS 2014 SALI

Irak-Suriye bölgesel iç savaşının şüphesiz en talihsiz unsuru her iki ülkede yaşayan ve sayıları toplam 5 milyon civarında olan Türkmenlerdir. Ortadoğu bölgesel iç savaşında her grubun arkasında bir bölge içi ve dışı devlet var iken Türkmenler büyük bir yalnızlığa terk edilmiş durumdalar. Türkmenler üzerindeki baskı her geçen gün artıyor. Yüz binlerce Türkmen göçmen durumuna düştü. Türkmen bebeleri Kuzey Irak dağlarında susuzluktan ölüyor. Canlarını kurtarmak için helikopterlerin paletlerine sarılan Türkmenlerin helikopter havalandıktan sonra yere düşüp öldüğünü görüyoruz. Cesedin yanına koşan Telaferli Türkmen ağlayarak, “Türkiye bize yardım etsin. Neden Etmiyor?” diye soruyor. Türkmenler, IŞİD ve peşmergenin insafına terk edilmiş durumdalar. Yezidilere gösterilen uluslararası ilgi Türkmenlere gösterilmiyor çünkü bu konuda Türkiye destek vermiyor. Türkmenler 15 Haziran'da BM'den Türkmenler ile ilgili bir karar çıkarılması için Irak'ta toplantı yaptılar; ama sonuç çıkmadı.  Birleşmiş Milletler’den yardım isteyen Türkmenlere Birleşmiş Milletler de destek vermedi. Son BM açıklamasında Yezidiler’den bahsedilirken, Türkmenler hiç anılmadılar. Oysa BM'den çıkan kararda adımız geçmiş olsaydı, tüm dünya IŞİD teröründen bizim de etkilendiğimizi bilir ve ona göre bize yaklaşırdı.
          Türkiye’de gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde muhalefetin “Türkmenlere AKP iktidarı tarafından yardım edilmediğine dair” eleştirilerine, “yardım ediyoruz ancak her şeyi açıklayamayız” diye cevap veren Başbakan/Cumhurbaşkanı Erdoğan ne yazık ki gerçeği ifade etmemektedir. Anadolu Ajansı’nın AFAD Türkmenler için Dohuk’a 15 kilometre mesafedeki Sareyn’de 20 bin kişilik kamp kurdu dediği yerde kamp olmadığı meydana çıkmıştır.[1]  Türkmenlere yardım ancak Türkmenlerin siyasal örgütü Irak Türkmen Cephesi üzerinden olabilir. Oysa AKP iktidara geldiği günden itibaren milliyetçi bir örgüt olarak gördüğü Irak Türkmen Cephesi’ne karşı olumsuz bir tavır takınmıştır. 2 Temmuz 2014’te Yeniçağ gazetesinde yazdığım gibi: “Bu çerçevede Irak’taki bütün unsurlar bir dış güç tarafından desteklenirken, Irak Türkleri ve onların örgütü Irak Türkmen Cephesi adım adım tasfiye edilmeye çalışılmakta ve AKP tarafından ellerindeki kısıtlı imkanlar tek tek ellerinden alınmaktadır. 2 Temmuz’da yayınladığım yazıya, Irak Türkmen Cephesi Yönetim Kurulu Facebook üzerinden bir  cevap vererek, eleştirmiştir. Ancak aynı yönetim kurulu içinden dolaylı olarak teşekkürler de iletilmiştir. AKP Hükümetinin Irak Türkmen Cephesi’nin elinden aldıklarına tekrar bakalım:
1. Irak Türklerine özellikle de dava adamlarının, şehit ailelerinin ve yoksulların ITC kanalı Türkiye’de devlet hastanelerinde bedava tedavi olma imkanları 2011’den itibaren azaltılmış ve sonra tamamen iptal edilmiştir.
2. Irak Türklerine ITC kanalı ile Türkiye üniversitelerinde hak tanınan yıllık 80 lisans ve yüksek lisans kontenjanı önce azaltılmış ve sonra iptal edilmiştir.
3. Yoksul Türk ailelerine bir sağlık hizmeti olması amacıyla Kerkük’te kurulan Şifa Hastanesinin bütçesi azaltılmış ve bir küçük sağlık merkezine dönüştürülmüştür. Muhtemelen önümüzdeki günlerde o da tasfiye edilecektir.
4. Türkmen siyasi kuruluşlarını, sivil toplum örgütlerini ve Türkmen siyasetçi, din, fikir, ilim ve devlet adamlarını korumak için kurulan ve Türkiye tarafından da desteklenen El Baraka Güvenlik Şirketi’nin son üç yıl içinde tüm imkanları kısıtlanmış, maaşlar düşürülmüş, personel sayısı azaltılmıştır. Verilen askeri teçhizat azaltılırken silah eğitimi de durdurulmuş, şirket fiilen etkisiz hale getirilmiştir. Buna ek olarak Türklerin siyasi kadrolarına El Baraka Güvenlik Şirketi tarafından tahsis edilen koruma düzeyi Türk Dışişleri Bakanlığı talimatı üzerine azaltılmış ve hatta yok edilmiştir. ITC Başkan Yardımcısı Ali Haşim Muhtaroğlu, Salahattin Vali Yardımcısı Ahmet Koca ve Kerkük ilçe Meclis Başkanı Şehit Münir Kafili gibi Türk siyasetçiler IŞİD ve peşmerge terörü için kolay birer av olmuşlardır.
5. Irak Türklerinin milli davasını dünyaya tanıtmak amacıyla açılan Türkmeneli TV, T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın talimatları doğrultusunda bir Türkmen kanalından ziyade Kürt ve Arap ticari firmalarının reklam kanalına dönüştürülmüştür. Türkiye’de AKP’ye yakın olmayan Iraklı Türk siyasetçiler Türkmeneli TV’sine çıkarılmamaktadırlar.
6. Türkiye Cumhuriyeti tarafından Irak Türkmen Cephesi dahil tüm Türkmen kurumlarına verilen maddi destek son üç yıl içinde sekizde bire düşmüştür. Diğer bir ifade ile zaten komik bir rakam olan ayda 2 milyon dolar olan yardım ayda 250.000 dolara indirilmiştir.
7. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın talimatı üzerine Irak Türkmen Cephesi’nin bürolarının sayısı yarıya düşürülmüştür.
8. Türk Dışişleri Bakanlığı, Irak Türkmen Cephesi’ni ve diğer Türkmen siyasi partilerini Orta Doğu ile ilgili Türkiye’de düzenlediği siyasi kongre, toplantı ve anlaşmaların dışında bırakmıştır. Böylece dosta ve düşmana ITC ve Irak Türklerini önemsemediği mesajını çok açık bir şekilde vermiştir.
9. ITC tarafından Türkiye’nin desteği ile açılan Türk okulları sonra sahipsiz bırakılmıştır. Sürekli Eğitim Merkezi’ni ve Türkçe eğitim yapılan okulları öğretmensiz bırakmak ve de sözleşmeli öğretmenlere 100-150 dolar verip eğitimin kalitesini düşürmek için gayret sarf edilmektedir. İleri gelen Türkler yani (devlet dairesinde çalışan ve bazı okul müdürleri) çocuklarını ise ya Fethullah Gülen’in okuluna yazdırmakta ya da Arap okullarına kayıt etmektedirler. Daha açık bir ifade ile Türk okullarının tasfiyesinin Türk kültürünün ve varlığının tasfiyesine gideceğini bilen bir süreç acımasızca işletilmektedir.
10. Irak Türklerinin bağımsız siyasi varlığına karşı Ankara düşmanca bir tavır almakta, Türkleri Sünni Arap ve Kürtlerle işbirliği yapmaya zorlamaktadır. Bu çerçevede ITC ve diğer Türk kuruluşlarındaki Türk Milliyetçisi siyasetçi ve kültür adamlarına karşı düşmanca bir tavır alınmaktadır.
11. Mezhepçi bir bakış açısının neticesi olarak Şii Türkler Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından tamamen yalnız bırakılmakta adeta “Onlar ile İran ilgilensin” tavrı benimsenmektedir.
12. Irak parçalanma sürecinden geçerken, binlerce Türk genci, “Yeter ki, silahımız olsun Kerkük’ü biz savunuruz” demelerine rağmen, onların mücadele azmi AKP Hükümet sözcüsü tarafından bütün dünyaya yapılan “ITC bizden silah istenmeyeceğini bilir” açıklaması ile kırılmaktadır. Oysa Orta Doğu’da bir çok selefi örgütün Türkiye’den silah ve cephane aldığı ortada iken, nedense Suriye’de ve Irak’ta Türkler silah alamamaktadırlar.
13. Türk kuruluşlarda çalışan ve aylık ücretleri 150-350 dolar arasında olan ücretlilerin maaşları sistemli bir şekilde iki ay gecikmeli verilmektedir. Bu da zaten zor geçinen insanları başka iş arayışları içine itmektedir.
        Irak Türkmen Cephesi imkansızlıklar içinde kıvranmaya devam ederken, AKP Hükümeti Barzani’nin Kerkük’te el koyduğu petroller dahil petrollerin satılarak Barzani için kaynak oluşturulmasına çalışılmaktadır. Ankara, Barzani’nin IŞİD’in Musul’u işgal etmesi üzerine fırsatçılık yaparak Kerkük dahil tartışmalı bölge diye anılan çoğu Türkmenlerden oluşan bölgeleri işgal etmesine sessiz kalmıştır. Aynı AKP Hükümeti IŞİD’in Erbil’e doğru ilerlemesi üzerine ise güvenlik kabinesi toplantısı gerçekleştirmiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bir televizyon kanalına yaptığı değerlendirmede: IŞİD’i Maliki’nin baskılarının sonucu kurulmuş bir örgüt olarak aklayan ve Türkmenlerin yaşadığı felaketi ise bir iç mezhep çatışmasının sonucu imiş gibi gösteren yaklaşımı da Ankara’nın IŞİD terörü-Türkmen meselesine bakışını özetlemektedir. Davutoğlu şöyle demektedir: “Telafer’de yaşanan sadece bir IŞİD-Türkmen çatışması değildir. Maalesef Sünni Türkmenlerle Şii Türkmenler arasında fitne tohumları ekilmektedir -ki bunda Maliki hükümetinin Şii Türkmenler üzerinden Sünni Türkmenleri baskı altına alması çabası da var, Şii Türkmenlerin radikalleşmesi çabası da var-. Araplar nasıl bölünüyorsa Türkmenlerde maalesef bu şekilde bölündüler ve en büyük zararı kendilerine verdiler.”[2]
         İşte bu koşullar altında Türkiye’nin Türkmenleri ve Kerkük’ü petrol karşılığında sattığına inanan Türkmenler, bu inançlarını Irak Türkmen Cephesi (ITC) lideri Erşed Salihi’nin ağzından en üst düzeyde dile getirmişlerdir. Türkiye’nin menfaatlerini çoğu kez kendilerinden aziz bilen Türkmenlerin böyle bir şeyi dile getirebilmeleri için çok haksızlık yapılması, kendilerini büyük bir ihanete uğramış hissetmeleri gerekir. Irak Türkmen Cephesi liderinin bu açıklaması üzerine ilk önce bu açıklamayı neden yaptığı konusunda kendisine yüklenilmiş sonra iç politika odaklı olarak ITC lideri Ankara’ya davet edilerek Dışişleri Bakanlığı’nda kendisine öğle yemeği ikram edilmiştir. Ancak daha gelmeden Türkmenlerin en çok istediği şey olan silah konusunda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “ITC, bizden silah istememesi gerektiğini bilir” diyerek, ITC’nin var olmak için ihtiyaç duyduğu en temel yardımı Suriye muhalefetine yaparken, Türkmenlere yapmayacağını açıklamıştır. Irak Türkmenlerini silahlandırmayanların Suriye Türkmenlerini de silahlandırmayacağını, Adana’da yakalanan silahların Suriye Türkmenlerine gitmediğini anlamak için çok zeki olmaya gerek yoktur.
          Oysa, ABD ve Avrupa ülkeleri Kürtleri tekrar silahlandırmaya başlamıştır. Bu silahsız Türkmenler için çok büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Türkmen kenti Kerkük'te ne olacağı hala bilinmemektedir. Üstelik, son iki ayda Kerkük ve çevresinde IŞİD'in saldırılarına asıl Türkmenler hedef olmuştur. Ancak Türkmenlere ne Türkiye’den ne da başka bir yerden ne silah ne de başka ciddi bir yardım gitmemiştir. Amirli 2 aydır IŞİD kuşatması altındadır. Ankara, mezhepçilik yaparak, Amirli’de IŞİD terör örgütüne direnen Türkmenlere değil yardım etmek, gündeme dahi getirmemektedir. Beşir ve Tazehurmatu'ndaki Türkmenler IŞİD saldırılarından dolayı ya güney Irak’a veya Kerkük'e kaçmak zorunda kalmışlardır.
           Kerkük ve civarı bölgelerde büyük bir yok edilme korkusu içinde olan Türkmenler “Bize de Kürtler veya diğerleri gibi silah yardımı yapılsın kendimizi korumak istiyoruz yoksa yok olacağız. Kimseye karşı değiliz, sadece saldırılara karşı kendimizi korumak istiyoruz. Bu neden küçük görülüyor. Bağdat'tan destek istediğimizde size Ankara yardım etsin diyorlar” demektedir. Son gelişmeler ile demografik tasfiye süreci içine giren, toprakları IŞİD veya peşmerge işgali altına giren Türkmenlerin siyasi ağırlığı da azalmıştır. Türkmenler ve ITC Bağdat'ta Maliki sonrası hükümet kurma sürecinden tamamen dışlanmıştır. Ne Sünniler, Ne Şiiler Türkiye’nin terk ettiği, yalnız bıraktığı Türkmenleri ciddiye almamaktadır.
             Irak ve Suriye gibi Orta Doğu bölgesel iç savaşının ana sahneleri olan iki coğrafyada Türkmenler AKP Hükümeti tarafından yalnız başlarına bırakılmıştır. Türk dış politikasını selefileşen ve böylece Hanefi-Maturidi Sünnilikten uzaklaşarak Hanbeli-selefi mezhepçi bir çizgiye oturtan Ahmet Davutoğlu ve ekibi, Hanbeli-selefiliği de Araplaşmak olarak anlamış, Türkmenlere bağımsız siyasal oluşumlarını sona erdirerek Sünni Arap milliyetçisi oluşumların içinde erimelerini önermiştir. Davutoğlu’nun bu politikalarına karşı çıkan Türkmen politikacılar ya tasfiye edilmiş ya da dışlanmıştır. AKP tarafından dışlanan Türk milliyetçisi aydın ve politikacılar, peşmerge istihbaratı ve El Kaide uzantıları tarafından ise katledilmişlerdir ve katledilmeye devam edilmektedirler.
Gelinen noktada hem ITC hem Türkmenler büyük bir çaresizliği yaşamaktadırlar. Türkmenler ITC'den yardım, koruma ve destek beklemektedirler. Ancak elinden imkanları alındığı gibi psikolojik olarak da yalnız bırakılan ITC çaresizdir. ITC buna rağmen Türkmenleri psikolojik olarak ayakta tutmaya çalışmaktadır ancak  Ankara'dan gelen mesajlar ITC’nin sözlerini anlamsız kılmaktadır.  ITC Başkanı Erşad Salihi dışlanmaya ve tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Erşad Salihi’nin Türk milliyetçisi ve Türkmenci kimliğini Davutoğlu kabul edememektedir. Salihi’nin yapmaya çalıştığı şeyler “Türk” Dış İşleri Bakanlığı tarafından engellenmektedir. İstifanın eşiğine gelen Erşad Salihi, yakın çevresine “Milletin seçtiği milletvekili olarak halkın isteğini yerine getiremiyorsam burada niye kalıyorum. Yeni parti kurmasam bile en azından milletin isteklerini yerine getirmek için elimden geleni yaparım, kimsenin engellemesi mümkün olmaz. İnsanların can gün güvenliği için bir şeyler yapamamak çok acı, ben daha fazla bu durumda kalmak istemiyorum” deme noktasına getirilmiştir.
Oysa Erşed  Salihi başkanın yapması gereken Ankara’nın aşıladığı umutsuzluğa rağmen ve kendisini tasfiye etmek isteyen Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığa adım atmak istediği bugünlerde Irak Türkmen Cephesi lideri kalarak ve cepheden Ankara’nın ihvancı-teslimiyetçi uşaklarını temizleyerek, Irak Türkmen Cephesi’ni Ankara’dan bağımsız bir çizgiye oturtmasıdır. Ankara’dan gelen üç kuruş gelmese de olur. Ankara’nın yapmadığı yardımı Türk Milleti haysiyeti yapacaktır. Türk Milleti’nin Sultan Alparslan ile Malazgirt’te Romen Diyojen’den aldığı Anadolu coğrafyası üzerindeki egemenliğini A. Öcalan ve PKK ile paylaşmanın pazarlığının AKP Hükümeti tarafından yapıldığı şu günlerde, Kerkük’ün ve diğer Türkmen bölgelerinin ve Türkmenlerin Barzani’nin insafına terk edilmesi ihmal değil, AKP Hükümetinin izlediği bilinçli bir siyasetin sonucudur.  Sonuç olarak Türkmenlerin menfaatleri ve varlığı Ankara ile değil, ancak Ankara’ya rağmen gerçekleştirilebilir.


[1] Cumhuriyet, 18 Ağustos 2014, “Aa…Bölgede Türkmen yok, kamp hazırlığı da”
[2] Aydınlık, 8 Ağustos 2014, “Türkmeni suçladı, IŞİD’i akladı
http://www.21yyte.org/ sitesinden 20.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır