Ziya Gökalp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ziya Gökalp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Temmuz 2019 Cumartesi

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 2

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 2



1. Ziya Gökalp, Emile Durkheim ve Dış Türkler 

Gökalp’in etkilendiği kaynaklar çok çeşitlidir. Avrupa’daki Türkoloji çalışmalarının yanısıra, Alfred Fouille, Gabriella Tarde, Henri Bergson, Ferdinand Tönnies, Leon Cahun, Arnold J. Toynbee ve Emile Durkheim gibi birçok düşünür Gökalp’i etkilemiştir. Bunların arasında Durkheim ve Dış Türklerin etkisi en fazla hissedilendir. Aşağıda, Gökalp’i etkileyen bu iki kaynak kısaca tartışılacak, daha sonra Gökalp’in bu etkiler altında geliştirdiği özgün toplum modelinin tartışmasına geçilecektir. 

Durkheim’in Gökalp üzerindeki etkisinden sözetmeden önce, Durkheim’in temel görüşlerini ve ana kavramlarını Gökalp’in geliştirdiği fikirlerle ilişkilendirerek özetlemekte fayda vardır.2 

Gökalp Durkheim’den pek çok kavram ödünç alarak bunları Türkiye’nin yaşamakta olduğu dönüşüm sürecini anlamak üzere yeniden yorumlamıştır. 
Aslında Durkheim ve Gökalp’in kendi toplumlarında sorun olarak tanımladıkları meseleler oldukça farklıydı. 

Gökalp, bir Türk milliyetçisi olarak Dukheim’in sosyolojisini Türk milliyetçiliğinin idelojisi (bir dünya görüşü) haline dönüştürmüş, bunu “Osmanlıcılık” ideolojisinin karşısına konumlandırmıştır. Dolayısıyla Durkheim’in sosyolojisinin ana fikrini yeniden yorumlamış ve Türkiye’nin aşması gereken konular olarak tanımladığı sorunları analiz ederken kendi özgün toplum modelini oluşturmuştur. 

Durkhiem için ekonomik gelişmenin en önemli olumsuz etkisi toplumsal ayrışma ve bunun sonucunda gelişen bireyselleşmedir. Artan bireyselleşme ahlaki krizin ya da çöküntünün kaynağıdır. Toplumun bütünlüğüne bir tehdit olarak algılanan bu durum karşısında Durkheim bireysel olanı toplumsal olandan ayırmış ve bunu yaparken, birey-toplum karşıtlığını geliştirdiği sosyolojik modelin merkezine oturtmuştur. Durkheim’e göre toplum bireye baskındır ve toplum aynı zamanda düzenleyici güçtür. Diğer bir ifadeyle bireyin özgürlüğüne yer yoktur ve bireyler toplumsal süreci kendi özgür iradeleri ile etkileyemezler. 
Durkheim’in sosyolojisinde birey topluma itaat eder ve kendini topluma adar (Durkheim, 1972: 115). 

Bu çerçevede Durkheim’in geliştirdiği en önemli iki kavram toplumsal iş bölümü ve dayanışmadır. 
Durkheim’e göre artan iş bölümü ve ihtisaslaşma bireyselleşmeyi arttırmaktadır. Artan bireyselleşme toplumsal ayrışmaya neden olduğu için toplum düzenini tehdit etmektedir (Durkheim, 1973: 43). 
Durkheim için toplumsal düzenin sağlanması son derece önemlidir (Durkehim, 1960: 171- 172; Durkheim, 1973: 38). 
Ona göre iş bölümünün önemi modern toplumlarda olması gereken dayanışma nın kaynağını oluşturmasıdır. Diğer bir ifadeyle basit bir iş bölümünün olduğu endüstri öncesi toplumlarda “benzerlikten” doğan toplumsal dayanışmanın (mekanik dayanışma) yerini, ekonomik büyüme (endüstrileşme) ve gelişen iş bölümünden doğan bireylerarası bağımlılık ilişkileri (organik dayanışma) alacaktır. Bu sürece paralel olarak yeni ahlaki değerlere de ihtiyaç duyulacaktır (Durkheim, 1960: 43, 44, 403, 408-409). 

Gökalp, Durkheim’in bu kavramsal çerçevesini kabul etmekte ve organik toplumların yeni bir dayanışma yarattığı fikrine katılmaktadır (Gökalp, 1981a: 38). 

İki düşünür arasındaki fark, Gökalp’in organik dayanışma fikrine milliyetçilik boyutunu eklemesidir. Aşağıda tartışılacağı gibi, Durkheim’in kollektif/sosyal vicdan (İng. collective conscience) kavramının (Durkheim, 1960: 79-80, 105-106, 109) yerine Gökalp mefkûre kavramını kullanmış, ulusal vicdanı (İng. national ideal) da en üstün mefkûre olarak tanımlamıştır. Özetle, Gökalp’e göre bencil, çıkarcı ve karamsar olan bireyleri birleştiren ve topluma boyun eğmelerini sağlayan ulusal vicdan/ideal, “ulus” kavramına eşitlenmektedir. Mefkûrelerin bireyleri birleştirici gücü vardır ve bu aynı zamanda bugün ve gelecek arasındaki ilişkiyi şekillendirmektedir (Gökalp, 1976: 68; Gökalp, 1982a: 56). 

Yukarıdaki tartışmaya bağlı olarak her iki düşünür için de toplumsal dayanışma kavramı çok önemlidir. Durkheim’e göre iş bölümü dayanışmanın kaynağı iken, Gökalp’in yaşadığı zamanda Türk toplumunda henüz yeterince gelişmiş değildi. Dolayısıyla Türk ulusunun dayanışma içinde olması için gerekli koşulların ne olması gerektiği Gökalp’in problem alanı olarak belirlediği en önemli konuydu. Buna uygun teorik ve kavramsal çerçeveyi geliştirmek de en öncelikli konuydu. Gökalp, iş bölümü kavramına farklı anlamlar yüklemiş ve farklı bir açıdan ele almıştır. Durkheim, iş bölümünü modern toplumlarda olması gereken toplumsal dayanışmanın kaynağı olarak değerlendirirken, Gökalp, Avrupa ülkelerinin izinde kalkınmanın ve gelişmenin gerekli bir şartı olarak ele almaktadır. Buradan hareketle, Türk ulusunun modernleşmesi yolunda politika geliştirilmesini hedeflemiş ve iş bölümünün olumlu sonuçlarına odaklanmıştır. 
Ona göre ekonomik gelişme toplumsal bir sorun değildir. Tam tersine ülkenin gelişmesinin önkoşuludur ve Gökalp bunun gerçekleşmesi için gerekli olan şartları araştırmaktadır. Gökalp’e göre geçiş dönemleri dayanışmayı sağlayan ortak duyguların (İng. collective sentiments) şekillenmesi için bir fırsat sağlamaktadır. Artan bireyselleşmenin milliyetçi duygularla önlenebileceğini düşünmektedir. Bu sürece yardım eden en önemli olgu güçlü bir ekonomi kurmaktır (Gökalp, 1982a: 78, 170, 171). 

Diğer bir ifadeyle güçlü bir ulusal idealin oluşması için ulusal ekonominin gelişmesi gerekmektedir (Gökalp, 1981a: 88). 

Yukarıda değinildiği gibi, Gökalp Durkheim’den pek çok kavram ödünç almış ve bunları farklı yorumlayarak kendi görüşlerine entegre etmiştir. 
Bunların ilki kültür-medeniyet ikilisidir. Medeniyet kavramının önemi Durkheim için merkezi değildir; fakat Gökalp için son derece önemlidir. Bunun 
nedeni, Gökalp’in sürekli olarak Avrupa medeniyeti ile Türk kültürü arasında bir karşılaştırma yapması ve kendi görüşlerini bu karşıtlık ilişkisi üzerine inşa 
etmesidir. Durkheim için medeniyet gelişen iş bölümünün yalnızca bir sonucudur. Oysa Gökalp için Avrupa medeniyetini taklit etmek tehlikelidir. 
Taklit edilse bile Türk kültürünün korunması birincil öneme sahiptir (Gökalp, 1973: 35). 
Diğer bir örnek, Durkheim için pek önemli olmayan suni ve doğal arasındaki farktır. Gökalp için bireyden kaynaklanan herşey suni, toplumdan 
kaynaklanan herşey doğaldır. Buna bağlı olarak bireyler medeniyeti yaratır ve medeniyetler sunidir (aynı zamanda uluslararasıdır). Öte yandan toplumlar 
kültürü yaratır ve kültürler doğaldır (aynı zamanda ulusaldır) (Gökalp, 1973: 29, 95-96). 
Merkezi bir önemi olan suni-doğal ayrımı bir başka açıdan da önemlidir. Gökalp’e göre Osmanlı medeniyeti suni, Türk kültürü ise doğaldır. 
Diğer bir ayrım duygular ve akıl arasındaki ayrımdır (Gökalp, 1973: 32). 

Gökalp’e göre akıl (İng. reason) toplumsal dayanışmanın kaynağı olamaz. İki yazar arasındaki bu farklara rağmen yine de Durkheim’in “toplum/toplumsal” 
kavramı Gökalp’in “doğal” kavramına benzerdir (ya da doğal kavramı toplum kavramının yerini almaktadır) çünkü her iki kavram da bir “topluluğun” (İng. 
community) varlığına ihtiyaç duyar, her ikisi de toplumsal kategorilerdir. Diğer bir ifadeyle “doğal” ve “topluluk” kavramları aynı anlama gelmektedir. Bu 
noktada topluluk kavramı ve topluluktan ulus oluşumuna geçiş süreci önem kazanır. Aşağıda tartışılacağı gibi, Gökalp, eserlerinde ulus olma sürecini ve 
ulusal dayanışma olgusunu detaylı bir şekilde irdelemiştir. Bu çerçevede en öncelikli konu olarak ele aldığı konu, Avrupa medeniyeti ile Türk kültürünü 
ulusal dayanışmaya zarar vermeden nasıl birleştirebileceğidir. Gökalp’in kültür-medeniyet, akıl-duygu ve suni-doğal olarak kurguladığı karşıtlıklar ancak birey-toplum ayrımının köklerine inerek anlaşılabilir. Gökalp “toplum” kavramını ve onun gücünü önemsediği için yüzünü Durkheim sosyolojisine çevirmiştir. Ona göre özgür ve yaratıcı bireyin toplumu dönüştürme gücü yoktur, önemli olan ulusal bağımsızlık ve demokrasidir. 

Tarihsel gelişme sürecinde bencil, çıkarcı ve karamsar olarak tanımlanan bireyler değil, toplum önemli bir rol oynamaktadır. Gökalp, Durkheim’in topluma atfettiği düzenleyici güç rolünü milliyetçiliğe aktarmıştır çünkü ulus, özünde kültürel bir birimdir ve bireyin üzerindedir. Gökalp’e göre milliyetçilik en üstün idealdir ve burada bireylere yer yoktur. Bu çerçevede, Durkheim’in toplumun bireye üstün olması fikrini, ulusun bireye üstün olması olarak yeniden yorumlamıştır. Diğer bir ifadeyle Durkheim’in “toplum” kavramı yerine “ulus” kavramını koymuştur. Yaşadıkları dönemin ahlaki ve toplumsal çalkantılarına cevap olarak Durkheim korporatizm önerirken, Gökalp milliyetçilik önermektedir. Sonuçta her iki düşünür de birey-toplum arasındaki ilişkiyi yaşadıkları toplumların sorunlarına göre yeniden ve farklı biçimlerde yorumlamışlardır. Bu konular aşağıda farklı bir bağlamda tekrar ele alınacaktır. 
Gökalp üzerindeki diğer bir etki Dış Türklerden gelen etkidir. Hüseyinzade Ali Bey’in Gökalp üzerindeki etkisinden söz edilse de, bu konu üzerine yazılanlar yok denecek kadar azdır. Oysa Yusuf Akçura (1876-1935), İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914), Hüseyinzade Ali Bey (Turan) (1864-1942) ve Mehmet Emin Resulzâde (1884-1955) etkisi Gökalp’in Türkçülüğünün köklerini anlamak açısından çok önemlidir. Gökalp’in Türkçülüğünün Turancılıkla ilişkisi ve Dış Türklerden kopuşu başka bir makalenin konusu olduğundan,3 bu konu aşağıda sadece ana hatlarıyla özetlenecektir. Bunun devamında Rusya Türklerinden gelen bu etkiyi Durkheim’in “toplum” kavramsallaştırmasıyla nasıl sentezlediği ve “ulus” fikri temelinde kendi özgün toplum modelini nasıl yarattığı ele alınacaktır. 

19. yüzyılın sonunda resmi Ruslaştırma politikasına cevap olarak Tatar ve Azerbaycan Türkçülüğü doğmuştur. Bu dönemde İsmail Gaspıralı meşhur 
“Dilde, fikirde, işte birlik” sloganını geliştirerek, tüm Rusya Müslümanlarının birliği fikrini geliştirmiştir. Müslümanların çoğunluğu aynı zamanda Türki 
halklar olduğu için, Gaspıralı’nın dinî birlik çağrısı aynı zamanda Rusya (Müslüman) Türklerinin birliği anlamına gelmekteydi (Kırımlı, 2005: 147-149, 
156-158; Zenkovsky, 1960: 31-32). Diğer bir ifadeyle Gaspıralı tüm Rusya Türklerinin dinî, kültürel ve dilsel birliğini, İslam dünyasının tamamının 
güçlenmesini savunmuştur. Bu etki altında Gökalp da Türk dili konuşan bütün Türk halklarının ırksal veya siyasi birliğini değil, kültürel birliğini savunmuştur. Spencer’a göre de, Gökalp’ın ırk, din ve siyasi bir imparatorluk fikirlerini içermeyen “Türk kültürü ve toplumu” ve “türdeş maneviyat” fikirlerini geliştirdikten sonra Panturancılık problemi ile karşı karşıya geldiğini ve bunu, Turanı geleceğe yönelik bir ideal olarak tanımlayarak çözdüğünü iddia etmektedir (Spencer, 1958: 650-651). 

Gaspıralı’nın akrabası olan Tatar Yusuf Akçura, 1904 yılında, Türkçülüğün manifestosu olarak kabul edilen “Üç Tarz’ı Siyaset” (Türk Yurdu dergisinin çıktığı dönem) adlı makalesini yazmıştır. Akçura bu yazısında Osmanlı ulusu yaratma fikrini, uygulaması imkânsız olduğu gerekçesiyle reddedmiştir. Kısıtlı bir hareket olarak gördüğü Panislamizm ile daha fazla imkân dâhilinde gördüğü Pantürkizm ideolojileri arasında kesin bir tercih yapmamakla birlikte, Pantürkizme yönelmiştir (Georgeon, 2002: 508-509). Akçura bu makalesinde aynı zamanda Pantürkçülüğün özünü de tartışmış ve Gaspıralı ve arkadaşlarının geliştirdiği kültürel vurguyu, siyasi vurguya kaydırmıştır. Özetle Osmanlı ve Rusya İmparatorluklarındaki Türklerin yanısıra başka ülkelerdeki azınlık Türklerinin tümünün siyasi anlamda birleşmesini savunmuştur (Landau, 1995: 14; Landau, 2004: 43; Zenkovsky, 1960: 38-39). Bu nedenle Pantürkçü ideolojinin giderek siyasi bir karakter kazanmasından ağırlıkla Akçura sorumlu tutulmaktadır (Zenkovsky, 1960: 39; Deniz, 2006: 45). Oysa Deniz’e göre Akçura’nın “Üç Tarz’ı Siyaset” makalesindeki fikirleri geliştiren, Batıcılık ve Türkçülüğü daha belirgin olarak öne çıkaran, 1913 yılında “Üç Cereyan” makalesini yazan Gökalp’tir (Deniz, 2006: 36). 

20. yüzyılın başındaki Pantürkçü milliyetçi uyanışta Azerbaycanlılar da son derece etkili olmuşlardır. Bunlardan birisi olan Mehmet Emin Resulzâde, 
Müsavat Partisi’nin muğlak Panislamcı ideolojisini Türkçülüğe yönlendiren kişi olarak bilinmektedir (Swietochowski, 1996: 219).4 Aynı zamanda ümmet 
ve ulus kavramları arasında açık bir fark olduğunu savunmuştur. Ona göre ümmet kavramının yalnızca dinî bir anlamı vardı ve İslam dinine inanan 
herkesin ortak vicdanını ifade etmekteydi. Ulus ise ortak dil, kültür, tarih ve din temelinde oluşmuş bir topluluğu tanımlamaktaydı. Ortak din bu topluluğun 
özelliklerinden sadece bir tanesini oluşturmaktaydı. Diğer bir ifadeyle ulus, dinî bir grup anlamına gelemezdi (Balayev, 2004: 90). 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 1

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 1




Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 
. . . 

Özet;

Ziya Gökalp erken cumhuriyet dönemi Türk milliyetçiliği kurucularının tanınmış simalarındandır. 
1920’lerde Türkiye devletini kuranların geliştirdiği resmi ideolojiyi şekillendiren en etkili kaynak olarak pek çok kişi Gökalp’in Türkçülük ideolojisine işaret 
etmektedir. Gökalp’in Türkçülük ideolojisi, günümüzde Türk ulusal kimliğinin içeriğinin sorgulandığı sürece paralel olarak, resmi ideolojinin kaynaklarına dair 
yapılan tartışmaların bir parçası haline gelmiştir. Gökalp’in yazıları her zaman farklı şekillerde yorumlanmaktadır. 
Bazıları onun Türkçülüğünün Türk etnisitesi üzerine temellendiğini (dışlayıcı) iddia ederken, diğerleri Türkiye’de yaşayan tüm etnik gruplara eşitlik sunan 
(dâhil edici) bir Türkçülük olduğunu iddia etmektedir. Bu çalışma, Gökalp’in milliyetçiliğinin Türk kültürü ve Türk ulusu vurgusuna rağmen Türk devletine sadakat ve aidiyet fikrini savunduğunu tartışmaktadır. 
Cilt 68, No. 3, 2013, s. 113-139 
.. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi .. 

Ziya Gökalp ve Türkçülük 

Giriş 

Ziya Gökalp (1876-1924), klasik ulus devlet teorisyenlerinin ana tartışmalarına çok benzer bir biçimde, ortak bir dil, din, kültür, geçmiş (tarih) ve gelecek ekseninde Anadolu halklarını birleştirmeyi hedefleyen bir toplum modeli geliştirmiştir. Öngördüğü yeni toplum modelini “Türklük” ve “vatanseverlik” olarak tanımlanabilecek milliyetçilik temaları üzerinden işlemiştir. Diğer bir ifadeyle zamanının geçerli siyasa biçimi olan teritoryal ulus devlet modelini temel alan Gökalp, Türkiye’deki ulus inşası sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Gökalp ayrıca kültür ve ulusun birleşmesinden doğan “ulusal kültür” kavramını baz alarak, Türkiye’nin Batı medeniyetine dâhil olabileceğini savunmuştur. Gökalp’e göre dilde ve dinde birlik esasına dayanan ulusal kültür bireyler tarafından benimsenip içselleştirildiğinde, hars ve medeniyet arasındaki ilişki bir karşıtlık ilişkisi olmaktan çıkacak ve Türkiye Batı medeniyeti içindeki yerini alacaktır. 

Gökalp’in Türkçülüğü, Batı’da yaşanan ulus ve devlet inşası sürecine paralel ilerlemiştir. Temelinde, kültür üzerinden tanımlanan ulus ve vatanseverlik kavramları bulunmaktadır. Türk kültürünün Batı medeniyeti ile uzlaşıp uzlaşmadığı (Türkçülüğün kozmopolit değerlerle ilişkisi), Türkçülüğün Osmanlı mirasını reddi ya da kabulü, Türk kimliğinin ne ölçüde İslami değerlerle beslendiği ve son olarak, Türk tanımının etnik temelli (dolayısıyla dışlayıcı) bir tanım olup olmadığı gibi sorular, zamanında Gökalp’in cevabını aradığı sorulardır. Bu makalenin amacı yukarıda sıralanan sorulara Gökalp’in verdiği cevapları tartışmak ve geliştirdiği kavramsal set üzerinden üretmeye çalıştığı siyasete ilişkin bazı genel çıkarımlar yapmaktır. Gökalp’in Türkçülüğünün içeriği farklı yorumlamalara açıktır. Gökalp’in eserlerindeki Türklük ve Türk kültürü vurgusu onun kimi zaman Turancı, kimi zaman da etnik milliyetçi olarak değerlendirilmesine neden olmaktadır. Gökalp’in kullandığı kavram seti ve terminolojisi yeterince karmaşıktır. Değişen siyasi koşullara göre farklı dönemlerde farklı fikirler savunmuştur. Önemli olan Gökalp’in evrilen düşüncelerinin geldiği son aşamayı gözönüne alarak, bir bütünlük içinde değerlendirmektir. Bunun yanısıra, Gökalp üzerindeki Durkheim etkisine odaklanıp, Dış Türklerden gelen etkiyi gözardı etmek de Gökalp’in Türkçülüğünün farklı yorumlanmasına neden olmaktadır. 

Hüseyinzade Ali Bey’in görüşleri Gökalp’in Türkçülüğünün içeriğini önemli ölçüde şekillendirmiştir. Bu çalışma, kısaca tartışılacak olan Durkheim ve Hüseyinzade Ali Bey etkisi altında şekillenen Gökalp’in Türkçülüğünün evrildiği son noktayı tartışmayı hedeflemektedir. Buradan hareketle geliştirdiği toplum modelinin etnik temelli, dışlayıcı bir milliyetçilik olmadığı iddia edilecektir. 

Devlet, millet ve kültür arasındaki ilişki oldukça karmaşık olup, farklı milliyetçilik yaklaşımlarında bu kavramlar birbirleriyle farklı şekillerde ilişkilendirilmekte dir. Connor’a göre milliyetçiliğin ilk kullanımı ulusa duyulan sadakat fikrini ifade ederken, daha sonraki dönemde devlete duyulan sadakat anlamına gelecek şekilde değişmiştir. Yakın zamanda ortaya çıkan bu değişimin kaynaklarını tesbit etmek zordur. Connor, 1930’lar ve 1940’ların başında gelişen militan Alman ve Japon milliyetçiliğine işaret ederek, milliyetçiliği devlete duyulan sadakat duygusu ile eşitlemenin hatalı olduğunu iddia etmektedir. Bunun yanısıra, otoritelerin, bir devletin temsil ettiği toplumun belli kesimlerinin kendi uluslarına duyduğu sadakati tanımlayacak bir terim üzerinde anlaşmakta zorlandıklarını söylemektedir. Etnisite, primordializm, çoğulculuk, aşiretçilik, bölgecilik, komünalizm ve yerel sadakat duygularının yaygınlığı bu zorlanmaya işaret etmektedir. Ayrıca, Connor’a göre milliyetçiliği devlete duyulan sadakat anlamında kullanıp, farklı kökleri ve çağrışımları olan kelimeleri ulusa duyulan sadakat için kullanmak, yukarıda sözü edilen karışıklığı daha da zor hale getirmektedir (Connor, 1978: 384-386). 

Sadakat ve aidiyet duygularının siyasi bir program temelinde devlete mi yoksa kültüre mi yönelik olarak inşa edilmesi gerektiği fikri, yukarıda tartışıldığı gibi oldukça karmaşık bir konudur. Bu çalışmada, Gökalp’in, kültüre, dine ve ulusa duyulan bağlılık duygusunu, devlete duyulan bağlılık duygusundan daha güçlü, daha derin ve daha sürekli gördüğü; fakat ortak (milli) kültür ve dil teması üzerinden aslında devlete aidiyet fikrini işlediği tartışılacaktır. Gökalp, ulus devlet modelinin öngördüğü gibi yeni bir ulusun temelini oluşturacak siyasi bir program geliştirmiştir. Vatan ve vatanseverlik temaları bu programın önemli kavramlarıdır. Burada ana hatları ile özetlenen tartışma esas olarak Gökalp’in Türkçülük hakkında yazdığı eserler üzerinden geliştirilecektir. 

İnalcık, Gökalp ve Toynbee’yi karşılaştırdığı yazısında Toynbee’ye göre, tarihte, devletten çok bireylerin eylemlerinin ürünü olan medeniyetin daha sürekli ve önemli bir rol oynadığını söylemektedir (İnalcık, 1964: 212-213). 

Gökalp her ne kadar kültürü medeniyetin üzerine taşımış ve toplumsal hayata kendine özgü kuralları olan bir gerçeklik atfetmiş olsa da, aslında Toynbee’ye 
benzer bir şekilde ulusal (kültür) veya uluslararası (medeniyet) değerler sistemini tarihin itici gücü olarak ön plana çıkarmaktadır. Öte yandan kültür 
bireyin üzerinde, organik bir gerçeklik olarak tanımlanmış olsa da özünü değer yargıları oluşturmaktadır. İnalcık, Gökalp ve Toynbee’nin görüşleri arasındaki 
pek çok farkı tartışırken, birbirlerine en çok yaklaştıkları noktanın her ikisinin de “medeniyete (kültür) tarih içinde baskın bir rol biçtiklerini” söylemektedir 
(İnalcık, 1964: 222). Bu çalışmada tartışılacağı gibi, Gökalp’in kurguladığı düşünsel sistemde devletin sürekliliği fikri aslında dışlanmamaktadır. Aksine, 
Gökalp için devlet merkezdedir ve dil, din ve kültür üzerinden kurulan ulusa aidiyet fikri, sınıfsal ve etnik farklılıkları önemsiz hale getiren modern ulus 
devletin varoluşunun özünü teşkil etmektedir. Bu çerçevede Gökalp’in ideolojisini Türkçülük olarak degil, Avrupa modeli temelinde geliştirilmiş milliyetçilik olarak tanımlamak yerinde olacaktır. Gökalp, devlete öncelik vermek yerine, kültüre öncelik vermiştir; çünkü birlik, beraberlik ve sürekliliğin kaynağını “birleşik bir kültür” (Türk kültürü) yaratılmasında görmüştür. 

Gökalp’in Türkçülüğü çok farklı şekillerde değerlendirilmektedir. Parla, Gökalp’in Türkçülüğünü kültürel bir Türkçülük olarak tanımlamakta ve milliyetçilik anlayışının açıkça dil ve kültür (hars) milliyetçiliğine dayandığını söylemektedir (Parla, 1989: 43). 
Öte yandan Türk milliyetçiliğinin, Alman milliyetçiliğinde olduğu gibi kültürel ve ırksal bir temelde şekillenen ulus kavramı üzerine inşa edildiği sıkça ifade 
edilen bir başka görüştür. 
Örneğin Sezer, Almanya’da olduğu gibi Gökalp’in “millilik” ve “kültür” kavramlarını birlikte kullanarak, “milli kültür” kavramını yarattığını ve bunu Türkçülüğün temeline koyduğunu söylemektedir (Sezer, 1988: 232). Sözü edilen bu benzerlik, Alman ve Türk toplumlarının 19. yüzyılda millet olma çabası içine 
girmelerinden ve benzer tutumlar takınmalarından kaynaklanmaktadır (Sezer, 1988: 232). 

Benzer bir şekilde Berkes de Gökalp’in, Alman Romantikleri veya Rus Slavofillerini ve popülistlerini andıran bir biçimde toplumu ulusla1 
özdeşleştirdiğini söylemektedir. Gökalp, halk veya ulusun istenilen veya istenmeyen, kabul veya reddedilmesi gerekenler konusunda nihai ve mutlak 
ölçüt olduğuna inanmaktaydı. Gökalp’e göre çağdaş toplumun nihai gerçeği ulus, bireylerin davranışını yönlendiren nihai güç ise ulusal ideallerdir. 
Bu nedenle Gökalp, Türklerin en öncelikli görevinin çağdaş medeniyetin koşullarına ayak uydurabilmek adına ulusun uyandırılması gerektiğini 
düşünmektedir. Bu görüşün sonucunda Pan-Türkçülerin siyasi Türkçülük kavramı kültürel bir kavrama dönüşmüştür (Berkes, 1954: 383). 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***