5 Aralık 2016 Pazartesi

YUNAN AYAKLANMASI GÜNLERİNDE MORA'DAKİ TÜRKLER NASIL YOK EDİLDİLER?





YUNAN AYAKLANMASI GÜNLERİNDE MORA'DAKİ TÜRKLER NASIL YOK EDİLDİLER? 


SALÂHİ R. SONYEL 
TÜRK TARİH KURUMU 
Mora'da Rus-Grek düzenleri ;
Cilt: LXII Nisan 1998 Sayı: 233 


"Peloponez (Peloponisos)" adıyla da anılan Mora Yarımadası, ilkin Sultan Beyazıt I tarafından 1397'de Bizanslılardan alınarak kısmen Osmanlı İmparatorluğu'na 
bağlanıyor; Yunanistan'ın her yanında, Katolik Lâtinlerin zulmü altında inleyen Ortodoks Hıristiyan Grekler, 1460'da Mora'yı tümüyle fetheden Sultan II. 
Mehmet'i bir kurtarıcı olarak karşılıyorlardı1. 1698'de imzalanan Karlofça Antlaşması'yla, Osmanlılar, Mora'yı Venediklilere vermek zorunda kalıyor; 
ama 1718'de aktedilen Pasarofça Antlaşması'ndan sonra, Mora, yeniden Osmanlı egemenliğine geçiyordu2. Yunanistan tarihi uzmanı olan ve şimdi hayatta 
olmayan Profesör Dr. Douglas Dakin, Unification of Greece, 1770-1923 (Yunanistan'ın Birleşmesi) adlı kitabında şöyle der: 

'Mora'nın (Grek) sakinleri, yeniden kurulan Türk yönetimini Venediklilerin yönetimine tercih ediyorlardı, çünkü vergiler daha hafifti; yönetim daha az yetenekli olmakla birlikte daha ılımlıydı ve kâfir ( Yani Osmanlı ), Roma Katoliğine oranla daha çok tolerans sahibi idi'3. 

Osmanlılar Mora'da bir paşalık (vilâyet) kuruyor; 400.000 kadar Grek'in yaşadığı bu ilde, zamanla 50.000 kadar Türk ve öteki Müslüman da yaşam sürmeye başlıyordu. Grekler ve özellikle kentlerde yaşayanlar, tüm rahatlıklarına karşın Çar Deli Petro zamanında Ruslarla düzen çevirmeye başlıyor; Rus ajanlar Mora'yı dolaşarak halkı isyana kışkırtıyor ve Bizans İmparatorluğu'nun diriltilmesi için yapılan bu düzenler, İmparatoriçe II. Katerina döneminde de sürüp gidiyordu4. 

Fransız-Grek düzenleri 

1789 yılında patlak veren Fransız İhtilâli, Ortodoks Hıristiyan Rum toplum önderlerinden bazılarını oldukça etkiliyor; Rus Çarı ve ögeleriyle çevirmekte oldukları düzenlerde başarı sağlayamayan bu önderler, Napolyon 
Bonapart'ın sahnede belirmesi üzerine, ümitlerini Fransa'ya aktarıyorlardı. O sırada Balkanlar'da dolaşmakta olan Fransız ajanlar, Grekleri durmadan kışkırtıyor; Fransız koruyuculuğu altında özerklik veya bağımsızlık  sözleriyle onları çeliyorlardı5. 
Napolyon'un saygınlığı Grekler arasında o kadar yayılıyordu ki, güney Mora'daki Mani bölgesinin Rum kadınları, onun resmini, evlerindeki putların koleksiyonuna ekliyorlardı6. 



Ancak, İngiliz orduları Başkomutanı Wellington Dük'ü, 1815 yılı Haziranında Napolyon'u Waterloo'da yenilgiye uğratınca, Grekler, ümitlerini yine Çarlık Rusyası'na bağlıyor; Çar I. Aleksander'in Rum asıllı dışişleri bakanı John (İoannis) Kapodistrias'tan yardım görmeyi ümit ediyor7; dış ülkelerde gizli tedhiş ve ihtilâl örgütleri kurmaya, gazete ve dergiler yayınlamaya başlıyorlardı. 

Grek ihtilâl ve tedhiş örgütleri 

Bu örgütlerden Athena adlısı, Yunanistan'a, Fransa'nın yardımıyla, Phoenix adlısı da Rusya'nın yardımıyla bağımsızlık sağlamaya ümit ediyordu; ama, bu iki örgütten daha azılı ve hırslı bir örgüt olarak, 1814'te, Odesa'da, Filiki Eteria kuruluyor; aralarında Balkan Hıristiyanları da olmak üzere, tüm 'Helenleri' kapsayacak bir ayaklanma kışkırtmak için eyleme geçiyor8; bu tedhiş örgütünün pençesi, 1818 yılı Ekim ayında Kıbrıs'a kadar uzanıyordu. O tarihte, Eteria'nın Mısır ve Kıbrıs gizli ajanı, Metsovolu Dimitrios İpatros, Kıbrıs'a giderek, 
başpiskopos Kiprianos'u örgüte üye kaydediyor ve ondan maddi ve manevi yardım sözü alıyordu9. 



Yunan ayaklanmasının başlıca kışkırtıcıları, Yunanistan'ın dışında yaşayan ve Avrupa'daki akımlara benzer ulusçu bir akım yaratmak hevesine kapılmış olan "dış Helenler" (apodimi Ellines)'di. Ayaklanmayı ilk başlatan ve finanse edenler de onlardı. Ancak, Filiki Eteria, bu akımın öncülüğünü üstleniyor; her yana bir ahtapot gibi yayılıyor; Osmanlı İmparatorluğu'nda geniş kapsamlı bir ayaklanma plânlıyordu10. O sıralarda adalar ve Mora'daki Rus konsoloslar, Grekler arasında düzen çevirerek onları ayaklanmaya kışkırtıyor; Greklere yurtseverlik duygusu aşılamaya çalışıyorlardı. 

Ne var ki, ayaklanmanın öngünlerinde, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Rumlar gönenç ve dirlik içinde yaşam sürüyor; varlıklı ve eğitim görmüş olanlara devlet kapıları açılıyordu. İmparatorlukta Rumların çoğunlukta oldukları bölgelerde onların kendi belediyeleri, devletten müdahale olmadan çalışıyor; merkezi İstanbul'da bulunan Rum Ortodoks Patrikhanesi, İmparatorluğun yönetimine katılan imtiyazlı bir kuruluş haline geliyordu 11. Öyleyse Yunan ayaklanması niçin patlak verdi? 

Sabırlı ve kararlı bir padişah olan II. Mahmut, yıllardan beri zayıflamakta olan Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden dinçleştirmek için eyleme geçince, Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa ile arası açılıyor; onun 1820'de padişaha karşı ayaklanması, Yunan ayaklanmasına da neden oluyordu. Ali Paşa'nın başkaldırmasından yararlanan Grek âsiler, Türklerin gücünü bölmek için ivedilikle harekete geçiyorlardı12. 

Başta vali Hurşit Paşa olmak üzere, Mora'daki Osmanlı yetkililer, Grekler arasındaki akımın farkına varınca, Tripolitsa kentinde toplanarak, yerel Grekleri, silâhlarını yetkililere teslime ve bazı Grek önderleri durumu kendileriyle görüşmek üzere, kişisel olarak Tripolitsa'ya gitmeye çağırıyorlardı. Ancak, bu Grek önderler, verilen emre karşı çıkıyor ve ayaklanmayı körüklüyorlardı. Yunanlılar, Mora'daki ayaklanmayı 6 Nisan 1821'de şu sloganla başlatıyorlardı: "Mora'da tek bir Türk bırakılmamalıdır". Âsiler, bu slogana tamamen uyacak 
ve tüm Türk ve öteki Müslümanları yok etmeye başlayacaklardır13. 

Yunan ayaklanması nasıl başladı? 

Ayaklanma şöyle başlamıştır: 1819'da Filiki Eteria'ya üye kaydedilmiş olan Patras metropoliti Yermanos, Tripolitsa'ya gitmek için almış olduğu emirden kaygılanarak yola çıkıyor; bir dağ kenti olan Kalavrita'ya yakın Ayia Lavra manastırında konaklıyor; orada, kendisi gibi, ne yapacaklarına karar veremeyen öteki piskoposlarla buluşuyor; sonunda, Türklerin kendilerini hapse atacakları veya öldürecekleri yolunda bizzat bir mektup sahteleyerek orada bulunanlara okuyor; halkın arasında baş gösteren çoşkudan yararlanarak, 6 Nisan 1821'de 
isyan bayrağını çekiyor ve Grekleri silâh altına çağırıyordu. Âsilerin ilk bayraklarının üzerinde, altı üste getirilmiş bir hilâlin veya kesilmiş bir Türk kafasının üzerinde bir haç'ı tespit ediyordu14. 

Metropolit, öteki piskoposlarla birlikte Patras'a dönerek, orak, sopa ve kamalar taşıyan ve sayıları gittikçe kabaran ayak takımı onlara eşlik ediyordu. Piskoposlar, geçilen her yerde, Grek güruhu, " dinsiz Müslümanları 
yok etmeye" kışkırtıyor; kleftes olarak anılan haydutlarla armatoli olarak anılan Grek uç bekçileri, dağlardan inerek Türk köylerini yağmalamaya başlıyorlardı. Çok geçmeden, ayaklanmanın elebaşları, âsiler üzerindeki etkilerini yitiriyor; tüm ülke, her yanı kasıp kavuran silâhlı âsilerin eline geçiyordu. İngiliz yazar William St. Clair'a göre, Grekler arasındaki bu "vahşice öç alma iştiyakı, çok geçmeden katletme zevkine dönüşüyordu". David Howarth adlı başka bir İngiliz yazar da, "Grekler, bu cinayetleri işlerken, herhangi bir neden aramıyorlardı. Kan dökme şehvetine kapıldıkları için öldürüyorlardı" der15. Bu sırada, Patras'taki Rus konsolosluğu, Filiki Eteria ile Mora'daki Eteria ajanları arasında yapılan yazışmaları kolaylaştırıyor; Asilerle Rus hükümeti arasında bağlantı kuruyordu15a. 

Türkler yok ediliyor 

1821 yılı Mart ayında, Mora'da 50.000'e yaklaşık Müslüman'ın yaşadığı tahmin edilir. Bunların arasında kadın ve çocuklar da vardı. Bir ay kadar sonra Grekler paskalyalarını kutlarken, Mora'da tek bir Müslüman kalmamıştı. Aralarından pek az sayıda kişi kaçarak, müstahkem kentlere sığınmışlarsa da, açlık çekmeye 
başlamışlardı. Her yanda öldürülen Türklerin gömülmemiş cesetleri çürüyordu. Yine İngiliz yazar St. Clair şöyle der: "Yunanistan'ın Türkleri pek az iz bıraktılar. 1821 yılı ilkbaharında ani olarak, tümüyle ve dünyanın haberi olmadan, yok edildiler". 

St. Clair şöyle devam eder: 

"20.000'i aşkın Türk erkek, kadın ve çocuk, birkaç hafta süren boğazlamalar sırasında Grek komşuları tarafından katledildiler. Onlar kasten ve vicdan azabı duyulmadan öldürüldüler... Çiftliklerde veya tecrit edilmiş toplumlar halinde yaşayan Türk aileler, kısa bir sürede öldürüldüler; yakılan evleri, cesetlerinin üzerine yıkıldı. Olaylar başlayınca evlerini bırakarak en yakındaki kente sığınmaya çalışanlar da, Grek güruh tarafından yollarda öldürüldüler. Küçük kentlerde, Türkler, evlerine kapanarak kendilerini korumaya çalıştılar, ama pek azı kurtulabildi. Bazı yerlerde açlığa dayanamayarak, hayatlarının bağışlanacağı na dair onlara söz veren âsilere teslim oldular, ama yine de öldürüldüler. Ele geçirilen Türk erkekler derhal öldürülüyor, kadınlarla çocuklar köle olarak âsilere dağıtılıyor, ama daha sonra onlar da öldürülüyorlardı. 

Mora'nın her yanında, sopa, orak ve tüfeklerle silâhlı Grek âsiler, çevreyi dolaşarak öldürüyor, yağmalıyor ve ateşe veriyorlardı. Çoğu kez Ortodoks papazlar, onlara önderlik ediyor ve bu sözde 'kutsal' eylemlerinde onları kışkırtıyorlardı"16. 

Rum Ortodoks Kilisesi'nin tarihini yazan İngiliz yazar Steven Runciman, kilisenin Basil (Vasili) gibi büyük babalarının, 1821'de Mora'da isyan bayrağını çeken piskoposların bu hareketinden tiksinti duyacaklarını kaydeder17. Bu, Yunanlıların bağımsızlık veya kurtuluş savaşı değildi; Türklere ve öteki Müslümanlara karşı başlatılmış olan bir yok etme savaşıydı ve başlıca kışkırtıcılar, Rum Ortodoks Hıristiyanlardı. 

Ayaklanma başlar başlamaz, Grek haydut Petros Mavromihalis, öteki adıyla Petrobey, çapulcularıyla birlikte dağlardan inerek, liman kenti olan Kalamata'ya giriyor ve Patras'taki güruhu gölgede bırakacak bir şekilde bütün Müslüman erkekleri öldürüyor; genç kadın ve çocukları köle olarak satıyordu. Bu "zaferi" 
kutlamak için kentteki ırmağın kenarında 24 papaz ayin düzenliyordu. Kalamata felâketini, Patras ve Livatya'daki bütün Müslümanların katli izliyordu18. 

DIŞ BASINDAN SAVAŞ İŞKENCELERİ RESİMLERİ.,
http://www.gallipoli-1915.org/warillustrated.ing.htm


Diri olarak Ateşte Yakılan Türkler 



Nisan ayında Hidra, Spetsa ve Psara adalarının Grek sakinleri âsilere katılıyor; Osmanlı bayrağını taşıyan gemilere saldırıyor; gemicileri yakalayarak öldürüyor veya denize atıyorlardı. Mekke'ye Hacca gitmekte olan birçok Müslümanları da yakalayarak öldürüyorlardı. St. Clair, Howarth ve Miller gibi İngiliz yazarların 
anlattıklarına göre, bir Türk gemisinin 57 tayfası yakalanarak, zafer çığlıkları arasında Hidra adasına götürülüyor ve orada, sahilde, diri olarak ateşte yakılıyorlardı19. 

Tesalya, Makedonya ve Halkidiki'de birçok Grekler ayaklanmaya katılıyor ve acımasızca Türklere saldırıyorlardı. Bazı bölgelerde âsi önderler, bütün Greklerin ayaklanmaya katılmalarını sağlamak amacıyla Türkleri kasten kırımdan geçiriyorlardı. Türk komşularını gaddarca öldüren alelâde Grek köylüler, bu ayaklanmayı dinsel yok etme olarak görüyor; onlara önderlik eden piskoposlarla papazlar da aynı görüş ve duyguları paylaşıyorlardı20. 

Monemvasia ve Navarin kırımları 

1821 yılı Ağustos ayında, sarılmış bulunan Monemvasia adlı küçük kentin Müslümanları, açlığa ve hastalığa dayanamayarak, âsilere teslim oldukları halde, gaddarca boğazlanıyor; bu olaylar, Batı Avrupa'da "liberalizmin ve Hıristiyanlığın bir zaferi" olarak ilân ediliyordu21. Birkaç gün sonra, Navarin Müslümanları da 
aynı akıbete uğruyor; 2.000 ile 3.000 arası Müslüman öldürülüyordu. Türk kadınlar çıplatılarak altın eşya bulmak için üzerleri aranıyor; kurtulmak için denize atlayan bazı kadınlar suda vurularak öldürülüyor; Müslüman çocuklar, denize atılarak boğduruluyor; yavrular ise, annelerinden koparılarak, kayalara çarpmak suretiyle canlarına kıyılıyordu. Yarı çıplak ve korku içinde canlı tutulan Müslüman kız ve erkek çocuklar, daha sonra fahişe olarak satışa çıkarılıyor; bazıları aklını oynatmış bir halde yıkıntılar arasında dolaşıp duruyorlardı22. 

Çok geçmeden Mora'daki kentleri, surlar dışında başı kesik cesetlerin çürümesinden meydana gelen bir koku sarıyor; başıboş köpekler ve vahşi kuşlar, cesetleri parçalıyor; ölü dolu kuyulardaki sular zehirleniyor; veba 
salgını baş gösteriyordu. Her yanda, iskeletleşmiş ve korku içinde bulunan Müslüman genç kız ve erkek çocuklar, yarı çıplak biçimde inliyorlardı. Bu arada Navarin Grekleri, orada vuku bulan korkunç kırımı övünerek anlatıyorlardı. Greklerden birisi, 18 Türk'ü öldürdüğünü övünerek açıklıyor; başka birisi, 9 kadın ve çocuğu yataklarında bıçaklayarak nasıl öldürdüğünü anlatıyordu. 

Bu acımasız katiller, kısa bir süre önce ırzlarına geçerek, kol ve bacaklarını kestikten sonra surlardan aşağı attıkları kadınların cesetlerini, Helen savına yardımcı olmak üzere Avrupa'dan gelmiş bulunan gönüllülere gururla gösteriyorlardı23. Ama bu korkunç sahneler Avrupalı gönüllüler üzerinde iyi izlenim bırakmıyor, onlarda şok ve tiksinti duyguları uyandırıyordu. Almanyalı Lieber, gönüllüleri, hala hayatta olan ve ırzlarına tecavüz edilen bu kadınlara tasallût etmeye çağıran Grek âsilere karşı ne kadar nefret ve tiksinti duyduklarını anlatır24. 
Tripolitsa kırımı 
https://bilgiveguc.blogspot.com.tr/2015_01_01_archive.html

Mora'da Türk valinin ikamet ettiği ve 35.000 Türk, Arnavut, Musevi ve öteki sakinlerden oluşan Tripolitsa kentinde, 5 Ekim 1821'de yapılan ve iki gün süren kırım sonunda 10.000 kişi öldürülüyor; onların çoğunun kafaları kesilerek vücutları parçalanıyordu25. Paralarını gizledikleri sanılan Müslümanlara işkence yapılıyor ve St. Clair'la Howarth, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre, "kollarıyla ayakları kesilerek ateşte yavaşça yakılıyorlardı". Hamile kadınlara neler yapıldığını tahmin edebilirsiniz. 

Çoğu kadınlardan oluşan 2.000'e yaklaşık tutsak, büsbütün soyularak, kentin dışındaki bir vadiye sürülüyor ve orada öldürülüyordu. Bu olaydan sonra, haftalarca açlık içinde kıvranan Müslüman çocuklar, ümitsizlik içinde şuraya buraya koşuyor; coşku içinde olan ve ağızları köpüren Grek âsiler tarafından boğazlanıyor veya vurularak öldürülüyordu26. Yunan tarihinin sözde "kahramanları" arasında yer alan baş çapulcu Thedoros Kolokotronis de, bu korkunç kırım ve yağmalara zevkle katılıyordu27. 

Tripolitsa kırımı sırasında kentte bulunan ve aralarında İskoçyalı Albay Thomas Gordon da olan Avrupalı subaylar, oradaki tüyler ürpertici sahnelere şahit oluyor ve bazıları, daha sonra bu olayları bütün çirkinlikleriyle anlatıyorlardı. Albay Gordon, bu Helen/Grek/Yunan/Rum barbarlıklarından o kadar tiksiniyordu ki, Greklerin hizmetinden çekiliyordu. Bu sahnelere dayanamayan Almanyalı Helen dostu genç doktor Wilhelm Boldemann, zehir içerek intihar ediyordu28. Hayal kırıklığına uğrayan Helen yandaşı öteki kimi Avrupalılar da intihar ediyorlardı. 

Akrokorinth kırımı 
https://bilgiveguc.blogspot.com.tr/2015_01_01_archive.html

1822 yılı Ocak ayının sonuna doğru, Akrokorinth kentinde 1.500'den çok Müslüman, âsilere teslim oluyor, ama Kolokotronis ve öteki âsi önderlerin adamları tarafından korkunç bir şekilde öldürülüyorlardı. Bu kanlı 
olaylar, daha sonra bir Alman subay tarafından şöyle anlatılıyordu:29 

"Güzel Müslüman kadınların canları bağışlanıyor, ama köle olarak satılıyorlardı. Bu satışlardan sağlanan paralar, Mavrokordatos gibi âsi elebaşların ceplerine akıyordu. Mavrokordatos, kadınları, bir İngiliz gemisinin kaptanına satıyordu"30. 

Türk kadınlar, yaşa ve güzelliğe göre, 30 ile 40 kuruş arasında satılıyordu. 

Brengeri adlı bir İtalyan gönüllü, Korinth'e gitmeden önce, yolda, bir Türk'ün cesedine rastlıyor, biraz sonra da onun karısıyla yavrusunu canlı ama aç olarak buluyordu. Yardım olmak üzere kendisi ve arkadaşları kadına biraz para veriyorlar, ama oradan uzaklaşırlarken, bazı Greklerin, kadınla yavrusunu öldürerek parayı çaldıklarına tanık oluyorlardı31. Brengeri, Korinth kırımı sırasında bazı Greklerin bir Türk ailesini öldürmeye çalıştıklarını görüyor; Türk'ün karısını öldürmeden önce peçesini yırtarak yüzünü görmeye çalışıyorlardı. Tam o sırada, kadını bağışlamalarını rica ediyor; âsiler de 50 kuruş karşılığında onu öldürmekten vazgeçiyorlardı32. 

Akrokorinth'de, teslimden sonra sahile doğru yürümekte olan bir Türk çift, çocuklarını taşıyamayacak kadar aç ve cılız oldukları için yavruyu bir Grek'e uzatıyorlar, o da bir kama çekerek, anne-babanın gözleri önünde 
yavrunun kafasını kesiyor ve ona engel olmaya çalışan bir Alman subaya, Türklerin yetişip büyümelerine engel olmanın iyi olduğunu anlatmaya çalışıyordu32 . 

1822 yılı yazına dek, Yunan ayaklanması, 50.000'den çok Türk, Rum, Arnavut, Musevi ve öteki kişilerin hayatına mal olmuştu. Binlerce kişi de kölelik veya yoksulluk seviyesine düşürülmüştü. Doğrudan doğruya yapılan karşılıklı çarpışmalarda, buna oranla pek az kişi ölmüştü. Bu sözde "Yunan bağımsızlık savaşı", bir savaş olmaktan çok, "fırsatların silsilesi" haline gelmişti. Öldürülen Türklerin ve âsi Greklerin çoğunluğu asker değildi, sivil kişilerdi. Kurbanlar, ayrı ayrı yerlerde, mensup oldukları cılız toplumların kefaretini ödüyorlardı33. 

Atina ve Akropolis kırımları 

Bu sırada, uzun bir süreden beri Atina'nın Akropolis semtinde kuşatılmış bulunan ve susuzluk çeken birçok Müslümanlar, piskoposların, papazların ve âsi önderlerin, onların canlarına kıyılamayacagına dair vermiş oldukları söz üzerine, 21 Haziran 1822'de teslim oluyor; ama yabancı konsoloslarca ve büyük güçlükler içinde kurtarılmış olan birkaç kişi dışında hepsi de acımasızca öldürülüyorlardı. Aynı zamanda, Atina kentinin savunmasız 400 Müslüman sakini de sokaklarda parçalanıyordu. 

Grek âsiler Modon'a saldırırken, surlar dışında yakaladıkları bir Türk'ün kafasını kesiyor; kazık üzerine takarak Navarin'e götürüyor ve sokakta, top gibi tekmeliyorlardı34. İngiliz gemicilerin anlattıklarına göre, âsiler, 
denizde yakaladıkları Türklere çok işkence yapıyorlardı. Hollandalı Anemat'a göre, âsiler, denizden baygın halde kurtarılan Türk denizcileri ayıltıyor, sonra da onları işkencelerle öldürerekcesetlerini parçalıyorlardı. 
Hollandalılar, Grekleri, " korkak ve barbar " olarak niteliyorlardı35. 

Dervenaki kırımı 


1822 yılı yazında Türk ordusu Korinth'de belirince, Argos'ta kurulmuş olan sözde Grek yönetimi panik içinde sahile doğru çekilmeye ve gemilerle kaçmaya çalışıyor; tüm Argos ovasında binlerce Grek göçmen de onları takip ediyor ve Mainotlu Grek haydutlar, kaçmadan önce, bizzat kendi ırktaşlarını soymaya çalışıyorlardı. Türk ordusunun erzak ve mühimmatı çok geçmeden tükeniyor; Korinth'e çekilmeye çalışıyor, ama dağ geçitleri Kolokotronis'in çapulcularının işgalinde olduğu için, Dervenaki olarak anılan geçitte yüzlerce Türk kırımdan 
geçiriliyordu. Âsiler cesetleri soymakla vakit geçirmeseler, tüm Osmanlı ordusu büsbütün perişan olabilirdi. Yıllardan sonra bölgeyi gezen turistler, Türklerin yığınak halinde kemikleriyle karşılaşıyorlardı36. 

Navplia kırımı 


1822 yılı Aralık ayında sıra Navplia liman kentine geliyordu. Uzun süreden beri âsilerce kuşatılmış olan bu kentin sokaklarında açlıktan ölen çocukların cesetlerine sık sık rastlanıyor; iskeletleşmiş kadınlar, çirkefler arasında yiyecek bulmaya çalışıyorlardı. Navplia olayları sırasında kentte hazır bulunan Avrupalı gönüllülerden Kotsch adlı bir Alman subayın anlattığına göre, Türklerle ilişki kurduğu sanılan bir Rum papazın parmakları Grek âsilerce kırılıyor ve tırnakları yakılıyordu. Daha sonra Grekler tarafından üzerine kaynar su dökülüyor; 
boğazına kadar toprağa gömülüyor ve sineklerin saldırısına uğraması için yüzüne pekmez sürülüyordu. Papaz, altı gün can çekiştikten sonra ölüyordu. Kentten kaçmaya çalışan bir Musevi, büsbütün çıplatılarak, organları kesiliyor; o durumda kentte dolaştırıldıktan sonra asılıyor du 37. 

Navplia kenti 12 Aralık'ta âsilere teslim olunca, korkunç bir kırım başlıyor; âsiler, öldürülenlerin kafalarını bir piramid gibi diziyorlardı. Bu sırada, deniz yarbayı Hamilton'un kaptanlığını yaptığı Cambrian adlı İngiliz savaş gemisinin limana gelişi, kentin Müslüman ve Musevi sakinlerinden bazılarını ölümden kurtarıyordu38. 

Kentte yapılan yağmada arslan payını Grek âsiler alıyordu. Avrupalı subaylara ödül olarak iki veya üç Türk kız veriliyor; onlar, kızları Atina'ya götürerek konsoloslara satıyor; konsoloslar da kadınları Anadolu'ya sevk ederek 
kurtarıyorlardı. Misolongi açıklarında karaya oturan bir Türk gemisinde, kendi ülkelerine dönmekte olan 150 Arnavut, Mavrokordatos'un vermiş olduğu söz üzerine teslim oluyor, ama âsi önderlerden biri tarafından paraları 
çalındıktan sonra hepsi de öldürülüyordu. 

Yunan yandaşı Avrupalı gönüllüler de öldürülüyor 


Grek âsiler, hayvanî davranışlarında o kadar ileri gidiyorlardı ki, kendilerine yardımcı olmak üzere yabancı ülkelerden ve özellikle Avrupa'dan gelen yandaşlarını da öldürüyorlardı. Navplia liman kenti âsilerin eline geçtikten sonra, bazı Greklerin, yabancı kimi yandaşlarını, kentteki bir hamama sokarak öldürdükleri meydana çıkıyordu. Grek hamamcı, yabancıları, giysilerini çıkarmaya inandırıyor ve böylece, onları öldürürken, elbise ve çizmelerinin kana bulanmamasını sağlıyor; onları daha sonra satıyordu39. 

Mora'daki cenosit orjisi, ancak öldürülecek Türk kalmayınca sona eriyordu40. Yunanistan'a yardıma giden ve 1822 ile 1823 yılları arasında yurtlarına dönmeye başlayan Helen yandaşı gönüllüler, o korkunç günlerin kâbusundan hayatları boyunca kurtulamıyorlardı. Helen/Grek/Yunan ve Rumlardan çok şeyler beklerken, hayal kırıklığına uğruyor; onlardan nefret ediyor ve onlarca aldatıldıkları için kendi kendilerini lânetliyorlardı. 

Birçokları, Avrupa'daki Grek derneklerinin baskılarına karşın, kendi tecrübelerini kâğıda dökmeye başlıyorlardı. 

Bütün yazılanlarda aynı duygular yansıtılıyordu. Bir örnek verelim: "Başkalarının, benim işlemiş olduğum hataları işlememesi için bu yazıyı kaleme alıyorum. Modern Yunanistan, eski Yunanistan gibi değildir. Grekler, 
şükran bilmeyen, gaddar ve barbar bir soydurlar"41. 

Lord Byron nasıl kullanıldı? 


Grek âsiler, Lord Byron gibi tanınmış İngiliz şairleri de kendi kötü işlerinde istismara kalkışıyorlardı. 
Oysaki onlardan diledikleri tek şey, özellikle Lord Byron'un servetine el koymaktı42. Lord Byron, 19 Nisan 


1824'de sözde Grek "özgürlük savaşçılarını zafere ulaştıran bir önder" olarak değil, tutulmuş olduğu hastalıktan kurtulamayarak kendi yatağında can veriyordu; ama Grekler, onu, kendi sözde "bağımsızlık ihtilâlinin bir 
mücahidi" olarak efsaneleştirmişlerdir43. 

Bu arada Girit, Kıbrıs, Sisam, Sakız, Tesalya, Makedonya ve Epir'de de ayaklanmalar oluyor44; Osmanlı katlarının âsilere karşı almış olduğu sert önlemler, Helen yandaşları ve propagandacıları tarafından Batı'ya, 
"Hıristiyan halka karşı Türk barbarlığı" olarak yansıtılıyordu45. Yunanistan'daki Türklere karşı girişilmiş olan yok etme eylemlerine kör ve sağır kalan Batı, Osmanlı tepkisine karşı ses yükseltiyordu. 1821 yılı Ağustos 
ayında, Hamburg'da dağıtılan şu bildiriye bakınız: 

'Almanya'nın gençliğine çağrı. Din, yaşam ve özgürlük savaşımı bizi silâh altına çağırıyor; insanlık ve görev, bizi, kardeşlerimiz olan asil Greklerin yardımına çağırıyor. Kutsal dava için kanımızı, hayatımızı feda etmeliyiz. Müslümanların Avrupa'daki yönetiminin sonu yaklaşıyor. Avrupa'nın en güzel 
ülkesi, canavarlardan kurtarılmalıdır! Var gücümüzle mücadeleye atılalım... Tanrı bizimle dir, çünkü bu, kutsal bir davadır - insanlık davasıdır - din, hayat ve özgürlük için savaşımdır...'46 

Bu Helen yandaşı ve Grek propagandasının antidotu, Mora'daki kanlı olaylara görgü tanığı olarak yurtlarına dönen Batılı gönüllüler olmuştur. 1822 yılı Nisan ayında Yunanistan'dan Marsilya'ya dönen birçok Fransız subaylar, Grekleri şöyle gösteriyorlardı: "Alçak, korkak ve iyilik bilmez bir soy!" Korinth kırımına şahit olan Prusyalı bir subay, oraya gitmeye hazırlanan yeni gönüllülere şöyle sesleniyordu: 

"Orada yalnız sefalet, ölüm ve nankörlükle karşılaşacaksınız. Size Almanya ve İsviçre'de söylenenlere inanmayınız; yaşlı bir askerin söylediklerine inanınız'47. 

Prusyalı başka bir subay şunları yazıyordu: 


"Eski Grekler artık yoktur. Solon, Sokratis ve Dimosthenis'in yerini kör cehalet almıştır. Atina'nın makul yasalarının yerini barbarlık almıştır... Grekler, basın aracılığıyla yabancılara vermekte oldukları çekici sözleri yerine getirmiyorlar"48. 

Aynı subay, Tripolitsa'nın âsilerce işgalinden sonra orada kaydedilen olayları şöyle anlatıyordu: 

"Trova'nın kraliçesi Helen kadar güzel, genç bir Türk kız, Kolokotronis'in erkek yeğeni tarafından vurularak öldürüldü; bir Türk çocuk, boğazına halat takılarak çevrede dolaştırıldı; bir çukura atıldı; taşlandı, bıçaklandı ve sonra, hala hayatta iken, bir tahtaya bağlanarak ateşte yakıldı; üç Türk çocuk, anne ve babalarının gözleri önünde, bir ateşin üzerinde yavaşça yakıldı. Bütün bu çirkin olaylar olurken, ayaklanmanın elebaşısı İpsilântis (? Aleksandros Mavrokordatos) seyirci kalıyor ve âsilerin bu davranışlarını,'savaştayız; herşey olur' şeklinde mazur göstermeye çalışıyordu"49. 




Sonuç 


Yunan ayaklanması günlerinde İngiliz, Fransız ve Rus hükümetleri, âsilere dolaylı biçimde yardımcı oluyorlardı. Onlara para, silâh ve savaşçı gönderilmesine ses çıkarmıyor; kendi gizli istihbarat servislerince de yardımda bulunuyorlardı. Öte yandan, 1826'da Yunanistan'da bulunan İngiliz rahip John Hartley, daha sonra 
kaleme aldığı ve 1831'de Londra 'da yayınlanan Researches in Greece and the Levant (Yunanistan ve Levant'ta araştırmalar) adlı kitabında, Türklerin Hıristiyan olmayı kabullenmedikleri için, Greklerin ellerinde birçok kötülüklere uğradıkları ve Osmanlı İmparatorluğu'nda kanlı olaylar kaydedildiği iddiasında bulunuyordu. 

1825 yılında şans değişerek, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın ordusu Mora'yı yeniden ele geçirmeye başlayınca, teslim olan Grek âsilerin hayatları bağışlanıyor ve kimsenin kılına bile dokunulmuyordu. 1826 yılı Nisan ayında Tripolitsa, Argos, Kalamata ve Misolongi yeniden Türklerin eline 
geçince, tüm Avrupa Türklere karşı cephe alıyordu. 


Türklerle Yunanlıların arasını bulmak amacıyla 4 Nisan 1826'da İngiltere ile Rusya arasında St. Petersburg'da bir protokol imzalanıyor; daha sonra bu protokole Fransa da katılıyordu. Yunan yandaşı İngiltere, Fransa ve 
Rusya'nın 6 Temmuz 1827'de imzaladıkları Londra Antlaşması gereğince duruma karışmalarıyla ve 20 Ekim 1827'de Türk donanmasının Navarin'de, aynı devletlerin donanmaları tarafından batırılması üzerine, 22 Mart 
1829'da bağımsız bir Yunanistan'ın hudutlarını saptayan bir protokol imzalanıyor; bir yıl sonra Yunan devleti kuruluyor; bu zoraki devlet, 1832'de Bavyera kralının oğlu Prens Otto'ya krallık öneriyor; böylece Yunanistan 
krallığı kuruluyor ve Meğali İdea'dan esinlenen Yunan emperyalizmi, Osmanlı İmparatorluğu'na ve daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetimine karşı yayılma politikası izlemeye başlıyor; 9 Eylül 1922'de, Batı Anadolu'da, Türk'ten, hiç de unutamayacağı bir ders alıyordu50. 


DİPNOTLAR;


1 F. Babinger: Mehmed der Eroberer und seine Zeit, Munich, 1853, s. 195; Selahattin Salışık: Türk-Yunan İlişkileri Tarihi ve Etniki Eterya, İstanbul, 1968, s. 17. 

2 Douglas Dakin: The Greek struggle for independence, 1821-1833 (Yunan bağımsızlık savaşımı), Londra, 1973, s. 5. 

3 Douglas Dakin: Unification of Greece, 1770-1923, (Yunanistan'ın Birleşmesi), Londra, 1972, s. 10. 

4 N. Jorga: Geschichte des Osmanischen Reiches, Gotha, 1908-13, c. IV, s. 30 ve 173; J.L. Burkhardt: Travels in Syria and the Holy Land (Suriye ve Kutsal Yerlerde geziler), Londra, 1822, s. 4; Steven Runciman: The Great Church in captivity, (Yüce Kilise esarette), Cambridge, 1968, s. 337; Lord Kinross: The Ottoman Centuries - the rise and fall of the Ottoman Empire, (Osmanlı yüzyılları - Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselişi ve yıkımı), Londra, 1977, s. 365; İsmail Hakkı Uzunçarşılı: Osmanlı Tarihi, Ankara, 1972-83, s. 71 ve 391 vd.; 
William Miller: The Ottoman Empire and its successors, 1801-1927 (Osmanlı İmparatorluğu ve varisleri) 4 cilt, Londra, 1966, s. 7 ve 26; Stanford J. Shaw ve Ezel Kural fihaw: History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, (Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye'nin Tarihi), Cambridge, 1977, c. 1 s. 248-9; ayr. bkz. Lionel Kochan ve Richard Abraham: The making of Modern Russia (Modern Rusya'nın kuruluşu), Londra, 1990. 

5 Miller, s. 4-5; Runciman, s. 392-3; Dakin: Greek struggle..., s. 27; Benjamin Braude ve Bernard Lewis: Christians and Jews in the Ottoman Empire (Osmanlı İmparatorluğu'nda Hıristiyanlar ve Museviler), C. 1, New York, 1982, s. 18-9. 

6 Dakin: Greek struggle..., s. 27. 

7 Runciman, s. 396-8. 

8 Emmanuel Protopsaltis: İ Filiki Eteria, Atina, 1964, s. 19-20; ayr.bkz. S.R. Sonyel: Minorities and the destruction of the Ottoman Empire (Azınlıklar ve Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması), Ankara, 1993, s. 1, 21 ve 68; N. Botsaris: Visions balkaniques das la préparation de la révolution grecque, 1789-1821, Paris, 1962, s. 83-100. 

9 John T.A. Koumoulides: Cyprus and the war of Greek indepennce, 1821-1829 (Kıbrıs ve Yunan bağımsızlık savaşı), Atina, 1971, s. 69-70. 

10 Sonyel, s. 173. 

11 William St. Clair: That Greece might still be free - the Philhellenes in the war of independence (Yunanistan'ın özgürlüğü için -.bağımsızlık savaşında Helen Yandaşları), Londra, 1972, s. 7; David Howarth: The Greek adventure - Lord Byron and other eccentrics in the war of independence (Yunan macerası - bağımsızlık savaşında Lord Byron ve öteki eksentrikler), Londra, 1976, s. 19; Dakin: Greek struggle..., s. 18-9. 

12 St. Clair, s. 9-10; Dakin: Unification..., s. 43; Salışık, s. 154. 

13 Kinross, a.g.e., s. 444; Miller, a.g.e., s. 72. 

14 St. Clair, s. 9 ve 27; ayr. bkz., Dakin, a.g.e, s. 59; Miller, s. 71. 

15 St. Clair, s. 12; Howarth, s. 28. 

15a Charles A. Frazee: The Orthodox Church and independent Greece, 1821-51 (Ortodoks Kilisesi ve bağımsız Yunanistan), Cambridge, 1869, s. 13. 

16 St. Clair, s. 1; Miller, s. 72. 

17 Runciman, s. 411. 

18 Sonyel, s. 175-6. 

19 St. Clair, s. 1-2; Howarth, s. 30-31; ayr. bkz. Miller, a.g.e., s. 72. 

20 St. Clair, s. 9. 

21 The Examiner, 1831, 2/632. 

22 St. Clair, s. 41-2; Howarth, s. 56-8; Miller, s. 76; George Finlay: History of the Greek revolution (Yunan ihtilâlinin tarihi), Edinburgh, 1861, c. 1, s. 263. 

23 E.V. Byern: Bilder aus Griechenland und der Levant, Berlin, 1833, s. 58. 

24 Franz Lieber: Tagebuch meines Aufenthaltes in Griechenland, Leipsig, 1823, s. 73; St. Clair, s. 83. 

25 Howarth, s. 58; ayr. bkz. Dakin, s. 67; Miller, s. 77. 

26 St. Clair, s. 43-5; Howarth, s. 60-61; İngiliz Sömürgeler Bakanlığı belgeleri (Colonial Office), CO 136/1095. 

27Ayr. bkz., Brengeri: "Adventures of a foreigner in Greece" (Bir yabancının Yunanis-tan'daki maceraları), London Magazine (Londra Dergisi), II, 1827, s. 41. 

28 Bkz. Le Febre: Relation de divers faits de la guerre de Gréce, s. 9. 

29 Le Febre, a.g.e., s. 21. 

30 Howarth, s. 88. 

31 A.g.e., (ibid.), s. 87. 

32 A.g.e., s. 87. 

32a St. Clair, s. 50. 

33 St. Clair, s. 92. 

34 Johann Stabell, Leipsig. 

35 Hastings Anıları, 6.7.1822. 

36 St. Clair, s. 104-6; Howarth, s. 107-8; Dakin, s. 97. 

37 St. Clair, s. 107. 

38 St. Clair, s. 107; Howarth, s. 110-122. 

39 George Finlay: "An adventure during the Greek revolution" (Yunan ihtilâli günlerinde bir macera), Blackwood's Edinburgh Magazine (Edinburg Dergisi), 1842. 

40 St. Clair, s. 12; Thomas Gordon: History of the Greek revolution (Yunan ayaklanmasının tarihi), 2 cilt, Edinburg ve Londra, 1832; Rev. Robert Walsh (rahip): Residence at Constantinople during the Greek and Turkish revolutions (Yunan ve Türk ihtilâlleri döneminde İstanbul'da ikamet), 2 cilt, Londra, 1836; ayr. bkz. Douglas Dakin: "The origin of the Greek revolution" (Yunan ihtilâlinin kökeni), History, 1952. 

41 St. Clair, s. 116. 

42 A.g.e., s. 150 vd.; Howarth, s. 12, 135 vd.; Edward John Trelawny: Recollections of the last days of Shelley and Byron (Shelley ve Byron'un son günlerinden anılar), Londra, 1858. 

43 Howarth, s. 163-5. 

44 Dakin: Greek struggle..., s. 2. 

45 The Examiner, 1821, 372, 456, 631, 689. 

46 Wilhelm Barth ve Max Kehring-Korn: Die Philhellemenzeit, Munich, 1960, s. 95. 

47 Le Febre, a.g.e., s. 29. 

48 L. de Bolmann: Remarques sur l'etat moral, politique et militaire de la Grece, Marseilles, 1823. 

49 St. Clair, s. 75 vd. 

50 Ayr. bkz. S.R. Sonyel: Türk Kurtuluş Savaşı'nda Dış Politika, Ankara C. 1 ve 2, 1973 ve 1986. 


https://www.academia.edu/6721857/T_YUNAN_AYAKLANMASI_G%C3%9CNLER%C4%B0NDE_MORADAK%C4%B0_T%C3%9CRKLER_NASIL_YOK_ED%C4%B0LD%C4%B0LER_-_Salahi_R._Sonyel


..

Türk-Yunan İlişkilerinin Geçmişine Bakarak AB-Yunanistan İlişkilerini Görmek



Türk-Yunan İlişkilerinin Geçmişine Bakarak  AB-Yunanistan İlişkilerini Görmek        


Bir Fotoğrafın Hikâyesi: 
Pazar, 20 Kasım 2011 
Necmettin AYGÜN  


Bir Fotoğrafın Hikâyesi: 

  Tarih bilgisi, kişilere ve bilhassa politikacılara kamu hayatında işlerine yarayacak pratik bilgiyi sağlama yönü ile önem taşır. Bu yönü ile tarih, idareci 
konumunda olanlar için bir reçete vazifesi görür. Kesin öngörüler sağlamamakla birlikte geçmişteki toplumsal, siyasî ve ekonomik yapıların çözümlemesiyle elde 
edildiğinden dolayı tarih bilgisi, günümüzde ve gelecekte yaşanan/yaşanacak olan olay ve olguların gerçekleşeceği koşulları çok güçlü bir şekilde görebilmeye 
olanak verir. Kısacası tarih bilgisi ve tarih eğitimi, zihni eğittiği gibi zamanımızın sorunlarını anlama ve bu sorunlara çare bulma gayesindeki ihtiyaç 
duyulan bakış açısını sağlar. Bu bağlamda Yunanistan’ın bu günlerde AB ile olan ilişkilerinin lâyıkıyla yorumlanabilmesi için “tarih bilgisi”ne müracaat 
edilmesi olup bitenlerin sarahate kavuşması açısından gereklidir.




(Papandreu ve Merkel) (Tepedelenli Ali Paşa)

1 Ocak 1999 tarihinde Avrupa Birliği üyelerinden bir çoğunun ortak para birimi Euro'ya geçmeleri ile Avrupa ülkeleri ortak para birimi ve serbest dolaşımı 
sağlayarak sosyal ve ekonomik yapıları birbirlerine entegre edip bunun zaman içinde politik entegrasyona dönüşmesi ile daha da güçleneceklerini 
hesaplamışlardı. Ancak, ilk ciddî hayal kırıklığı Yunanistan örneğinde baş göstermiştir. Yunanistan sıkıntılı bir süreçten geçiyor. Ekonomi yönetimi iflas 
etmiş, dış borçlar sorun olmuştur. Avrupa Birliği üyesi olması hasebiyle diğer üye ülkeler, bilhassa Fransa ve Almanya, Yunanistan’a mâlî destek sağlamak 
amacıyla yoğun çaba harcıyorlar. Bu nedenle son günlerde Avrupa’da birbirleri karşısında “el pençe duran” liderlerin görüntüleriyle karşılaşılıyor. 
Yunanistan, Troyka'nın (yani IMF, AB Merkez Bankası ve AB) şartlı yardımı ile krizi atlatmaya çalışıyor. 26-27 Ekim tarihlerinde Yunanistan'ın borçlarının 
büyük oranda "affedilmesine" ve yeni bir tedbirler paketinin yürürlüğe girmesine karar verildi. Ama Başbakan Papandreu, 1 Kasım günü bu son anlaşmayı referanduma sunacağını sürpriz bir biçimde ilan etti. Ancak Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy'nin, "Kurtarma programını referanduma götürürsen 110 milyar Euro'luk kurtarma paketinin 6. dilimindeki 8 milyar Euro'dan tek sent alamazsın" resti karşısında Yorgo Papandreu, referandumdan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bu restin, 3-4 Kasım 2011’de gerçekleşen G-20 Toplantısında yaşandığı ve bu süreçte Papandreu’nun bilhassa Merkel’den tâbir yerinde ise esaslı bir fırça yediği anlaşılmaktadır. Yunanistan’ın bu âcizliğini yansıtan en iyi görüntü, Yorgo’nun Merkel karşısındaki duruşunu gösteren ve 03.11.2011’de basına düşen fotoğraf olmalıdır. 


   Bu fotoğraf resmettiği iki kişiden öte oldukça derin anlamlara sahip olmasıyla Türk-Yunan ve Türk-Avrupa ilişkilerinde “Şımarık Çocuk” konumunda bulunanı görmeye imkân vermektedir. 
Tarih bilincinden yoksun olduğu tescilli olan ulusal basınımız “Yorgo Onur Savaşı Veriyor” benzeri manşetler atarak Yunan Devletinin içinde bulunduğu 
duruma dramatik bir biçimde, Romantizm ekseninde yaklaşıyordu. Oysa Türk-Yunan İlişkilerinin son iki yüz yıllık tarihine göz gezdirildiğinde gerçekte dramatik sahneler yaşayanın, haksızlığa uğrayanın, onur/haysiyet savaşı verenin kim olduğu görülür. Bu bağlamda Balkan Savaşları, Kurutuluş Savaşı ve Kıbrıs 
Mes’elesi gibi yakın tarihimizde yaşanan gelişmeleri dışarıda tutup, Yunan Devletinin ortaya çıkmasını sağlayan 1821 Yunan ve 1896 Girit İsyanları üzerinde durulacaktır. Bu sayede, 1959’dan beri çaba sarfetmesine rağmen Türkiye’nin AB’ye üye olarak alınması mümkün olmaz iken Kıbrıs Rum Kesiminin alel-acele AB’ye alınması gibi yakın döneme ait bazı gelişmelerin de arkasında yatan sebepler görülmüş olacaktır.

II. Murad devri ile (1421-1451) Osmanlı idaresine girmeye başlayan Güneydoğu Balkan Coğrafyası uzunca bir dönem devam eden Osmanlı Refahı sayesinde mamur hâle gelmişti. Azınlıklardan Rumlar saray tercümanlığı, saray doktorluğu ve bankerlik gibi üst düzey mesleklerde bulunuyor; yabancı tüccarlara önce tercüman daha sonra aracı olarak yardımcı oluyorlardı. 1800’lere doğru ise doğrudan tüccar veya gemici olarak Amsterdam, Marsilya ve Londra gibi Avrupa’nın en gelişmiş şehirleri ile Osmanlı limanları arasındaki iktisadî ilişkileri yürütür olmuşlardı. Osmanlının sağladığı bu barış ortamı sayesinde Rumların dünyayı tanımaları, siyasî ve kültürel açıdan bilinçlenmeleri mümkün oluyordu. DolayısıylaYunan millî uyanışında yurt dışında ticaretle meşgul olan Rum 
tüccarların, Rum Diasporasının, büyük önemi bulunmaktadır. Osmanlı Devleti içerisinde öteden beri özel bir yer tutan İstanbul’da oturan Fenerli Rumlar 
Eflak ve Boğdan gibi Özerk Prensliklerin başına Voyvoda/Prens olarak atanıyorlar (1711-1821), yerli halklar ile akrabalıklar tesis ederek buralarda geniş mülkler 
ediniyor, itibar kazanıyorlardı. Ortodoks Kilisesinden almış oldukları destek ile buralarda ideolojilerini serbestçe yayabiliyor, Bizans’ı tekrar diriltmek 
için gereken her türlü faaliyetin içerisinde yer alıyorlardı. Bu bağlamda 1821 yılında patlak veren ilk Rum isyanının bu prensliklerde ortaya çıkması rastlantı 
değildir.

Rumlar emellerini ‘Megali İdea’ dedikleri büyük ülküleri çerçevesinde şekillendirmişlerdi. Bu fikir Bizans’ın yeniden ihya edilmesini hedeflemekteydi. 
Batı’da meydana gelen yeni fikirler, Yunan şair, yazar ve tarihçilerini harekete geçirerek, megali idea denilen düşüncenin oluşumuna katkı sağlamıştı. Yunan 
şairlerinden Kosmos O Etolois (d. 1714) Ege denizindeki adaları tek tek dolaşarak, Yunan bağımsızlık fikrini yaymaktaydı. Yunan tarihinin ünlü şairi 
Velestin’li Rigas, 1797’de Viyana’da Bağımsız Büyük Yunanistan Haritasını bastırmıştı. Yunan bağımsızlık düşüncesinin oluşumuna zengin Yunan tüccarları ve Kilisenin de tesirleri olmuştu. Bunlar vasıtasıyla Yunanlar arasında kültürel faaliyetlerle bağımsızlık düşüncesi giderek yerleşmişti. Batılı fikir 
adamlarının Yunan kültürüne dair araştırma yapmak için kurdukları birimler, Yunan sempatizanlığını meydana getirmişti. Yunan klasiklerinin yeniden tercüme edilmesiyle hem Avrupa’da Yunan hayranlığının giderek artması ve hem de Rumlar arasında geçmişlerine karşı özlem ve hayranlık uyanması mümkün olmuştu. Eğitimleri esnasında Grek dili ve kültürü ile yoğrulmuş Avrupa burjuvazisinin Osmanlı egemenliğindeki Rumların isyan hareketlerine gereken ilgiyi göstermemeleri düşünülemezdi. İngiliz yazar Byron, Yunanlılar lehine kaleme aldığı ateşli yazılarıyla Avrupa’nın aydın çevresi üzerinde büyük tesir 
uyandırdığı gibi, gönüllü olarak Yunanistan’a (Türklere karşı) savaşmaya gitmişti. İngiliz, Fransız ve İtalyan subaylar gönüllü olarak Yunan İsyanına 
katılarak Yunan deniz ve kara birliklerinde görev almışlardı. Avrupa aydınları arasında Türklerin yok edilmesi bir insanlık vazifesi olarak görülmekteydi. 
Ancak savaşmak üzere Mora’ya gelen gönüllüler büyük bir düş kırıklığına uğramışlardı; ne gördükleri ülke antik çağ görüntüleri taşıyor ve ne de 
gördükleri Rumlar antik Yunan insanının özelliklerini taşıyorlardı. Müslümanlara uygulanan vahşeti gören gönüllülerin bir çoğu memleketlerine dönmenin yollarını aramışlardı.

1700’lerde, sıcak denizlere inme politikası izlemeye başlayan Rusya, bu uğurda Osmanlı azınlıklarını kullanarak Karadeniz ve Akdeniz’e açılmaya başlamıştı. 
Kırım’ın işgali (1783) Rus işgal hareketlerini cesaretlendirmiş, Rus Çariçesi II. Katerina (1729-1796) Osmanlı Devletinin parçalanması için azamî gayret 
göstermişti. 1779’ta doğan torununa Kostantin adını vermesi, Osmanlı Devletinin paylaşımını gösteren haritalar hazırlatması, Osmanlı’ya karşı 1780 yılında Avusturya hükümdarı ile ciddî görüşmeler yapması, Balkanlardaki Osmanlı Rum Ortodoks halkını isyana teşvik etmek için ajanları vasıtasıyla Arnavut kökenli savaşçı Sulyotlar ile irtibat kurması (1790), aynı dönemde generali Potemkin’in Osmanlı’nın Tırhala Valisi olan Tepedelenli Ali Paşaya “Bizans’ı tekrar canlandırmak planına yardımcı olması durumunda Arnavutluk hükümdarlığını söz vermesi” olup bitenlerden sadece bir kaçıdır. Rusya, Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları isyana hazırlamak amacıyla ajanları vasıtasıyla silahlı gruplar oluşturup Osmanlı yönetimine karşı isyan hareketleri organize etmişti (1805-6). 

Bizans’ı diriltmek ve Rum İsyanını başlatmak amacıyla 1814 yılında Odesa’da, ikisi Rum biri Bulgar üç tüccar tarafından kurulan Filiki Eterya Cemiyeti Rus 
Çarının himayesinde faaliyet göstermekteydi. Rum Patriği, Eflak-Boğdan Prensleri ve Fenerli zengin Rum aileleri bu cemiyetin üyeleri ve destekçileri hâline gelmişlerdi. İlk isyan hareketinin Şubat 1821’de Eflak’ta (Romanya) Çarın Rum asıllı yaveri olan İpsilinti’nin başlatması anlamlıdır. İpsilanti’nin kardeşi 
olan Demetrios’un Mora’da sadece birkaç ay sonra (Mart 1821) ikinci bir isyan hareketini başlatması Rum isyan hareketinin örgütlü ve Rusya destekli bir 
hareket olduğunu göstermektedir.

1800’lerde Güneydoğu Avrupa’daki Osmanlı Coğrafyasının (Mora, Teselya, Arnavutluk vb) yönetiminde Vali Tepedelenli Ali Paşa söz sahibi idi. Ali Paşa 
ayrılıkçı hareketleri tez elden haber alıp önlemesiyle bölge üzerinde emelleri olan iç ve dış güçleri rahatsız ediyordu. Her ne kadar Napolyon kendisine 
“Bağımsız Epir kralı olmayı” teklif etmiş ise de Tepedelenli, kıvrak zekası ile Batılı büyük güçlerin Bölge üzerindeki emellerini dengeleyerek Balkanları idare 
etmekte, Filiki Eterya gibi derneklerin örgütlediği isyan hareketlerinin üstesinden gelmekteydi. Ancak aşırı güç ve servet kazanması, Avrupalı güçlerle 
sürekli irtibatlı olması, İstanbul’da bulunan ve Saray üzerinde etkili olan Osmanlı devlet adamlarının (Nişancı Halet Efendi gibi) Fenerli Rumlara destek 
çıkarak kendisini Osmanlı yönetimine şikayet etmeleri neticesinde Tepedelenli’nin Ocak 1822’de idam edilmesi, Balkanlardaki ayrılıkçı hareketlerin daha rahat bir şekilde neşv ü nema bulmasını sağlamıştı. Eflak ve Boğdan halkının Rum İdeali peşinde koşmak yerine Osmanlı idaresine teveccüh 
göstermeleri buradaki isyan hareketinin taban bulamamasına ve kısa sürede bastırılmasına imkân verirken, Mora’daki isyan Nisan 1821’de geniş bir alana 
yayılmıştı. Burada Rumlarla iç içe yaşayan Müslüman ahâlî vahşî bir katliama uğramıştı. Osmanlı idaresi İsyan hareketiyle bağlantıları tespit edilen Osmanlı 
vatandaşlarından Patrik, bazı metropolit, tüccar ve Fenerli beyleri ihanet suçuyla idam ettirmişti. Bilhassa Fener Rum Patriğinin idamı Ortodoksların 
hâmisi rolünü oynayan Çarı oldukça rahatsız etmişti.

Osmanlı Devleti bir an evvel isyanın bastırılması için Mısır’daki Valisi Mehmet Ali Paşadan yardım istemişti (1825). İsyancıların son mukavemet noktası olan 
Atina’nın Haziran 1827 ‘de Osmanlı birliklerinin eline geçmesi Büyük Güçleri rahatsız etmişti. Evrensel Hrisitiyanlık duygusu ve Eski Yunan hayranlığı 
devreye girmiş; Yunan İsyanı bir Hristiyanlık Davası hâline gelmişti. “Avrupa, Yunanlıları kurtarmayı aklına koymuştu” diyor İstanbul’daki İngiliz Elçisi 
Canning ve ekliyor: “(Avrupalı) Devlet adamlarının coşkunluğu (Avrupalı) ozanların, yazarların taşkınlığı yanında hiç kalırdı…”. Rus Çarı I. Nikola’nın 
Osmanlı Devletini savaş ile tehdit etmesi üzerine Ekim 1826’da Rusya ile Akkirman Antlaşması imzalanmıştı. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Rumlar yararına işbirliği yapmaları neticesinde Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olarak teşekkülü kararlaştırılmıştı (Temmuz 1827 Londra Protokolü). Görüldüğü gibi 
Osmanlı karşısında hezimete uğrayan Rumlar kendi iradeleriyle değil; Avrupalı Devletlerin koruyup kollamaları ile bağımsız bir devlet elde eder hâle 
geliyorlardı. İş bununla da bitmemişti. Durumun Osmanlı Devletine de kabul ettirilmesi gerekiyordu. Osmanlı bu durumu iç işlerine müdahale olarak görüp ret ediyor, ancak bu ret ediş Osmanlı’ya pahalıya mal oluyordu. İttifak hâlindeki Batılılar o zamanlar bir Osmanlı limanı olan Navarin’deki Osmanlı-Mısır 
donanmasını hazırlıksız yakalayarak yok ediyorlardı. Devamında Fransa Mora’ya asker çıkarıyor. Rusya ise Osmanlı’ya savaş ilan ediyordu (Nisan 1828). 
Donanması yok edilmiş, Yeniçeri askeri kaldırılmış (1826) olan Osmanlı Devleti eli kolu bağlı bir vaziyette bulunuyordu.

Günümüzdeki siyasî ve askerî mes’elelerde olduğu gibi o zaman da her açıdan yalnız kalan Osmanlı Türkleri topraklarını küffara karşı korumak için “Onurlu” 
bir savaşa tutuşmuştu. Ancak gidişat kötüydü. Almanlar sayesinde ordusunu modernleştirmiş olan Ruslar, bir taraftan Edirne’ye ve diğer taraftan da Doğu 
Anadolu’ya kadar (Kars Haziran 1828, Erzurum Haziran 1829) ilerlemişler, İngiliz-Fransız askerleri de Rumların yardımı ile Mora’daki Osmanlı askerini 
sindirerek Yunan Davasını zafere ulaştırmışlardı (Eylül 1828). Osmanlı Devleti 1829 Eylülünde imzalanan Edirne Antlaşması ile Rumların (Orta ve Güney 
Yunanistan’da) Osmanlı’ya vergi veren özerk bir devlet kurmalarını kabul etmek zorunda kaldı. Kurulan Yunan Krallığının başına İngiltere, Fransa ve Rusya’nın 
kararıyla Bavyera (Alman) Hanedânından Prens Otto (1833-1862)’nun getirilmesi, Yunan bağımsızlık hareketinin arkasında kimlerin olduğunu ve bundan sonra da kimlerin olacağını göstermekteydi. Şubat 1830’da Londra’da toplanan İngiltere, Fransa ve Rusya Yunanistan’ın tam bağımsızlığı ilân etmişlerdi. Dolayısıyla, günümüzde Avrupa Devletlerinin Yunan ekonomisini kurtarmak için harcadıkların yoğun mesainin arkasında yatan zihniyetin ne gibi sâiklere dayandığı ortaya çıkmakta olduğu gibi, günümüzde ortaya çıkan, “Ege kıta sahanlığı sorunu” gibi mes’elelerde Yunanistan’ın uzlaşmaz tavırlar sergilemesinin nedenleri de anlaşılır oluyor. 

1821 yılındaki bu isyan hareketi sadece Yunanistan Devletinin kurulmasıyla ve bölgedeki sivil Müslümanların topluca ve vahşice katledilmesiyle 
sonuçlanmıyordu; yaşanan karışıklıklardan istifade ile Fransa Cezayir’i işgal ediyor (1830), Yunanistan’ın kurulmasıyla günümüze kadar devam edecek olan 
“Adalar Sorunu” başlıyor, Rusya ise Batıda Tuna deltasını, Doğu’da ise Batum hariç bütün Kafkasyayı topraklarına katarak Arpaçay sınır hâline geliyordu. 
Rusya, Osmanlı azınlıklarından Bulgar, Sırp ve Ermeniler ile daha yakından ilgileniyor, Akdeniz ile Karadeniz’de faaliyet gösteren Osmanlı vatandaşları 
gemici/tüccar Rumları çeşitli vaatler ile Rusya adına çalışmaya ikna ediyordu (bunlar Karadeniz’deki Rus donanmasında rutbeli subaylar hâline geleceklerdir). 
Benzer şekilde Doğu Anadolu ve Güney Azerbaycan’daki Ermenileri Petesburg’a göç etmeye ikna ediyordu (Rus kültürü ile yetiştirilen bu kimseler 1850’lerden sonra Kafkaslar ve Doğu Anadolu’yu işgal eden Rus İşgal Ordularının komutanları olarak geri döneceklerdir).

1829 Edirne Antlaşmasıyla Yunan Krallığı kurulurken Girit’in yeni kurulan devletin sınırları içerisinde yer almaması hem Yunan ve hem de Giritli Rumları 
rahatsız etmişti. Dolayısıyla Yunan Krallığı bu tarihten itibaren adanın idaresine sürekli karışarak, adadaki Rumları Osmanlı idaresine karşı koymaya 
teşvik etmişti. Meselâ adada kurulan Rum İhtilâl Komitesi 1866’da isyana kalkışarak Girit’in Yunanistan’a bağlandığını ilân etme cesaretinde bulunmuştu. 
Bu ve benzeri müdahale ve isyan hareketleri 1897 Osmanlı-Yunan Harbinin ortaya çıkmasına kadar fasılalar ile devam etmişti. Yunanistan, Büyük Devletlerin Girit’te asayişin sağlanması yönünde arzuları olduğunu görünce adada iç huzursuzluk yaratmak için gayretini artırmıştı. Neticede 1896’da Girit’te yeni bir isyan ortaya çıkmıştı. Yunanistan’dan gelen takviye askerler ile birleşen Rumlar Müslüman ahaliyi çoluk çocuk demeden katledilmişti. Osmanlı Devleti adaya asker sevk etmek istemiş ancak, Rusya dahil Avrupalı Devletler devreye girerek asker sevkiyatının durumu daha da kötü hâle getireceğini ileri sürerek 
Osmanlı’ya engel olmuşlardı. Bununla birlikte Yunan gemileri Şubat 1897’de asker çıkararak adayı işgal etmişlerdi. Bu oldu bitti karşısında Girit sahilinde 
bulunan Büyük Devletlerin müttefik donanması, Yunan gemilerine nedense müdahâle etmemiş ve bir ölçüde işgali tasvip etmişlerdi. Böylece Girit işgaline sessiz kalan Batılı Güçler başka büyük bir savaşın çıkmasına da ortam hazırlamışlardı. 


Yunanistan, bir kısmı Fransız, İtalyan, İngiliz ve Bulgar olmak üzere 90 bin kadar asker celb ederek Osmanlı ile savaşı göze almıştı. Osmanlı Devleti ise 
Girit işgali nedeniyle Yunanistan’a esaslı bir cevap vermek için hazırlık yapmaya başlamıştı. II. Abdülhamid, Büyük Devletlerin (bilhassa Rusların) tarihî 
ve kültürel bağlardan dolayı savaş sürecinde ve sonrasında Yunan taraftarı bir politika takip edeceklerine inandığından savaşa karşı gelmiş ise de, 13 Nisan 
1897’de savaş kararı alınmıştı. Neticede ağırlıklı olarak Teselya bölgesinde gerçekleşen savaş Osmanlı Devletinin ezici bir üstünlüğü ile, sadece bir ay gibi 
kısa bir sürede sona ermişti.

Elde edilen başarı Dünya Müslümanları arasında büyük bir sevinç yaratmıştı. Mısır, Tahran, Hindistan, Açe vesair yerlerde şenlikler yapılmış, heyecanlı 
konuşmalar gerçekleştirilmişti. Bu zafer tarihçiler tarafından “şarlatanlıkla yaygaracılığa karşı ciddiyet ve vakarın zaferi” olarak tasvir ediliyordu. 
Yunanistan’ın Rusya’dan yardım istemesi ve Rusya’nın da Avrupa Devletlerini devreye sokmasıyla Osmanlı Devletinin Atina’ya doğru olan ilerleyişi 
durdurulmuştu (Mayıs 1897). Barış görüşmelerine başlanmıştı. Ancak, görüşmelerin Osmanlı ile Yunan idarecileri arasında değil de, Osmanlı ile İstanbul’da bulunan Avrupalı elçiler arasında gerçekleşmesi nedeniyle Osmanlı Devleti bir anda karşısında devrin Avrupalı Büyük Devletlerini (Rusya, Fransa ve İngiltere) bulmuştu. Böylece Yunanistan’ın savaş meydanında aldığı kötü yenilgi Avrupalı Büyük Devletler sayesinde barış masasında zafere dönüşüyordu; savaşta elde edilen ve Balkanların en bereketli topraklarından oluşan Teselya bölgesi, Büyük Güçlerin baskısıyla Yunanistan’a terk edilmişti. Benzer şekilde Girit Adası, ilk önce Osmanlı’ya bağlı özerk bir idareye dönüştürülmüş, sonra da (Aralık 1913) Avrupalı Güçler tarafından Yunanistan’a bırakılmıştı.

Neticede, burada ele alınan metin üzerinden günümüzde AB ile Yunanistan arasında var olan sıkı ilişkilerin dayanmış olduğu tarihî kökler görülmüş oluyor. 
Anlaşılan, Avrupalı güçlerin siyaset oyunları günümüzde olduğu gibi geçmişte de Türkün, Müslüman’ın üzerine oynanıyor; bazı devletler ise pervasızca 
kayırılıyordu. 1396 Niğbolu Savaşı Son Haçlı Seferi olarak biliniyor olsa da, görülüyor ki Haçlı zihniyeti Hristiyan Dünyasında son bulmamıştır. Bu nedenle 
Yunanistan Eski Başbakanı Yorgo’nun Merkel önünde el pençe durması anormal ve yeni bir durum değildir. Koruyup-kollayarakŞımarık Çocuğun oluşmasını sağlayan Avrupa, bu günlerde aynı Devlet sayesinde sosyal ve ekonomik çıkmaza girmiş durumdadır. Yani Adaletin Tecellisi söz konusudur. Günümüzde Avrupalıların Yunan Devletinin çıkarlarını korumak için seferber olmaları tarihî realite ile uyumlu olmakla birlikte, “Almanya’nın kuzeyinde, Baltık denizi taraflarında yaşayan bir Protestan Alman köylüsünün Akdeniz’e bakan Mora’nın güney ucunda yaşayan bir Ortodoks Grek köylüsünün refah seviyesini düşünerek kendi yaşamsal haklarından daha ne kadar taviz vereceği” meâlindeki bir soruya kolayca cevap vermek mümkün olmadığından, AB’nin önümüzdeki süreçte pek çok siyasî ve sosyal mes’ele ile yüz yüze kalacağı muhtemeldir. Geçmişte Osmanlı’nın başına gelen belâların arkasında nasıl Avrupa’nın büyük güçleri yer almışsa, hâlen ve istikbâlen karşılaşılan veya karşılaşalıcak olan ciddî sorunların (meselâ PKK meselesi gibi) arkasında yine aynı güçlerin olduğu veya olacağını tahmin etmek güç değildir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinin ekonomisi ve demokrasisi ile birlikte güçlü olmaktan başka seçeneği bulunmamaktadır.

Yararlanılan Eserler;

*Erdal Çetintaş, “Doğu Akdeniz Politikaları Çerçevesinde Avrupalı Devletlerin Yunan İsyanına Desteği”, OTAM, Sayı 22, Ankara 2007, s.83-108.

*Salâhi R. Sonyel, “Yunan Ayaklanması Günlerinde Mora’daki Türkler Nasıl Yok Edildiler?”, BELLETEN, Sayı 233, Ankara 1999, s.107-121

*M. Sadık Bilge, Osmanlı Devleti ve Kafkasya, İstanbul 2005.

*Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, (Ed. E. İhsanoğlu) Cilt I, İstanbul 1994, s.69-96.

*J. W. Zinkeisen, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Cilt VII, İstanbul 2011, s.115-135, 172, 202.

*Metin Hülagü, Osmanlı Yunan Savaşı Abdülhamid’in Zaferi, İzmir 2008. 

*S.L. Poole, Lord Stratford Canning’in Türkiye Anıları, İstanbul 1999.

Yrd. Doç. Dr. Necmettin AYGÜN 
Aksaray Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi


Her hakkı saklıdır. Yazarının ve Serander.Net'in izni olmaksızın alıntı 
yapılamaz, kullanılamaz. 
Bilgi için: iletisim@serander.net



http://www.serander.net/yazarlar/necmettin-aygun/1453-bir-fotografin-hikayesi-turk-yunan-iliskilerinin-gecmisine-bakarak-ab-yunanistan-iliskilerini-gormek.html



ZEITGEIST HAREKETİ BİZİ NASIL ETKİLER



ZEITGEIST HAREKETİ BİZİ NASIL ETKİLER?



Güçlü ÇEZİK
22 Şubat 2011 Salı 


Zeitgeist hareketinin varlığını öğrenip, Zeitgeist – Moving Forward (Yol Almak) belgeselini izleyince sarsıldım ve yıllardır insanlara anlattıklarımın doğruluğuna bir kez daha inandım. İnsanda Osmanlı tokadı etkisi yaratan bu belgeselin kitleleri neden bu kadar etkilediğini anlamak zor değil!

Küresel ekonomik kriz başlamadan çok önce, bazı ekonomist, felsefeci, köşe yazarı ya da farklı uzmanlık alanlarındaki insanlar bu krizin ipuçlarını vermiş ve kapitalizmin büyük bir çöküşe gitmekte olduğunu duyurmuşlardı. Ben de bu yönde düşünenlerden biriydim. Yanlış hatırlamıyorsam en az 5-6 yıldır insanlara sistemin çökmekte olduğunu, daha doğrusu çökmek zorunda olduğunu anlatır dururdum. Zaten o günlerdeki yazılarımı hatırlıyorsanız bilirsiniz. Kısmen yazılarımda da dile getirdiğim düşüncelerdi bunlar.

Evet bu gerçektir. Kapitalizm, yani bugünün göz boyayıcı deyimiyle küresel ekonomi çökmek zorundadır. Çünkü kapitalizmin kuruluşundaki rekabet felsefesi, sürekli daha düşük maliyet, daha fazla üretim ve daha fazla tüketim ilkelerine dayanır. Bu ise yıllar geçtikçe teoride maliyetleri sıfıra, üretim ve tüketimi ise sonsuza götürür. Maliyetlerin sıfıra gitmesi nasıl mümkün olabilir? Tabii ki hammadde fiyatlarıyla birlikte işçi ücretlerinin de sıfıra gitmesiyle!
İşte bundandır toplumların büyük çoğunluğuun oluşturan ücretli çalışan kesimlerin günden güne yoksullaşıyor oluşu! Peki tüketimin sonsuza gitmesi nasıl sonuçlanır? Tabii ki dünyanın kaynakları sonsuz olmadığı için, günden güne hızlanan bir tükenişle! Ve günün birinde gerçekten dünyanın tükenişine götürür bizi, hem de çok yakın bir zamanda...

İşte Zeitgeist – Moving Forward belgeseli bu ve benzeri gerçekleri bir tokat gibi izleyenlerin yüzüne çarpıyor. New York piyasalarındaki kirli oyunları, borcu bile alınıp satılan sanal bir piyasa ürünü haline getiren kirli borsaları, insanların aslında şiddet ve tüketim eğilimli olmayıp, mevcut ekonomik sistem yüzünden günden güne nasıl çılgınca bir tüketim, şiddet ve bencillik çıkmazına itildiklerini ve bunun gibi daha neleri apaçık ortaya koyuyor, görmelisiniz. Örneğin tarımda kullanılan kimyasalların insanları nasıl zehirlediği, endüstride üretilen her ürünün nasıl kasıtlı olarak kısa ömürlü tasarlandığı, hatta tıp kanserin bile tamamen dünyadan silinmesi mümkün olduğu halde tıp sektörünün nasıl en kazançlı alanı haline getirildiği gibi dehşet iddialar, gerçek bilimadamlarının ve araştırmacıların ağzından anlatılıyor.

Öyle bir belgesel ki, başta ABD hükümetleri ve çokuluslu şirketlerin toplumları nasıl baskı altına aldıkları, nasıl beyin yıkadıkları, IMF ve Dünya Bankası'nın, doğal kaynaklarına göz koydukları ülkeleri nasıl hedef alıp borçlandırdıkları ve sonra o kaynaklara el koyduklarını bir bir örnekleriyle anlatıyor.
Elbette bu ve benzeri iddialar, bizzat batı dünyasının içinden birileri tarafından dillendirilince daha da önemli hale geliyor. Çünkü biz desek kimse inanmıyor ama onların içinden birileri söyleyince durum değişiyor.
Bu belgeselin bazı bölümleri sayesinde, örneğin benim gibi kimi yazarların da savunduğu, Ecevit Hükümeti'ne çokuluslu bir ekonomik komplo kurulduğu ve bir gece düğmeye basılarak hükümetin ve ülkenin ekonomik olarak dışarıdan çökertildiği, böylece ülke kaynaklarının talan edilmesine ve AKP iktidarına giden yolun açıldığı tezi de bizzat yabancı uzmanlar tarafından büyük ölçüde doğrulanmış oluyor!

Belgeselin etkileri öyle büyük ki, bütün dünyada Zeitgeist Movement (Zeitgeist Hareketi) denilen bir hareketi başlattı. Türkiye'de de www.zeitgeisthareketi.org ve Facebook'ta http://www.facebook.com/zeitgeistturkiye gibi gruplar kurulmuş. Köşe yazarları şimdiden ikiye bölünmüş.

Bana en ilginç gelen ise, Tunus ve Mısır'da başlayan, hızla diğer ülkelere yayılan isyan dalgalarının son belgeselin çıkışından hemen sonraya rastlaması oldu. Tam da belgeselin sonundaki sahneler gibi! Bana göre bu ayaklanmaları tetikleyen, Wikileaks belgelerinden ziyade, Zeitgeist belgeseli olabilir.
Türkiye ve dolayısıyla AKP Hükümeti, bütün dünyayı sarmaya başlayan Zeitgeist Hareketi'nden nasıl etkilenecek gerçekten merak ediyorum. 

http://www.mucadele.com.tr/yazar/guclu-cezik/zeitgeist-hareketi-bizi-nasil-etkiler-699