26 Aralık 2016 Pazartesi

KAFKASYA 1846 YILINI UNUTAMADI .. UNUTTURMAYACAĞIZ DA BÖLÜM 1


KAFKAS SAVAŞI VE DAĞLILARIN TÜRKİYE'YE SÜRÜLMESİ BÖLÜM 1



  Muhacerat, yani  Kafkas  halklarının   büyük  kısmının  19.y.y.da Osmanlı  Devleti’ne  ve  yakındoğu’nun   diğer  ülkelerine   göç  hareketi  yakın  dönem  Kafkasya  Tarihi’nin   en  karmaşık   ve  trajik  sayfalarından  biridir.

Kafkas  halklarının   göç  harekatı  tarihin  değişik  dönemlerinde   çok  defa  yaşanmış  ve  her biri  belli  sebeplerden   kaynaklanmıştı.Fakat 19.y.y.’ın  ikinci  yarısında  Dağlıların  Halk  Kurtuluş  Mücadelesi’nin   yenilgiyle  bitiminden  sonra  yaşanan  muhacerat,  Kafkasya’da  kendi  medeniyetini  ve  özgün  kültürünü  yaratan  bir  halkın   ülkesini  terke   zorlanması   özelliğini   taşıyordu.

Devrim öncesi Rus tarih yazımında Kafkas savaşlarının başlangıç tarihi 1799 olarak verilmektedir. Avrupa ve Türk tarih belgelerinde ise Kafkas savaşının başlama tarihi Ruslarınkinden epeyce farklıdır. Batılı kaynaklarda, temelde, Suvorov'un 1782'de Nogayları katletmesinin Kafkas savaşlarına giriş sayılabileceği görüşü hâkimdir Avrupa tarihçiliğinde, Şeyh Mansur İsyanı ve onun 1785'te Anapa'dan Kızlar'a dek "cihat" çağrısı, Kafkas savaşının asıl ilk adımı olarak görülür.

Aynı şekilde, Türk tarih yazımı da, Suvorov'un Nogayları yok etmesi olayının Kuzey Kafkaslar üzerindeki "önemli sonuçlarına" değinerek, Babıâli'nin Şeyh Mansur'u Ruslara karşı "kışkırtması"nı Kafkas savaşının başlangıcı olarak göstermektedir. Türk tarihçileri, Şeyh Mansur İsyanı'nın, ilk kez "tüm Kafkas boylarını birleştirmeye" yeltenerek "Kafkasya'nın kaderini değiştirdiği" olgusunu özellikle vurgulamaktadırlar.

Gerçekten de, Kuzey Kafkas halklarına karşı genel askerî harekât, Tümgeneral A.P. Ermolov'un Kafkas Ordusu Başkomutanlığı ve Kafkas Bölgesi Baş yöneticiliğine tayin edildiği andan itibaren, yani 1816'da başlamıştı. 

Savaş, onun yönetiminde, sonradan Rus birliklerinin Kuzey Kafkas boylarının yerleşim bölgelerine akını ve köylerin yakılıp yıkılması şeklini alan, yumuşatılmış partizanca taktiklerle yapılırdı. Hasım tarafın bölgesini ele geçirmek ve zapt etmek gibi bir amaç güdülmez di.



Kafkas savaşlarının seyrini üç döneme ayırmak mümkündür: 


1) İlk dönem 1816–1846 yılları arasını kapsamaktadır. Bu,  Rus birliklerinin bölgeyi işgal etmedikleri ve elde tutmaya çalışmadıkları, ancak tehlikeli kişileri tutuklamak üzere tenkil müfrezeleri yolladıkları; dağlıların Türkiye ile alışverişine ve Kafkasya'ya silah sokulmasına engel olmak üzere de Karadeniz kordon boyunu oluşturmaya başladıkları dönemdir.


2) İkinci dönemin (1846–1856) özelliği, Rus birliklerinin yavaş ilerleyişi ve ele geçirdiği toprakları zapt ederek Kazakları kordon boyuna göç ettirmesidir.

3) Üçüncü dönem (1856–1864), Kuzey Kafkasya'yı boyunduruk altına alma planının hazırlandığı ve uygulamaya konduğu dönemdir. Bu dönemde dağlılar yığınsal olarak sürgün edildiler, 'Ruslaştırılma"ya tâbi tutuldular ve ardından da dağlık topraklara Ruslar iskân edildiler.
  Kuzey Kafkas halklarının yerlerinden sürülme planları, Kafkas ordusu komutanlıkları ve Rusya İmparatorluğu Genelkurmayı tarafından ancak Kafkas savaşının üçüncü safhasında geliştirilmeye başlandı. Plan, bölgedeki Rus egemenliğinin sadece Kuzey Kafkasya'nın tümüyle fethi söz konusu olduğu sırada değil, gelecek yüzyıllar için de güçlendirilmesini amaçlıyordu. Ama ondan önce, 1840'ta Çar I. Nikola'nın emriyle, Rusya tarafına gönüllü olarak geçen dağlılar, Don Kazakları ordusundan sayılarak kordon boyuna yerleştirildiler. 1845'ten itibaren Rus tarafına katılan dağlıların sayısına ilişkin düzenli rapor ve istihbarat kayıtları tutulmaya başlandı. Buna göre, 1840'dan 1849'a dek Rusların tarafına yalnızca 120 kişi geçmişti. Mayıs 1855'e dek kayıtlara geçen insan sayısı 33 bin 200 idi (17 bin 187 erkek, 15 bin 900 kadın ve 113 çocuk).


Rus İmparatorluğu tarihinde, daha önce de, yerleşik halkın sürülerek yeni elde edilen toprakların "Ruslaştırıldığı" ve bu bölgelerin kendisine bağlandığı olmuştur. Ama bu sadece Müslüman halklara yönelik bir uygulamaydı. Rusya'daki Müslümanların yığınsal olarak Osmanlı İmparatorluğu'na ilk göçleri, 1837 yılında, 29 ailelik bir Kırımlı Tatar grubunun Kırım'dan Türkiye'ye göçme izni aldığı zaman başlamıştır.1856'da yer değiştirenlerin sayısı 200 bin kişiye ulaştı. Tatar muhacirlerin taşınması için, sultanın talimatıyla, Gezlev, Kerç ve Balaklava limanlarına 12 gemi ve 13 yelkenli gönderilmişti.

Ayrıca, Osmanlı hükümeti Kırımlı Müslümanların naklini Türk donanmasına ait gemilerle de gerçekleştiriyordu. Bu nedenle, Osmanlı donanmasının üçte ikisi Tatar muhacirlerin taşınması için kullanıldı. 1860'ta Türk hükümeti Kırımlı 300 Tatarın daha uyruğuna geçmesine izin verdi. 

Sadece 1860'ın Nisan-Ağustos ayları arasında Kırım'dan göç eden Tatarların sayısı 100 bindi. 

Rus yazar A. Andreyev'in yazdığına göre, "Ellilerin sonu ile altmışlı yılların başlarında (XIX. yy.- A.A.) Tatar sürgünü çok büyük boyutlara ulaştı: Tatarlar yığınlar halinde çelik çubuklarını bırakıp adeta Türklere koşuyorlardı. 1863 yılına doğru, sürgün bittiğinde, yarımadadan gidenlerin sayısı uzadıkça uzuyordu. Yerel bir istatistik komitesine göre, gidenler, her iki cinsiyetten 141 bin 667 kişiydi. Tatarların ilk göçünde yer alanların çoğu dağlıydı, ama bu kez sürülenlerin neredeyse tamamı düzlük yerlerdendi".Türk tarihçisi Abdullah Saydam, Kırım ve Kafkasya'dan Osmanlı İmparatorluğu'na yığınsal sürgünlere ilişkin araştırmasında, " Kırım savaşından 1860 yılına dek göç edenlerin sayısının en azından 141 bin 667 kişi olduğunu " belirtmektedir. "1862 yılına gelindiğinde muhacirlerin sayısı 369 bin 28'e ulaşmıştır. 

Bu sayıya sadece Kırım'dan gelenler dahildir." Türk tarihçi Kemal Karpat'ın verilerine göre, 1783–84 yıllarında Kırım'dan Osmanlı İmparatorluğu'na 80 bin civarında Tatar göç etmiş ve bunlar Besarabya, Dobruca ve Anadolu'da iskân edilmişlerdi.




1861–64 yıllarında Kırım'dan 227 bin 627 kişi daha göç etti (126 bin 2 erkek ve 101 bin 605 kadın).Kemal Karpat, 1783 ile 1922 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç etmiş olan Kırım Tatarlarının toplam l milyon 800 bin kişi olduğu sonucuna ulaşmaktadır.

Kırım İstatistik Komisyonu'nun resmî verilerinde, sadece yasal yollarla göç etmiş olan Tatarların, yani pasaport almış olanların sayısı görünüyordu. Bunlardan bazıları daha sonra geri dönmek istemişti. Bunun üzerine, 7 Mayıs 1860 tarihinde, Dışişlerinden İstanbul'daki Rus Sefaretine geri dönmek isteyen Kırım Tatarlarına vize verilmesi talimatı gönderildi.

Kırım Tatarlarının ardından, Nogay ve Kuban steplerinden Nogaylar da, Gunib köyünün Ruslara geçmesi ve Şamil'in tutsak edilmesine sert tepki göstererek, Osmanlı İmparatorluğu'na göç ettiler. Nogaylar'ın toplu olarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarına resmî göçü, 1860 yılında, hacca giderek Kâbe’yi tavaf etmek bahanesiyle yapılmıştır. Nogaylardan Galauz-Sablinlerin, Beştovokumların ve Galauz-Cem boylukların tamamı Türkiye'ye göç etmişlerdir. Çoğu Rusya'ya birkaç kez geri dönüp tekrar göç ettiklerinden, Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Nogayların sayısını tam olarak tespit etmek zordur. Türk araştırmacı Kemal Karpat'ın verilerine göre, bunların sayısı 46 bin ile 50 bin arasındadır. Rus yazarı Tomilov'un verilerine göre ise, Kırım Savaşı'nın ardından 20 bin Nogay ailesi Rusya'yı terketmiş ve bunlar Adana ovasına yerleştirilmişlerdir. 1904 yılında Türkiye'de sadece 2 bin Nogay ailesi kalmıştır.
Çerkeslerin yığınsal göçlerinde, Kırımlı Tatarlar ve Nogayların Osmanlı İmparatorluğu'na gelmelerinin belirgin bir rolü olmuştur. Herşey bir yana, Kırımlı Tatarlar ve Nogaylar, Kuzey Kafkas Müslüman boylara öncü ve örnek olmuşlardır. Bazı Türk uyruklu Tatar ve Nogaylar, önce kendi kendilerine, sonraları ise Osmanlı hükümetinin teşvikiyle, kendi örneklerini izleyerek hak dininin halifesinin ülkesine göç etmeleri için, Kuzey Kafkas boyları arasında hararetli bir ajitasyon başlattılar. Bu propaganda amacına ulaştı ve dağlıların çoğu İslâm halifesinin ülkesinde mutlu bir yaşam rivayetine kandı. Meselâ, 1864 göçü sırasında pek çok mahrumiyete katlanan Çerkeslerin çoğu, kendilerini, "İslâm halifesinin ülkesinde hepimizi bir tas pirinç bekliyor" düşüncesiyle teselli ediyorlardı.

Çar hükümeti, Kırım Savaşı'nın ardından dağlıların sürülmelerine yönelik projeleri müzakere etmeye koyuldu. Bu projeler özellikle Doğu Kafkasya'nın tam anlamıyla teslim alındığı 1859–60 yıllarında gündeme geldi. Batı Kafkasya Ordugâh Kurmay Başkanı 20 Eylül 1860 tarihinde şöyle diyordu: "Dağ kavimlerinin deniz kıyısına sıkıştırılmaları, onları (aralarında hiçbir bağ olmasa da) bizim sunacağımız şartlara boyun eğmeye zorlayacak ve yaklaşan kış harekâtı sırasında birliklerimizi dağların tepelerine yığmamız Kafkasya'nın sağ cenahının yatıştırılması için çok yardımcı olacaktır."Başlangıçta dağlıların göçertilmelerine ilişkin tartışılan birkaç proje vardı. Bunlar dağlıların yalnızca Türkiye'ye değil, düzlüklere ve Rusya'nın iç bölgelerine de yollanmalarını öngörüyordu. Batı Kafkasya'nın fethine ilişkin tartışılan projelerde öne çıkan ortak özellik, hepsinin yerleşik halktan kurtulma gereği ve Rus ya da Hıristiyan öğe ile değişiminin kaçınılmazlığını temel almasıydı. Dağlıların sürgün edilmesinden başka alternatif öngörülmüyordu. 

Çar hükümeti ve Kafkasya yöneticileri bundan kaçınıyorlardı. 

General L. Fadeyev, Rusya İmparatorluğu'nun o zamanki yöneticilerinin düşüncesini, Kafkasya'dan Mektupları’nda şöyle ifade etmişti: " Doğu ve Batı Kafkasya arasında köklü bir fark vardı: Çerkesler, denize açık konumlarından dolayı, asla, hem ana yurtlarında kalmayı sürdürüp hem de Rusya'nın arkasında sağlam bir dayanak oluşturamazlardı. Karadeniz'de patlayacak ilk silahın onları yeniden ayaklandıracağını bile bile, bir dönemcik olsun barış için, Kuban ötesi halkını Rus yönetimine boyun eğdirmek için, sürekli, kanlı, olağanüstü pahalıya mal olacak bir savaşın sürdürülmesi gerekirdi. Halkı yeniden eğitmek asırlar sürecek bir işti. Oysa zaman, Kafkasya'nın dize getirilmesinde asıl önemli öğenin ta kendisiydi. Karadeniz'in batı kıyısını Rus toprağına dönüştürmemiz gerekiyordu. Bunun için de bütün sahili dağlılardan arındırmalıydık."

Böylelikle, Rus siyasî çevrelerinde, Kuzey Kafkasya'nın fethinin baş şartının, o bölgenin yerli halktan arındırılması olduğu kanaati oluştu. Bununla birlikte, generallerden bazıları, özellikle Kafkasya savaşına katılmış olanlar, böylesi bir önlemin dağlıların şiddetli tepkisine davet olduğu ve savaşı kanlı, uzlaşmasız bir mezbahaya çevireceği uyarısında bulundular. 1857'de Tuğgeneral Milyutin, Savunma Bakanına ilettiği "Rus Kazaklarının Kafkasya'da iskânı ve bazı yerli boyların yerlerinin değiştirilmesinde izlenecek yollar" hakkındaki notta, düşman kabilelerin topraklarının Kazaklara devredilmesini, buradaki yerli halkın da, Don birliklerinin topraklarına gönderilmesini ve oralarda dağlılar için "koloni benzeri özel yerleşim yerleri" kurulmasını tavsiye etmekteydi. Bu not, Milyutin'in teklif ettiği bu tedbirin dikkate alınması için, Kafkas ordusu birliklerine kumanda eden Çar Yaveri General Koçebu, Çar Yaveri General Homutov ve Tümgeneral Wolf'a yollanmıştı.

Tümgeneral Wolf'un verdiği cevapta, "Tuğgeneral Milyutin'in pusulasının, Kafkasya'yı tanımış olan bir insanı şaşırtmamasının imkansız olduğu; teklif edilen önlemlerin katı ve zorbaca olmasının yanısıra pratikte uygulanmasının kolay olmadığı", belirtiliyordu. "Dağlıyı bilen, onun, yurduna, dağlı değerlerine ve yaşam tarzına derin bağlılığını ve düzlüğe taşınacağına ölümü tercih edeceğini de bilirdi. Bir tekinin bile bu şartlara boyun eğmeyeceğini kesin olarak söylemek mümkündür. Gerçekte istenen (bu fikrin altında yatan ve bu arada açıklanmayan niyet) dağlıların tâbi olmaları değil, telef olmalarıdır."

Çar Yaveri General Koçebu da, cevabında, "Milyutin tarafından önerilen tedbir, yani bütünüyle bir boyun Don bölgesine nakledilmesi, Kafkasya'yı kazandırmakla noktalanacak yerde, Kafkasya çöle döndürülmedikçe sona ermeyecek ve her zamankinden daha şiddetli bir savaşa yol açacaktır. Dağlıların, üstelik sadece cemaatlerin değil, sahipsiz tek tek ailelerin bile bu şartlar karşısında boyun eğmeleri beklenemez... Kafkas boylarının Rusya'ya gönderilmesi teklifine kesin olarak itiraz ederek, Kafkasya'nın yatıştırılması görüntüsü altında bu önlemi tehlikeli bile bulmaktayım" diyordu.

Ancak bazı generallerin isteksizliği ve olumsuz yaklaşımları, hükümetin Kafkasya'nın batısındaki boyları anayurtlarından etme kararını değiştiremedi. Nitekim Kuban bölgesi ordu komutanı ve Kazak birliklerinin başı olarak atanan Graf Evdokimov, Kasım 1860'ta, bu yörede bir inceleme gezisi gerçekleştirerek Kafkas ordusu başkomutanına, bölgenin istilası yöntemine ilişkin kendi görüşlerini özetleyen bir rapor sundu. Evdokimov'a göre kesin çözüm, "Byelaya ve Laba nehirleri arasındaki alanın tamamı ile Karadeniz'in batı kıyısına Kazak köylerinin iskân edilmesi, dağlılara da düzlüğe inmelerinin ya da çekip Türkiye'ye gitmelerinin teklif edilmesi" idi. Evdokimov’un önerileri, Kafkas Ordusu Başkumandanı Baryatinski'nin taktirini kazandı. Doğu Kafkasya'da Lezgilere ve Çeçenlere boyun eğdirten bu general, Batı Kafkasya'da böylesi bir uygulamanın kaçınılmaz olduğunu varsayarak, "Batı Kafkasya'da savaşın nihai hedefi olarak, Çerkeslerin dağlardaki sığınaklarından kayıtsız şartsız kovalanmasını" istiyordu.1860 yılında; Rusya İmparatorluğu Dışişleri Bakanlığının Kafkasya Müslümanlarının Türkiye'ye göçertilmesi konusunda. Savunma bakanına gönderdiği yazılardan birinde, "Prens Baryatinski'nin, devletin yararını gözeterek, Kafkas sıradağlarının kuzey yamacındaki Müslüman boyların Türkiye'ye göç etmeleri için kesin ve açık olarak emir vermiş olduğunu ve bu arada dağlıların, Rusya'ya karşı dinî bir tahammülsüzlük ve düşmanca bir yaklaşımla doldukları Türkiye'den geri dönüşlerini de tehlikeli bulduğunu eklediğini"  belirtti.

Temelde tartışılan sorun şuydu: Yerlerinden sürülenlere, Kuban, Don ya da Rusya'nın iç vilayetlerinde toprak mı verilmeliydi yoksa Türkiye'ye göç etme hakkı mı tanınmalıydı? Bu nedenle daha 1857'de İmparator II. Aleksandr döneminde Kafkasya Komitesi kurulmuştu. Bu komite bünyesinde kurulan bir alt birim (bazen ayrı bir komisyon olarak da tanımlanıyordu) Kuban ötesi bölgenin kolonizasyonuyla ilgiliydi. Kafkas Komitesi'nin çözümlemesi gereken sorunlardan biri de, Rusya İmparatorluğunun, sürülen dağlıların yeniden iskân edilmesine ayrılabilecek yeterli toprağı olup olmadığının araştırılmasıydı. Kafkas Komitesi bu konudaki düşüncelerini Bakanlar Kurulu'na sundu. Dağlıların göç ettirileceği yeter miktarda boş toprak sorununa Rusya İmparatorluğu Bakanlar Kurulu'nda 25 Temmuz 1861'de özel bir oturum ayrılmıştı. Sonuçta Bakanlar Kurulu'nun konuyu görüşmesinin ardından, "Sadece Ural ve Orenburg Kazak birliklerinin, büyük dağlı cemaatlerini, Rus yerleşimlerinin arasına yerleştirmeye yeterli olacak büyüklükte topraklarının olduğu", ortaya çıktı. Bakanlar Kurulu kararının II. Aleksandr tarafından onaylanmış olduğuna bakılmaksızın, koca dağ boylarının göçertilmesine ilişkin büyük mali giderler ve Sibirya'da bir Kafkasya yaratmak gibi bu kadar geniş çaplı bir planın gerçekleşmesinin büyük zorlukları göz önüne alınarak, her halükârda Baryatinski, Evdokimov vb.nin planları üzerinde durulması kararı alındı: Dağlılara Kuban'a taşınmak ya da Türkiye'ye göç etmeyi teklif etmek. Evdokimov bu konuda, "insanlığı önce kendi adamlarımıza; en son Rus'un menfaati tatmin olduktan sonra, geriye, dağlıların önüne kısmetlerine ne kalırsa koyma hakkını kendimde görüyorum" diyordu.

Batı Kafkasya'nın fethine ilişkin sunulan plana nihai onayı vermek ve durumu şahsen yerinde görmek için İmparator II. Aleksandr 1861 yılı Eylül ayında Kuzey Kafkasya'ya geldi. Daimi yerleşim yeri olan Memruk Ora'da, çarın huzuruna, Şapsuglar, Abazalar, Ubıhlar ve başka bazı Batı Kafkas boylarından bir delegasyon çıktı. Heyet, Rus yönetimine sadık kalacaklarına yeminle söz vererek, çardan onları doğdukları yerlerden sürgün etmemelerini istedi. Çarın verdiği cevap ise şuydu: "Size bir aylık bir süre tanıyorum. Abazalar, ebediyen hükümran olacakları, kendilerine millî düzenlerini ve mahkemelerini kuracakları toprakların verileceği Kuban'a göçmek isteyip istemediklerine karar versinler. Yoksa Türkiye'ye gitsinler."





Batı Kafkasya'nın fethi operasyonunun bitirilmesine hazırlık amacıyla ve Türkiye'ye gitmeleri için son formaliteleri tamamlamak üzere dağlıların Karadeniz kıyılarına gönderilmeleri örgütlenirken üç kol oluşturulmuştu: Adagumlar, Şapsuglar, Abazalar. Bu adlardan, hangi boyları kapsadıkları belli.
Dağlıların toplu olarak sürgün edilmeleri düşüncesini mümkün kılan nedenler ve şartlar üzerinde kısaca durulmasının tam yeridir.

Dağlıların toplu olarak gözden çıkarılmasının asıl nedeni, Rusya'nın rahat durmayan, savaşkan, cesur ve çenesine kadar silahlı dağ sakinlerinden kurtulma isteğidir. Bölge, insanlar boyun eğmek istemediği için, sürekli bir İstikrarsızlık ve dalgalanma odağı olarak ortaya çıkıyor, çar hükümetini Kuzey Kafkasya'da oldukça büyük bir ordu tutmak zorunda bırakıyordu. Bu da büyük masraflara yol açıyordu. Ayrıca, Rusya'nın hedefi, Osmanlı İmparatorcuğu’nun Kuzey Kafkas Müslüman halklarını akın akın iskân ederek topraklarındaki İslâm nüfusunu çoğaltmaya yönelik politikasına denk düşüyordu.

Kırım Savaşı, imparatorluk savunmasının en zayıf bölgelerinden birinin Karadeniz kıyıları olduğunu göstermişti. Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Kafkasya'daki etkisi ve dağlılarla bağları göz önüne aldığında, yeni bir Türk-Rus savaşı çıktığı takdirde Türk çıkarma birliklerinin Karadeniz'in batı kıyısını işgal edeceklerini ve 1877–78 Türk-Rus Savaşı'nda Abhazya'da sık sık görüldüğü gibi Kuzey Kafkasya'da bir kez daha genel bir isyanı tahrik edeceğini hesaba katmadan edemezdi. Kuzey Kafkasya tepeleri, zor ulaşılan dağ köylerinin varlığı, dağlılara karşı koyma imkânı veriyordu. Bundan dolayı, Kafkas savaşı bittikten sonra bile, Kuzey Kafkas Müslüman halklarının Rus yönetimine karşı için için direniş politikalarını sürdürdüklerini ispatlayan bir başka olgu da, Çeçenistan ve Dağıstan'da, yiğitlik ve kahramanlık kisvesi altında Ruslar’a karşı savaş eğitimi veren tarikatların öğretilerinin müthiş yaygın olmasıdır. Bu şartlarda, Çar hükümeti egemenliğini sağlamlaştırmak için en sert önleme başvurmak zorunda kaldı: Kazak köylülerinin iskân edilmesi yoluyla Kuzey Kafkasya'nın Ruslaştırılması. Rusya İmparatorluk yasalarına göre her Kazak için 30 desyalin (l desyatin=l,09 hektar) toprak gerekiyordu. Oysa Rus Kazak birliği 6 bin kişiden oluşuyordu ve Kuzey Kafkasya'daki toprakların azlığı, sorunun dağlıların topraklarına el koymaktan başka bir şekilde çözülmesine izin vermiyordu.

Batı Kafkasya'nın jeostratejik konumunu ve denize çıkışının oluşunu dikkate alan Rus yönetimi, çabasını öncelikle Kafkasya'nın bu kısmında sağlam bir iktidar kurmaya yöneltmişti. Bu nedenle de dağlıların sürgün edilmesi ve Kafkasya'nın Ruslaştırılması politikası yoğun bir biçimde başlatıldı ve asıl olarak Batı Kafkasya'da sürdürüldü. Rus yönetimi 1865–66 yıllarında ise, (başta Çeçenya olmak üzere) Doğu Kafkasya'yı ele geçirdi.

Çar hükümeti Kuzey Kafkasya'nın batı bölümündeki dağlıların toplu olarak sürülmesine karar verdiğinde, kendini bir tercih yapma mecburiyetinde buldu: Bu boyları Kuban'a sürmek ya da onlara Türkiye'ye gitme hakkı tanımak. İkinci seçenek, göç edenlerin yerleştirilmesi için ek harcama yapılmasını ve onlara yetecek toprak, evlerin inşası için para ayrılmasını gerektirmeyeceği için, tercih nedeniydi. Bütün bu giderler Türk hükümetinin omuzlarına yükleniyordu. Etrafları Rus yerleşimleri ile çevrilse ve düzlüklere ayrı boylar halinde yerleştirilseler bile, dağlıların kendi aralarında yeni yeni kargaşaların ortaya çıkmayacağına dair Çar hükümetinin elinde hiçbir garanti yoktu. Tüm bu şartlar, Çar hükümetinin ikinci seçeneği tercih etmesinde belirleyici oldu.

Öte yandan, karşı tarafın, Kuzey Kafkas boyları ve halklarına sığınak sunacak hükümetin rızası olmadan dağlıların Türkiye'ye göçünün organize edilmesi imkansızdı. Bu göçün örgütlenmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun rolü Rusya'nınkinden az olmadığı gibi muhtemelen daha da fazladır. Bazı tarihçiler göç sırasında Rusya'nın rolüne değinirken, aslında göçe ilham verenin, amacı olabildiğince çok Çerkes'i kendine çekmek olan Türkiye olduğunu belirtirler. Osmanlı İmparatorluğu, asrı aşan bir süre boyunca alttan alta, dağlıları Rusya'ya karşı savaşa kışkırttı; para ve silah yardımında bulundu. Çerkes boyları, İstanbul ve Trabzon'da daimi temsilci bulunduruyorlardı. Dağlıların Osmanlı imparatorluğuyla ticari, dinî, siyasî ve askerî bağları, onların Türkler’in yardımına bağladıkları umudu arttırmıştı ve Çerkesler halifenin şahsında tüm Müslümanların hamisini görüyorlardı. Yaklaşık yarım yüzyıl süren bir savaş boyunca hezimete katlandıkları için, kalan tek umutları, Türkiye idi. Rus yazan N. Dubrovin, "Çerkesler Türkiye'nin, nüfusu ve sathı ile dünyanın en kudretli süper gücü olduğuna açık yürekle inanmışlardı" diye yazıyor ve şöyle devam ediyor: "Onlar sultanın tüm Avrupa devletlerine hükmettiğine ve son savaşı başlatıp Müslüman tebaayı rahatsız etmemek için Fransızlar’a ve İngilizler’e Rusları kovmalarını emretmiş olduğuna, inanırlardı."Türk tarihçi Abdullah Saydam, "Artık silahla karşı koyacak halleri kalmadığından, yakınlarının, tanıdıklarının yaşadığı ve hükümdarına da 'halife' olarak saygı gösterdikleri Osmanlı İmparatorluğu'na göç, bu halklar için tek kurtuluş çaresi sayılıyordu" diye yazmıştı. Paris’te yayımlanan Mousoul-man'me (Müslüman) adlı gazetenin başyazarı Mehmet Eceruh, bu duruma ilişkin gözlemini "Kafkas Dağlılarının Türkiye'deki Rolü" adlı makalesinde, "Osmanlı'nın temsilcisi olup, pratikte kıyı köylerinin amiri de sayılan Anapa Paşasının şahsında Türkiye ile ticari ve idarî anlamda sürekli ilişki içinde olan Çerkesler; Türkiye'yi, tehlike anında kendilerine destek çıkacak öz devletleri olarak görmeye alışmışlardı" diye yansıtmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuzey Kafkasyalıların kendi topraklarına akınından çıkarı, Çerkesleri kullanarak çözeceği aşağıdaki stratejik amaçlarla açıklanabilir:


1) Hıristiyan halkın yaşadığı yerlerde Müslüman varlığının arttırılması;
2) Çerkeslerin, egemenlik altındaki halkların millî kurtuluş hareketlerinin bastırılmasında askerî güç olarak kullanılmaları;
3) Türk ordusunun savaş yeteneğini arttırmak ve özellikle de, Rus Kazak birliklerine karşı koyabilecek sipahi birliklerinin yaratılması için Çerkeslerden yararlanmak.


Böylece, dağlıların Kafkas Savaşı sonrasında kitlesel sürgününde temel etken, Rusya ve Türkiye'nin izledikleri siyasetler ile bu konuda çıkarlarının çakışması olmuştur. Avrupalı güçlerin, dağlıların sürgün sorunu karşısında aldığı tavrın başlarda Türkiye'ninkiyle aynı olduğunu belirtmek ilginç olacaktır. İngiltere ve Fransa, Kafkasya'dan yerlilerin göçünü teşvik ediyorlardı. Bununla Rusya'yı zayıflatıp Türkiye'yi güçlendirmeyi amaçlıyorlardı. Ancak dağlıların göçü genel bir hal alıp ardından oraya Rus toplulukları yerleştirilince, yani Rusya'nın bu bölgeyi daha güçlü olarak kendi arkasına alabileceği tehdidi doğunca, Kırım koalisyonunun üyesi de olan Avrupalı güçlerin yaklaşımı değişti ve dağlıların Türkiye'ye gönderilmesi konusunda binbir engel çıkarmaya başladılar. 1864 Mayıs'ında Lord Stradford Redcliff İngiliz Parlamentosu'nda dağlıların göç ettirilmesi sorununu gündeme getirdi. Redcliff, İngiliz hükümetinden, "sürgün edilenlerin acılarını yatıştırmak amacıyla gerekli önlemleri alması" için Rusları uyarmasını talep etti. Buna rağmen, ne İngiliz, ne de Fransız hükümetleri bu konuda hiçbir etkin girişimde bulunmadı.

Dağlıların göçüne ilişkin Rusya ve Türkiye'nin izlediği resmî politikaların dışında, göçün çapının bu denli geniş olmasına yol açan başka etkenler de vardır. 

Bunlar:

1) Türk görevlilerinin dinî propaganda ve ajitasyonu;

2) Mekke'ye hacca gitme görüntüsü altında Türkiye'ye taşınma;
3) Çerkeslerin Osmanlı İmparatorluğu ile şahsî ilişkileri (harem politikası ve akrabalık bağları);
4) Çerkeslerin sosyal yapısı;
5) Dağlılara, Türkiye'ye özel serbest geçiş hakkı tanınması;
6) Savaştan sonra çarlık memurlarının ve Kazakların Çerkeslere kötü muamelesi.


Bunlardan bazıları üzerinde durmak gerekir:


Din ortaklığı Türk sultanının bu konudaki eğilimini güçlendirdi: o aynı zamanda, İslâm dinine mensup Kafkas boylarının da halifesiydi. Öte yandan, "dağlıların padişahı, Müslümanların başı olarak kabul etmeleri, onun siyasî erkine boyun eğmeleri için yeterliydi".Bu durum (din ortaklığı ve halifelik), görevlileri yoluyla dağlıları "Müslüman kardeşliğine" çağırarak ve "sürgün halinde her türlü ihsan vaat eden" Türk hükümetlerinin işine yarıyordu. Türk hükümeti, göç sırasında bile hiç ara vermeksizin, dağlılar arasında mollalar ve ajanları aracılığıyla aşağıdaki iddialarla, ajitasyonu sürdürüyordu:

1) Kâfirlerin ülkesinde, onların egemenliği altında yaşamak imkânsız. Bu durumda ya savaşıp ölmek ya da Müslüman ülkelere göç etmek gerekir.

2) Göç etmek, alnımızın yazgısı. Allah'ın emri ile asla çelişmez; Muhammed, Mekke'den Medine'ye göç ederek, İslâm'da hicreti daha baştan kendi başlatmıştır;           

3) Müslüman ülkelere hicret edin. Sonra geri gelip ana vatanınızı kurtaracaksınız;

4) Gâvur ülkesinde ölmek ve İslâmi ritüeller olmadan cenaze kaldırılması Müslümanlığa aykırıdır. Bu durumda, ölenlerin ruhu şad olmaz.

Kuzey Kafkas halklarının Türkiye'ye göçünde dinî propagandanın etkin bir rolü olmuştur. Rus tarih biliminin bazı temsilcileri, özellikle de Türk tarihçileri, Çerkeslerin kitlesel olarak Osmanlı İmparatorluğu'na göçmelerinde din faktörünün rolünü biraz fazla büyütmektedirler. Oysa Ahmet Çalikov'un isabetli tespitine göre, "dinî fanatizm ona yüklemeye çalıştıkları rolü oynasaydı, o takdirde, dağlıların göçü öncelikle dinciliğin daha derin kökler saldığı Dağıstan'da olurdu. Orada şeriat azatlığı yenmişti, oysa Çerkeslerde şeriat asla azatlığı kıramamıştı".

Göçü hazırlayan şartlara, Türk görevlilerinin, sadece dinî değil, daha iyi bir kader umudu aşılayan ve göçe açık çağrı olan sosyal amaçlı dinî propagandası da eklenebilir. Sürgün sırasında, l Haziran 1863 tarihinde, Türk görevli Muhammed Hasaret, Çerkeslere bir haber getirdi: "Ailelerinizi ve gerekli eşyalarınızı alın, çünkü hükümetimiz sizlere ev inşa etmeye uğraşıyor, tüm halkımız da bu işe katılıyor. Uzayan işleriniz sizleri bahara kadar buralarda tutsa da, bitirir bitirmez sizden öncekiler gibi hevesle taşınmak için acele edin."Yine o 1863 yılında Türk hükümeti Kafkasya'dan göç edecekler için bağış kampanyası ilân etti.
Dağlıların göçünün bir başka biçimi doğrudan dinî faktörle ilişkilidir: Mekke'ye giderek hac görevini yerine getirme görüntüsü altında Osmanlı İmparatorluğu'na göç. Başlarda bu gerekçeyle kitleler halinde ilk göçenler Nogaylar olmuştur. Sonraları Kafkas yönetimine Çerkeslerden de bu doğrultuda pek çok istek gelmeye başladı. Hacılar, altı aylık yurtdışı pasaportlarını elde eder etmez, Türkiye'ye yollanıyorlardı. 

Burada pasaportları zaman aşımına uğrayınca yetkililere teslim ediyor ve yerine "hamidiye"lerini alıyorlardı. Göç edecek olanlar haccı ileri sürerek yurt dışına çıkmaya daha yatkındılar: Altı ay süreyle Rus yurttaşı sayıldıkları için isterlerse vatanlarına dönebileceklerdi. Hâlbuki Türk yetkililer, genellikle daha geçerlilik süresi dolmadan bu pasaportları ellerinden alıyor, onları "muhacir" ilân ediyorlardı. Türk hükümeti, Kuzey Kafkasyalılar’ın yasal olmayan yollardan göçü konusunu açtığında, Çar II. Aleksandr'ın direktifine uyan İstanbul'daki Rus elçisi, Türk yönetimine resmen şu bilgiyi verdi: "Müslümanlarımız, kendilerine nakilhane yapmak üzere değil Kâbe’yi tavaf etmek için verilen izinle Türkiye'ye gelmekteler. 

Biz, dinî inancın gereği olan bu isteğin yerine getirilmesine karşı koymayı istemediğimiz gibi karşı çıkamayız da."Bunun yanı sıra Rus hükümeti, büyük bölümünün geri dönmediğini göz önüne alarak, hacıların hacca gitmeden önce tüm vergilerini ve borçlarını ödemesi gerektiğine dair bir kararname çıkardı. Tersi durumda her hacı, süresi içinde dönmediği takdirde, ardından borç ve mükellefiyetlerinin ödeneceğine dair cemaatinin kefaletini bırakmalıydı.

Göçe yol açan faktörlerden biri de, dağlıların Osmanlı İmparatorluğu ile asırlardır var olan ilişkisiydi. Birçok Çerkes, eskiden beri, daha XIX. yüzyıl öncesinde bile, Osmanlı İmparatorluğu'nda yüksek görevler edinmişti.  1584–85 yıllarında sadrazam mevkiinde bulunan kişi, ordusu iki kez (1578 ve 1585 yıllarında) Kafkas ötesine saldırıda bulunmuş ve hatta Tebriz'i ele geçirmiş olan Özdemiroğlu Çerkes Osman Paşa'ydı. Daha sonraları ise, Batı Karadeniz kıyılarında birkaç askerî harekâtını başını çeken Çeçenzade Hacı Hasan Paşa, Trabzon valisi olarak; atandı. XIX. yüzyılın ilk yarısında ordu ve devlet çarkındaki; pek çok yüksek görevi Çerkesler doldurmuştu. Hatta II. Mahmut'un ölümünden sonra, kısa bir süreyle ülke yönetimi Çerkes ordu komutanlarının eline geçti. Abdülmecit döneminin ünlü mareşallerinden ikisi, Çerkes Hafız Mehmet Paşa (ölümü 1866) ve Çerkes İsmail Paşa (Ölümü 1861) Kafkas kökenliydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun XIX. yüzyılda ünlü siyasî kişiliği Hüsrev Mehmet Paşa, Abaza kökenli olup, esir olarak satın alınmış,   Sultan III.   Selim’in saltanatı sırasında (1789–1807) Osmanlı Donanması Başkomutanı düzeyine yükselmiş,  II. Mahmut döneminde Osmanlı Ordusu Başkomutanlığına getirilmiş,   Abdülmecit döneminde ise 1855’te ölümüne dek sadrazamlık yapmıştı.

Çerkeslerin Osmanlı sarayında sözlerinin o kadar geçmesinde etkili bir başka özel neden de, "harem politikası" olarak adlandırılan siyasetti. Kuzey Kafkasya, Mısır'da Memlukluların yönetiminde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nda da, köle-halayık sağlayan başlıca ticarî kaynak olmayı sürdürmüştür. İkisi arasındaki fark, Memluklulara koruma görevi için genç erkekler sunulurken, sultan ve paşa haremleri için Osmanlı İmparatorluğu'na kız çocukları ve genç kızların ihraç edilmesiydi. A. Dubrovin, "Haremler, satın alınmaları temelde Anapa ve Suhumi kalelerindeki Türkler yoluyla daha da hareketlenen Çerkes kızları ile dolup taşıyordu. Türkiye'ye kadın nakli öyle büyük sayılara ulaşıyordu ki, bazıları Türk neslinin ıslahını Çerkes kadınların varlığına bağlar" diye yazmaktadır. Kuzey Kafkas kadınları yoluyla "Türk ırkının iyileştirilmesi" fikri Mehmet Eceruh'ta da yansımasını bulur: "Dağlılar ve Çerkesler Osmanlı tipini asilleştirerek, canlı bir damarı devlet yönetimine de sokmuşlardı." Çerkes kadınları, İttihat ve Terakki iktidarının haremlerin dağıtılmasına ilişkin emrine (1909) kadar, Osmanlı haremlerindeki üstün konumlarını korumuşlardır. Kafkas yönetiminin resmî verilerine göre, her yıl Çerkezistan'dan Türkiye'ye 4 bin kadın ve erkek köle gönderiliyordu.

Haremlerde Çerkes kızlarının çoğalması, III. Mustafa'dan (1757–1773) itibaren Osmanlı sultanlarının neredeyse tamamının Çerkes kadınlarıyla evlenmelerine yol açmıştı. III. Selim'in (1789–1807) annesi, II.Mahmut'un (1808–1839) karısı ve aynı zamanda Sultan Abdülmecit'in (1839–1861) annesi, Abdülaziz'in (1861–1876) annesi ve V. Murat'ın (1876) annesi olan Abdülmecit'in karısı ve II. Abdülhamit’in (1876–1909) karısı hep Çerkes'ti.


2 Cİ BÖLÜM İLE  DEVAM EDECEKTİR,


****

TMT’nin SİLAHLARI AKDENİZ’İN DİBİNDE YATIYOR!



TMT’nin SİLAHLARI AKDENİZ’İN DİBİNDE YATIYOR!


turk_mukavemet_teskilati

“Elmas” adlı tekne 6 bin bomba, 500 silah ve çok sayıda mermiden oluşan 20 tonluk yük ile Silifke’nin Taşucu mevkiinden hareket etti. Geminin üç mürettebatı vardı; Kaptan Reşat Yavuz, telsizci Ali Levent ve Makinist Oğuz Kotoğlu.
“Elmas”ın üç mürettebatı,  yakalanacaklarını anlayınca tekneyi Kıbrıs açıklarında batırdılar!
Sivil bir tekne olan “Elmas” neden askeri mühimmat taşıyordu? Nereye gidiyordu? Silahlar hangi gizli teşkilatındı? Ve tüm bu olup bitenin Ergenekon davasıyla ne ilgisi vardı?
Tarih 13 Ağustos 1958.
Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı’na (Özel Harp Dairesi), MİT’ten “gizli”/ şifreli yazı geldi.
Kıbrıs’tan Anamur limanına motorlu bir kayıkla, pasaportsuz gelen, Vehbi Mahmut, Asaf Elmas, Cevdet Remzi adlı üç Kıbrıslı Türk yakalanmış ve Anamur Jandarma Komutanlığı ve MİT Adana Bölge Başkanlığı’nda sorgulanmıştı.
MİT, özel harpçilerin görev yaptığı Seferberlik Tetkik Kurulu’na soruyordu; “siz de sorgulamak ister misiniz?”
Teşkilatta görevli Binbaşı İsmail Tansu ve Kıbrıslı Doktor Burhan Nalbantoğlu apar topar uçakla Adana’ya hareket ettiler.
Telaşlıydılar. Kimdi bu gençler? Kim göndermişti onları? Maksatları neydi? Ve en önemlisi Kıbrıs’taki teşkilattan haberleri var mıydı?
Binbaşı Tansu ve Dr. Nalbantoğlu, MİT Adana Bölge Başkanı Fuat Doğu’nun makamına koşarak çıkıp bilgi aldılar. Hemen üç genci görmek istediler.
Vehbi, Asaf, Cevdet’i sorguladılar. Gençler, Dr. Nalbantoğlu’nu  Kıbrıs’tan tanıyorlardı. Özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu’yu ise Adana emniyetinden komiser sanıyorlardı.
Gençler benzer sözler söylediler:“EOKA’nın  tecavüzlerine karşı koyabilmek için Türkiye’ye gidip silah bulalım dedik. Yanımızda para da getirdik, olmazsa parayla silah alıp eşlerimizi, çocuklarımızı koruyacağız.”
Binbaşı Tansu duygulandı.Ama yanıtını aradığı başka soru vardı kafasında. Kıbrıs’taki teşkilatı biliyorlar mıydı? Hayır, teşkilattan habersizdiler.
Kıbrıs’ta özel harpçiler tarafından henüz iki hafta önce kurulan, “Türk Mukavemet Teşkilatı” (TMT)’yi bilmiyorlardı.
Özel harpçiler rahatladı…
Gizli Bir Görev
Özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu, Adana’da sorguladığı üç gencin ifadesini Kıbrıs’taki TMT Başkanı Yarbay  Rıza Vuruşkan’a bildirdi. Ve ekledi, “onlarla silah göndereceğim.”
Binbaşı Tansu gözaltındaki üç Kıbrıslı gencin yanlarına gitti. Bu kez üzerinde askeri üniforma vardı. Gençler karşılarında bir Türk subayını görünce korktular. “Yanlış iş yaptık, bizi affedin, geldiğimiz gibi sessizce köyümüze dönelim” dediler.
Binbaşı Tansu gençlere moral verdi ve, “size gizli bir görev vereceğim” dedi. “Bu Kıbrıs için yapılacak milli bir görevdir. Bu görev hayatınızı kaybetmenize neden olabilir. Bu görevi kabul edip hiç kimseye söylemeyeceğinize yemin eder misiniz?”
Gençler,  Kıbrıs için ölümü göze alacaklarını söyleyip, Türk bayrağı ve Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ettiler… 
İlk Silah Sevkıyatı 
Kıbrıs’taki Türk Mukavemet Teşkilatı’na ilk silah sevkıyatını bu üç Türk  gerçekleştirecekti. Onlara “Arı Ekibi” adı verildi…
İlk sevkıyatı 16 Ağustos 1958’de gerçekleştirdiler.
Kayıklarına 10 makineli ile 20 adet tabanca ve iki sandık mermi koyup dalgalarla boğuşarak denize açıldılar. Başarılı da oldular.
Kıbrıslı gençlerin sevkıyatları hep sürdü. Ancak,  Asaf Elmas ve Hikmet Rıdvan 9 kasım 1958 tarihinde fırtınaya yakalanıp denizde kaybolarak şehit oldu.
Arı Ekibi, Lütfü Celül, Nevzat Nasır, Feridun Hamza, Bahattin Sarı, Hüseyin Hikmet, Vehbi Mahmutoğlu, Ahmet Celal gibi Kıbrıslı gençlerin katılımıyla, bu tehlikeli sevkıyatlara devam etti.
Yeni ekipten Lütfü Celül silahları otomobille iç bölgelere götürürken, EOKA’cılar tarafından yakalandı.Hala kayıptır.
Arı Ekibi hiç yılmadı.Fakat yaklaşan kış nedeniyle kayıklarla sevkıyat zorlaştı. Vehbi Mahmutoğlu, yakalandığı fırtınadan küçük motorlu kayığındaki silahları denize atarak kurtulabilmişti. Artık daha büyük tekneye ihtiyaç vardı… 
“Elmas” Satın Alınıyor 
Özel harpçiler, İstanbul Liman Reisliği, İstanbul Balık Avcıları Derneği’yle irtibata geçildi. Donanmadan ayrılıp balıkçılık yapan eski Deniz Binbaşısı Nejat Kosal’ın 25 tonluk teknesi sıkı bir pazarlıkla 120 bin liraya satın alındı.
Sıra, tekneye sivil güvenilir personel bulmaya gelmişti.
Seferberlik Tetkik Kurulu (Özel Harp Dairesi)  İstanbul Bölge Başkan Yardımcısı Yüzbaşı Ferhan Çora, kaptan Reşat Yavuz ve makinist Oğuz Kotoğlu adındaki iki gemici buldu.
Tıpkı Kıbrıslı gençlere yapıldığı gibi bu gemicilere de yemin ettirilip görev teklif edildi. Teknenin telsiz görevlisi ise, TSK’dan ayrılmış gibi gösterilen muharebe astsubay Ali Levent oldu.  
“Elmas” adı verilen tekne ilk seferine 10 ton silah ve cepheyle, 4 mart 1959’da çıktı. Gece yarısı, Kıbrıs açıklarında kayıklarıyla bekleyen Arı Ekibi’yle buluşacaktı. Buluşma gerçekleşemedi; “Elmas” dönmek zorunda kaldı İkinci sefer de başarısız oldu. Kıbrıs’taki TMT’den bir kılavuz istendi. İngiliz polis birliğinde görevli Kemal Abdullah  “Elmas”a  kılavuz oldu. Ayrıca özel harpçi Binbaşı İsmail Tansu da “gemi adamı” belgesi alıp sivil kıyafetlerini giyip personel arasına katıldı. Ne olursa olsun bu sevkıyat gerçekleşecekti. EOKA’cı Rumların cinayetleri her geçen gün artıyordu.
Sevkıyat bu kez fırtına nedeniyle gerçekleşemedi. “Elmas” dördüncü seferini 24 mart 1959’da yaptı ve bu kez başardı. Ardından diğer seferler geldi…
Yaz ayının gelmesiyle Arı Ekibi de taşıma faaliyetlerine başladı.
TMT’ye toplam olarak; 872 tabanca, 747 makineli tabanca, 96 hafif makineli tabanca, 2997 piyade tüfeği, 6800 bomba, 43 bin 500 tabanca mermisi, 134 bin 400 makineli tabanca mermisi, 164 bin piyade tüfeği ve hafif makineli tüfek mermisi, 54 plastik tahrip kalıbı ve bir adet telsiz ulaştırıldı. 
Silahlar Denize Atılıyor 
Tarih 17 Ekim 1959.
Saat gece yarısına geliyordu.
6 bin bomba, 500 tüfek ve çok sayıda mermi yüklenen “Elmas” yeni seferine çıktı. İstikamet Girne’nin doğusundaki EXA MİL denilen mevkii idi.
Kaptan  Reşat Yavuz, 01.30 sularında tekneye, İngiliz savaş gemisinin yaklaşmakta olduğunu gördü. Telsizci Ali Levent durumu karargaha bildirdi. Karargah “dönün” emri verdi. “Elmas” rotasını değiştirdi. İngiliz gemisi takibi bırakmadı. Giderek yaklaşıyordu. Ali Levent’in son sözü, “vatan sağolsun” oldu; karargahla telsiz irtibatı kesildi.
“Elmas”ın üç kişilik mürettebatı, “silahlar ele geçirilmesin” diye tekneyi delerek batırmak istediler. Gemi su almaya başladı.
Kaptan Reşat Yavuz, Ali Levent ve Oğuz Kotoğlu’nu lastik bota bindirip gönderdi. O bir kaptandı ve  “Elmas” la birlikte batmaya kararlıydı.
Su, ambardaki sandıkların üst seviyesine kadar geldi. Batması an meselesiyken İngilizler tekneye atlayıp Kaptan Yavuz’u yakaladı. Ambardan ancak iki sandık silah alabildiler. “Elmas” battı.
İngilizler botla uzaklaşmaya çalışan Levent ve Kotoğlu’nu da yakaladı.
Türkiye’nin Kıbrıs’a silah sevkıyatı yapması dünya basına haber oldu. Rum lider Makarios herkesi ayağa kaldırdı.
Türkiye iddiaları reddetti. İngilizler ve Rumlar, 350 kulaç derinlikteki “Elmas”ı denizden çıkarmaya çalıştılar; başaramadılar.
Üç Türk mürettebat yargılanmak üzere mahkemeye çıkarıldı. Avukatları TMT’nin “Toros” kod adını kullanan genç bir Türk mücahidiydi; Rauf Denktaş!
Üç Türk dokuz ay ceza aldılar ve cezalarını Türkiye’de çekeceklerdi!  
Elmas ” olayı ve ardından gelen 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi, Kıbrıs’a silah sevkıyatını sonlandırdı.
Diyeceksinizki, “Eee bu silah sevkıyatının Ergenekon davasıyla ne ilgisi var?” Sorunun yanıtını vermeden önce  Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nın nasıl kurulduğunu ve örgütlendiğini bilmeniz gerekiyor… 
Başkanın kod adı: “ Bozkurt ” 
50 yıl önce…
1 Ağustos 1958.
Kıbrıs’ta  illegal/gizli Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu.
Türkiye’nin desteklediği bu gizli örgüt neden kuruldu?
II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler Kıbrıs’tan çekilme kararı aldı. Adanın geleceğinin ve statüsünün nasıl olacağı konusunda, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan diplomatik müzakereler hep sonuçsuz kaldı.
Türksüz Kıbrıs düşleyen ve Yunanistan’la birleşmek isteyen faşist EOKA, 1 nisan 1955 tarihinde Yunanlı Albay Grivas tarafından kuruldu. Kuruluşunun üzerinden daha bir yıl geçmeden ilk suikastini Bafa’da  11 ocak 1956’da, Türk polisi Abdullah Ali Rıza’yı öldürerek gerçekleştirdi. Türk büyükelçiliğine bomba attılar.Ve hep sistematik şiddeti artırdı. 1957 yazında Türk köylerini basıp 74 Türk’ü katletti.
Bu son olaylar sonucunda Kıbrıs Türk Toplumu lideri Dr. Fazıl Küçük ve Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanı Rauf Denktaş Ankara’ya geldi.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya görüşüp acilen yardım istediler. 
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs konusunda “ Şahin ” idi. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulmasını; elemanlarının Türkiye’de eğitilmesini; adaya gizlice silah sevkıyatı yapılmasını ilk öneren o oldu.
Başbakan Menderes kararsızdı; NATO’yu karşısına almak istemiyordu
Türkiye’de aralıksız, “ Ya Taksim Ya Ölüm ” mitingleri yapılıyordu. 
Gönüllü Subaylar 
Ankara sonunda kararını verdi: Kıbrıs’ta; Rumların terör örgütü EOKA’ya karşı, Türk halkının can ve mal güvenliğini koruyacak gizli bir teşkilat kurulacaktı.
Bu iş için Genelkurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu (Özel Harp Dairesi) görevlendirildi.
Özel harpçi subaylar gönüllülük esasına göre seçildi.
TMT direk Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanı Tümgeneral  Daniş Karabelen’e bağlıydı. Planı, Tümgeneral Karabelen’in yardımcısı Binbaşı İsmail Tansu yürütecekti.
Binbaşı Ahmet Görmez personel ve harekat; Yüzbaşı Bedri Esen eğitim; Yüzbaşı Cemal Birer ile Yüzbaşı Recep Atasü ikmal ve Yüzbaşı Halil Pamukoğlu muhabere işlerinden sorumluydu.
TMT’yi kuran subay kadronun çoğu Kore Savaşı’nda bulunmuştu.
Kıbrıs’ta gizli faaliyetlerde bulunacak  yedek subaylar öğretmen maskesi altında gidecekti.
Tüm subayların görevi, 18 yaşını geçmiş kadın ve erkekleri örgütlemekti. Bunlar Ankara ve Antalya’da askeri eğitimden geçirilecekti. Hedef bir yıl içinde beş bin Kıbrıs  Türk’ü örgütlemek, eğitmekti.Hedef on beş bindi.
Parasal destek örtülü ödenekten ve çeşitli fonlardan temin edilecekti. 
İşte TMT Karargahı 
1 Ağustos 1958 tarihinde  Kıbrıs TMT Başkanı Yarbay Rıza Vuruşkan karargahını Lefkoşe’de kurdu.
Yarbay Vuruşkan’ın yardımcısı Binbaşı Necmettin Erce ve Yüzbaşı Mehmet Özden idi. Kıbrıs Bölge Komutanı Binbaşı Şefik Karakurt’tu.
Kıbrıs TMT Bölge Komutanı Yüzbaşı Rahmi Ergün ve TMT Bölge Komutanları ise, Yüzbaşı Ahmet Göçmez, Yüzbaşı Kamil Önceler, Yüzbaşı Bedri Erkan, Yüzbaşı Osman Nalbant, Yüzbaşı Ferhan Çora, Yüzbaşı Hüseyin Ömür adlı subaylardı. 
Yarbay Rıza Vuruşkan’ın kod adı “Bozkurt” idi.
Lefkoşe İş Bankası’nda müfettiş maskesi altında çalışıyordu. Adı, “Ali Çonan” idi. Gerçek kimliğini üç kişi biliyordu, banka müdürü Dündar Nişancıoğlu, Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş. 
TMT’de görevli Kıbrıslı Türklerin kod adları “Kurt”tu. Eğitimcilere “Temizlik Kurt”u; silah ikmalinde çalışanlara “Bereket Kurt”u ve istihbarat işlerinde çalışanlara “Fal Kurt”u adı verildi.
Tabancaya “serçe”, mermiye “serçe gagası” diyorlardı. 
Uzatmayayım, bu faaliyetler uzun ömürlü olamadı. 27 mayıs 1960 askeri müdahalesi başta TMT lideri Yarbay Rıza Vuruşkan olmak üzere bu olayla ilgili subayların çoğunu emekli etti.
Fatin Rüştü Zorlu, İmralı Mahkemesi’nde “kendi adamlarını silahlandırıyor” diye yargıladı!
92 Türk’ün şehit, 475’inin ise yaralandığı 1963’deki  “Kanlı Noel” katliamına kadar TMT ile Türkiye ilişkisi kopuktu. Sonra tekrar canlandırılmaya çalışıldı.
Ve daha sonra olanları da biliyorsunuz; 1974 Kıbrıs savaşı vd… 
Sorunun Yanıtı
Tüm bu yazdıklarımın Ergenekon’la ne ilgisi var?
Bugünlerde yandaş medya, Kıbrıs TMT’yi Ergenekon’a bağlamak istiyor; devletin her türlü gizli operasyonunu kirli gösteriyor.
Etnik temizlik yapmak için kurulan faşist EOKA’ya karşı, devletin Kıbrıslı Türkleri örgütlemesi kirli bir operasyon mudur?
Dinci-liberal ittifak, devletin temiz-kirli bütün örtülü operasyonlarını aynı kefeye koyarak, Cumhuriyet’in koruyucusu kurumlar ve kişiler hakkında kamuoyunda şüphe yaratmayı amaç edinmiştir… 
Soner Yalçın
http://www.yenidenergenekon.com/221-tmtnin-silahlari/

..


24 Aralık 2016 Cumartesi

AVRASYA'DA ENERJİ EKSENLİ BİTMEYEN " BÜYÜK OYUN " BÖLÜM 2



AVRASYA'DA ENERJİ EKSENLİ BİTMEYEN " BÜYÜK OYUN "   BÖLÜM  2


Fransa ve Almanya yanında yer almayan ülkelerin bu tutumu hiç kuşkusuz ABD’nin küresel oyununun bir parçasıydı. Almanya ve Fransa’ya karşı alınan bu önlem bir bakıma ABD’nin “ Yeni Dünya Düzeni ” politikası çerçevesinde, bu iki ülkenin tek başlarına yada birlikte “küresel güç” hâline gelmelerinin önüne geçmek için de bir fırsattı. Fernand Brudel Vakfı’nın uzmanlarından Immanuel Wallerstein’a göre; “...Jeopolitik üzerine en temel bilgisi olan herkesin bildiği gibi, ABD’nin 1945’den sonra en çok korkmak zorunda kaldığı koalisyon Fransa, Almanya ve Rusya’nınkiydi. Amerikan politikası bunun olanaksız olmasına dayanıyordu. Böyle bir kolalisyonun en küçük ipucu görüldüğünde ABD üçünden en az birisini ayırmak için harekete geçiyordu. 

  De Gaulle 1945-46’da Moskova’ya karşı ilk defa jest yaptığında ve Willy Brandt Ostpolitik’i (Doğu politikası) duyurduğunda böyle olmuştu. Bu tip bir ortaklığı yaşama geçirmenin ne kadar güç olduğuna dair her çeşit neden var. George Bush tüm bu güçlükleri aştı ve ABD için bir kabusun gerçekleşmesini başardı. 1945’den beri ilk defa bu üç güç çok önemli bir konuda ABD’ye karşı açıkça bir çizgiye dizildiler. ABD’nin bu duruşa kamuoyu önünde gösterdiği tepki birliği daha da güçlendiriyor. Eğer Donald Rumsfeld Arnavutluk’un ve Makedonya’nın, hatta Polonya ve Macaristan’ın, desteğini yüzlerine doğru sallamanın bu yeni üçlüyü korkutacağını düşünüyorsa gerçekten çok saf olmalı. ABD için bir Paris-Berlin-Moskova eksenine karşı akla gelen bir dostluk ekseni Çin, Kore ve Japonya ile bir jeopolitik ittifak olacaktır...”13

6 Aralık 2005’te Romanya’da ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile Mihail Razvan Ungureanu birçok üssün ABD tarafından kullanılmasını kapsayan bir anlaşmayı imzaladı. Bu anlaşma ile ABD ilk kez eski Varşova Paktı üyesi ülkelerden birinde askeri üs kurmuş oldu. Romanya’nın Karadeniz kıyılarındaki yeni ABD üslerinin, ABD’yi Ortadoğu ve Orta Asya’daki potansiyel krizlere yaklaştırmış olduğu değerlendirmeleri yapılmıştır.14 ABD, benzer bir askerî üs anlaşmasını da Bulgaristan ile imzaladı. Amerikan silâhlı kuvvetlerinin Bezmer ve Grafignatiev havaalanları ile Nova Selo askerî tesislerine kendi askerlerini ve uçaklarını konuşlandırmasını ve buraları Amerikan üssü olarak kullanılmasına izin veren anlaşma, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile Bulgaristan Dışişleri Bakanı İvaylo Kalfin tarafından 28 Nisan 2006’da Sofya’da imzalandı. Anlaşma, Burgaz bölgesindeki Aydost kenti yakınlarındaki askerî depoların Amerikan askerlerinin hizmetine verilmesini de öngörmektedir. Anlaşmanın geçerlilik süresi 10 yıl olmakla birlikte, bu süre sonunda iki tarafın istemesi hâlinde geçerlilik 10 yıl daha uzatılabilecektir.15

Romanya ve Bulgaristan’daki üslerin varlığı dahi, ABD’nin Karadeniz’de daha etkin olabilme isteğini karşılayamamaktadır. Bu maksatla ABD, terörle mücadele kapsamında Akdeniz’de NATO ülkelerince yürütülen “Aktif Gayret” harekâtının Karadeniz’e genişletilmesini istemiştir. Bu isteğe karşılık Rusya Donanma Komutanı Amiral Vladimir Masorin, Karadeniz’deki benzer harekâta sâdece bölge ülkelerinin katılması gerektiğini, Karadeniz’e yapılacak dostane gemi ziyaretlerine karşı olmadığını, ancak büyük çaptaki harekâtı ise Karadeniz sahildarı ülkelerden oluşan Karadeniz Deniz İşbirliği Harekâtı (BLACKSEAFOR)’nın icra etmesinin daha uygun olacağını söylemiştir.16 Buradan da anlaşılacağı üzere Rusya, Karadeniz’de bir ABD deniz gücü varlığını istememektedir. Aslında Montreux Boğazlar Sözleşmesi gereği, ABD gibi Karadeniz sahildarı olmayan ülkelerin deniz kuvvetleri unsurlarının Karadeniz’e geçişle ilgili tonaj sınırlamaları yanında, Karadeniz’de kalış süresiyle de ilgili kati sınırlamalar mevcuttur. Bu durumda ABD savaş gemileri her ne maksatla olursa olsun, Karadeniz’de 21 günden daha uzun bir süreyle kalamaz.17 Kalması demek, uluslararası Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin ihlâli demektir. Öte yandan, Montreux Sözleşmesi’nin delinmemesi için bugüne kadar Türkiye’de henüz hiçbir önemli taviz verilmediği de bilinen bir gerçektir.

Karadeniz’de ABD’nin bir hava üssünün varlığı Türkiye açısından nispeten göz ardı edilebilir olmakla birlikte, deniz üssünün varlığı endişe verici olacak kadar ciddîdir. ABD deniz kuvvetleri yüzer unsurlarının bu üslerdeki varlığını sürdürmesi ile Türkiye’nin üstünde titrediği çok önemli uluslararası andlaşmalardan Montreux Boğazlar Sözleşmesi delinmiş olacaktır. Bu gelişme neticesinde; (1) Rusya güvenlik endişesiyle Karadeniz’de silâhlanarak yeni bir donanma vücuda getirmek isteyebilir. Bu gelişme Türkiye’ye karşı Karadeniz’de yeni bir tehdit demektir. (2) Muhtemel tehdit karşısında Türkiye de Karadeniz’de yüzer birlikler konuşlandıracak, BLACKSEAFOR’la kurulan Karadeniz’deki dostluk kaybolacak ve yeni bir silâhlanma yarışına gidilecektir. Tüm bunlar Türkiye’nin savunma harcamalarını artıracağı gibi, Karadeniz’de tesis edilen barış ortamını tehdit eder hâle gelecektir. Keza, Karadeniz ile hinterlandında, Türkiye ile Rusya’nın ikili ya da çok uluslu olarak hayata geçirebileceği “Mavi Akım” gibi ortak projeler akamete uğrayabilecektir.18


Karadeniz’in Hinterlandı Türkistan ve Hazar Havzasındaki Durum

Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, 1991 yılında Orta Asya’da Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan ile Kafkasya’da Azerbaycan Türk ya da Oğuz unsurunun kurduğu yeni devletler olarak doğdular. Bu ülkelerin bir kısmının yer aldığı coğrafya karbon fosili yanında, uranyum bakımından da oldukça zengindir. Dünya uranyum rezervinin yüzde 25’ine sahip Kazakistan’ın 5 yıl içinde uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrallerinin ağır su ihtiyacını karşılamada lider üretici ülke kimliği kazanacağı beklentisi mevcuttur.19 Dünyanın en kaliteli altını (yüzde 99.99) Özbekistan’da olup, Özbekistan’ın yıllık altın üretimi 1990’lı yılların başında 60-70 tondur.20 Eski Sovyet döneminde Orta Asya, Sovyetlerin kömür rezervinin yüzde 30’unu, bakır üretiminin yüzde 76’sını, çinkonun yüzde 86’sını, kromun yüzde 90’nını, civa ve bizmutun tamamını, uranyumla birlikte nikelin yüzde 80’nini, manganezin yüzde 50’sini, karşılamaktaydı.21

ABD Başkanı Bill Clinton, “21. yüzyılda ABD’nin en önemli stratejik görevi Avrasya bölgesinde stratejik bir blok kurulmasına engel olmaktır” demiştir. Hazar enerji kaynakları ile yakından ilgilenen ABD’li yazar Gerald Robins ise; “İpek boru hatlarını kontrol edenin dünyayı da kontrol edeceği” tespitinde bulunmuştur.22 Enerji kaynakları nedeniyle bölgeye özel ilgi duyan ülkeler; Rusya, Çin, ABD, AB, İran, Hindistan, Japonya, Pakistan ve İsrail’dir.

Yeni Türk devletlerinin açık denizlere çıkışlarının bulunmayışı, sâhip oldukları petrol ve doğalgazı kolayca değerlendirebilmelerinin önündeki en büyük engeldir. Bu nedenledir ki Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan çoğu kez Moskova’nın yolunu izlemek zorunda kalmaktadırlar. Moskova’nın kontrolünü bertaraf etmek amacıyla zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarını Rusya topraklarından geçirmeden dünya piyasalarına sunmak bu devletlerin temel hedefleri gibi gözükse de, bu durum sanıldığı kadar kolay değildir. Bu ülkelerin ilâveten şu dezavantajları da vardır: (1) 70 yıllık Komünist hâkimiyetinde Türk cumhuriyetlerindeki üretim sisteminin “Sovyet üretim çarkının dişlileri gibi şekillendirilmiş” olmasının yarattığı bağımlılık hâlâ Moskova’ya kontrol imkânı sağlamaktadır. (2) Bu ülkelerde hayli karışık bir etnik yapı mevcuttur. Türk devletlerinde yaşayan hatırı sayılır büyüklükteki Rus azınlıklar iktisadî yaşamın kilit mevkilerinde rol almışlardır. Moskova bu azınlığın imtiyazlı konumunu muhafaza etmesinde ısrar etmekte ve Rusların hak ve güvenliklerini korumak için gereğinde müdâhale edebileceğini dahi söylemektedir. (3) Bu ülkelerin dış güvenlikleri de tamamen Rusya tarafından üstlenilmiş olup, 4 Türk cumhuriyetinin sınırları Rus sınır muhafızları tarafından korunmaktadır. Üstelik Rusya, Avrasyacılıkla eşgüdüm hâlindeki Slav milliyetçiliğinin etkisiyle, Sovyetler Birliği’nden kopan cumhuriyetleri yeniden Moskova’nın egemenliği altına alma peşinde iken…


Rusya Devlet Başkanı Yeltsin’in, 14 Eylül 1995’te uygulamaya koyduğu kararname, BDT ülkelerinin, Moskova önderliğinde siyasal ve ekonomik bütünleşmeye gitmeleri ve Rus komutası altında bir kolektif savunma sistemi oluşturmalarını öngörmekteydi. Orta Asya’yı kendi öz toprakları gibi görmeye devam eden Rus yetkililer, “Rusya’yı güneyden ve doğudan gelecek tehditlere ve İslâm köktenciliğine karşı koruyan bir tampon bölge oluşturması nedeniyle, Orta Asya’nın tam kontrolünün Moskova için yaşamsal önem taşıdığını” belirtmektedir. Türk dünyası ile ilişkilerini geliştiren devletler arasında Moskova’nın en fazla kuşkuyla baktığı ülke Türkiye’dir. Başlıca sebebi, Türkiye ile bu kardeş Türk devletleri arasındaki tarihsel, etnik ve kültürel bağların mevcudiyetidir. Moskova’nın korkusu, Türkiye’nin Orta Asya Türkleri ile ilişkilerini geliştirmesinin bu ülkelerin bağımsız devlet oluşturma süreçlerini ve milliyetçilik duygularını güçlendirmesi sonucu, eski Türkistan birliğinin kurulabileceği kaygısıdır. Zira, Türkistan birliğinin tesisiyle Rusya’nın bölgedeki etkinliği azalabilecektir.23

Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’nin sâhip oldukları enerji kaynaklarını kullanma ve değerlendirmede önemli güçlükler bulunmaktadır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: (1) Enerji kaynaklarının pazarlara nakli sorunu, (2) Hazar Denizi’nin statüsü sorunu,24 (3) Rusya Federasyonu’nun bölgede enerji kaynakları üzerinde tekelci yaklaşım ve uygulamaları, (4) Millî sermaye yokluğu, (5) Hantal ve yetersiz teknoloji, (6) Sovyet sisteminin çöküşünden sonra bilim adamları ve araştırmacıların Rusya’ya ya da daha iyi imkân buldukları hür dünyaya göçleri ile “beyin göçü”nün25 getirdiği eksikliklerdir.

Hazar enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sâhip Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın, bu kaynaklardan etkin bir şekilde faydalanabilmesinin ön koşulu kaynaklarını uluslararası pazarlara mümkün olduğunca “aracısız” ve süratle ulaştırabilmektir. Coğrafî özellikleri itibariyle birer kara devleti olan bu ülkelerin enerji kaynaklarını Rusya’nın tekelciliği ve aracılığı olmaksızın uluslararası pazarlara ulaştırmada sorunları olup, boru hatları yegâne seçenekleridir. Ancak, mevcut boru hatları Sovyetler döneminde cumhuriyetler arası iş bölümü ve bağımlılık ilkesine göre düzenlenmiş ve ayrı ayrı bölgelere dağıtılmış olduğundan, bu hatları kullanmada da Rusya’nın istekleri doğrultusunda hareket etme mecburiyeti vardır. Yeni boru hatlarının güzergâhları konusunda ise ülkeler arasında çok büyük mücadeleler yaşanmaktadır.26

Hazar havzası fosil yakıtlarının dünya pazarlarına ulaştırılabilmesi için çok sayıda boru hattı projelendirildi. Bir kısmının inşaatına başlanan, bir kısmı ise hâlen proje aşamasında olan Türk devletleriyle bağlantılı bu hatların bazıları şunlardır: (1) Bakü-Tiflis-Ceyhan Projesi, (2) Azerbaycan-Türkiye (Şahdeniz) Projesi, (3) Türkmenistan-Türkiye-Avrupa (Hazar Geçişli, Nobucco adı da verilmektedir) doğalgaz Projesi, (4) Türkiye-Yunanistan Projesi, (5) Mavi Akım Projesi, (6) Aktau (Kazakistan petrollerinin Bakü-Ceyhan’a aktarılması) Projesi, (7) Orta Asya Doğalgaz Boru Hattı (Centgaz) Projesi (Türkmenistan-Afganistan-Pakistan), (8) Türkmenistan-İran-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı,27 (9) Türkmenistan-Çin doğalgaz boru hattı projesi, (10) Kazakistan-Çin arasında, Atasu-Sincan petrol boru hattı, (11) Hazar-Hindistan petrol ve doğalgaz boru hattı.

Yukarıdaki projelere ilâveten, bir diğer proje de Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev, Kazak yatırımcılar için, Türkiye’nin Karadeniz kıyısında bir petrol rafinerisi inşa etme plânıdır. Böylelikle Rus limanı Novorosiski’den Türkiye’ye ham petrol taşınabilecek ve rafine edilmiş ürünler pazarlanabilecektir.28 Öte yandan Kazak petrol-gaz şirketi Kazmunaygaz, 2005 yılı içinde Çin milli petrol şirketi CNPC tarafından 4 milyar 180 milyon dolara Kanadalılar’dan satın alınan Petro Kazakhstan şirketinin hisselerinin yüzde 33’ünü satın aldı. Petro Kazakhstan, Çimkent şehrinde bir petrol rafinerisine ve Kızılorda’da petrol yataklarına sâhiptir. Petro Kazakhstan’ın daha önceki sahibi Kanadalı Hurricane firmasıyken, Kazak Hükümeti ile pek çok konuda anlaşmazlığa düşmüş, daha sonra da şirket CNPC’ye satılmıştı.29 21. yüzyılın İpek Yolu olarak sunulan Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun en önemli bileşenini oluşturan Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru (BTC) hattına, Kazakistan’ın da katılmasına ilişkin anlaşma, 16 Haziran 2006’da Kazakistan’da, Azerbaycan ve Kazakistan Cumhurbaşkanları tarafından imzalandı.30


Türk Cumhuriyetleri’nin Enerji Hammaddeleri Daha İyi Değerlendirilebilir mi?

Türk Cumhuriyetleri’nden Azerbaycan’ın petrol ve doğalgazı, neredeyse Rus tekeline takılmaksızın Türkiye üzerinden Batı’ya pazarlanmaktadır. Ancak, burada da başka sıkıntılar mevcuttur. Azerbaycan, doğal kaynağın tamamına sâhip olduğu halde, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesinin paylaşımında sâdece yüzde 30 hisseye sâhip olmakta, bu konsorsiyum içindeki İngiliz “BP”nin bile gerisinde kalmaktadır. Yâni, bir bakıma sermaye sâhibi küresel şirketler asıl parsayı toplamaya devam etmektedirler.

Bu ve eski Sovyet ekonomik çarkının bozuk dişlilerinden kurtulmak ve hür dünyaya açılabilmek için, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Orta Asya’da bölgedeki devletlerin bir araya gelmesini öngören bir girişimi başlatmıştır. Nazarbayev görüşlerini şöyle açıklamaktadır: “Bizim önümüzde Asya Kaplanları ve AB’nin başarıları duruyor. Şimdi bizim önümüzdeki seçenek; dünya ekonomisine ebediyen hammadde sağlayıcısı olarak kalarak ikinci bir sömürgeci devletin gelmesini beklemek veya Orta Asya bölgesinin ciddî bir birliğini sağlamaya girişmek. Ben ikincisini teklif ediyorum. Orta Asya Devletlerinin Birliği’ni kurmayı öneriyorum. Hepimizin ortak ekonomik çıkarları, kültürel ve tarihi bağları, dili, dini ortak, ekolojik problemleri ve dış tehditleri var. AB’yi kuranlar, belki de böylesine önkoşulları ancak hayal edebilmişlerdi. Biz yakın ekonomik uyumu gerçekleştirmeli, ortak pazar ve ortak paraya geçmeliyiz. Sâdece bununla biz, devamlı birlik ve beraberlik için de bizi görmek isteyen ortak atalarımıza layık olabileceğiz. Önce Çar imparatorluğu, daha sonra Stalin, böyle bir birlikten endişe etti ve bölgemizi idarî-millî yönetimlere böldüler. Bu, ‘böl ve yönet’ politikasıydı. Şimdi bizim için bölgenin eşit haklara sâhip halklarının bundan sonraki nesillerine yeni ve olması gereken bir yolu göstermemizin zamanı gelmiştir.”

Nazarbayev Mart 2006 içinde Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan Devlet Başkanlarına gönderdiği davet mektubunda “Türkistan Birliği” önerirken, “Türkiye, şu aşamada somut olarak moral destek verebilir, ortak zemin oluşturulması konusunda teknik destekte de bulunabilir. Türkiye’nin siyasî tecrübesinden de kesinlikle yararlanmak istiyoruz” demiştir. Bütün bu gelişmelerle birlikte, Nazarbayev’i destekleyen çevreler, “İktisadî gelişmeler Kazakistan’ı Orta Asya bölgesinin liderliğine çıkarmaktadır” iddiasında bulunuyorlar. Buna dayanak olarak da ülkedeki özelleştirmenin “özerkleştirme” şeklinde yapılması sonucu ziraat ve hayvancılığın canlanması, ticaret ve sanayi alanlarında çeşitli şirketlerin oluşması ve küçük işletmelerin yaygınlaşması, ayrıca yabancı sermaye yatırımlarının artışı gösterilmektedir. Kazakistan’ın büyüme hızının, son 5 yıldır yüzde 10’un altına düşmediği, petrol üretiminin 2010 yılında 100 milyon tona, 2015 yılında da 270-315 milyon tona çıkabileceği ileri sürülmektedir. Bu imkânlar nedeniyle Kazakistan, Türkistan Birliği’ne liderlik etme cesaretini kendinde bulmaktadır. İstikrarı korumak için Kazakistan halkına yönelik bir beyanname yayınlayan Nazarbayev’in, tüm siyasî güçleri millî diyaloga çağırmasıyla millî bir kurul kuruldu. 1995’ten itibaren Cumhurbaşkanlığı bünyesinde de Kazakistan Halkları Birliği, danışman kuruluş olarak faaliyet göstermektedir. Böylece etnik çatışmalara meydan vermeyen Nazarbayev, birlik çağrılarını sürdürmektedir. Bu arada, Tacikistan Cumhurbaşkanı İmamali Rahmanov da birliğe katılma isteğiyle anlamlı bir gelişmeye sebebiyet vermiştir.31

Kazakistan ve Nazarbayev’in öncülüğündeki bu gelişmeler, Nazarbayev’in “Kritik On Yıl” adlı kendi eserindeki öngörüleriyle uyum içindedir. Kritik On Yılı Kayıpsız Aşma Stratejisi’ndeki öncelikler şöyledir: (1) Ortak Asya jeopolitik bloğu oluşumunu stratejik bir amaç olarak geliştirmeyi sürdürmek. (2) Büyük yabancı oyuncuları işbirliğine teşvik etmeye gayret gösterecek çok yönlülük politikasını sürdürmek. “Yönetilebilen Kriz” ve “İstikrarsızlık İhracı” olarak adlandırılan çeşitli stratejilere karşı koymak için, bölgedeki tüm önemli güç merkezleriyle işbirliğini artırma amacına uygunluk. (3) Kazakistan ve Orta Asya çevresinde yoğun istikrar noktaları oluşturulmasına devam etmek.32

AB benzeri bir ekonomik ve siyasî birlik kurma düşüncesi Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Ancak, kısa bir süre sonra Kırgızistan’da bir “sivil darbe” ile Devlet Başkanı Askar Akayev iktidardan uzaklaştırıldı. Özbekistan’da yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylar yaşandı. Bu gelişmeler Orta Asya Devletler Birliği fikrini bir süre için akamete uğratır gibi oldu. Pes etmeyen Nazarbayev, Özbekistan’daki olaylardan sonra 7 Haziran 2005’te Kazakistan Dışişleri Bakanlığı’nın genişletilmiş istişare toplantısında, Orta Asya Birliği düşüncesinin ana hatlarının belirlenmesini ve bölge ülkelerinin görüşlerine sunulmasını istedi. Nazarbayev’in önerdiği bu siyasî ve ekonomik birlik; gümrük birliği, serbest ticaret bölgesi, genel hizmet sektörü piyasası, emek gücü, ortak para ve ekonomik reformların koordinesini kapsamaktaydı.33

Orta Asya Devletler Birliği’nin hayata geçirilmesi ile bölge ülkelerinin daha kısa sürede kalkınmaları ve sâhip oldukları doğal kaynakların bir kısmını Batılı ve Doğulu yatırımcı ülkelerin çıkarcı yaklaşımlarından kurtararak kendi halklarının yararına kullandırmaları mümkündür. Ancak, birliğin teşkili de dikenli yollarla kaplıdır. Bunlar şöyledir: (1) Bu birliğin aleyhlerine olacağını değerlendiren bölge içi ve dışı güçler ve küresel enerji şirketleri birliği önlemeye çalışacaklardır. (2) AB her şeye rağmen demokrasi ve insan hakları temelli bir siyasî ve ekonomik birliktir. Türkistan devletlerindeki demokrasi ile şeffaflığın eksikliği nedeniyle, sırf ekonomik işbirliğiyle istenen sinerjinin yakalanması kolay olmayacaktır. (3) Dışarıdan, demokratikleşmeye müdâhale ihtimali mevcuttur. Bölgenin bölgesel gücü Çin, bölgesindeki demokratikleşme rüzgârından kendi coğrafyasının etkilenebileceği düşüncesiyle, Türkistan’daki demokratikleşme modellerini etkisizleştirmeye çalışabilir. Bu tehlike nedeniyle, ABD’nin bölgedeki mevcudiyetinden rahatsızlık duyan Çin, Kırgızistan’a ve Özbekistan’a getirilmek istenen demokratikleşmeyi bir tehlike işareti saymıştır.34 Bir diğer engel de bu ülkeler üzerinde her şeye rağmen var olmaya devam eden Rusya etkisi olup, BDT dışında da kalamamaktadırlar. Kazakistan, ülkede Kazak Türklerinden sonra ikinci nüfus yoğunluğuna Rusların sâhip olması ve tarihsel nedenlerle diğer bölge devletlerine göre kendisini Rusya’ya daha yakın hissetmekte, bağımsızlığını kazandıktan sonra dahi Rusya ile iyi ilişkilerini sürdürürken, Müslüman bloğu içinde gösterilmeye sıcak bakmamaktadır.35 Kazakistan, ülkedeki kalifiye Rus nüfusundan kalkınması için yararlandığı gibi, uzay çalışmalarının da önemli bir bölümünü Rusya ile ortaklaşa yürütmektedir.

Türkistan devletlerinin sâhip olduğu petrol ve doğalgaz uğruna Rusya, Çin ve başını ABD’nin çektiği Batı ülkeleri arasında kıyasıya bir mücadele sürmektedir. Evvelce Türkmen gazının, Rusya’yı “bypass” eden Hazar geçişli bir projeyle Türkiye üzerinden Avrupa’ya pazarlanması hakkında bir planlama yapılarak Türkmenistan’a kabul ettirilmişken, Mayıs 2007 içinde Orta Asya ülkelerine bir gezi düzenleyen Rus Devlet Başkanı Putin, yeni bir projeyle dengeleri adeta alt üst etti. Putin, Orta Asya cumhuriyetleriyle yaptığı uzun görüşmelerin ardından enerji alanında Türkmenistan ve Kazakistan ile yaptığı anlaşmaya göre Türkmen gazı, Kazakistan ve Rusya üzerinden Avrupa’ya ihraç edilecek. Türkmen gazını Kazakistan ve Rusya üzerinden Avrupa’ya ulaştıracak 510 kilometre uzunluktaki Prikaspiyskiy (Hazar Yanı) adı verilen boru hattının 360 kilometresi Türkmenistan’dan, 150 kilometresi de Kazakistan topraklarından geçecek. Daha sonra bu boru hattı 1967 yılında kurulmuş olan Orta Asya - Merkez (Rusya) boru hattına bağlanacaktır.36

Bu son gelişmelere bakıldığında, Türkmenistan’da, Türkmenbaşı Niyazov’un ölümünden sonra yeni Devlet Başkanı seçilen ve göreve, “Hayatımı Oğuz Han’ın ulu onuruna adayacak ve liderimiz Türkmenbaşı’nın izinden gideceğim” sözleriyle başlayan Gurbanguli Berdimuhammedov’un,37 Türkmenbaşı’dan biraz farklı bir yol izleme eğiliminde olduğu hissedildi. Zira, Rusya ile yapılan yeni anlaşmanın Hazar geçişli doğalgaz hattını gündemden düşürmesine neden olabilir. Oysa Türkmenbaşı’nın en büyük hayallerinden biri Hazar geçişli ve Rusya’ya bağımlılığı azaltan bir doğalgaz boru hattı projesiydi.

Rusya, 2007 yılı ilk yarısında petrol nakli konusunda bir diğer önemli projeyi de Bulgaristan ve Yunanistan ile imzalayarak gerçekleştirdi. Burgaz-Dedeağaç arasında ve Rus parasıyla inşa edilecek yeni petrol boru hattıyla, Rus petrolü Türk Boğazları’nı kullanmaksızın Ege’ye ulaştırılacak. Böylece, hem ABD-Bulgaristan arasındaki askerî üs anlaşması dengelenmiş olacak, hem de Ege’deki olası bir Türk-Yunan anlaşmazlığında Ege’ye çıkarları gereği giren Rusya da anlaşmazlıkta taraf konumuna girebilecek. Tabiî, bu arada Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına da yeni bir seçenek eklenerek, bu attın stratejik değeri azaltılmış olacak…

Sonuç

1990’lı yılların sonunda yaşadığı ekonomik krizlerle bunalan Rusya, 11 Eylül 2001 krizinden sonra yükselmeye başlayan ve 2003 Irak müdahalesinin ardından tavana vuran petrol ve doğalgaz fiyatları nedeniyle beklenmedik bir ekonomik refaha kavuşmuştur. Yıllık büyüme hızı yüzde 6,5’in üzerine çıkmış, Rus Rublesi diğer dövizlere çevrilebilir (konvertibil) hâle gelmiştir. Bu rahatlama ile Avrupa’ya sevk edilen doğalgaz ve petrolün bir kısmında âdeta tekel hâline gelen Rusya, tüm borçlarını ödediği gibi, gerektiğinde bu enerji hammaddelerini bir silâh gibi kullanabileceğini de öğrenmiştir. 2000 yılında Vladimir Putin’in Devlet Başkanı olması ile birlikte, daha merkezî ve devletçi bir yönetimi benimseyen Rusya, petrol ve doğalgazı devletleştirmiştir. Doğalgaz için Şubat 2007 içinde petrol üreten ülkelerin “OPEC”i gibi benzer bir kuruluşu önermiştir. Dünyanın en büyük doğalgaz üreticisi olan Rusya’nın bu alandaki gücünü anlayabilmek için, ihracatta yıllardır dünyanın ilk üç ülkesi içinde yer alan Almanya’yı örnek vermek yerinde olacaktır. AB’nin itici gücü Almanya, hâlen ihtiyacı olan doğalgazın yüzde 44’ünü Rusya’dan ithal etmekte olup, gelecekte bu bağımlılığın yüzde 80’e yükseleceği tahmini yapılmaktadır.38

Aslında ABD’nin tek küresel güç olarak kalabilmesini temin ve Basra Körfezi’ni kontrol maksadıyla Irak’a sudan sebeplerle müdâhale eden ABD, Rusya’nın beklenmedik yükselişi karşısında Orta Asya, Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzeyi ile batısında yeni hamlelere girişti. Rusya da Orta Asya’da ŞİÖ ile karşılık verirken, Ukrayna ile Gürcistan’da doğalgazı, Bulgaristan’da petrol boru hattını koz olarak ileri sürdü. Hele de son olarak 2007 ortalarında Kazakistan ve Türkmenistan’la imzalanan doğalgaz anlaşması ile, bu ülkelerden Avrupa’ya nakledilecek doğalgazın baş müşterisi ve tekelcisi hâline geldi. Böylelikle evvelce ABD’nin desteklediği Türkmenistan-Türkiye-Avusturya/Macaristan’a uzanacak Hazar geçişli “Nobucco” doğalgaz projesi bile askıda kaldı.

Her ne kadar Kazak Lider Nazarbayev’in yol göstericiliğinde Orta Asya devletleri bir birlik kurma yolunda ilerliyorlarsa da, bu birliğin ekonomik, siyasî ve güvenlik açısından ayakta durabilecek hâle gelebilmesi daha oldukça zaman alabilecektir. Öte yandan, içlerinde bu devletlerin de yer aldığı Hazar havzasındaki petrol ve doğalgazın Rusya’nın kontrolü dışında dış dünyaya pazarlanması ve ulaştırılması için, Rusya ile başını ABD’li küresel şirketlerin çektiği kıyasıya bir mücadele sürdürülmektedir. Bu mücadele, mevcut kaynakların Batı’ya naklinde Karadeniz’in kuzeyinden, güneyinden, ya da içinden nakli konusunda çeşitli ve seçenekli projeleri de gündeme getirdi, bir kısmı ise hayata geçirildi. Öyle ki, Karadeniz coğrafyası da küresel güçlerin enerji transferindeki önemli alanlarından biri hâline geldi.

Tüm bu enerji oyununda Türkiye’nin dışarıda kalması mümkün değildir. Öte yandan Türkiye’nin, dengelerin oldukça sık değiştiği bu oyunda bir tek tarafta kalması da yararına değildir. Bir taraftan Türk Cumhuriyetleri’nin denize ulaşan petrol ve doğal gazının, daha da değerlenebilmesi için ortaklaşa rafineri ve gemi taşımacılığı için ortak armatörlük firmaları kurulması, diğer taraftan hem Rusya ile hem de ABD ile ortak boru hattı projelerinde yer alması sağlanmalıdır. Şurası görüldü ki, Hazar havzasındaki karbon fosili enerji hammadde lerinin değerlendirilmesinde, günümüzün petrol ve doğalgaz zengini Rusya’ya rağmen yeni projeleri hayata geçirebilmek, 1990’lı yılların sonlarında ekonomik krizlerle boğuşan Rusya’sına nazaran pek kolay görünmemektedir.

Dipnotlar

1 Mustafa Özcan Ültanır; http://www.petrogas.com.tr/modules.php?name=News&file=article&sid=2527 , (Erişim: 30.9.2006)

2 Brian Bennet-James Graff-Scott MacLeod,…; “What Would War Look Like”, Time, September 25, 2006, s.28.

3 Pamela Ann Smith; “$100 a barrel’ Myth vs. Reality”, TheMiddleEast, July 2006, s.37.

4 Faruk Akkan; “Yeni Süper Enerjik Güç”, http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=23561, (Erişim: 19.3.2006).

5 İlhan Uzgel; “Karadeniz Ekonomik İşbirliği”, Türk Dış Politikası, Cilt:II, Editör: Baskın Oran, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.519.-Ayrıca bkz: “Astride Two Continents - Heart Of Euroasia”, www.bsec-organization.org/discover.htm-Tansuğ Bleda; Black Sea Economic Cooperation Region, Turkish Review Quarterly Digest, Ankara, Spring 1991, s.17-22.

6 www.turkishpilots.org/DOCUMENTS/ sayfasından alınan verilere göre, 2000 yılı içerisinde İstanbul Boğazı’ndan geçen toplam 48.079 gemiden 2203 adedi (yüzde 5) 200 m.’den uzun gemilerdi. Ortalama ayda 4007, günde ise 134 gemi geçişi olmuştur. Gemilerin yüzde 40’ı (19.209) kılavuz kaptan (pilot) almıştır. Aynı yıl 4937 adet tanker geçişi olmuştur.

7 Mike Biblo; “Oil Transport in the Turkish Straits”, Problem of Regional Seas 2001, Edit.: Bayram Öztürk, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2001, s.95.- Ayrıca: Alan Makovsky; “U.S. Policy toward Turkey”, Edit.: Morton Abromowitz, Turkey’s Transformation and American Policy, The Century Foundation Pres, New York, 2000, s.263.

8 Hasan Ulusoy; “A new Formation in the Black Sea: BLACKSEAFOR”, Perceptions – Journal of international Affairs, SAM, December 2001-Februar 2002, ss.100-101.

9 Dmitry Polikanov and Graham Timmis; Russian Politics under Putin, (Edit.: Cameron Ross), Manchester University Press, Manchester and New York, 2004, s.229.

10 Haktan Birsel; “Hazar Enerji Havzasının Dünya Hâkimiyeti Mücadelesindeki Rolü”, 2023, 15 Eylül 2005, s.19.

11 Federico Bordonaro; Bulgaria, Romania and the Changing Structure of the Black Sea's Geopolitics, 20 May 2005, http://www.pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=302, (erişim: 3.5.2006).

12 Intelligence Brief: Poland Fumes Over Russian-German Projects; Meeting in Lithuania to Counter Russian Influence in F.S.U., 2 May 2006, http://www.pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=483&language_id=1

13 Immanuel Wallerstein; “Haklı Savaş”, Fernand Brudel Vakfı, Binghamton Üniversitesi, , 15 Şubat 2003

http://www.binghamton.edu/fbc/107-tr.htm (erişim : 23.2.2006).

14 USU richten erstmals Stützpunkte in Rumaenien ein, 6. Dezember 2005, http://www.welt.de/data/2005/12/06/814319.html

15 “ABD, Sofya’dan Üsleri Aldı”, Akşam, 29.4.2006, s.17.

16 “Rusya: ABD Değil, Türk Gemisi Olsun”, Akşam, 1.5.2006, s. 18.

17 Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl: Montreux ve Savaş Öncesi Yılları, TC Dışişleri Bakanlığı, 4. Kitap, 1973, ss. 116-117.

18 Karadeniz uğruna yapılan küresel mücadelenin ayrıntıları için bkz: Celalettin Yavuz, “Karadeniz Jeopolitiğinde Küresel Egemenlik Mücadelesi”, 2023, Sayı: 61, 15.5.2006

19 “Kazakhistan: Reaching for the Stars”, Foreign Affairs, Volume 85, Number 5, September/October 2006, s. 74’ten itibaren verilen özel ilâvede s.2.

20 Özbekistan Ülke Raporu, TİKA, Ankara, Haziran 1995, s. 13; Ayrıca bkz: Suat İlhan; Türklerin Jeopolitiği ve Avrasyacılık, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2005, s.123. Suat İlhan Özbekistan’ın yıllık altın üretimini kaynak belirtmeden yıllık 250 ton olarak yazmaktadır.

21 Mehmet Seyfettin Erol; “Avrasya Jeopolitiğinde Orta Asya ve 11 Eylül”, Yakın Dönem Güç Mücadeleleri Işığında Orta Asya Gerçeği, Haz.: Ertan Efegil, Elif H. Kılıçbeyli, Pınar Akçalı, Gündoğdu Yayınları, İstanbul, 2004, s.190.

22 Remzi Kılıç; “Türk Dünyasının Gündeminde Tartışılan Meseleler”, (erişim:2.10.2006),

http://host.nigde.edu.tr/~remzikilic/yayinlar/turkdunmesele.htm

23 Şükrü Elekdağ; “ Orta Asya’da Rekabet ve Güç Mücadelesi ”, http://www.milliyet.com.tr/1998/04/27/yazar/elekdag.html, (erişim: 27.9.2006)

24 Hazar Denizi’nin statüsü konusundaki ayrıntılar için bkz: Sinan Oğan; “ Yeni Global Oyun ve Hazar’ın Statüsü ”, 14.2.2005,

http://www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1=2&yazi=153, (erişim: 18.10.2006).

25 Bkz: Türkiye-Türk Cumhuriyetleri İlişkileri Raporu Özeti, Kitap 5, T.C. Başbakanlık DPT Müsteşarlığı, 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ağustos 1995, s. 8.

26 Çağrı Kürşat Yüce; “Bağımsız Türk Cumhuriyetleri'nin Enerji Potansiyelleri ve Önemi”

http://www.usakgundem.com/makale.php?id=186, (erişim: 27.9.2006)

27 Ç. Kürşat Yüce; “1990 Sonrası Oynanan Yeni Büyük Oyun ve Hazar Havzası’nın Önemi”, Global Strateji, Yaz 2006, Yıl:2, Sayı:6, s.113.

28 Karadeniz'de Ortak Rafineri, (erişim: 2.10.2006)

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Gundem&file=article&sid=63

29 Kazmunaygaz, Petro Kazakistan’ın Yüzde 33 Hissesini CNPC’den Satın Aldı, http://www.petrogas.com.tr/modules.php?name=News&file=article&sid=2599, 12.7.2006, erişim: 30.9.2006)

30 Kazakistan’ın da BTC’ye Katılması, http://www.petrogas.com.tr/modules.php?name=News&file=article&sid=2513, 19.6.2006, (erişim: 30.9.2006)

31 Arslan Bulut; “ Türkistan Birliği ve Nazarbayev ”, Yeni Çağ, 2.12.2005.

32 Özcan Yeniçeri; “Orta Asya Devletler Birliği”, 2023, Sayı: 50, 15 Haziran 2005, s.19.

33 Abdulvahap Kara; “ Kazakistan ve Orta Asya Birliği ”, 2023, Sayı: 50, 15 Haziran 2005, s.29.

34 Ahat Andican ile Özbekistan-Türkistan Üzerine Söyleşi: “ Kerimov, ‘İslâmcı Terör’ İddiasını Batı’dan Destek Almak İçin Kullanıyor ”, 2023, Sayı: 50, 15 Haziran 2005, s.36.

35 Esra Hatipoğlu; “ Orta Asya Cumhuriyetleri Arasında Bölgesel İşbirliği ve Entegrasyon Hareketleri ”, Avrasya Etüdleri, TİKA, Sayı:17, İlkbahar-Yaz 2000, s.58.

36 Mehmet Yüce; “ Türkistan’da Enerji Savaşı ”, http://www.oncevatan.com.tr/Yazar.asp?id=42, 23.05.2007

37 Hürriyet, “ Hayatımı Oğuz Han'ın Ulu Onuruna Adıyorum ”, 15 Şubat 2007, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/5955063.asp?gid=51

38 Yuliya Tymmoshenko (Ukrayna Parlamentosu Muhalefet Lideri), “Containing Russia”, Foreign Affairs, May/June 2007, ss. 70-74.

Kaynak: 2023 Dergisi sayı:75 Kay.Tar: 18.8.2008


http://www.enerji2023.org/index.phpoption=com_content&view=article&id=105:avrasyada-enerj-eksenl-btmeyen-qbueyuek-oyunq-2&catid=15:stratej&Itemid=36


***