24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI BÖLÜM 1

FARUK ARSLAN,

 Buraya kadar olan bölümde Almanların Türkiye’nin kadim sorunlarına yoğun ilgisinden bahsedildi. Bunların arasında en önemlileri Alevi ve Kürt sorunuydu. Peki Almanların Kürtlere olan ilgisi nereden geliyordu ve neden PKK sorununu bu denli kaşıyorlardı? Sıra bu konunun geçmişine göz atmaya geldi. Burada, 1990’lı yılların başına geriye dönelim ve Almanların Kürtlere olan ilgisinin kilometre taşlarına göz atalım. 1991 yılıydı, Almanya ve 
Batı medyasında PKK'yla çok sıkı bir şekilde tartışılıyor ve şu konular gündeme geliyordu: 
PKK ayrılıkçı bir silahlı güç olarak siyasi mücadelesini silahla veriyor ve ülkede gördükleri baskı rejimine tepki olarak Kürt bölgesini Türkiye sınırlarından ayırmak ve bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak istiyordu. Türkiye medyası ise buna karşılık, genelde Kürtleri hiç bir bakımdan önemsemiyor ve PKK'yı da gözü dönmüş üç beş kişilik bir terör gurubu ve bir papulcu takımı gibi horlayıcı bir dille lanse ediyordu ve henüz ülkede öldürülen insanların sayısı 40 binlere ulaşmamıştı. 

Türkiye kendi tezini demokratik batı ülkelerine kabul ettirmek için olağanüstü çaba harcıyordu. Bu çerçeveden Türkiye genelkurmayı Almanya genelkurmay başkanını Türkiye'ye davet etmişti. Resmi ziyaret çerçeve sinde Alman General Diyarbakır da dahil birkaç yere götürülerek bazı gerçekleri bizzat yerinde görmesi ve ona göre bir değer yargısında bulunması istenmişti. Almanya genelkurmay başkanı Türkiye'de iken DPA 
ajasına demeç vererek „Türkiye'nin teröre karşı haklı bir mücadele verdiğini ileri sürünce her şey bir anda karıştı. Almanya savunma bakanlığı, emrindeki genelkurmay başkanını resmi ziyareti henüz tamamlayamadan geri çağırdı ve görevine derhal son verdi. Gerekçe: Yetkisi olmadığı halde siyasi konularda kişisel görüşünü açıklamasıydı. Çünkü Almanya'da herkese 
her konuda oldukça geniş bir kapsamlı görüş açıklama özgürlüğü olduğu halde askerlere yasaktı. Türkiye’deki bazı aydınlar PKK siyasallaşmak istiyor iddiasında bulunurken, Almanya devleti ve hükümeti konuyu zaten siyasi olarak algıladığı için kendi genelkurmaybaşkanı görev ve sorumluluklarının dışına çıkmakla itham etmiş ve görevine son vermişti. 

O halde şu soru sorulabilir: Almanya neden PKK sorununu terör sorunu olarak değil siyasal bir sorun olarak algılanmasını istiyor ve buna aykırı hareket eden genelkurmay başkanıyla dahi ters düşebiliyordu. Aslında bu soruya cevap verebilmek için PKK’nın kuruluş yıllarına gitmek gerekiyor. Daha 40 yıl öncesine kadar ortalarda yokken PKK Almanya’nın da 
içerisinde olduğu üçlü bir ittifakla kurulmuştu. PKK´yı kuran, Sovyet KGB’sinden devralarak 1990 sonrası destekleyen İsrail + ABD + Almanya üçlüsüydü. Eşzamanlı olarak Ergenekon´u besleyerek, ‘mason darbeci paşalara’ güneydoğuyu bombalatmış, faili meçhuller cinayetler işlettirip, uyuşturucu kaçakcılığında rol aldırıp, PKK´nın zemin bulmasını ve büyümesini sağlamışlardı. BND ve PKK bağlantısı oldukca belirgindi. Alman 
derin devletinden bahsederken, BND’nin Alman şirketleri ve Türkiye’deki enerji ihalelerine göz atmak gerekiyordu. Sadece Almanya’dan Ankara’ya uçan Almanların nereden geldiklerine bakılsa yeterliydi. Almanlar, Ergenekon’la yaptıkları işbirlikleri sayesinde Ankara’dan rahatlıkla ihale alabilmeye başladılar. İşin asıl ilginç tarafı Bu derin Almanların neler yaptığını gözetenin, soruşturanın olmamasıydı. HalbukiTürkiye’de yabancı ajanların gayri resmi faaliyette olması anayasamıza aykırıydı. Bu ajanların toplanması, deşifre ve sınırdışı edilmesi gerekiyordu. Diğer yandan Türkiyenin Almanların BND’si kadar başarılı bir örgütü yoktu. 1990’larda Almanya’ya PKK’lı ailelerin göç etmesinin sadece ekonomik nedenlerden dolayı olduğunu bile bile onları ilticacı statüsünde Almanya’ya kabul ettiler. 
Göçü siyasi bir olgu gibi göstermeye çalıştılar. Hatta onlara maaş bağladılar. Kağıt üstünde hakimlere gerekenleri söyleyen ve Türkiye’yi şikayet eden Kürtler, Türkiye’den rüşvetle aldıkları sahte mahkeme belgeleri ve evraklar la yıllarca Almanları kandırdılar. Almanya’ya o dönemde 11 binden fazla direk PKK’lı olduğunu söyleyerek iltica eden Türk vatandaşı bulunuyordu. Bunlar Kürdistan’dan geldiklerini ifade ediyor ve Almanlar da olmayan bir 
devleti kabul ediyordu. 

2000’li yıllarda Türkiye’nin Kürtlerle ilgili bir etnik sorun olmadığını bildirmesi yüzünden Kürt sığınmacılar, Almanya’dan sürülme korkusuyla yaşıyorlardı. Geçmişte oturum ve vatandaşlık almış, aşırı militanlaştırılmış, siyasileştirilmiş Kürtlerin Türkiye’ye geri dönmesinde Türkiye’nin bir faydası olmadığı için Ankara sessiz kalıyordu. Ancak 2002 yılından beri Türkiye’den iltica taleplerinin yüzde 92’si ret edildi. Gittikce bu nüfus Almanya’nın başına bela olmaya başlamıştı. Hatta Alman polisi Türk polisinden yardım 
istemek zorunda kaldı. Berlin’de 2010 yılından beri Türk polisi Alman polisi ile birlikte çalışıyordu. Alman makamları, Kürtlerin Alman sosyal devlet sistemine pahalıya patladığını anladığında artık çok geç kalmıştı. Kürt politikalarında değişiklikler yapmak kaçınılmaz hale geldi. Alman medyasına halen PKK’lıların yönlendirdiği asker düşmanlığını yansıtan azgın nefret ve düşmanlık dili hakimdi. ABD’nin ardından Almanya’da 1993’de PKK’ yı terör örgütü ilan etti. Almanya Adalet Bakanlığı ve İç İşleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcıları ile Ekim 2000’de bu konuları görüşmüştüm. Yetkili isimlere, eline kan bulaşmış, PKK’lı 11 bin katil militanı neden göz göre göre sığınmacı olarak kabul ettiklerini sormuştum. 

Verdikleri cevap ilginçti: Yıllarca Türkiye’de idam cezası vardı, ayrıca bu PKK’lıları Türkiye’ye iade etsek hapishanelerde onları bekleyen işkence vardı. İşin gerçeği ise, Almanlar PKK’lılardan  korkuyor du. Hiç bir Alman mahkemesi PKK’nın aktif militanlarını doğru şekilde yargılayamıyor du. Sebebi, PKK’lıların Almanya’da dava hakimlerini tehdit etmesi ve  korkutmasıydı. 

Diğer yandan Almanlar ülke içinde yükselen Dazlak ve Neonazi eylemleri ve şiddetini durdurmaktan dahi acizdi, Türkiye ise kendi içinde PKK’ lılarla mücadelede başarısız kaldığından Almanya’daki PKK’lılara sıra gelemiyordu. Diğer yandan Almanya her ne kadar PKK lılardan rahatsız olsa da Türkiye’ye karşı oluşmuş bu diaspora işine geliyordu. 

2011 Ekiminde Erdoğan’ın, Alman Vakıfları ve Alman Kalkınma Bankası’nın kredi ve hibelerinin yanlış yerlere gittiğini, ülkenin bölünmesi için kullanıldığını yüksek sesle ortaya atması bir anda üllkeyi ayağa kaldırdı. 
Bu iddia sahibi ülkenin başbakanıydı ve çok ciddi bir iddia ortaya atmıştı. Neredeyse iki ülke arasında savaş çıkaracak kadar, büyük bir olaydı bu. 

Peki hükümet bu iddiayı neden ortaya atmıştı? Sebep aslında çok basitti, Almanya’da yaşayan Kürtler Ağustos 2011’de bir takım militanca faaliyetlarde bulunan dernek ve kurumlara ulusal statü elde etmek üzere imza kampanyası başlatmışlardı. Toplanan yeterli sayıda imza Alman Parlamentosu’na sunulmuş ve yasal süreç işlemeye başlamıştı. İşte 
birçok faktör öne çıksa bile belirleyici factor PKK’lı Kürtlerin Avrupa ayağının statüsü elde etme çabasıydı. Almanlar Kürtler yerine Türkiye’yi seçecekti elbette… 

MİT GÖRÜŞMESİNİ ALMANLAR MI SIZDIRDI? 

Almanya’nın PKK’nın siyasallaşması konusunu tamamen kendi çıkarları konusunda yönetmeye başladığı çok geçmeden belli oldu. PKK’nın siyasallaşmasının kendi çıkarları aleyhine veya kendi istemedikleri bir zamanda olmasını istemiyorlardı. Bu sebeple 2011’de patlayan MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile PKK’nın Avruapa sorumluları arasında yapılan 
gizli görüşmelerin haberini kayıtlarıyla basına sızdıranın Alman Gladyosu Kılıç veya BND olduğu neredeyse kesindi. Almanlar ise görüşmeleri medyaya sızdıranın İngiliz istihbaratı MI6 olduğunu yaydı. Ortak amaçları belliydi: PKK ile Türkiye’nin barış yapmasını engellemek. Türk milliyetçiliğini körükleyerek Türk ve Kürtleri birbirinden ayırmak. 

Dolayısıyla Alman vakıfları dosyası ve MİT’in Oslo fiyaskosu konusunda Başbakana doğru bilgiler geldiği kesindi. Hakkâri ve Diyarbakır’dan 12 Haziran 2011 seçimi öncesi gelen bir başka bilgi gelişmeleri teyid ediyordu: Global Ergenekon’un Suriye’de başlattığı Baas rejimini devirme hamlesiyle eşgüdümlü olarak gelişecek olan Hakkari’de oynanan büyük bir oyun söz konusuydu. Çünkü kriz düğmesine aynı merkezden basıldı. Ergenekon’un baronu ve ejderi, global Ergenekon’dan aldıkları cesaretle ‘Kürt kozunu’ sahneye koydu. Kandil ve İmralı’nın emirlerini CIA ve Mossad’dan aldığı talimatlarla yerine getiren Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP, “ Sürgünde Kürdistan Parlamentosu ” adı altında özerklik kurmaya hazırlanıyor du. 

Mesele Kürt sorununu çözmek değil, çözdürmemekti... 

Peki bu noktaya nasıl ve neden gelindi? 10. Ergenekon dalgasında mason localarına ulaşılması, global Ergenekon’u rahatsız etmişti. İstanbul baronları ve medya ayaklarına dokunulmaması için hükümetle pazarlığa giriştiler. Başarılı da oldular, Ergenekon soruşturması sadece ordudaki suçlulara yönelirken, işin finans kısmı bilerek görmezden gelindi. Medyanın propaganda ayağında tutuklananlar ise deyim yerindeyse devede kulaktı. 
Seçimde zoraki seçtirilen Silivri ve PKK adaylarının oluşturacağı kaos da planlıydı. Amaç seçim sonuçlarına gölge düşürmekti ve “Baron” ve “Ejder” ikilisinin global Ergenekon’dan aldığı onayla tasarlanmıştı. İşin aslında, seçtirilen bu kişiler kendilerine dokunulmaması ve ihalelerden daha fazla pay kapmak amacıyla hükümete şantaj için kullanıyorlardı. 

HAKKARİ’DE NELER OLUYOR? 

Hakkari’de oynanan oyun ise çok daha önemli. Şimdi de bu oyunun şifrelerini çözelim. Hakkâri için 2006’da alınan global Ergenekon kararı, 12 Eylül 2010 referandumu ve 12 Haziran 2011 seçiminde başarı ile uygulandı. Hakkari’de yaşayan her vatandaşımızın evinden baskıyla, zorbalıkla, şantajla dağa, PKK’ya en az bir adam kaçırma projesi, bölgedeki 
Ergenekoncu komutanların göz yumması ile gerçekleştirildi. 2008 yılına kadar PKK’ya Hakkâri’den katılan insan sayısı yılda elli iken, son üç yılda bu rakam yılda beş yüze çıkartıldı. Elimdeki sağlam bir istihbarat raporuna dayanarak bunları söylüyorum. Karakol baskınları ile hükümet küçük düşürüldü. Halk korkutuldu. Silah zoruyla yapılan seçimde BDP, Hakkâri’de tamamı, 36 bağımsız adayını seçtirdi. Böylece planın ilk aşaması olan 
“kurtarılmış” Hakkâri hayata geçirildi. Planlara göre bundan sonraki süreçte Şırnak ve Cizre başta olmak üzere başka iller Türkiye’den kopartılacak ve dört yıl içinde bölge halkının tüm oyu sadece PKK’nın gösterdiği aday veya partiye kaydırılacak. Burada bir bilgi daha vermek gerekiyor: Diyarbakır’da seçim öncesi ele geçirilen ve çözülmesi sağlanan Mossad ajanından elde edilen bilgiler ve belgeler kamuoyuna açıklanacak mı acaba? En kilit sorular ise şunlar: Hakkari’den ve diğer Doğu illerimizden zorla seçtirilen BDP’li milletvekillerinden kimler hangi yabancı istihbarata ve devlete 
çalışıyorlar? Nereden mali destek alıyorlar? Bu durum, milletvekilliğinin düşmesine sebep değil midir? Türkiye’de bu işleri koordine eden yabancı diplomatlar kimlerdir? Neden sınırdışı edilmiyorlar? En önemlisi Kürt sorunu, bu karmakarışık, çapraz, ilişkilerin olduğu bir ortamda nasıl çözümlenecek? Mossad ajanından elde edilen istihbarat, bu sorulara ve fazlasına açıklama getiriyor. Irak, İran ve Suriye’deki Kürtleri kapsayan plan çerçevesinde 
global Ergenekon, “Büyük Kürdistan” için devrede. Suriye’deki Baas rejimi iktidarı, Türkiye’deki Ergenekoncu ekiple aynı düşünce yapısına (Nusayri Alevileri dine oldukça uzak bir Şiilik koludur) sahip olduğu halde neden tasfiye ediliyorlar? Çünkü İran’ın Suriye ve Lübnan’daki Şii bağlantılarını sağlayan Şam rejimi artık işlevini yitirdi, miadı doldu. 

Türkiye’de de Baas benzeri cunta kurmaya çalışan Mason Bektaşi çetenin savunduğu azınlıkların çoğunluğu yönetme stratejisi çöktü. 
Global Ergenekon, Oyun ve Oyuncu değiştirdi. Yüzde 80’i Sünni Suriye halkının, AK Parti’yi ve liderini sevmesi bunda en büyük etken.

Yukarıda belirtildiği gibi Ergenekon’un en tepedeki isimleri kendilerine ulaşılmasını engellemek için bu tür planları organize etmekteydiler. Ergenekon’da kod adı “Ejder” olan şahıs, 9 Haziran 2011 günü AK Parti Genel Merkezi’ne giderek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü ve helâlleşti. CHP’nin birinci parti olarak çıkacağı kehanetinde bulunan 
bu işadamı İnan Kıraç, aslında baronun sağkoludur, özel ulağıdır. Vehbi Koç’un milyon dolarlarını Milliyet gazetesini satın alması için 1979’da Aydın Doğan’a getiren isimdir aynı zamanda. Gazeteci ve yazar Avni Özgürel, Radikal’daki köşe yazısında o şu şekilde geçiyordu: ‘’ Yurtbank patronu Ali Balkaner’in mahkeme ifadesinde “ Bizler 18 büyük aileyiz. 

Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nı manipüle eden kişi, bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır. Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi’ diye tarif ettiği kişi’’ AK Parti’den ilk yerli otomobil projesini Karsan adına kapacak kadar maharetli bir işadamıydı 

O halde PKK kime güveniyordu? Elbette, 1998’den beri PKK’yı taşeron örgüt olarak kullanan ve denetimine alan Mossad’a ve Alman BND’ye ve Kılıç’a bel bağlıyorlardı. 

Dolayısıyla Ergenekoncu askerler, Mossad ve Kılıç ile PKK işbirliği olmasaydı, çoktan terörün kökleri kurutulmuştu. 

PKK, 1980 ile 1987 arasında Diyarbakır Cezaevinde yapılan işkencelerle zorla doğurtulmuştu. Kasıt vardı. Daha sonraki süreçte devlete kin dolu PKK’nın istihbarat örgütlerince kullanılması artık daha kolaydı ve öyle de oldu. İstihbarat örgütlerine bir sure sonra devletin karanlık yüzü de katıldı. Bu yeni katılımdan doğan uyuşturucu, insan kaçakçılığı, silah ticareti bitirilmeden PKK veya Kürt sorununun bitirilmesi mümkün değildi. 

Ergenekoncu askerlerin orduya sızmaları PKK’nın zemin bulmasını sağlıyor işleri daha da karmaşıklaştırıyordu. Ta ki 2011 yılına kadar. Bu sene daha once yapılamayan ya da yüzeysel olarak yapılan şeyler yapılmaya başlandı. İşler artık PKK aleyhine değişmişti. Ekim , Kasım ve Aralık 2011’de PKK’nın uyuşturucu depolarına yapılan baskınlarla gelir yolları tıkandı. Fransa’da açılan davada Avrupa’dan yılda bir milyar dolar haraç toplayan PKK üyeleri tutuklandı ve PKK’nın peşin para transferini sağladığı kurye sistemi 
çökertildi 

Hakkari’deki Kavaklı Ana terörist yetiştirme kampı dağıtıldı. KCK operasyonları ile şehir yapılanması çökertildi. Halen Van’ın Başkale sınır kapısından, Hakkari, Yüksekova uyuşturucu yollarından katırlarla, eşeklerle uyuşturucu taşınıp Van’a getiriliyordu. İşlenmiş halde Van’a İran ve Irak’tan gelen uyuşturucular, buradan İstanbul’a ve Avrupa’ya pazarlanıyordu. İşin ilginç tarafı dindar olmasına rağmen Van halkının yüzde 80’inin araçlarının uyuşturucu taşımaktan sabıkalıydı. Peki bu uyuşturucusu maddeler kime aitti? 

Bu güne kadar yapılan operasyonlardan elde edilen bilgiler bu konuda Ergenekon yapılanmasını, PKK’yı, MOS-SAD, CIA ve BND’yi işaret ediyordu. Buradan çıkan bir başka anlam politik gözüken güç elde etme savaşının arkasında aslında hep ekonomik bir savaşın olmasıydı. 

Fakat yukarıda değinildiği gibi son zamanlarda yaşananlar, özellikle ordunun Ergenekoncu subaylardan temizlenmesi her şeyin bir anda değişmesine sebep olmuştu. Fakat PKK sorunu bir çok farklı actor sayesinde devam ediyordu ve bu planın karşısında duran iki ülke ve iki istihbarat karşımıza çıkıyordu: Almanya’nın BND’si ve İsrail’in MOSSAD’ı… 
Özellikle Alman vakıflarının Kürtlerin siyasileştirilmesinde rolü büyüktü. 

SURİYE OYUNU 

CHP’nin ülkemizde muhalefet partisi olmayı beceremediği ve zayıf kaldığı dönemde, Suriye’de yaşanan Arap baharı değil bir NATO baharıydı. Özgür Suriye Ordusu’nun liderleri Suriyeli değildi. Bu kişi Iraklıydı ve MI6, CIA ve MOSSAD tarafından Irak’ta yetiştirilmişti. 

Libya’da Kaddafi’yi yok eden sivil gerilla modeli Suriye’de uygulanıyordu. Suudi Arabistan ve Katar, Esed’i devirme projesinin bütçesini veriyor, Türkiye Suriyeli muhaliflere 2011 ve 2012 arasındaki periyodda hem siyasi hem askeri lojistik veriyor eğitim açısından da ev sahipliği yapıyordu. 2012 başından beri ise eğitim merkezi Özel Harp subayları tarafından Lübnan’da Beka Vadisi’ne kaydırıldı. Şam yönetimi buna yanıt olarak PKK ile organik ilişki içinde olan PYD’ye tam destek verdi, Kandil kamplarının Afrin’e getirilmesine, en sonda bölgenin Kürtler tarafından yönetilmesine gözyumdu. Türk ordusunun Suriye’ye girmesi için tüm dünya güçleri ve Şam elinden geleni yapıyordu. Peki bu plan kimindi ve sonuçta meyvesini kim toplayacaktı? Biz buna bakalım. 

Bilindiği üzere Suriye’de dış destekli iç savaş ve terörü tırmandıran Amerika ve NATO ülkeleri, muhaliflere geçici hükümet kurma çağrısı yapmıştı. Geçici Hükümet için, Arap Birliği ve Katar’dan destek istendi. Fakat olaylar batının istediği gibi gelişmemişti. Suriye’deki rejim kolay pes etmemeye kararlıydı. Esad’ın beklenilmeyen direnişi, batıyı yeni çözümlere sürükledi. BM ve Cenevre kararlarını tanımayan Batı, terör sopası ile geçici hükümet 
çözümünü aynı anda piyasaya sürerek çözüm aramaktaydı. Böylelikle kamuoyundan ustalıkla kaçırılan Evanjelist, eski ABD Başkan Adayı olan ‘John Mccain’in planı, yani Neoconların projesi gerçek oluyor, saklanan global proje ortaya çıkıyordu. BM Güvenlik Konsey’inde Şam rejimine müdahale ettirmeyen Rusya ve Çin’in Beşşar Esed’in kovulmasına ve 
Nusayrilerin kaderlerine terkedilmesine karşı çıkması danışıklı bir dövüştü. Dünya kamuoyu hazırlanıyordu., hem Türkiye hem de ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsünün ısrarla talep ettiği, Rusya ve Çin’i de tatmin edecek i ‘win win’ formulü tekrar devredeydi… 

Almanya ise 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde ilk defa NATO bloku dışında kalarak Rusya ve Çin cephesine geçti ve Esedsiz rejimi değil zayıflatılmış Nusayristan’ın devlet Başkanı Beşşar Esedli yeni dönemi destekledi. Almanya ve Rusya, rejime karşı savaşan sivil gerilla güçlerini Selefi radikallerin, El Kaide’nin desteklediği iddiasını ortaya atarak terörist ilan etti. Almanya artık açık bir şekilde Esed rejimini ayakta tutmaya çalışıyordu. Sıcak denize indiği tek üssü olan Tortum limanını kaptırmaya niyeti olmayan Rusya ise Nusayristan’ı kopara kopara alacaktı. Üçe bölünmüş Suriye planında Esed’in ülkeyi terketmesine gerek kalmıyacaktı. Türkiye bu gelişme ittifaklar sonucunda, NATO‘dan Suriye’de tampon bölge yapmasını bile istedi. Özgür Suriye Ordusu’na Türkiye ve diğer uluslararası güçlerden daha fazla destek geleceğini düşünürsek Suriye içerisinde daha da güçlenecek ve daha iyi operasyonlar yapacaktı. Bu operasyonun hedefi Suriye Özgür Ordusu’na destek vererek, tampon bölge oluşturmaktı. Dünya, - Amerika ve İsrail’in de bloke etmesi sonucu Özgür Suriye 
Ordusu’na gerektiği kadar yardım etmedi. Halbuki muhalifler ağır silahları edinebilseydi savaşın seyri hemen değişirdi. Çünkü Suriye ordusu çözülmeye hazırdı, sadece karşı tarafın güçlenmesini bekliyordu. Karşı taraf güçlendikçe Suriye ordusu darmadağın olacaktı. Rejim de darmadağın olacaktı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 4

PANZER VE KÜRT İSYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 4


ALMANYA, VAKIFLAR VE CHP İLİŞKİSİ 

Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarından duyduğu rahatsızlığı dile getirmesi ve bu vakıfların PKK’ya destek verdiklerini belirtmesi, gerçekten de Almanların alışık olmadığı bir durumdu. Başbakanın "Bir Alman vakıf var. CHP ve BDP'li belediyelerle çalışıyor” şeklindeki açıklaması, dikkatleri dost ve müttefik gözüken ancak her 
fırsatta Türkiye'nin aleyhine faaliyetlerde bulunan Alman vakıflara çevirmişti. Akit'e konuşan araştırmacı-yazar Talip Doğan Karlıbel, bu konuda çok çarpıcı açıklamalarda bulunarak işin boyutlarını ortaya seriyordu. CHP'nin Friedrich Ebert Vakfı'ndan 85 bin euroluk para yardımı aldığını belgeleriyle ortaya çıkaran Karlıbel, Türkiye'de 53 Alman 
vakfının bulunduğunu, bu 53 vakıftan 5'inin siyasi vakıf olduğunu belirtirken, “Bu vakıflar, Alman dış istihbarat servisi BND'nin sivil toplum ayağıdır. Bu vakıflar ne zaman bir yere gittiyse o devlette kısa bir süre içerisinde terör odaklı oluşumlar oluşmuştur. Bu vakıflar cuntalar yaşamış demokrasiye geçiş sürecindeki devletlerde, Alman ekolü bir siyasi sistem 
oturtmak amaçlı vakıflardır” diyordu. Türkiye'deki bu 5 siyasi vakfın derhal Türkiye sınırları içerisinden çıkarılması ve yasaklanması gerektiğini ifade eden Karlıbel, bu vakıfların 25 yıldır Türkiye'nin üniter yapısını bozacak faaliyetler içerisinde bulunduğunu vurguladı. 

Talip Doğan Karlıbel’de, PKK sorurunu çözmek isteyen siyasi iradenin, teröre destek veren bu vakıfların faaliyetlerini engellemesi gerektiğini dile getiriyordu.Alman vakıfların Aleviler üzerinde de büyük oyunlar oynadığına dikkat çeken Karlıbel, “Türkiye'de mezhep sorunu çıkarıp aynı Irak'daki Şii-Sünni çatışmasını tetiklemek amaçlı faaliyetler içerisindeler. 
Aleviliğin İslam dışı olduğu tezini yoğun bir şekilde işliyorlar” diye konuştu. Kolayca Türkiye'de temsilcilik açan bu vakıfların, Avrupa'da Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturduğuna işaret eden Karlıbel, “Yurtdışında PKK propagandası yapıyorlar” şeklinde konuştu. Erdoğan'ın rahatsızlığını dile getirdiği vakfın Friendrich Ebert olduğunu da kaydeden Karlıbel, bu vakfın CHP'ye para yardımında bulunduğunu ortaya çıkardığını hatırlattı. 

Karlıbel, Ebert'in yaklaşık 20 yıldır CHP ve BDP'ye para yardımında bulunduğunu iddia ederek, “Bu vakıflara Türkiye'de sadece AK Parti ve MHP karşı çıkıyor. CHP ve BDP ise zaten bu vakıflarla iç içe faaliyet yürütüyor” değerlendirmesinde bulundu. Friedrich Ebert Vakfı'nın Türkiye aleyhine yürüttüğü faaliyetlerin artık iyice deşifre olduğunu vurgulayan 
Talip Doğan Karlıbel, bu yüzden Ebert'in misyonunu fiilen Türkiye'de gözükmeyen aşırı komünist Sol Parti DIE Linke'nin Rosa Luxemburg Vakfı'nın üstendiğini belirtti. Karlıbel şöyle konuştu: “Alman Sosyal Demokratlardan kopma aşırı komünist DIE Linke'nin vakfı Rosa Luxemburg, fiilen Türkiye'de gözükmese de 3-4 yıldır İstanbul, Ankara ve İzmir'de 
faaliyetlerini sürdürmektedir. İlginçtir bu vakıf Ebert Vakfı'nın faaliyetlerini üstlenmiştir.” (67) 

Vakit gazetesin de yayımladığı haberde bu doğrultuda bilgiler veriyordu. “Alman Vakfı’ndan CHP’ye para yardımı!” başlıklı haberin ayrıntısı, özetle şöyleydi: “CHP’nin Alman istihbaratı ve partileri tarafından desteklenen Friedrich Ebert Vakfı’ndan 2005’te 85.000 Avro para yardımı aldığı ortaya çıktı.” Vakit’in Alman Ebert Vakfı’nın CHP’ye para yardımı yaptığını gösteren belgeli haberini destekleyen tespitler ortaya çıktı. Aralık 2002’de 
faili meçhul bir cinayete kurban giden tarihçi yazar Necip Hablemitoğlu, Alman vakıflarının Türkiye ile neden yakından ilgilendiğini anlattığı kitabında şu tespitte bulunuyordu: “Ebert Vakfı, Türkiye’deki siyasi partiler içinde en çok CHP ile ilişki içindedir.” 

CHP bu iddiaları çürütmek bir yana dursun iddiaları destekleyecek faaliyetlerde bulunuyordu. Örneğin CHP’li yöneticilerin sık sık Friedrich Ebert Vakfı’nın Almanya’daki davetlerine katıldığı, Şubat 2011’de 14 kişilik bir heyetle vakfın sponsorluğunda bir hafta Almanya’da ağırlandığı medyaya yansımıştı. CHP PM Üyesi Didem Engin, Friedrich Ebert Vakfı’nın düzenlediği yuvarlak masa toplantısında yaptığı konuşmada; Türkiye ve AB ilişkilerini sağlıklı bir zeminde yürütecek tek partinin CHP olduğunu belirterek, CHP’nin tek başına iktidar için yürüttüğü çalışmalar konusunda bilgi aktarmıştı. 

 DENİZ FENERİ KILIÇ’IN BİR OYUNU 

Şimdi ülkeyi çok sarsan Deniz Feneri olayına bir kez daha dönelim. Kitapta şu ana kadar anlatılanlar bu bölümü daha da anlamlı kılacaktır. 
Bir zamanlar ülke gündemini sarsan Deniz Feneri olayının herkesin bilmedi ği bir başka anlamı daha vardı. Aslında bu olay Türkiye ve Almanya arasında cereyan eden güç savaşlarının bir yansımasıydı. Almanlar bu 
kez tüm kozlarını oynamıştı. Sonuç: Almanların derin devleti Kılıç, Deniz Feneri skandalını üreterek AK Partiye Almanların neler yapabileceğini göstermiş oldu. Aydın Doğan medyasında sık sık Deniz Feneri olayını soruşturan Türk savcılarının konuşmasının engellendiği, Alman savcıların Türkiye’ye gelmelerine mani olunduğu ve Türk savcıların  belge toplamak için Almanya’ya gitme taleplerinin geri çevrildiği yazılıyordu. Hatta Almanya’ya gitmek isteyen savcılara uçak paralarını kendilerinin karşılamaları istendiği şeklindeki iddialar gündeme Doğan medyası tarafından sık sık dile getiriliyordu. İşin aslında bunların hepsi Alman Kılıç ile organik ve inorganik bağı olanların medya metodlarını kullanarak yaptığı saldırıydı. Bu taktik atakların hükümeti ve yargıyı yıprattığı kesindi. 
Fakat her şey planlandığı gibi gitmedi. Gazeteci ve yazar Fehmi Koru, Almanların niyetini net bir biçimde ortaya çıkardı. Habertürk’te Akşam Raporu programına katılan gazeteci ve yazar Koru, bunların söylenip yazılmasında bir mahsur bulunmadığını belirterek, şu çok önemli konuşmayı yaptı: “Böyle bir şeyler varsa ortaya çıkmasında yarar var ama, bunlar 
için harcanan zaman kadar asıl öğrenilmesi gerekenin Almanların böyle bir operasyonu niye başlattığı dır. Hiç kimse bu konu ile ilgilenmiyor. Almanlar bunu hep yapıyorlar. 1997 yılının Ocak ayında Deniz feneri e.V. davasını gören Frankfurt Eyalet Mahkemesi, ikisi eski Yugoslav biri Türk vatandaşı olan 3 kişiyi yargılarken birden bire mahkemenin reisi Tansu Çiller’in adını ortaya attı. Mahkeme Reisi, bunların arkasında Türkiye’de bir siyasetçi var ve o siyasetçi izleri yok ediyor dedi. Türkiye karıştı. O günün gazeteleri günler boyu bu olayı manşetlerden verdi. O zaman da Köstebek tarzı manşetlerle Alman yargıcın sözleri ile Tansu Çiller manşetlere çekildi. 1998 yılının Şubat ayında MGK toplandı ve ondan sonra 28 Şubat süreci başladı. Almanlar sonunda böyle bir yanlış yaptıkları için özür dilediler. Ancak özür 
dilediklerinde ama ortada bir Refahyol hükümeti kalmamıştı. 28 Şubat’a Almanların katkısıydı o. Aynı eyalet mahkemesi şimdi de tıpkı o zamanki gibi bir istihbarat biriminin yardımı ile bu işi yapıyor. Almanya’da Anayasa’yı korumaya yönelik olan bu örgüt Almanya’da kurulu olan Deniz Feneri derneğinin oradan topladığı paraları hizmet olarak bir yerlere taşımasından rahatsız olmuşlar. Olayın içine kendi adamlarını sokarak köstebek 
oluşturmuşlar bugün de karşımıza o mu bu mu yapıldı diye karşımıza çıkıyorlar. “ dedi. Ayrıca Fehmi Koru, ‘Almanya’da mahkemelerde anlaşmalı cezalandırma diye bir sistem var tıpkı ABD’de olduğu gibi, sanığın suçunu kabul etmesi sonucu daha düşük bir ceza veriliyor ve mahkeme görülmüyor. Almanya sanık olarak karşılarına gelenlerle pazarlık yaptılar, 2-3 yıl cezalar verildi ama Almanlar yargılamadan vazgeçmedi. Aynı dönemde Türkiye’de medya günlerce cezası belli olan yargılamayı manşetlere neden taşıdı kimse merak etmedi.”dedi. Koru, bu olayın bir istihbarat operasyonu olduğunu bunu defalarca yazdığını ancak Almanya’dan tek bir yalanlama gelmediğini söyledi. Koru bu dava ile Almanya’nın tıpkı Sarkozy’nin Ermenistan’daki soykırım çıkışı gibi Türk siyasetinin içine müdahale 
ettiğini savunuyordu. (68) 

Almanya'nın Türkiye'deki istihbarat faaliyetleri zaten hiçbir zaman sorgulanmadı. ABD sorgulanır, İsrail sorgulanır, bütün boyutlarıyla tartışılır ama konu Almanya olunca herkes sessizliğe bürünürdü. Alman istihbaratı nın bu ülkenin kılcal damarlarına kadar işlediği bilindiği halde, Mossad, CIA ve Rus istihbaratının en gizli operasyonlarından bir şekilde haberdar olunurken bu konuda neden kimse bir söz söyleyemezdi? Bu güne kadar bir çok sarsıcı olay oldu, suikastler işlendi, etnik ve mezhep eksenli çatışmalar çıkarıldı ama Alman istihbaratına tek söz söylenmedi. Mesela; Alevi-Sünni meselesinin merkezinde hep Almanya vardır ama herkes bunu bilmezlikten geldi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın; "Bazı Alman vakıflarının belediyeler ve müteahhitler üzerinden teröre dolaylı para aktardığı"na dair cümleleri, sadece PKK'nın para kaynaklarını değil, Alman istihbaratının, derin devletinin Türkiye operasyonlarını da tartışmaya açması gerekiyordu. 
Bu fırsat da suskunlukla geçiştirilirse Türkiye adına gerçekten talihsizlik olacaktı. 

 Almanya her fırsatta Türkiye ile ilgili her meseleye karışıyordu ve bunun önü alınamadığı gibi karşılık dahi verilemiyordu. 2010’da Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff "İslam Almanya'nın parçası" diyerek bir tartışma başlatmıştı. Türkiye'yi ziyaret ederken Angela Merkel keskin açıklamalarıyla tartışmayı bitirdi. "İslam'ın ve Müslümanların Avrupa'nın 
parçası olmadığını, olamayacağını, bu gerçeğin hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini, bu güne kadarki sessizliğin ve bir arada yaşama söyleminin yanılsamadan ibaret olduğunu, Batı'nın bu yöndeki gerçek niyetinin hep izlendiğini" söylüyordu Merkel. Aslında bu sözlerin altında başka bir şey vardı: Almanya ve üzerinden Avrupa Birliği, İslam karşıtlığı tezini ABD'den 
devralıyordu. Bu sefer Atlas Okyanusu'nun doğu yakasında şiddetli bir İslam karşıtlığı yükseliyor, beraberinde aşırı sağın yükselişini, yabancı düşmanlığını tetikliyordu. Eskiden bunu aşırı sağ gruplar yaparken şimdi, özellikle de ekonomik krizin sarsmasıyla, hükümetler, devletler yapıyor, yabancıların bir an önce Kıta'dan sürülmesi planlanıyordu. 

Tartışma Almanya olunca, konu sadece PKK ile sınırlı kalmıyordu. 2011’in Şubat ayında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde (KKTC) yapılan Türkiye karşıtı protestoları yaptıranlar, "Türkiye defol" sloganları attıranlar da onlardı. Yani Almanya işin merkezindeydi. 

Bu konuda bir diğer çarpıcı örnek daha var: Türkiye'de tam Ergenekon operasyonları başladığı günlerdi. Almanya'da bir anda Türkler'in oturduğu evler yakılır oldu. Almanya'nın bir çok eyaletinde, Avusturya'ya kadar yüzün üzerinde ev kundaklandı. Birkaç somut örnek vermek 
gerekirse: 
3 Şubat 2008: Ludwigshafen'deki yangında 9 kişi öldü, 60 kişi yaralandı. 
14 Şubat 2008: Aldingen'de bir Alman, Türklerin apartmanını ateşe verdi. 19 Şubat 2008: Marburg'da yine bir Türk ailenin evi 2 saat arayla 2 kez kundaklanmak istendi. 
21 Şubat 2008: Münih'te evleri kundaklanan Türk aile ölümden döndü. Olaylar o kadar çoğalmıştı ki Almanya'dan Türkiye'ye sürekli cenazeler geliyor, kundaklamalar hız kesmiyordu. Oysa aynı dönemde ışırı sağ grupların bir taşkınlığı, yürüyüşü izlenmiyordu. Kim yapıyordu bunları? Neden hiç kimse yakalanmıyordu? Tam bir derin devlet operasyonuydu bu. 
Uzun süre devam eden yangınların failleri bulunamadı, gizlendi. Bir kişi bile ceza almadı. En son Alman Federal Savcılığı, bir açıklama yaptı ve bütün dosyaları kapattı. Türkiye'de onca dernek, vakıf, insan hakları örgütü, medya organı, yazar-çizer sadece sustu. Saldırılarla ilgili bütün dosyalar kapatıldı. Belki, Başbakan'ın bu açıklamasının başlattığı tartışmalarla bu 
soruların cevapları da ortaya çıkar. Sorular şöyleydi: 

Alman devleti ya da AB, Türkiye'deki STK'ları da mı susturuyor? Türkiye kamuoyunun tepkisi satın mı alındı? Yıllardır suskun kalan Alman aşırı sağı, çeteleri, neden Ergenekon operasyonu başladıktan sonra harekete geçti? Kontrolden çıkmış ırkçı tahrikler sokaklarda hissedilmezken, saldırılar devlet içinde bir yerlerden mi yönetiliyor? Avrupa'da yabancı düşmanlığı eskiden halk kesimindeydi. Şimdi yönetimler bunu yapıyor. Öyleyse, devlet 
böyle tehditlerle bu "sorun"dan kurtulma yolunu mu tercih ediyor? Türkiye'deki saldırılarla, operasyonlarla Almanya'daki saldırılar arasında bir bağ var mı? Birileri Türkiye'de Alman derin devletine yakın unsurları tasfiye etmeye girişti de, bunun intikamı mı alınıyor? 

Fakat her şeye rağmen Almanya'nın Türkiye operasyonları üzerindeki sis perdesi daha doğrusu perdeleme kaldırılamıyordu. Türkiye'yi her alanda köşeye sıkıştırmaya çalışan bu ülkenin, sivil toplum kuruluşları üzerindeki kontrol edici pozisyonu nedense tartışmaya bile açılamamıştı. Sivil Türk vatandaşları yanarken, cenazeleri Anadolu'ya taşınırken bile, bu 
cinayetlerden sorumlu Alman derin devletinin, "Alman Ergenekonu"nun sorgulanamadığı gerçeği ortada dururken, PKK'ya para transferinin önüne geçmek pek tabiki mümkün olamıyordu. (69) 

Beşi çocuk dokuz kişinin yandığı o dehşet saldırıyı hatırlayan var mı bugün? Camdan atılan sekiz aylık bebeğin görüntüsünü, karnındaki beş aylık bebeğiyle can veren anneyi. Ludwigshafen'dan Gaziantep'e uzanan trajedi ne çabuk unutuldu? Ya da nasıl oldu da bu kadar kolay unutturabildiler? Hem Almanya'da hem de Türkiye'de olayın üstünü nasıl örtebildiler? O 
korkunç saldırıdan sonra, haftalarca devam eden, onlarca saldırıyı da, yangını da unutturdular. Almanya'nın hemen her bölgesinden Viyana'ya kadar, Türklerin oturduğu binalara yönelik son derece sistematik saldırılarla ilgili şu ana kadar hiçbir gelişme olmadı. Saldırganlar bulunamadı. Olayın aslı çözülemedi. Hiç kimse tutuklanmadı, yargılanmadı, mahkum olmadı. Onlarca saldırı olur ve bunların hiç biri çözülemezse, çözülmezse ne düşünmek gerekir? Aynı saldırılar Türkiye'de olsaydı, “yabancı”lara karşı olsaydı bütün Avrupa birleşip Türkiye'ye hangi türden yaptırımlar uygulardı tahmin etmek dahi güç. 

 Dosya tamamen kapatıldı, soruşturma durduruldu. Soruşturmayı yürüten Frankenthal Savcılığı, yangının nedeninin çözülemediğini, bu halde soruşturmanın yürütülmesine gerek kalmadığını açıkladı. “Kundaklama” olmadığını ise ısrarla vurguladı. Savcıya göre ev hataen yakılmış olabilirdi! Oysa görgü tanıkları binayı yakan kişiyi görmüştü. Daha sonra ifadeleri 
değiştirildi. Nasıl değiştirildi, neden değiştirildi, bilinmiyor. İyi niyetli düşünelim. Peki hemen ardından hemen her şehirde benzer saldırılar oldu, yangınlar çıktı. Onlar nasıl oldu? Bu Türkler, hep birlikte evlerini yakma kararı mı aldı! 

Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derinden, sistemin içinden güçlerin yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Bir derin devlet operasyonu muydu? Sadece aşırı sağcı demek tanımlama için yetmez. Aynı dönemde aşırı sağ gösteriler, taşkınlıklar olmuyordu. Ama kundaklamaların son derece sistematik ve belli bir amaca yönelik olduğu belliydi. 

Öyleyse ortada gerçekten başka bir hesap vardı. Bu hesap görüldü ya da politika değiştirildi. 
Bu yüzden bu süreci “Alman Ergenekonu” olarak niteledim. Öyle inanıyorum. Sadece sonuçlardan hareket edilse dahi, sadece saldırıların şekline bakılsa dahi bu sonuç çıkıyor ortaya. Soruşturma dosyası kapatılarak, saldırılar çözümsüz bırakılarak Almanya kendisini bir 
şekilde sıkıntıdan kurtarmış oldu. 

Şimdi İbrahim Karagül’ün Yeni Şafak gazetesinde yazdığı çok önemli iki yazıdan alıntılar yaparak bu olaylara bir kez de onun gözünden bakalım.. İbrahim Karagül, Deniz Feneri davasının neden o dönem için bir yıl sonra başladığını sorgularken aynı zamanda Almanya’da o dönemde yaşanan meşum vakayı da hatırlatıyordu. 
Hani o Türklerin evlerinin  yakıldığı,bebeklerin camlardan atıldığı ve sonunda tabutların Almanya’dan Gaziantep’e taşındığı o soru işaretleriyle dolu kötü hadiseyi… 9 Eylül 2008 tarihinde Yeni Şafak’ta yayınlanan İbrahim Karagül’ün başka bir yazısının bir bölümünü okuyalım tekrar: 

“… Davanın (Deniz Feneri e.v H.Ö) bu denli gürültü koparmasının sebebi sadece; Türkiye’de iç siyaseti etkilemesi, içeride birilerinin bunu birilerine karşı kullanılması değildi elbet. Davanın kendisi, böyle kurgulandı. Yolsuzluk davası olarak değil, Türk iç siyasetini etkilemeye, belli bir siyasal çevreyi yıpratmaya dönük olarak kurgulandı. Tartışmanın tarafları da sadece Ak Parti ya da Başbakan Tayyip Erdoğan’la Aydın Doğan ya da Doğan Grubu 
değil. Almanya gerek davanın hazırlanış biçimi, gerek kamuoyuna sunuş biçimi, gerekse Türkiye’nin iç siyasetini etkileyecek hatta bir hınç kampanyasına dönüştürecek şekilde pazarlanması açısından tartışmanın en önemli tarafı oldu. Hatta tartışmayı yönlendiren taraf durumunda. Türkiye’de kendine yakın olanlar üzerinden Türk siyasetine bir derin “Alman müdahalesi” izliyoruz. İşte burada bizim de söyleyeceklerimiz var. 

Alman yargısı ile Alman dış politikası arasındaki bağ oldukça kaba bir şekilde kendini hissettiriyordu. Sadece bu olayda, Deniz Feneri davası üzerinden AK Parti iktidarını hırpalama girişiminde değil, çok acı bir olayda daha gördük bunu biz. 

Almanya’daki yangınları hatırlayın. Hani Ludwigshafen’dan Gaziantep’e uzanan acıyı, beşi çocuk dokuz kişinin nasıl yakıldığını, pencereden atılan bebeği hatırlayalım. Ardından Almanya’nın her köşesinde, her kentinde, her kasabasında Türklerin oturduğu evlere yönelik kundaklama faaliyetlerini hatırlayın. Hatta bu saldırıların Viyana’ya kadar yayıldığını.. Yangınlar son derece sistematikti. Belli bir haritaya göre saldırılar gerçekleşiyordu. Bildiğimiz neonazi saldırılarına hiç benzemiyordu. Ne tuhaf, saldırganlar, 
Türkiye’de bile hemen her sokakta olan, kameralar tarafından bile görüntülenmiyordu. 
Dokuz kişinin can verdiği Ludwigshafen olayıyla ilgili elli uzman aylarca çalıştı. Görgü tanıkları nedense ifadelerini değiştirdi. Hiç kimse yakalanma dı, gözaltına alınmadı, tutuklanmadı, yargılanmadı. Sadece bu olayda değil, hemen sonrasında başlayan kundaklama olayları ile ilgili de (belki sayısı yüzü geçmiştir) hiç kimse yakalanmadı, sorgulanmadı,  yargılanmadı. Diyelim yüz tane ev yakıldı. Alman polisi kimseyi bulamadı. Alman savcılığı  hiç kimseyi mahkemeye sevk etmedi. Böyle adalet teşkilatı, böyle polis teşkilatı, böyle istihbarat teşkilatı mı olur? Oysa böyle olmadığını, Almanya’nın bu kurumlarının ne olduğunu biliyoruz. Aynı adliye sistemi bakın Deniz Feneri Davası’nda ne kadar becerikli. 
Neden? Çünkü bu davanın başka hedefleri de var. Alman Federal savcılığı doğru dürüst hiçbir açıklama yapmadan dosyaları kapattı. Hem de büyük bir pişkinlikle. İşin daha da tuhafı, kimse; “yahu neler oluyor” diye sormadı. 

Ben Almanya’nın bu tuhaf tutumunu sorgulayan yazılar yazdım. Olayı “Alman Ergenekonu” olarak niteledim. Yangınların; Türkiye’deki Ergenekon davasından bir hafta sonra başlamasına dikkat çektim. Şimdi “Alman Ergenekonu” kavramını yeniden düşünüyorum. Türkiye’deki Ergenekon operasyonu sonrasında Almanya’daki sistematik derin devlet operasyonları nı yeniden düşünelim. Türkiye’deki Ergenekon operasyonunun taraflarınıda bir kez daha hatırlayalım. Her hangi bir yolsuzluk davası üzerinden, Ergenekon tasfiyesinin de içinde bulunduğu, nasıl bir siyasi kampanya yürütüldüğünü, bu kampanyanın Türkiye’deki iktidar aygıtlarını ne yöntem sarsma hedefinde olduğuna özellikle dikkat edelim. Ama özellikle taraflara, hangi operasyonun hangi ülkeleri rahatsız ettiğine bakalım derim ben.…” (71) 

Bu yazının öncesinde İbrahim Karagül Alman Ergenekonu ile Türkiye’deki Ergenekon yapılanmasını konu alan başka yazılar da yazdı ve birçok soruyu köşesine taşıdı. İbrahim bu yaptığı ile bazı çevreler tarafından eleştirildi. Ancak o iddialarında ve rahatsızlık veren yazılarında ısrar etti. Israr ettiği konuların çoğunda zaman Karagül’ü haklı çıkardı. Gerçektende Almanya'ya ne oluyordu? Avrupa kimleri yakacaktı? Ekonomik krizle sarsılan Avrupa, inanılmaz bir şekilde korumacı, dışlayıcı, hoşgörüsüz, agresif bir hal alıyor ve hızla aşırı sağa kayıyordu. Son altmış yılda biriktirdiği değerlerden uzaklaşıyor ve İkinci Dünya Savaşı dönemindeki tehlikeli ruh haline dönüyordu. Yıllardır birlikte yaşadığı insanları tehdit görüyor, onlarla aralarına kalın duvarlar örüyor, sahiplendiği, övündüğü, model olarak dünyaya sunduğu her şeyi elinin tersiyle itiyordu. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliğinin ötesinde bir sorundu bu. Tam üyelik artık her iki tarafta da sorgulanıyor ve "özel ortaklık" denemesi etkisi kaybediyordu. Türkiye kendini merkeze alan uzun bir yürüyüşe çıkarken Avrupa, bırakın kültürel sınırlarının ötesine taşmayı, kendi içindeki "farklılıklar"ı bile yok etmeye dönük politikalara yöneliyordu. 

ABD ve İngiltere'den periyodik olarak yükselen "yeni terör tehdidi"ne yönelik uyarıları ciddiye almayan, İçişleri Bakanı'nın açıklamasıyla kendileri için böyle bir durumun söz konusu olmadığını duyuran Almanya, son günlerde ısrarlı biçimde terör tehdidi konusunu işliyordu. 

Sanki bir şeyler için böyle bir tehdit algılamasından medet umuluyordu. Alman Federal Meclis binasına biri Türk altı kişinin saldırı düzenleyeceği iddiaları bizzat Başbakan Angela Merkel tarafından teyit edildi. "Tehdit maalesef gerçek" açıklamasından sonra ülkedeki Müslümanlar ve Türkler adeta göz hapsine alındı. Bazı siyasiler, Müslümanların muhbir olması 
gerektiğini bile söyler oldu. Ardından camilere yönelik tehditler başladı. Alman siyasilerin ve karar alıcıların böyle bir tehdit algılamasına yönelik tutumları, sokakları belli bir "düşman"a karşı harekete geçiriyordu. Almanya için Türkler ve Müslümanlar tehdit sıralamasında listenin en üst sıralarına yükseliyor. Yabancıların Almanya'yı terk etmesine, bu sorunun temelden çözülmesine yönelik bir psikolojik operasyon hali söz konusuydu. 

Asıl sorun veya soru şuydu: Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecekti? Zamanla Almanya'nın Ludwigshafen kentinde 2 Şubat'ta meydana gelen yangınla ilgili ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Beşi çocuk dokuz kişinin can verdiği trajik olayla ilgili elli uzman dört hafta çalıştı. Ama ulaşabildikleri tek bir sonuç yangının bir kundaklama olduğuydu. Yangın, bodrumdaki merdivenlerin ikinci basamağında çıkmıştı. orada her hangi bir elektrik tesisatı olmadığından yangının dışarıdan bir müdahale sonucu çıktığı kesindi. Verilen bilginin hepsi bu kadardı. Şüpheli ya da şüphelilerle ilgili araştırma sonuçlarına ilişkin merak edilen diğer konularla ilgili hiçbir şey söylenmiyordu. Oysa yangından hemen sonra, olaya şahit olan iki kız 
çocuğunun birbirini teyid eden açıklamaları yetkililerin söyleyemediğini gayet açıklıkla anlatıyordu: "Dışarıda bir adam vardı. Genç gibiydi. Saçı siyahtı. Değnek, kağıt ve çakmak vardı. Kuzenim kapıyı kapamaya çalışıyordu. Adam ayağını soktu. Kağıdı yakıp bebek arabasının yanına attı. Biz de korktuk yukarı gittik. Bedriye dedesine 'aşağı yanıyor' dedi. Dedesi yangını söndürmeye çalıştı başaramadı. Sonra itfaiyeciler geldi..." 

İki ülkeyi de derinden yaralayan bir cinayetti bu. 1993'te beş kişinin hayatını kaybettiği Solingen saldırısından çok daha vahimdi. Türk ve Alman kamuoyu acıyı birlikte paylaştı. Ancak, camdan atılan sekiz aylık bebeğin görüntüsü, Türkiye toplumunun hafızasından kolay kolay silinmemişti. Karnındaki beş aylık bebeğiyle yanan annenin, 2 ve 3 yaşlarındaki çocukların ve diğer kurbanların Gaziantep'e taşıdığı acı da hiç bir zaman unutulmadı. 

 Fakat henüz her şey bitmemişti. Türk ve Alman toplumu çok geçmeden aynı şeylerle tekrar yüzleşmek zorunda kaldı. Ludwigshafen'daki saldırının ardından Almanya'nın başka bölgelerinde de Türkler'in oturduğu binalarda yangınlar çıkmaya başladı. Yangınların çıkış tarzı, çıktığı bölgeler, yangınların mağdurlarının kimliği, hepsinin kundaklama olduğunu gösteriyordu. Olaylar çok geçmeden Avusturya'ya bile sıçradı. 

Kundaklamalar ardı ardına geliyor fakat resmi soruşturma ve kamuoyunu bilgilendirme aynı hızla ilerlemiyordu. Sanki olayların belli bir hedef gerçekleşene kadar sürmesi gerekiyor gibi bir izlenim dahi oluşmaya başlamıştı kamuoyunda. Halbuki hem Türk hem de Alman kamuoyunda hemen herkes saldırıların faillerini bulmak bir yana, cinayet şebekesini besleyen bataklığın kurutulması için köklü adımların atılmasını isiyordu. 
Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derinden, sistemin içinden güçlerin yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Sadece aşırı sağcı demek tanımlama için yetiyor mu? Yetmediği kesindi. Bu soruları sormak, cevaplarını aramak öncelikle Alman yönetiminin göreviydi. Burada Malatya'daki saldırıyı hatırlamak tam sırası olabilir. Zirve Kitabevi'ne yönelik saldırıyı. Bir Alman misyonerin boğazlanmasını. Bu vahşi cinayet Avrupa'da nasıl algılandı? Tahammülsüzlük, höşgörüsüzlük, barbarlık, Türkiye'de ulusalcı çeteleşme olarak algılandı. 

Ludvigshafen'daki saldırı Malatya'daki cinayetten daha mı az barbarcaydı? Aynı değerlendirmelerin Almanya'daki saldırılar için de yapılması gerekiyor du.   Almanya'nın da bunları sorgulaması gerekiyordu. Sadece aşırı sağcılar demek yetmiyor, örgütsel bağlantılarının çökertilmesi, sistem içindeki uzantılarının deşifre edilmesi gerekiyordu. Türkiye'deki Ergenekon operasyonunun benzerinin orada da yapılması gerekiyordu. 

DENİZ FENERİNİ ALMAN MİSYONERLİĞİ Mİ SÖNDÜRDÜ? 

Şimdi tekrar Deniz Feneri olayına dönelim ve bu konunun arka planına göz atalım. 
Almanya gibi büyük bir devleti neticede bir yardım kuruluşu yolsuzluğu olan Deniz Feneri olayıyla ilgilenmeye iten ne olabilirdi? Cevap aslında basit: Misyonerlik. Misyonerlik faaliyetlerinde en radikal adımları atan, en geniş coğrafyada çalışmalar yapan ve bunu bizzat devlet politikasına dönüştüren ülkelerden biri Deniz Feneri iddialarının odağında bulunan Almanya’dır. Bu bakımdan Avrupa'daki Türk isçiler de misyonerliğin ilgi alanlarından biri olmuştur hep. Onlara yönelik çalışmalar, bilhassa OM (Operation Mobilization), WEC (WEC International), “Friends of Turkey” ve 
“Orientdienst” isimli kuruluşlarca yürütülmüş ve yürütülmektedir. Bu çaba aslında çok gerilere uzanmaktadır. Almanya Musnter´de bulunan İlahiyat Fakültesi, 1910 yılında devletten misyonerlik ile ilgili bir bölüm kurulmasını isterken, “Misyonerlik ile Yüksek Okullarımızda hem teolojik, hem de ilmî olarak uğraşmak, Alman devletinin çağımızda sürdürdüğü kolonileştirme gayret ve çabalarını başarılı kılmak için bir zaruret halini almıştır” gerekçesini öne sürer. Öte yandan, son yıllarda Türkiye ve Türk dünyasına yönelik misyonerlik faaliyetlerini Almanya merkezli olarak inceleyen araştırmacılar, bu ülkedeki gerek Katolik, gerekse Protestan misyonerlik 
kuruluşlarının, bağışlar, kilise gelirlerinden kesintiler ve gayrı menkullerinin kiraları gibi gelirlerinin yanı sıra, Almanya hükümetinin gizli ödeneklerinden de finanse edildiklerini belgeleri ile ortaya koymuştur. İşlerde zaten bu noktadan itibaren karmaşıklaşmaya başlamıştır, çünkü hıristiyanlığı yayma faaliyeti olan misyonerliğin karşısına başka bir hareket çıkmaya başlamıştır. 

Deniz Feneri ve Deniz Feneri eV. “Yüzyılın İyilik Hareketi” sloganıyla misyonerlik amacı taşımadan, bu Alman misyonerlik kuruluşlarının çalışma sahalarının tamamında, yoksullar, afetzedeler, kriz mağdurları ve iç kargaşalarla yaşamını sürdürme zorluğu çeken milletlere hayırseverlerin bağışlarını ulaştırdıkça, bu hareket misyonerlerin hedefine oturur. Türkiye merkezli Deniz Feneri, Almanya adresli Deniz Feneri eV., cemaat odaklı Kimse Yok Mu gibi; kimi cemaat, kimi ise bağımsız girişim hareketi olan yardım kuruluşları, kimi zaman Uganda’da, kimi zaman Somali’de, kimi zaman Avustralya’da, kimi zaman Çin’de, kimi zaman Japonya’da, Tacikis-
tan’da, Kırım’da, Azerbaycan’da, Yunanistan’da kısaca dünya coğrafyasının her noktasında yardıma muhtaç insanlara el uzattıkça, başta Almanya olmak üzere Hıristiyan misyonerlerin hedefine oturdu. 

TÜRK MEDYASININ TAVRI 

Ülke TV’deki Sıradışı’nda ise, CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları arasındaki ilişkiler ve CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi ortaya kondu. Turgay Güler’in konuğu Talip Doğan Karlıbel, CHP ile Alman Vakıfları arasındaki bağlantıları ortaya koydu. CHP MYK üyesi Ali Kılıç’ın Alman vakıflardan aldığı yardımın belgesi programda gösterildi. Bu yayınlar sonrasında, Yargıtay Başsavcılığı CHP ile Alman Vakıfları arasındaki ilişkiye 
yönelik soruşturma açtı. Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleride geçmişte yabancı vakıflarına karşı yayınlar yaptı. Şimdi ise Kanal 7 ve Vakit gazetesi yabancı vakıflara yönelik yayın yapabiliyordu. Bunun nedeni menfaat ilişkileridir. Aydın Doğan medyası tamamen olayları örtpas peşindeydi. Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyetleri sonrasında ya birçok insan 
öldürülmüş, ya pasivize edilmiştir. Bazı gruplar bazı sivil toplum kuruluşları kullanılarak ciddibir etki ajanlığı yapılmıştır. Bu şahısların Türkiye’de yarıgılanmalarını sağlayacak deliller toplandığı halde bu kişiler tahliye edilmiştir. Bu vakıflar Atatürk aleyhtarı faaliyetler yapmasına karşın CHP bu vakıflarla işbirliği içinde olmuş, hatta CHP’li Şahin Mengü bu vakıfların avukatlığını yapmıştır. 2002 yılından sonra bu vakıflar örtülü bir şekilde ödemeler yapmaya başlamıştır. Bu konu 2009’da medyada gündeme getirilmişti. Ali Kılıç aynı zamanda bir Alman vakıfının üyesidir. Alman Vakfı’nın da Ali Kılıç’a yaptığı yardıma dair banka dekontu da mevcuttur. Bu belge savcılarımızın emrindedir. İşin ilginci CHP tüm bu ilişkileri yayınlıyordu. Ancak arşivler bu ilişki bağının çok ciddi olduğunu ortaya koymaktadır. Alman düşmanlığı yapmak niyetinde değiliz. Ancak Türkiye’nin önde gelen bir parti veya kurum Almanya’dan demokrasi dersi alacak değildir. Biz soykırım yapmamış bir milletiz. Soykırım yaptığı belgeli bir ülkeden de ders alacak durumda değiliz. Almanya en büyük altın ihracatçısı, Türkiye’nin de altın üretimini önlemek için de elinden geleni 
yapıyor. 
Almanya’da altın üretimi olmamasına rağmen başka ülkelerden aldığı altını işleyerek en büyük altın tüketicisi konumundaki Türkiye’ye sattığı için bu ticaretin bozulmasını  istemiyor. (78) 

 BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

36. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları -1. 21.06.2011..
37. Türkiye’de Alman Vakıfları, 03.11.2011. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları 2. 23.06.2011.
38. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Hasta Adam, 30.09.2011.
39. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. . Bir kaç milyon Avrupalı,10.08.2011.
http://www.corummanset.com/kose_yazisi.asp?id=4810
40. Zihni Çakır. Kod Adı Darbe. Türkeş ile Rockfeller arasındaki ilişki. 09 Ocak 2010.
http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkes-ile-rockfeller-arasindaki-iliski-603478.html
41. Jürgen Elsasser. Star Gazetesi. Almanya ve Türkiye’de 'uyuyan gladyo hücreleri var. 4 Kasım 2011.
42. Abdullah Harun. Vakit. Naziler, Alman Ergenekonu’nun kılıfı. 4 Kasım 2011.
43. İbrahim Karagül. Yenişafak. Alman Ergenekon’u. 15 Kasım 2011.
44. Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, (Çeviren: Cemal Köprülü), TTK Basımevi, 1991; Giacomo Carretto, “1930’larda Kemalizm-Faşizm-Komünizm Üzerine Polemikler I ve II”, Tarih ve Toplum, Sayı:17, s. 56-60; S. 18, s. 62-72; Hakkı Uyar; “1930’lar Türkiye’sinde Kemalizm Algılamaları” http://kisi.deu.edu.tr/hakki.uyar/21.pdf; Şeref Aykut, Kamâlizm, Muallim Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1936 (2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul 2008): Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, 2005.
45. Bilgin Türk. Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş... 9 Şubat 2009. Politika Dergisi Sayı 12.
46. Ahmet Usta. Mardin Life. Dr. Hablemitoğlu Cinayeti ve Alman Vakıfları, 05 Ekim 2011. http://www.mardinlife.com/Dr-Hablemitoglu-Cinayeti-ve-Alman-Vakiflari-yaziyaz-493)
47. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
48. Hüseyin Özbek , Ufuk Ötesi Dergisi. Necip Hablemitoğlu ve Alman Vakıfları.
49. Uğur Ziyal. Türkiye Dış İşleriBakanlığı. Resmi mektup, 25 Aralık 2002 tarihli yazı, Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'e gönderilmiştir.
50. Bianet. Ankara Özgür Radyo, Alman Vakıfları DGMde, 25.04.2002. http://bianet.org/bianet/bianet/9486-alman-vakiflari-dgmde
51. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, 4 Mart 2003. No:33 - 4 Mart 2003, Alman Vakıfları Aleyhine Açılan Davanın Son Duruşması Hakkında Açıklama
http://www.mfa.gov.tr/no_33---4-mart-2003_-alman-vakiflari-aleyhine-acilan-davanin-son-durusmasi-hakkinda-aciklama.tr.mfa
52. Yeni Akit. 22 Aralık 2008. Talip Doğan Karlıbel: Alman faşistlerle Türk Ergenekonla birlikte çalışıyor
53. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları
54. Mehmet Eymür. Akdeniz Haberler. Suikastte Askeri İhale İzi... 2003. http://www.akdenizhaberler.com/Haberler-Suikastte-Askeri-Ihale-Izi-67682.html
55. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
56. Zaman. Bilinmeyen Aziz Yıldırım. Askeri İhaleler Ondan Soruluyor. 01 Eylül 2011.
57. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2003.
58. Talip Doğan Karlıbel. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları. 2007.
59. Swetlana W.Pogorelskaja, Çeviren: İrem Güney. Alman Dış Politikasının Aktörleri ve Araçları Olarak Partilere Yakın Vakıflar. 1999.
60. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
61. Hulki Cevizoğlu. Ceviz Kabuğu. Alman Vakıflarının Yasal Statüsü Yok. 2000.
62. İlkhaber. “Konrad bilmecesi çözüldü” 08.10.2001.
63. Akşam. “Vakıflara jet beraat kararı” 05 Mart 2003.
64. Zafer Güler. Alman Derin Devleti, Truva , s. 79
65. Gabriel Kolko.The Age Of War Lynne Reinner Publishers s. 81
66. S. Yılmaz . 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat. Alfa Yayınları, s. 539
67. 20 minutes.“En-Europe-des-legislation-differentes” 31.01.2007.
68. İbrahim Çevik. “Kürt Sorunu” mu Yoksa Örtülü Operasyon mu? Diplomasi ve İstihbarat Eliyle Kürt Toplum Mühendisliği. TURKSAM’da Etnik Çatışmalar Masası.
69. Deutsche Welle Türkçe, Sibel Yeşilmen / Jülide Danışman, 4 Ekim 2011 Alman Vakıflarından Erdoğan’ın İddialarına Yanıt. http://www.borsarti.com/alman-vakiflarindan-erdoganin-iddialarina-yanit.html#ixzz1aJBtVxmZ
70. Recep Tayyip Erdoğan: 'Alman vakıflar konusunda Kılıçdaroğlu'na yardım ederim' 3.Ekim 2011.
71. Utku Çakırözer, Cumhuriyet, 6 Ekim 2011. Alman Vakıfları Konusunda Başbakanı fena aldatmışlar
72. Cumali Uyan. Librenews. Türkiye ile Almanya arasında bir karşılaştırma, 21.06.2009.http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=1636)
73. Cumali Uyan, Librenews. Neden Almanya’da Askeri Darbe olmuyor? 29.07.2010. http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=2248
74. Cumali Uyan, Librenews. Alman Vakıfları hakkında Başbakan büyük bir pot kırdı, 05.10.2011, http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=2710 )
75. Yeni Akit. Erdoğan'ın Bahsettiği Alman Vakıf. 03 Ekim 2011.
76. Fehmi Koru. Habertürk Tv. Haber 7. Fehmi Koru'dan Deniz Feneri dersi.14 Ekim 2011. http://www.haber7.com/haber/20111014/Fehmi-Korudan-Deniz-Feneri-dersi.php
77. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 'Alman Ergenekonu' ve PKK'ya para transferi... 4.10.2011
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=29227&y=IbrahimKaragul

78. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Alman Ergenekonu: Bu nasıl bir oyun! 25 Temmuz 2008.


***