8 Ocak 2015 Perşembe

İNTERNET MEDYASI VE GAZETECİLİK



İNTERNET  MEDYASIMI  GAZETECİLİK Mİ.?


İNTERNET  MEDYASI VE  GAZETECİLİK 




İnternet medyası yöneticilerinin “Gazetelerin içeriği sadece gazetelerindir” deklarasyonuna ortak tepkisi: Önce iğneyi kendilerine batırsınlar
Cansu Yılmaz 

İnternet sitelerini hedef alan, 20 ayrı gazetenin ortak imzasıyla açıklanan deklarasyona tepki gecikmedi.İnternet Medyası Federasyonu (İMF) tarafından yapılan açıklamada gazetelerin çıkarlarını korumanın hak olduğu ve kaynak gösterilmeden yazı kullanılmasının meslek etiğine saygısızlık olduğu belirtilse de “hırsızlık” olarak nitelenen alıntıların bizzat imzacı gazeteler tarafından yapıldığı da vurgulandı. Cengiz Semercioğlu’nun TV8 kanalında yaptığı programa katılan İnternet Medyası Derneği Başkanı Hadi Özışıkise “Bütün dünyada kaynak belirterek haber alışverişi yapılıyor. Bu kararın altında internet dünyasını boğma girişimi var” dedi.
Atilla: “Gazetelerin de sadece kendi içeriklerini kullandığı söylenemez.”
İnternet Medyası Federasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Talat Atilla tarafından yapılan yazılı açıklamada internet medyasına pervasız ve hırsız nitelemeleri gibi çok sert ifadelerle savaş açmanın hiçbir yarar sağlamayacağı belirtildi. “İnternet medyasının her gün artan gücü karşısında gazetelerin, pozisyonlarını korumak için önlemler almasını anlaşılır bir talep olarak görüyoruz. Belli bir emek verilmiş haberin/yazının/fotoğrafın kaynak gösterilmeden birebir kopyalanması her şeyden önce meslek etiğine saygısızlıktır” denilen açıklamasında Atilla, “Ancak şu açık ki söz konusu gazetelerin de sadece kendi içeriklerini kullandığı söylenemez. Deklarasyonda çok sert bir şekilde ifade hırsızlık olarak tanımladıkları diğer yayın organlarının haberlerini kaynak göstererek kendi gazetelerinde, gazetelerinin web sayfalarında kullanmaktadırlar.  Savaş açtıkları televizyonların haber bültenleri ya da internet sitelerinin özel haberlerini gazetelerde görmekteyiz. İMF olarak yayınlandıktan sonra artık bir kamu malı haline gelen haberin/ yazının/fotoğrafın kaynak gösterilerek özet bir şekilde alıntılanmasının gerekli ve uygun olduğunu düşünmekteyiz” dedi.
Altaylı: “Böyle gitseydi bir gün gazeteler kepenk indirecekti”
Cengiz Semercioğlu’nun TV8 ekranlarında yayınlanan “Böyle Bir Şey Var Mı?” programında da konu ele alındı. medyatava.com isimli sitesinin haberine göre programa telefonla katılan Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı uygulamayı savunarak, “Haber için milyonlarca dolar harcıyoruz birisi geliyor haberleri toplayıp yayınlıyor. Sayfa tasarımlarımızı bile bire bir yayımlıyorlar. Böyle gitseydi bir gün gazeteler kepenk indirecekti” dedi.
Programa katılan, bir çok internet sitesinin de sahibi olan İnternet Medyası Derneği Başkanı  Hadi Özışıkise bu tür uygulamaların tüm dünyada yaşandığını belirterek, “Haber değeri varsa haberleştirilir. ‘Korsana hayır’ sloganının altına ben de imza atıyorum. Bize hiç davet gelmedi konuşulmadı bile. Kararı kendi başlarına aldılar keşke bize danışsaydılar. Bu kararın altında internet dünyasını boğma girişimi var” dedi. Gazeteport isimli internet sitesinin sahibi Yavuz Semerci de bunun gazete tirajlarını arttırıcak bir uygulama olmadığı, büyük gazetelerin internet sitelerinin haberlerini kendilerinden aldıklarını söyleyerek karşı çıktı.
Akın: “Mesele içerik üreten bağımsız mecraları da boğmaksa, bu iş zor.”
Konuyla değinenlerden biri de bağımsız haber portalı t24.com’un Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın’dı. Yayımlanan ortak deklarasyonda kullanılan dilin “ölçüsüz” olduğunu vurgulayan Akın, “Bunun yerine, aslında önemli bir soruna işaret edilebilir, hatta kayıt dışı çalışmayan internet mecralarıyla ortak hareket edilebilirdi. Çünkü biliyoruz ki, Türkiye’de, hiçbir içerik üretmeden sadece gazete ve televizyonların ürettiği malzemeyi tüketerek yayın yapan çok sayıda internet sitesi var” diye yazdı.
2005′te 1 milyon dolar gibi küçük bir bütçeyle kurulduktan sonra geçen yıl  315 milyon dolara America On Line’a  (AOL) satılan Huffington Post’un kurucusu Arriana Huffington‘ın, “Bizden aldığı haberlerle bizim tirajlarımızı düşürüyor” diyen gazetelere, 2009′da “internet Oscar’ı” olarak bilinen “Webby” ödülünü alırken söylediği, “Hayatım, gazeteleri ben öldürmedim!..” yanıtını yazısının başlığına taşıyan Akın, meselenin diğer boyutunda yer alan “haberin telifi olur mu?” tartışmasının tüm dünyada yapıldığını da söyledi. Gazeteler ve gazetelerin internet sitelerinin de, televizyonlar ile gazetelere ait olmayan diğer internet sitelerinden haber ve yorum kullandıklarının altını çizen Akın, “Haksız rekabet vurgusu da taşıyan deklarasyonun temel hareket noktasının, gazetelerin tirajı ile gazete sitelerinin ziyaretçi sayısını artırmak olduğunu biliyoruz. Peki “hiçbir haber ve yorumun, hiçbir şekil ve hacimde, kaynak gösterilerek dahi kullanılmasına izin vermeyeceğiz’ diyen gazeteler dediklerini yapıyorlar mı?” diye sordu.
“Yapmaları gereken, o mecraların neden güç kazandığı üzerinde düşünmek”
Akın, birkaç gün önce El Arabiya televizyonunun, Türk pilotların Suriye tarafından öldürüldüğü iddiasına sayfalarında uzun uzun yer veren ancak kaynak göstermeyen gazetelerden örneklerle sorusunun yanıtını da verdiği yazısında, “Mesele, internette kayıt dışı çalışan, nereden ve nasıl yayın yaptığı bilinmeyen, gazetelerdeki yorumları uyarılara rağmen birebir ve link vermeden yayımlayan sitelerse, tamam. Ancak mesele, kendisi de içerik üreten bağımsız mecraları boğmaksa, geleneksel medyadaki grup hâkimiyetini internette de inşa etmeye kalkmaksa, bu iş zor. Gazeteler, tirajlarını, internette güç kazanan bağımsız mecraları sindirmeye çalışarak artıramazlar. Yapmaları gereken, o mecraların neden güç kazandığı üzerinde düşünmek” dedi.

TÜRK BASINININ DEVLERİ, SİYASETE ETKİLERİ, VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ,



TÜRK BASINININ  DEVLERİ, 
SİYASETE ETKİLERİ, 
VE 
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ,


Medya patronlarının, Aydın Doğan ya da Mehmet Emin Karamehmet’in, hangi alanlarda at koşturduğunu ve nasıl bir kazanım elde ettiğini, tümüyle olmasa da, resmi kayıtlardan izlemek mümkün. Peki manevi tercihlerin temel oluşturduğu çıkarlar için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bu sorunun cevabı “cemaat medyası”nın nasıl bu kadar yükseldiğini de ortaya koyuyor.
Güventürk Görgülü
23 Mayıs 2008 – Türkiye’de 12 Eylül sonrasında, Özal dönemiyle birlikte geleneksel gazete sahipliği sisteminin değişimine şahit olduk. Dünyada daha önce tamamlanmış bu süreç, “Gazetecilik”ten “Medya grupları”na geçiş dönemiydi.
Yeni Asır’la tanınan Dinç Bilgin ve arkadaşları bu dönemde İstanbul’a gelip Sabah’ı kurdular. Ardından Turgut Bey’in oğlu Ahmet ve Kemal Uzan’ın oğlu Cem, “sihirli kutu”larının kapağını açıp özel televizyonculuk dönemini başlattılar. Haldun Simavi’nin Günaydın’ı Asil Nadir’e satması, Nadir’in peşpeşe gazete satın alması, Erol Simavi’nin Hürriyet’i Aydın Doğan’a devretmesi ve burada anlatmaya gerek olmayan bir sürü satın alma, satma, batma, çıkma, birleşme öyküsü…
Bu dönemde gazete sahipleri, “gazete sahibi” olmaktan çıkıp “medya patronları”na dönüştüler. Medya grupları ya holdinglerin eline geçti ya da medya grupları holdingleşti.
Bu süreçte kafayı medya, haber etiği gibi konulara takanların en büyük eleştirisi, kuralsız ve fütursuzca holdingleşen medyanın kazandığı sınırsız manipülasyon gücüydü. Hangi patron hangi devlet ihalesine giriyor, hangi ihale için hükümeti nasıl etkilemeye çalışıyor tartışıp dururduk –hala da tartışmaya devam ediyoruz. Çiller’le Doğan Grubu’nun, Mesut Yılmaz’la Sabah Grubu’nun çatışmalarının altında hep bu “verdim-vermedim” kavgası aranır, çoğu zaman da açık ve net bir şekilde bulunurdu. Zaten bu işe kafayı takmış gazeteciler bulamazsa, rakip medya grubu bunu bulur, çıkartır, ortaya dökerdi.
Yalnızca hükümetle değil, bu grupların kendi aralarındaki çıkar çatışmaları da bitmek tükenmek bilmeyen kavgalara yol açardı, hala da açmaya devam ediyor… Doğan Grubu’yla Sabah Grubu’nun, Uzanlar’la Doğan Grubu’nun bitmeyen kavgalarının ardında hep bu çıkar çelişkilerinin yattığını artık hepimiz biliyoruz. Bilmek bir yana, hangi ihale, hangi şirket, hangi iş nedeniyle birbirlerine düştüklerini madde madde saymak bile mümkün artık.
Bu yazının temel eleştiri noktasını hatırlatmakta fayda var: Çok değişik sektörlerde faaliyetleri olan bir sermaye grubunun aynı zamanda medya sahibi olmasındaki ana sakınca nedir?
Temel sakıncaları iki başlık altında toplayabiliriz:
Birincisi, eldeki medya gücünün, o sermaye grubunun diğer ekonomik faaliyetleri lehine; okuyucuyu, izleyiciyi, kamu otoritelerini ve tüketiciyi yanıltacak, haksız rekabet yaratacak şekilde kullanabilme olanağıdır.
İkincisi ise sermaye grubunun medya dışındaki diğer ekonomik çıkarları için yürütme ve yasamayı, hatta yargıyı etkileme gücü kazanması veya tam tersinin geçerli olmasıdır. Yani yürütmenin/hükümetin belirli bir ekonomik çıkar vaadi veya ekonomik kayıp tehdidiyle medyayı etkileme gücüne sahip olmasıdır. Her iki durumda da medya-toplum ilişkisi ve medya iktidar ilişkisi manipülatif hale gelir, okuyucu, izleyici ve tüketiciler açısından arka plandaki çıkar ilişkileri algılanamaz, algılanamadığı için de karşı konulamaz olur. Sonuçta toplum, medya ve hükümet karşısında zayıf düşer.
Ama şimdilerde, 1990’ların sonuna kadar geçerliliğini koruyan medya sahipliği düzeninin bile 2000’ler sonrasında ortayla çıkan yeni medya sahipliği düzeninden daha “ehven-i şer” olduğunu görmeye başladık. Zira 2000’lerin başına kadar güçlenen “holding medyası”, artık yerini yavaş yavaş “cemaat medyası’na terk ediyor. Aman yanlış anlaşılmasın “medya cemaatlerin eline geçti laiklik elden gidecek” kaygısından kesinlikle söz etmiyorum. Temel sorun ve çelişkinin bu olmadığını düşünmem bir yana, elinde ıstampayla gezip ağzından “La” hecesi çıkan herkesin alnının ortasına “laikçi-ergenekoncu” kaşesi basan arkadaşların hedefi olmayla da niyetim yok. Söylemek istediğim kısaca, cemaat medyasının çıkar ilişkilerinin holding medyasının çıkar ilişkilerinden çok ama çok daha kalın bir sis perdesinin arkasında bulunması, bu nedenle sözünü ettiğim sakıncaları çok daha derin biçimde ortaya çıkartmasıdır.
Şöyle örnek vereyim: Diyelim ki Hürriyet gazetesinde İstanbul Belediyesi aleyhine çıkan haberler gördük. Hemen arkasından birkaç rakip dergi, gazete veya televizyon kanalında, veya medya sitesinde Hürriyet’in bu çıkışının Hilton arazisiyle ilgili olduğunu, Doğan Grubu tarafından satın alınan sözkonusu arazinin imar planlarının değiştirilerek büyük bir rant elde edilmek istendiğini, bunun için de belediyeye baskı yapıldığını okuyabiliyoruz. Bazen bunu tahmin ediyoruz, bazen biliyoruz.
Veya diyelim ki Çukurova Holding yönetimindeki Türkcell’in hizmetleriyle ilgili bir haberi, Akşam gazetesinde veya Show TV’de görmek bizi artık şaşırtmıyor. Çünkü bunların grup gazetesi, grup televizyonu olduğunu artık herkes biliyor.
Tabii bu durumu gazetecilerin veya medya işini kafaya takmış birkaç okuyucunun bilmesi, konuyu herkesin bildiği anlamına gelmiyor. Okuyucu ve izleyici çoğunluğunun burada haksızlığa uğradığını ve uğramayla devam ettiğini kabul ediyoruz. Şimdi bu haksızlığı bir tarafa koyup, benzer başka bir duruma bakalım…
Son dönemde, TMSF eliyle veya başka yollarla el değiştirmiş veya başlangıçtan itibaren cemaat yayını olarak kurulmuş medyalara bir göz atalım. Son söylediğim grup için Zaman gazetesi iyi bir örnek. Zaman gazetesi, Samanyolu televizyonu, Cihan Haber Ajansı ve diğerleri oldukça büyük bir medya grubunun üyeleri. Bu grubun bir kişiye veya aileye değil, “Fethullah Hoca Efendi Cemaati” olarak bilinen gruba ait olduğu, bu grup tarafından kurulduğu ve büyütüldüğü söyleniyor.
Şimdi diyelim ki Zaman’da Kaz Dağları’nda altın aranmasına karşı çıkanlarla ilgili bir haber yapıldı. Haberde, bu işe karşı çıkanların ekonomik gelişmeyi baltaladığına vurgu yapılarak Kaz Dağları’nda altın arama faaliyetlerine açıkça destek veriliyor. Hatta tek bir haberle yetinilmeyip bu tavrı sürdüren bir dizi haber de yapılıyor. Peki bu durumda biz bu gazetenin Kaz Dağları’nda altın çıkartılmasını destekleyen haberlerinin cemaatin tercihleriyle bir ilgisi olup olmadığını biliyor muyuz? Hayır, bilmiyoruz. Peki öğrenebiliyor muyuz? Hayır, öğrenemiyoruz? Peki öğrenme şansımız var mı? Hayır, yok.
Bir başka örnek daha verelim. Diyelim ki yine Zaman’da İstanbul’daki kentsel dönüşüm projelerini destekleyen haberler çıkıyor. Bu haberler gerçekten objektif gazetecilik kriterlerine uygun olarak mı yapılıyor, yoksa cemaatin tercihlerine uygun olarak mı? Mesela Fethullah Hoca Efendi Cemaati’nden işadamları bu kentsel dönüşüm projelerine giriyorlar mı? Giriyorlarsa bunlar kimler? Bu ihalelere giren kişiler gazetenin yazı işleri kararlarını etkiliyorlar mı? Ne ölçüde etkiliyorlar? Bu soruların cevabını biliyor muyuz? Hayır. Cevabını alma şansımız var mı? Hayır.
Şimdi bir de soruları tersten soralım. Kaz Dağları’nda altın arayan veya aramak isteyen şirketlerin sahiplerinin bu Fethullah Hoca Efendi Cemaati’ne yakın olup olmadıklarını bilebilir miyiz? Elbette bilemeyiz. Peki kentsel dönüşüm işlerine giren şirketlerin bu cemaatten olup olmadıklarını bilme şansımız var mı? Elbette yok!
Burası özgür ve demokratik bir ülke. Hiçkimse manevi tercihleri nedeniyle fişlenemez ve ayırıma tabi tutulamaz. İşte bu nedenle bu “manevi” tercihlerin maddi kazançlara dönüşüp dönüşmediğini asla bilemeyiz. Değil mi?
Evet, Aydın Doğan’ın veya Mehmet Emin Karamehmet’in kaç tane şirketi var, bunları biliyoruz. Bilmeyenler de İstanbul Ticaret Odası’nın kayıtlarını açıp bakabilirler. Halka açık tüm şirketlerin ortaklık yapıları SPK veya İMKB’den bulunabilir. Bu şirketler devletten, belediyeden ne ihale aldılar, nerede altın, nerede maden aradılar, hangi markaları ithal ediyorlar, ne ihraç ediyorlar, hangi uluslararası şirketlerin temsilciliklerini yapıyorlar hepsini -tam olmasa da- büyük oranda öğrenme şansımız var. Buradaki çıkar ilişkilerini çözmeye kalktığınızda açık ve resmi kayıtlar sizi büyük ölçüde bir sonuca ulaştırıyor.
Peki diğer taraf? “Maalesef” diyemiyorum, çünkü bu hepimizin bireysel özgürlük alanını ilgilendiren bir konu; manevi tercihlerimizin kaydedildiği İstanbul Ticaret Odası gibi bir oda yok. Kimse kimsenin cemaatinin veya tarikatinin çetelesini tutmuyor. Ama diğer yandan manevi ilişkilerin maddi çıkarlara dönüşüp dönüşmediğinin kayıtları da ortaya çıkamıyor. Ve cemaatler de bu “özgürlük alanını” maddi çıkar için sonuna kadar kullanabiliyorlar.
İşte “cemaat medyasının çıkar ilişkilerinin holding medyasının çıkar ilişkilerinden çok ama çok daha kalın bir sis perdesinin arkasında bulunması”ndan kastım da tam bu… Çok sayıda kişi ve en küçüğünden en büyüğüne çok sayıda firma, kanıtlanması mümkün olmayan ilişkiler, yazılı hale getirilmeyen anlaşmalar, “low profile” organizasyonlar, tanımlanamayan çıkarlar…
“Cemaat medyası” bugün artık “holding medyası”ndan daha ürkütücü bir duruma geldi ve geliyor. Çünkü cemaat medyasında ne zaman, kim tarafından, ne amaçla manipülasyon yapıldığı daha kalın bir sis perdesinin arkasında kalıyor.
Cemaat medyasının hükümetle veya belediyelerle olan ilişkileri belirsiz. Kim kimi ne kadar etkiliyor veya yönlendiriyor belirsiz ve her zaman da belirsiz kalacak…
Holdinglerin manipülasyonlarına karşı sütten çıkmış ak kaşık edasıyla “medyada etik” işlerinin dibine vuran cemaat medyası yöneticileri acaba dışarıdan bakıldığında böyle göründüklerinin farkındalar mı? Yoksa onlar da ortaya çıkan bu havadan memnun mu? Belki de bu dumanlı havanın zamanla her yeri kaplamasını tercih ediyorlardır. Kimbilir!..

.

DÜNYA EKONOMİSİNİN 5.CI DEV GÜCÜ BASIN NEREYE GİDİYOR.. Medyanın Açmazları ve kırılma Zamanı


DÜNYA EKONOMİSİNİN  5.CI DEV GÜCÜ  BASIN   NEREYE GİDİYOR..  

Medyanın açmazları ve kırılma zamanı



Medya sektöründe, aktarılan kaynakların, sübvansiyonların, umulan dışsal faydayı yakalamaya yetmediğini ve bir “kırılma” noktasına yaklaşıldığını söylemek mümkün.
Mustafa Sönmez
22 Mart 2004 – 

Medya tartışmaları, özellikle seçim dönemlerinde yeniden alevlenir. Medyanın tarafgirliği, bir silah olarak kullanılması, yozlaşması yeniden yeniden tartışılır. Medyada kimsenin karşı çıkmadığı bir erozyon var ve bu erozyonun da elbette ki, ekonomik bir temeli var. Ticari bir alan gibi görünmekle beraber, medyanın “kar elde etmekten çok, bir silah olarak kullanılmakta olduğu” ve askeri harcamalarla benzer özellikler gösteren “medya harcamaları”nın, önümüzdeki dönemde ilginç gelişmelere gebe olduğu söylenebilir. Medyada olası gelişmelere geçmeden önce, “sektör”ün analizi yerinde olacaktır.
Hemen belirtelim ki, Türkiye, kişi başına geliri, okur-yazar oranı, kentleşme eğilimleri, reklam pastası, tüketim harcamaları v.b. ekonomik ve sosyal göstergeleri ile hiç uyumlu olmayan bir medya niceliğine sahip. Sayılarla ifade edelim:
TV’ler: 16’sı ulusal, 15’i bölgesel, 229’u yerel ölçekte yayın yapan 260 televizyon kanalı (53’ü kablolu),
Radyo: 30 ulusal, 108 bölgesel, 1062 yerel yayın yapan 1200 radyo istasyonu,
Yazılı basın: Tüm ülkede dağıtımı yapılan 32 gazete ve 85 dergi.
Bu nicelikteki medya kuruluşu neyle döner ? Medyanın iki tür geliri var. Birincisi reklam gelirleri, ikincisi gazete,dergi satışları. Ancak bu iki kanaldan giren gelirin bu nicelikteki medyanın maliyetlerini karşılaması mümkün değil. Yine sayılara dönelim.
REKLAM GELİRLERİ
Reklamcılar Derneği verilerine göre, medyayı besleyen reklam harcamaları yıllar itibariyle şöyle gelişmiş:


1993’te 650-700 milyon USD

1994’te 375 milyon USD,
1995’te 635 milyon USD
1996’da 770 milyon USD
1997’de 950 milyon USD
1998’de 930 milyon USD
1999’da 925 milyon USD
2000’de 1.055 milyon USD
2001’de 540 milyon USD
2002’de 730 milyon USD
2003’te de 2002’nin performansının tekrarlanmış olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bu reklam harcamalarının, açık hava, sinema payları çıkıldığında, örneğin son iki yılda medyanın reklam girişlerinin 655 milyon dolar dolayında olduğunu anlıyoruz.
2002 yılı ortalama USD kuru olan 1.512.000 TL hesabıyla mecraların yayın gelirleri 715 milyon USD ve toplam reklam pastası 953 milyon USD’dir. Ancak elektronik ve yazılı basının reklam geliri 654 milyon doları ancak bulmaktadır.
Reklam gelirlerinin, önümüzdeki birkaç yıl daha hızlı artmasının ise hiçbir belirtisi yoktur. İç pazarın daraldığı, özel tüketim harcamalarının 2000 öncesi düzeye ulaşamadığı dikkate alındığında ve Türkiye’nin borç yükü, borç ödeme öncelikli ekonomi politikalarının tüketim harcamalarına negatif etkisi göz önünde bulundurulduğunda, reklam yatırımlarında hissedilir bir artış ihtimalinin çok düşük olduğunu söylememiz mümkün.
SATIŞ GELİRLERİ

2003 sonu itibariyle Türkiye’deki gazetelerin satış rakamları ve satış gelirine bakıldığında yayınlanan 32 adet gazetenin her gün 4 milyon 200 bin dolayında satış yaptığı, bu satıştan da (dağıtım payını göz ardı ediyoruz) 953 milyar liralık (700 bin dolar) gelir elde ettiği görülüyor. Yani Türkiye’de gazete satışıyla gerçekleştirilen ciro aylık 28.6 trilyon liraya (21.2 milyon dolar) yıllık 343 trilyon liraya (254 milyon dolara) ulaşıyor.
Böylece medyanın reklam ve satış geliri toplamı (654+254) 908 milyon doları buluyor.
Resmi ilanlar, dergi satış gelirleri ve makul bir yanılma payı ile birlikte, bu rakamı biraz daha artırıp 1 milyar dolara çıkaralım ve şimdi şu soruyu soralım:
Yılda 1 milyar dolarlık bir reklam ve satış geliri, 16 ulusal kanalı, yıllık üretimi 1,5 milyarı aşan 32 gazeteyi, 85 dergiyi ve 30 ulusal radyoyu yaşatmaya yeter mi ?
Nitekim, tek başına bir TV kanalının yıllık operasyon giderinin 100 milyon dolar olması bile tek başına, detaylı bir analize gitmeden, medyanın yağıyla kavrulmadığını ve sürekli sübvansiyon gördüğünü söylememize yeterli. Kuşkusuz bu sübvansiyonun miktarı , yatay ve dikey birleşmelerle aşırı yoğunlaşmış (tekelleşmiş) medyada, gruptan gruba farklı niceliklere sahiptir.
DOĞAN GRUBU’NUN PAYI YÜZDE 42

Medyada en büyük paya sahip olan ve tuzu en kuru izlenimi veren Doğan Grubu, reklam pastasındaki payını yüzde 40-42 dolayında olarak açıklıyor. Bu, 654 milyon dolarlık medya reklam pastasının yüzde 42’sini oluşturan 275 milyon doların Doğan Grubuna ait olması demektir.
Doğan grubu gazeteleri satış gelirinden yüzde 41 pay alıyorlar. Bu, 254 milyon dolarlık gazete satış gelirinin 104 milyon dolarının Doğan Grubu’na ait olması demektir. Özetle Doğan Grubu TV ve yazılı medyası 275 milyon dolarlık reklam, 104 milyon dolarlık gazete satış geliri olmak üzere 379 milyon dolarlık bir sektör girdisine sahip görünüyor. Bunu kabaca 400 milyon dolar olarak kabul edelim.
Ama tuzu en kuru görünen Doğan Grubu’nun bile, medya faaliyetlerini sübvansiyonla götürdüğünü söyleyebilecek sarih bir görüntüye sahibiz. Yine, sadece bir TV kanalının operasyonel giderlerinin yılda 100 milyon dolar olduğu kabul edilirse, kabaca 400 milyon doları bulan Doğan Grubu gelirinin iki TV kanalının finansmanına ve yılda 630 milyon adet gazetenin üretimine yetmeyeceğini söylemek mümkün.
Medya pazarından belli paylar alan ama sırtlarında batık banka yükleri olan Çukurova, Sabah ve Star gruplarının da çok büyük sübvansiyonlarla faaliyet icra etmekte olduklarını söylememiz mümkün. Bunlardan Star grubu için, sektörün dışına düşürülmüş grup, tanımını kullanmak yanlış olmaz.
Sektörde en büyük sübvansiyonu ya da “medya ile silahlanma harcaması”nı yapan grubun Çukurova olduğunu söylemek mümkün. Sahip olduğu Digitürk ile futbol maçları naklen yayınını oldukça ağır koşullarda üstlenen Çukurova Grubu, sadece bu operasyonunu sürdürmek üzere önemli sübvansiyonlar aktarmaya mecbur kalırken diğer TV kanalları (Show TV ve Skytürk) ve yazılı basınını ayakta tutmak için de önemli kaynaklar aktarmak durumunda kalıyor.
Etibank kaynaklarını kural dışı kullanan Bilgin Grubu ise Turgay Ciner ile yaptığı işbirliği sayesinde ayakta durur görünmekte, ancak hem Sabah-ATV grubunun hem de Cumhuriyet’in kendisini döndürmesi, Turgay Ciner’in artan oranlarda sermaye enjeksiyonunu gerektirmektedir. Bu grupların artan medya harcamaları, rakip Doğan Grubunun da medya harcamalarını artırmaktadır. Bu, karşılıklı silahlanmaya giden iki ülke ya da blokun, ekonomilerine belli bedeller ödetmeleri durumuna çok benzemektedir.
NTV ve TV 8 gibi bağımsız medya kuruluşlarının, sübvansiyonlarının katlanabilir boyutlarda olduğunu tahmin etmekteyiz. İslami kesimdeki medyanın ise katlanabilir ve sürdürülebilir bir cemaat dayanışması ile sermaye enjeksiyonunu sürdürebildiklerini söyleyebiliriz.

KIRILMA ZAMANI


Reklam ve satış gelirleri ile, kar ve sermaye birikimi bir yana, başa baş noktasına bile yaklaşamayan, dolayısıyla sürekli sermaye takviyesi ihtiyacı içinde olan medya sektöründe faaliyet, medya sermayedarları için neden hala vazgeçilmez niteliktedir? Yanıtı zor olmayan bir soru. Medyaya, bir “sektör” olmaktan çok, bir “silahlanma, güç edinme aracı” optiğinden bakılırsa soruyu yanıtlamak kolaylaşır.
Evet, özellikle günümüz Türkiye’sinde medyada “kaybedilen kaynak”, medyanın sağladığı “dışsal faydalar”ın karşılığıdır. Nedir o dışsal faydalar? Siyasete karşı “sopa ve/veya havuç” olmak. Rakibe karşı “savunma ve/veya saldırı gücü” olmak, Grubun öteki alanlarındaki sektörlerini, medyanın gücünden yararlandırmak v.b.
Ancak, harcamaların, “dışsal faydalar”ı aştığı durumlar, medyaya sahip olan gruplar açısından bir “ateşten gömlek”e dönüşmekte, bumerang misali dönüp sahibini vurabilmektedir. En taze örnek Star Grubu’dur.
Yaklaşık 1 milyar dolarlık bir gelirle sürdürülebilir bir faaliyet şansı olmayan ve sürekli dışarıdan sermaye enjeksiyonu talep eden medya sektöründe, aktarılan kaynakların, sübvansiyonların, umulan dışsal faydayı yakalamaya yetmediğini ve bir “kırılma” noktasına yaklaşıldığını söylemek mümkün.
Yakın gelecekte, özellikle batık banka kamburu olan bazı gruplar açısından medya harcamalarının, umulan “dışsal fayda”yı çok aşacağının ve sürdürülemez boyuta tırmanacağının birçok belirtileri vardır.
Medya, hissedilir bir kabuk değişimine gebe görünmektedir.

31 Aralık 2014 Çarşamba

"ABD Müttefik Değiştirirken" O ÖNEMLİ İSİM YAZDI: ABD'nin en iyi müttefiki artık Kürtler!



 "ABD Müttefik Değiştirirken" 


21. Yüzyıl Dergisi Aralık 2014 Sayısında  "ABD Müttefik Değiştirirken"  BAŞLIGIYLA YAYINLANDI..,






Konuyla ilğili Irak Kürdistanı yayın organında çıkan yazı..,


O ÖNEMLİ İSİM YAZDI: ABD'nin en iyi müttefiki artık Kürtler! 


New York (Rûdaw) - ABD Dışişleri Bakanlığı eski danışmanlarından Columbia Üniversitesi Barış ve İnsan Hakları Çalışmaları Başkanı David Phillips, "Artık müttefikler değişiyor. Kürtler bölgede ABD'nin en iyi dostu" dedi.

Geçtiğimiz günlerde New York'ta Kobani ile ilgili düzenlen konferansta yaptığı, "Irak Kürdistanı bir iki yıl içinde bağımsızlığını ilan eden ilk devlet olacak" açıklamasıyla dikkatleri üzerine çeken Phillips, bu kez ABD'ni bağımsız ve etkili medya kuruluşlarından Huffingtonpost için dikkat çekici bir yazı kaleme aldı.

“Kobani kavşağı” başlıklı yazısında, Phillips, “Kürtler’in IŞİD karşında verdiği mücadelenin, örgütün yanısıra bölgedeki dengeleri de alt üst edeceğini” kaydetti. Kobani'nin yakın tarihteki en önemli kavşak olduğunun altını çizen Phillips, Batı'nın son gelişmeler üzerinden hem IŞİD'le savaşan Kürtler'in ve hem de eski bir müttefik olan Türkiye'nin durumunu yeniden değerlendirmeye aldığını vurguladı.

Kobani'nın hem stratejik, hem de sembolik öneme sahip olduğunu kaydeden Phillips, Kürtler’in de bu sayede bir araya geldigine dikkat çekerek şunları yazdı:

"Kürtler, aralarındaki farklılıklara rağmen, zorluklar karşısında birlikte hareket etmeyi bildi. Kobani Suriye ve Türkiye Kürtleri açısından, Halepçe'nin Irak Kürtleri açısından oynadığı gibi birlestirici bir rol oynadı."

Türkiye'nin Kobani'deki tutumunun, Kürdistan Hükümeti ile Türkiye ilişkilerine de zarar verdiğini belirten Phillips, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kobani ile ilgili söylemlerini eleştirerek, şöyle devam etti:

"Erdoğan kendisini ABD'nin bir müttefiki olarak görüyor ama aynı zamanda Kobanı'yi savunan cesur savaşçıları da aşağılıyor. Ankara sandı ki, ABD'ye geri adım attırabilecekler, ama Başkan Obama Türkiye'nin itirazlarını dikkate bile almadı."

Kürtler’in, “IŞİD terör örgütünün halkla ilişkiler başta olmak üzere her alanda kullanacağı ve sinir bölgesini kontrol etmek için vargücüyle yüklendiği bir şehri savunarak, şimdiden büyük bir başarıya imza attığını” ifade eden Phillips, bu nedenle bölgede dengelerin de değişeceğini yazdı.
"ABD ile PYD arasındaki koordinasyon çok önemli sonuçlara yol açacak. ABD'nin, Türkiye'nin güvenilirliğini yeniden değerlendirken, Kürt-Amerikan ilişkileri açısından tarihi bir adım olarak PKK'yı terör listesinden düşürmeyi de göz önünde bulunduruyor. Bölgede artık müttefikler yer değiştiriyor. Kürtler bölgede  Amerika'nın en iyi müttefiki olabileceğini gösterdi. Kürtler’le işbirliği yapmak, IŞİD'i yenmek için çok önemli bir işlev görecek."

Phillips, akademik kimliğinin yanısıra, ABD eski başkanılarında Clionton ve Bush  ile Başkan Obama hükümetlerinde de dışişleri bakanlığı danışmanları arasında yer almıştı.

http://rudaw.net/turkish/world/221120143
..


Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor



Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor

Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
30 Kasım 2011 Çarşamba
Ozan Örmeci 


Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya’da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye’de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir.
18 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerin, 2011 yılı içerisinde Mısır, Libya, Suriye başta olmak üzere Cezayir, Bahreyn, Ürdün, Yemen ve Lübnan gibi Arap dünyasının başlıca ülkelerinde yol açtığı halk ayaklanmalarına siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründe Arab Spring (Arap Baharı) adı verilmiştir.[1] Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya'da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye'de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir. Arap Baharı'nın henüz demokratik rejimlerle tanışamamış Arap halklarının çağdaş dünyaya eklemlenmesi, diktatörlük rejimlerinin yıkılması gibi olumlu etkileri ve rejim değişikliği yaşayan ülkelerdeki yer altı kaynaklarına Batılı büyük güçlerin göz dikmesi gibi olumsuz sonuçları medyada ve akademide yoğun bir şekilde tartışılmış ve incelenmiş, bu doğrultuda yeni bir akademik literatür dahi oluşmaya başlamıştır. Arap Baharı sürecinde internet ve sosyal medyanın rolü, gençlik hareketlerinin halk ayaklanmalarındaki etkisi gibi konular da yine sıklıkla araştırılmış, Arap Baharı sürecinde Tahrir Meydanı gibi semboller, Muhammed Bouazizi gibi kahramanlar da ortaya çıkmıştır. Fakat siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından ve dünyanın mevcut güç dengeleri de incelendiğinde Arap Baharı'nın esas anlamı, bu sürecin bölgedeki en önemli aktörler olan Türkiye, İsrail ve İran'ın birbirleri ve diğer aktörlerle olan ilişkilerine nasıl etki edeceği sorusuna cevap bulunabilirse ortaya çıkacaktır. Bu nedenle ben bu yazıda Arap Baharı sürecinin Türkiye'yi merkeze alarak Türkiye, İsrail ve İran'a olası etkileri üzerinde duracağım.


Arap Baharı sürecinde görünürde en kârlı çıkan ülkelerden biri olarak nitelendirilen Türkiye, aslına bakılırsa bu sürecin devamında ciddi risklerle karşı karşıya kalacaktır. Kâğıt üzerinde demokratik ve laik bir ülke olan Türkiye, Arap Baharı sürecinde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batılı güç merkezleri ve kanaat önderleri tarafından muhalif gruplara model olarak gösterilmiş, bu doğrultuda Tunus'ta seçimleri kazanan Ennahda Partisi lideri Raşid El-Gannuşi kendisine Recep Tayyip Erdoğan'ı örnek aldığını belirtmiş, partinin önemli isimlerinden Abdülhamid Cilasi ise "Erdoğan bizimle aynı dili konuşuyor, bu yüzden o konuştuğu zaman dinliyoruz" demiştir.[2] Erdoğan Mısır'da bizdeki 27 Mayıs'a benzer şekilde şimdilik askeri yönetimle sonuçlanan devrim sonrası bu ülkeye şaşalı bir gezi düzenlemiş ve burada coşkuyla karşılanmış, fakat Erdoğan'ın yaptığı "laiklikten korkmayınız" açıklaması, seçimler sonrası iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel Müslüman Kardeşler örgütü tarafından tepkiyle karşılanmıştır.


Arap Baharı sürecinde Türkiye önceden çok iyi siyasi ilişkilerinin ve çok önemli ekonomik menfaatlerinin bulunduğu Libya gibi bir müttefiki başta Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı güçlere kaptırmıştır. Dahası Suriye'deki mevcut yönetimle ilişkiler ciddi şekilde bozulmuş ve eğer iktidar değişikliği olmazsa bu ülkenin PKK'ya vereceği olası destek ve ekonomik ilişkilerin şimdiden bozulması ve daha da bozulacak olması sonucu Türkiye ciddi bir kayba uğrama riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkede bir iktidar değişikliği olması halinde ise Türkiye için daha iyi bir durum söz konusu olabilir. Fakat iktidar değişikliği sürecinin Nusayriler ve Sünniler arasında bir mezhepsel iç savaşa dönüşmesi kuşkusuz Türkiye'yi de olumsuz şekilde etkileyecektir. Tunus'ta yeni dönem için ilk pozisyon alan ülke olan Türkiye, buna karşın henüz bu durumu somut bir kazanca dönüştürmeyi başaramamıştır. Birazdan anlatacağım sebeplerden ötürü bu süreçte İran'la da ilişkileri bozulan ve daha da bozulacak olan Türkiye, bu yüzden yine ciddi bir ekonomik kayıp ve bu ülkenin PKK'ya verebileceği destek[3] ve istikrarsızlık yaratacak faaliyetleri nedeniyle siyasi sorunlar yaşayacaktır. Suriye ve İran konusunda Batı'ya meydan okuyan bazı açıklamalar ve hamleler yapan ve önümüzdeki sene Vladimir Putin'in yeniden devlet başkanı olmasıyla bu tarz açıklama ve hamlelerini arttırması muhtemel Rusya ile ilişkilerin bozulması da Türkiye'nin bu süreçte yüzleşmek zorunda kalacağı bir diğer ciddi risktir. Özellikle Türkiye'nin İran ve Rusya'ya enerji alanındaki bağımlılığı ilerleyen yıllarda Türkiye'yi zorlayacak bir etkendir. Mısır'da kurulacak yeni yönetimin Türkiye ile Sünni hâkimiyeti konusunda rekabet içerisine girmesi de Türkiye'nin elini zayıflatabilir. Bu doğrultuda Arap Baharı sürecinde Türkiye'nin ekonomik kayıpları bedelli askerlikle finanse edilemeyecek kadar büyük olacak, dahası Türkiye çok ciddi siyasi risklerle karşı karşıya kalacaktır.


Türkiye aslına bakılırsa Batılı güçler tarafından 2002'den bu yana adım adım, ABD'nin Irak işgali (II. Körfez Savaşı) sonrası çok güçlenen, nükleer enerji konusunda çalışmalar yapan[4] ve Arap Baharı sürecinde iyice güçlenmesinden korkulan İran'ı dengeleyecek ılımlı İslami bir Sünni rejimi olarak hali hazırda dizayn edilmekteydi. Önceden İran ve Şii hilali karşısında laik, demokratik Atatürk modelini öne çıkaran Batılı güçler, İran'ı bu model cazibesiyle içeriden karıştırıp yıkmayı başaramayınca, bu defa İran'ın karşısında bir Müslüman blok oluşturmak amacıyla Sünni-Şii çatışmasını gündeme getirmişler, bu doğrultuda Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyiminden istifade etmişlerdir. Hakikaten üç dönemdir oylarını arttırarak iktidara gelen ve içeride uyguladığı otoriter politikalara karşın dışarıda olumlu algılanan AKP de, İslamcı Milli Görüş kökleri nedeniyle başlarda bocalamasına karşın, kısa sürede "eksen kayması" tartışmalarıyla hizaya sokulmuş, sonuçta bir NATO üyesi ülkenin iktidarı olarak füze kalkanı projesinde Batı ile uyumlu davranmak zorunda kalmıştır. Bu deneyimler sonrası kuşkusuz AKP ve ılımlı İslam modeli Batı ve İsrail için daha da değer kazanmış, Başbakan Erdoğan Time dergisinde kapak dahi yapılmıştır. Fakat önceden "komşularla sıfır sorun" politikası doğrultusunda komşu ülkelerle ticaret hacmini ve bu ülkelerde kültürel etkinliğini arttıran Türkiye, şimdi Şii bloğuyla kaçınılmaz bir şekilde çatışma içerisine girecek ve yine Soğuk Savaş'takine benzer şekilde "NATO'nun ileri karakolu" olarak görev yapacaktır. Bu süreç Türkiye'nin Davutoğlu doktrininden giderek uzaklaşması ve İslam dünyasının yine içerisindeki ikilikler kullanılarak Batılılar tarafından kontrol edilmesi anlamına gelecektir. Nitekim daha şimdiden İranlı yetkililerden İran'a olası bir saldırı durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye (füze kalkanının yerleştirileceği Malatya) olduğu yönünde açıklamalar gelmektedir.[5]


Şu son yıllarda yaşadığımız birçok tartışmanın temelinde de aslına bakılırsa Türkiye'nin bu yeni soğuk savaş dönemi için yeniden dizayn edilmesinin etkili olduğunu düşünülebilir. Zira 1950-1990 dönemindeki Soğuk Savaş sürecinde Kemalizm'i dayanak yaparak gerçekleştirilen ve toplumsal karşılığı da oldukça yüksek olan askeri müdahaleleri önlemek amacıyla şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri acımasız bir şekilde eleştirilmekte ve yıpratılmakta, Kemalizm ve Atatürk'e yönelik saldırılar ("Atatürk diktatördü" tartışmaları, Dersim olaylarına yönelik eleştiriler vs.) her gün televizyon kanallarından izlenmekte ve gazetelerden okunmaktadır. Bu tartışmaların amacı yeni soğuk savaş döneminde TSK'yı dizginlemek, hatta siyasal gücü ve yeni vesayet yapısını mümkün olduğunca ordudan emniyet teşkilatına doğru kaydırmaktır. Son yıllarda yaşanan çeşitli adli süreçleri de bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır.


Davos Ekonomik Forumu'ndaki "one minute" krizi ve Mavi Marmara olayı gibi ciddi krizlere karşın, Türkiye'de yaşanan bu süreç İsrail tarafından da büyük ölçüde desteklenmektedir. Hatta bir komplo teorisi olarak, İsrail'in bu tarz olaylarla Türkiye'deki ılımlı İslami Sünni modelini bilinçli olarak İslam dünyasında yücelttiği bile iddia edilebilir. Zira İsrail için asıl büyük tehlike nükleer güce ulaşması muhtemel ve İsrail karşıtı hareketlere daima destek veren İran'dır. Mısır'da demokrasiye geçiş sonrası İslamcı hareketler Türkiye ve Tunus'ta olduğu gibi Batı ile uyumlu hale getirilemezse bu da İsrail açısından Camp David statükosunun bozulması açısından ciddi tehlike arz edebilir. İran'ın bölgedeki önemli müttefiklerinden olan Suriye'deki Esad rejiminin düşürülmesi de İsrail açısından kritik bir faktördür. İsrail'in 2014 yılında İran nükleer güce ulaşmadan önce bu ülkeye bu müdahalede bulunmak istediği açıktır. Bu nedenle İsrail önümüzdeki aylarda kendisine müttefikler arayacak ve Amerika'daki Yahudi lobisinin bu ülkeye yapacağı baskıyı da kullanarak Türkiye'nin ve Körfez ülkelerinin kapısını çalacaktır. Bölgedeki en anti-demokratik rejimler olan Körfez ülkeleri ise Arap Baharı sürecinden ciddi rahatsızlık duysalar bile, Amerika ve İsrail'e yakın durarak sistemlerini koruyabileceklerine inanmaktadırlar. Ancak Mübarek'in yaşadıkları göz önüne alınırsa; Batı ve İsrail müttefiki olmalarına karşın, sıra bir gün onlara da gelebilir.


İran açısından bakıldığında ise Arap Baharı Tunus ve Mısır'da yaşanan iktidar değişiklikleri sonrası umut yaratmış, fakat bu süreçlerin sonunda Batı yanlısı laik yönetimlerin yerini Batı yanlısı Sünni İslami rejimlerin aldığını görmek İran'ı ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Mısır'da süreç henüz sonuçlanmasa da, bu ülkede güçlü bir İslami yönetimin ortaya çıkması İran'ın İslam dünyasında da herşeye rağmen hala bölgedeki en Batılı rejim olan Türkiye'den daha güçlü bir rakip bulması anlamına gelebilecektir. Bu sürecin Suriye gibi İran'ın önemli bir müttefikini düşürmesi riski kuşkusuz İran'ı endişelendirmektedir. Esad yönetiminin düşmesi Suriye'de Sünni çoğunluğa dayalı ve İran'la husumet güdecek yeni bir rejimin kurulması anlamına gelebilir. Fakat İran Esad'ı kurtarmanın mümkün olmadığına kanaat getirirse bu noktada kendisini güvenlik altına almak adına Batı ve İsrail ile geçici bir uzlaşmayı tercih edebilir. İran ayrıca yakın gelecekte olası bir İsrail-Batı müdahalesi ya da hava saldırısına karşı Rusya ve Çin'den destek alarak konumunu sağlamlaştırmayı deneyecektir. Yine sınır komşusu Türkiye ile oluşacak dengeler İran açısından belirleyici faktörlerden birisi olacaktır. İran'ın Türkiye'ye PKK ile mücadelede aktif destek sunması bu noktada Türkiye'nin Batı ittifakı içerisinde olmasına rağmen bu ülkeyi mümkün olduğunca askeri bir operasyondan korumaya çalışması seçeneğini gündeme getirebilir.


Sonuç olarak Arap Baharı süreci, diktatörlük yönetimlerinin değiştirilmesi ve Arap halklarının demokratik seçimlerle tanışması gibi çok olumlu özelliklerinin yanında, bölgede çok tehlikeli gelişmelere neden olabilecek bir Pandora'nın kutusunun açılması hadisesidir. Umutla ve olumlu düşüncelerle başlayan bu süreç; nükleer çatışma, İslam dünyasında iç savaş ve dünya savaşını da içeren felaket sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle Türkiye'deki siyasal iktidarın kendi üzerinde oturduğu rejimi kötülemek ve zaten zayıf olan muhalefete vurmak yerine, bir an önce Türkiye'deki milli birlik ve toplumsal mutabakatı arttıracak çalışmalar içerisine girmesi ve dış politikada muhalefet ve farklı devlet organlarıyla da görüşerek meşruiyet seviyesi yüksek ve ihtiyatlı bir çizgi belirlemesi gerekmektedir. Türkiye bu süreçte izlediği politikaların bir-iki değil, en az üç-beş hamle sonrasını görebilecek kadar dikkatli ve bilgi sahibi olmalıdır. Zira Türkiye'nin karşısında ölüm-kalım mücadelesine girişmiş İran ve İsrail gibi ideolojik devletler bulunmaktadır.




KAYNAKLAR


- Byman, Daniel, "Israel's Pessimistic View of the Arab Spring", The Washington Quarterly, Summer 2011, sayfa 123-136.

- Ghosh, Bobby, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi:http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.
- "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.
- Oğuzlu, Tarık, "Arap Baharı ve Değişen Bölgesel Dinamikler", OrtadoğuAnaliz, Haziran 2011, Cilt: 3, Sayı: 30, sayfa 33-40.
- Sağsen, İlhan, "Arap Baharı, Türk Dış Politikası ve Dış Algılaması", OrtadoğuAnaliz, Temmuz-Ağustos 2011, Cilt: 3, Sayı: 31-32, sayfa 57-64.
[1] Bu terimin ortaya çıkışında 1968'de Çekoslovakya'daki Sovyetler Birliği karşıtı halk ayaklanmalarına verilen isim olan Prag Baharı'ndan (Prag Spring) esinlenildiği tahmin edilmektedir.

[2] Bobby Ghosh, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi:http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.[3] İran devleti bu kartı çekinmeden kullanabileceğini PKK terör örgütü liderlerinden Murat Karayılan'ın yakalandığına ilişkin sonradan yalanlanan haberler vasıtasıyla Türk devletine üstü kapalı olarak iletmiştir.[4] İran'ın 2014 yılında nükleer güce ulaşacağı 2011 yılına kadar MOSSAD başkanlığı görevini yürütmüş Meir Dagan tarafından ifade edilmiştir. Bu açıklamayı İsrail'in İran'a 2014'ten önce bir müdahale planladığı şeklinde okumak mümkündür. (Haaretz, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.haaretz.com/news/mossad-iran-will-have-nuclear-bomb-by-2014-1.278192.)[5] "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.
***