BASIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BASIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2015 Perşembe

EGEMEN GÜNDEM, DİN VE MÜCADELECİ BASIN





EGEMEN GÜNDEM, DİN VE MÜCADELECİ BASIN


İrfan Erdoğan
Egemen Gündem


Toplumsal gündemler, bilimden kadınların dedikodusuna kadar çeşitlenen insan faaliyetlerinde, zaman ve yer içine sıkıştırılan, toplumsal konular arasında seçilerek ön plana çıkartılıp konuşulan ve tartışılanlardır. Toplumsal gündemlerin saptanması kitle iletişim araçlarıyla, siyasal propagandalar ve ideolojik faaliyet ağlarıyla örülmüş çağımızda, tesadüften ve kişilerin kendi özgür seçimlerinden çok, egemen güçlerin ve egemen gereksinmelerin yönlendirdiği bir biçim almıştır. Mahalle dedikodularında bile önde gelen gündemler arasında televizyon sabun operalarının günlük hikayeleri ve kişileri yer alır. Siyasal gündemler genellikle düzen koruma ve karşıtlığı kötüleme alanı içine sıkıştırılır.

Egemen gündemin sunduğu "sorunları' egemen gündemi malı diye her zaman dışlayamayız. Aksine çoğu kez bilimselden aile toplantılarındaki çekişmelere kadar çeşitlenen tartışmalara gireriz, girmek zorunda hissettiriliriz.

Egemen gündem masum değildir. Sadece tartışılacak konuyu saptamaz, aynı zamanda tartışmanın kurallarını, sınırlarını, tartışmaya taraf olacakları ve olmayacakları belirler. Bu belirleme direk kontrol olanaklarının olmadığı durumlarda ideolojik kontrolla sağlanır: Örneğin özelleştirme gündeminde tartışma kamu sektörü ve özel sektör arasına sıkıştırılır ve sorun özgürlük ve özgürlüğün kontrolu yapılır. Bu gündemdeki tuzak, sorunu, tarafları ve tartışmanın çerçevesini tanımlamayla gelen meşrulaştırma ve meşruluk dışında bırakmadır: Ya kamu ya da özelleştirme tarafından birini seçmek durumu. Eger kamu tarafını tutarsak kamunun özgürlüğe karşı olmadığını savunma durumuna düşeriz. Sorunun bu çerçeve dışında olduğunu sunmak ve düşünmek gayri-meşruluğa düşmektir. 

Din Gündemi 

Din konusu egemen gündemlerde daima önemli bir yer alır. Medyada din üzerinde sık sık durulması Türkiyede din konusunun önde gelen bir gündem olduğunu anlatır. Toplumlarda örgütlü din ticaretini yapan belli güçlerin siyasal politikada artan bir biçimde egemenlik kazanmaya başlaması, toplumlarda Amerikan eğitimli bir başbakanın bile bu tüccarlığı siyasal kandırma politikası olarak kullanması, din gündeminin önemini çok daha artırır. Dinde egemen gündem tartışmaları laiklik etrafında döner. Laiklik gündemine egemen çerçeveyi kiramadan yaklaşanlar, burjuva pozitivizminin tuzağına düşerler.

Din ve Üretim İlitkileri

Din toplumsal üretimde belli yerlerde pozisyonlandırılmıştır. Materyal üretimde dinin yeri ilk bakışta ideolojiktir: Dini inançlar taşıyan insanlar toplumsal günlük üretime katılırlar. Bu üretim hem materyal hem de kültürel egemenliğin üretimidir. Yani inançlı insanlar, namaz kılmaktan, oruç tutmaya ve zekat vermeye, kurban kesmeden, şeker bayramında çikolota ve şeker almaya, müslüman firmanın üretttiği suyu içmeye, müslüman sermayenin sahip olduğu radyo ve televizyon istasyonlarını izlemeye, yargıç olup şeriata aykırı diye kitap yasaklamaya, "din düşmanlarının"kellesini kesip azraile yardım etmeye, kendinden olanı işe alıp olmayanı ekmeğinden etmeye kadar çeşitlenen günlük faaliyetlerinde hem kendilerinin yaşam koşullarını yeniden üretirler hem egemenliğin hem de karşıtlığın koşullarını. 

Din ve Kapitalist Sömürü

Burjuva bilimi dini inançları hurafeyle, gericilikle, eski ve köhnemişlikle niteleyip, yaradılışı ve insanların nasıl yönetileceği ilahi açıklamasını red ederler. Onun yerine ampirik deneylemeyle yanıtlamaya dayanan pozitivizmi savunurlar. Burjuva bilimi nesnellik iddiasındadır. Fakat ne denli nesnel olduğu tartışma konusudur. Nasil ki Kuran'a dayandığını söyleyen ve Kuran'ın belirleyici materyal tabanını ortadan kaldırıp ilahilige bağlayan şeriatin ilmi kendi içinde kendini belirleyen güç yapısıyla geçerli (veya geçersizse), pozitivist bilim kendi teorik varsayımları, bu varsayımların test mekanizmaları ve sonuçlarıyla geçerli (veya geçersizdir). Pozitivist bilim bilimin doruğu ve bir başlangıcın ulaştığı son değildir.

Şeriatin eleştirici özgürlüğe kesinlikle yer vermemesi, materyal temelle olan tutarsız ilişkisinden, dolayısiyle soruşturmayı red ederek egemenliğini sürdürme çabasındandır. Burjuva pozitivist bilimini nesnel olarak ilan etmek, özgürlüklerin temsilcisi olarak göğe çıkarmak, bu bilimin kapitalist örgütlü soygun ve gaddarlıklarla olan direk ilişkisini görmemek veya görmemezlikten gelmektir. Şeriatın gericiligiyle ve elinde kılıç Allah yoluna cenk ederek katlettigi insan sayısıyla, pozitivist bilimin ilerici ve modernligiyle sadece Vietnamda ve Kamboçyada katlettiği insanların sayısını ve yarattığı insanlık durumunu karşılaştıramayız bile. Korfez savaşinda, pozitivist bilimin hipotez testlerinin sonucu olarak, örneğin, Amerika'da ve İngilterede bugün bu savaşta test edilen silahla ilişkide bulunan askerlerin çocukları sakat dogmaktadır. Kim bilir Korfez bolgesinin insanlarına ne olmaktadır. Nasıl ki Şeriat belli materyal ilşikiler düzeninin bir yasal parçası ve şeriatın ilim iddiası bu parçanın bütünleşik bir parçasıysa, göğe çıkarılan burjuva pozitivist-ampirik bilimi de kapitalist ücretli-kölelikle insanları yoksun ve yoksul bırakma ve başkaldıranları özgürlük ve demokrasi adına ezme düzeninin görevsel bir parçasıdır. 

Elbette burjuva demokrasisi ücretli-kölelik ilişkilerinin getirdiği sömürgen ve baskıcı yalın gerçeklerle ayakta duramaz; Özgürlük, fırsat eşitliği, demokrasi, vatan, millet, seçme ve seçilme hakkı gibi efsaneler\mitler yaratması ve bunlarla hem umutlar vermesi hem de umutların gerçekleştiğini gösteren örneklerle gelmesi gerekir. Bu da giderek hurafelerin yaratılması ve suregelen hurafelerin kullanilmasıni zorunlu kılar. Bu sadece kapitalist dünya gerçeğinin bir yanı. Diğer yanı ise, gene toplumsal üretim ilişkilerine dayanır: Kapitalist bireyci güç ve çıkar mücadelesi, üretimi yapan ve onları zenginleştiren kitlelerin yönetiminde, sadece kendi sisteminin yarattıklarıyla yetinemez duruma gelmiştir. Binlerce yılın tek dinli çıkar politikasının mücadelesiyle daima yüzyüze kalmışlardır. Fakat Türkiyede bu güçlerin kafası Atatürkün burjuva devrimiyle (yani burjuvaların yaptığı devrimden çok burjuva ideolojisini benimseyen devrimle) ezilmiş ve siyasal sahneden atılmıştı.

Çok partili sisteme geçişte, Cumhuriyetin siyasetcilerinin inanç sömürü politikasıyla araç olarak kullanılmaya başlandı. Dinin araç olarak siyasette kullanılması burjuvaların yapacakları en tehlikeli oyunlardan biridir: Çünkü dinin siyasal sahnede ve güç mücadelesindeki yeri birkaç yüzyıllık burjuva tecrübesinden çok daha eski ve uzundur. Amerika'da bile bu kullanım 1İİ0'larda din tüccarlarının burjuva temsilciler yerine kendi-tüccarlarını başkan seçtirme girisimlerinı getirmiştir. Tanrı adına öldürmeleri de... Türk laik-burjuva siyasetcilerinin din sömürüsü de elbette örgütlü dinin, kendinden olmayan ve dini politikaya alet edenlere karşı, dinin inançlı temsilcilerinin siyasal alana atılması ve gerçek temsilciliği getirmesi gereğinin ardında gitmesini getirecekti. Bu da tanrının temsilcisi siyasal partinin kurulmasına yol açacak ve güçlenmesine neden olacaktı. Kısaca, laik-burjuvazi kendi eliyle kendini tuzağa düşürmüş durumdadır. 

Örgütlü Dinin Hortlatılışı

Burjuva politikalarının sonucu olarak örgütlü din yeniden hortlatılmış ve siyasal sahnede burjuva siyasal demokratik oyununu Makyavellinin güleryüzüyle yaparken, aynı zamanda yerel idareleri ele geçirmeyle başlayan yaygın bir dayanışma iletişim ağı kurup geliştirmişlerdir. Bu iletişim ağı kapitalizm dünyasında, Marksistlerin (sömürü amaçlamadıkları için) başarılı olamadıkları, ekonomik faaliyetler dayanışmasına uzatılarak güçlendirilmiştir. Gerçekte ağın kuruluşu ve yaygınlaştırılması ekonomik temelin tekelci pazarda kendini güçlendirebilmekte seçmek zorunda olduğu en birinci alternatiftir. Ağ bir kez kuruldumu, gelişme olanağı, var olan inançların sömürüsünü yapmayı gerektirirki bu da modern iletişim araçlarıyla ve camilerden geçerek sözlü iletişimle desteklenen bir yaygınlaşma potansiyeline sahiptir. Marksistler bu bakımdan şanssızlar çünkü, Marksist iletişim halkın inançlarının sömürüsü değil, egemen bilinç ve inanç yapısıyla çatışan bilgiye ve enformasyona dayanır. Dolayısiyle Marksist (örneğin marksist basın), dayanışma ve iletişim ağı entellektüel sınıf, gençler ve işçi ve köylü sınıfları arasındaki militanlar ve sınıf bilincinde olanlarla sınırlıdır. 

Mücadeleci Basın ve Din 

Türkiyede, din sorunu burjuva yönetimin ve sınıfının çözmek zorunda kaldığı ve gittikçe ciddileşen bir sorun durumuna gelmektedir. Bu aynı zamanda her ideolojik yanlılıktaki bilim adamlarının ve basının da sorunudur. Bu nedenle, örneğin Bilim ve Utopyanın din üzerinde ayndınlatıcı ve oldukca değerli sunumlarını alkışlamak gerek. Fakat burjuvanın sorununu durmadan tekrar tekrar sunmak, ne denli aydınlatıcı ve önemli olursa olsun, materyal ilişkiler gerçeğinde çok daha önemli sorunları bir yana itmektir. Dini inanç ideolojik üst yapıyla ilişkili ve alt yapının değişmesiyle değişecek bir sorundur. Burjuvalaşmayla dini terketme ve dine sadece sömürü için geri dönme buna bir yanıttır. Ankaranın burjuva semtlerinin çocuklarının kaç tanesi beş vakit namaz kılıyor dersiniz? Kapitalist üretim ilişkileri ve Darvinci-evrimci eğitim bu işi zaten yapmaktadır. 

Elbette marksist basında din ve diğer ideolojik yorumlar, incelemeler ve araştırmalar sunulmalıdır. Fakat pozitivizmin ana gündemi olan fikirler tartşımasına saplanarak ana gündemi unutmamak gerek. Özellikle, tekrar belirteyim, Türkiye'de din gündemi özellikle egemen burjuva sisteminin kendi yarattığı bir sorunla gelen burjuvazinin gündemidir. Marksizmin bu gündemdeki yeri her zamanki gibi "dinin kitlelerin afyonu olduğu" sapıtmasıyla gelen komunist düşmanlığında, insanın kendi fiziksel varlıgını korumasıdır. Gerçek düşmanın Marks değil pozitivist burjuva sistemi olduğunu anlatarak "komunist düşmanlarını aydınlatma" düşüncesi oldukça gülünçtür. Belki Tanrıyla ilişkileri sadece inanç olanlar arasında enformasyon almaya ve bilgiyle ilgilenmeye meraklı olanlar kulak verebilir. Fakat "tanrı yapıp tanrı satanlar" kesinlikle dinlemezler, çünkü, onlar için tanrı ticarettir, finanstır, endüstriyel sermayedir. Tanrısını kaybeden inanan insan için dünya anlamını yitirir. Tanrıyı kaybeden din tüccarı sadece iflas eder. Dolayısiyle, her ikiside şiddetle direnmek zorundadır. 

Mücadeleci basın egemen din gündemini ve bu gündemin anlamını, mücadeleci gündemler içindeki yerini ve kendisiyle ilişkisini incelemeli, saptamalı ve ona göre egemen gündemi yeniden biçimlendirerek veya kendi gündemini sunmalıdır. 

Marksizm ve Din

Marksist anlayış, dinin, iletişim yoluyla bilinçlendirmeyle, yasaklamayla, cami kapatmayla vb. değişmeyeceği görüşüne dayanır. Bilinçlendirmeyle inanç değisimi olması olasılığı harcanan enerji ve zamanla oranla oldukça faydasız, gereksiz ve hatta verimsiz bir giritimdir.

Dini inanç diğer tutum ve inançlar yanında belli bir yer kaplar. Din, insanın evrensel varlık sorusuna verdiği veya kendisine egemen bir kültür tarafından verilen cevaptır. Dinin örgütlenmesiyle birlikte biçimlenen anlam ve bu anlamın materyal orijini kapitalist pazar ilişkilerinde farklı bir anlama gelir: Din materyal ilişkiler temelini yitirmiştir ve kalıcılığı ücretli-kölelik düzeninde yoksun bırakılmışların evrensel tesellisi olmasındandır. Bu kalıcılık siyasal sömürücü politikalarla belli çıkarlar için desteklenmektedir. Dolayısiyle, Marksizmin gündeminde, insanın evrensel sorusunun cevabı olan dini inancın yeri, bunun tanınmasıyla batlar. 

Din bilinciyle insanı değiştirme gibi bir çabayla, insanı kendini kendi gördüğünden farklı bir biçimde görmeye zorlamak, marksist anlayışa aykırıdır. İnsan dini inancıyla kendi başına bırakılmalıdır. Sadece dini inançları değil, bütün inançlarından dolayı hiçbir insan, iyi amaçlarla olsa bile, rahatsız edilmemelidir. Bu görüşü de, kapitalist mülkiyetin korunması olan ve mülkiyet ilişkileri içinde anlamını yitiren özgürlükçülükten ayırdetmeliyiz. Fikirlerden başlayarak sağlanmaya çalışan değişim çabası, pozitivist akılcılığın kafa kırma politikaları ve polis işkenceleriyle insanı değiştirme uğraşıdır. Marksizmin bireyle ilgisi bireyin diğer birey tarafından sömürüsünü ve yaşam koşullarından yoksun bırakılarak köleleştirilmesini getiren toplumsal üretim biçiminin değiştirmesini sağlamaktır. kısaca, marksizm işe ne din ne de başka bir inanç sisteminden başlar, fakat yaşayan insanın yaşanan yaşamını yapma koşullarını ele alarak başlar. 

Burjuva gündeminde, örgütlü dinin gericilik olarak nitelenmesi, kapitalist çıkar, ilerleme ve modernlik anlayışıyla sıkı sıkıya bağıntılıdır. Aslında, örgütlü din, en iyi şekliyle, kendini ve kendi çıkarını temsil eder. Özgür kapitalist demokraside bunun oldukça normal nitelenmesi gerekir. Nitelenmez, çünkü din ve kapitalismin uzantısı-faşizm egemen burjuva sermayesi için gerektiğinde kullandığı siyasal amaç gerçekleştirme aracıdır. Bu araç kendi bağımsızlığını ilan edecek kadar kendini güçlü hissettiğinde, burjuvazi için hem siyasal hem ekonomik tehlike olmaya başlar ve engelleme mekanizmalari işe koşulur. Bu mekanizmalarin etkili bir biçimde çalışması egemen güçlerin kontrol kabiliyetine bağlıdır. Bu da, Türkiye gibi ülkelerde, sadece komunistlere ve azınlıklara karşı etken bir biçimde çalışır.

Marksizmin din anlayışının pozitivist laiklik ilkesiyle ilişkisi, bu ilkeyi benimseme değil, burjuva egemenlik ilişkileri içinde açıklamaktır. Laiklik Marksizmin malı veya kavramı değildir. Burjuvaların feodal sistemle egemenlik mücadelesinin ifadelerinden biridir. örgütlü dini siyasal sahneden atması yanında, laikliğin inanç özgürlüğü burjuvazinin serbest ticaret özgürlüğüdür, serbest ticaret doktrininin entegral bir parçasıdır. 

Kuran'ı ve şeriatı inceleme ve değerlendirme elbette gerekir. Fakat bunu, bilimsel araştırmalar ve sunumlarla da olsa, "haçlı seferi'' yapmak, kesinlikle Marksizmin işi değildir. Mücadeleci basının temsil ettiği görüş tarzında dinin siyasal, ekonomik, kültürel gündemlerde ön plana geçirilmesi ve tekrar tekrar kapak gündemi yapılması, bütün sayının bilimsel ve aydınlatıcı sunumlara ayrılması, toplumsal üretim ilişkilerinin materyal ve ideolojik gerçeklerinin tümü içinde, gereğinden öte bir ağırlık vermek değil mi? 

Bilim ve Ütopya Dergisi; Subat 1996 

http://kutuphane.halkcephesi.net/Yazarlarold/Irfan%20Erdogan/egemen%20gundem%20din%20basin.htm

..

DÜNYA EKONOMİSİNİN 5.CI DEV GÜCÜ BASIN NEREYE GİDİYOR.. Medyanın Açmazları ve kırılma Zamanı


DÜNYA EKONOMİSİNİN  5.CI DEV GÜCÜ  BASIN   NEREYE GİDİYOR..  

Medyanın açmazları ve kırılma zamanı



Medya sektöründe, aktarılan kaynakların, sübvansiyonların, umulan dışsal faydayı yakalamaya yetmediğini ve bir “kırılma” noktasına yaklaşıldığını söylemek mümkün.
Mustafa Sönmez
22 Mart 2004 – 

Medya tartışmaları, özellikle seçim dönemlerinde yeniden alevlenir. Medyanın tarafgirliği, bir silah olarak kullanılması, yozlaşması yeniden yeniden tartışılır. Medyada kimsenin karşı çıkmadığı bir erozyon var ve bu erozyonun da elbette ki, ekonomik bir temeli var. Ticari bir alan gibi görünmekle beraber, medyanın “kar elde etmekten çok, bir silah olarak kullanılmakta olduğu” ve askeri harcamalarla benzer özellikler gösteren “medya harcamaları”nın, önümüzdeki dönemde ilginç gelişmelere gebe olduğu söylenebilir. Medyada olası gelişmelere geçmeden önce, “sektör”ün analizi yerinde olacaktır.
Hemen belirtelim ki, Türkiye, kişi başına geliri, okur-yazar oranı, kentleşme eğilimleri, reklam pastası, tüketim harcamaları v.b. ekonomik ve sosyal göstergeleri ile hiç uyumlu olmayan bir medya niceliğine sahip. Sayılarla ifade edelim:
TV’ler: 16’sı ulusal, 15’i bölgesel, 229’u yerel ölçekte yayın yapan 260 televizyon kanalı (53’ü kablolu),
Radyo: 30 ulusal, 108 bölgesel, 1062 yerel yayın yapan 1200 radyo istasyonu,
Yazılı basın: Tüm ülkede dağıtımı yapılan 32 gazete ve 85 dergi.
Bu nicelikteki medya kuruluşu neyle döner ? Medyanın iki tür geliri var. Birincisi reklam gelirleri, ikincisi gazete,dergi satışları. Ancak bu iki kanaldan giren gelirin bu nicelikteki medyanın maliyetlerini karşılaması mümkün değil. Yine sayılara dönelim.
REKLAM GELİRLERİ
Reklamcılar Derneği verilerine göre, medyayı besleyen reklam harcamaları yıllar itibariyle şöyle gelişmiş:


1993’te 650-700 milyon USD

1994’te 375 milyon USD,
1995’te 635 milyon USD
1996’da 770 milyon USD
1997’de 950 milyon USD
1998’de 930 milyon USD
1999’da 925 milyon USD
2000’de 1.055 milyon USD
2001’de 540 milyon USD
2002’de 730 milyon USD
2003’te de 2002’nin performansının tekrarlanmış olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bu reklam harcamalarının, açık hava, sinema payları çıkıldığında, örneğin son iki yılda medyanın reklam girişlerinin 655 milyon dolar dolayında olduğunu anlıyoruz.
2002 yılı ortalama USD kuru olan 1.512.000 TL hesabıyla mecraların yayın gelirleri 715 milyon USD ve toplam reklam pastası 953 milyon USD’dir. Ancak elektronik ve yazılı basının reklam geliri 654 milyon doları ancak bulmaktadır.
Reklam gelirlerinin, önümüzdeki birkaç yıl daha hızlı artmasının ise hiçbir belirtisi yoktur. İç pazarın daraldığı, özel tüketim harcamalarının 2000 öncesi düzeye ulaşamadığı dikkate alındığında ve Türkiye’nin borç yükü, borç ödeme öncelikli ekonomi politikalarının tüketim harcamalarına negatif etkisi göz önünde bulundurulduğunda, reklam yatırımlarında hissedilir bir artış ihtimalinin çok düşük olduğunu söylememiz mümkün.
SATIŞ GELİRLERİ

2003 sonu itibariyle Türkiye’deki gazetelerin satış rakamları ve satış gelirine bakıldığında yayınlanan 32 adet gazetenin her gün 4 milyon 200 bin dolayında satış yaptığı, bu satıştan da (dağıtım payını göz ardı ediyoruz) 953 milyar liralık (700 bin dolar) gelir elde ettiği görülüyor. Yani Türkiye’de gazete satışıyla gerçekleştirilen ciro aylık 28.6 trilyon liraya (21.2 milyon dolar) yıllık 343 trilyon liraya (254 milyon dolara) ulaşıyor.
Böylece medyanın reklam ve satış geliri toplamı (654+254) 908 milyon doları buluyor.
Resmi ilanlar, dergi satış gelirleri ve makul bir yanılma payı ile birlikte, bu rakamı biraz daha artırıp 1 milyar dolara çıkaralım ve şimdi şu soruyu soralım:
Yılda 1 milyar dolarlık bir reklam ve satış geliri, 16 ulusal kanalı, yıllık üretimi 1,5 milyarı aşan 32 gazeteyi, 85 dergiyi ve 30 ulusal radyoyu yaşatmaya yeter mi ?
Nitekim, tek başına bir TV kanalının yıllık operasyon giderinin 100 milyon dolar olması bile tek başına, detaylı bir analize gitmeden, medyanın yağıyla kavrulmadığını ve sürekli sübvansiyon gördüğünü söylememize yeterli. Kuşkusuz bu sübvansiyonun miktarı , yatay ve dikey birleşmelerle aşırı yoğunlaşmış (tekelleşmiş) medyada, gruptan gruba farklı niceliklere sahiptir.
DOĞAN GRUBU’NUN PAYI YÜZDE 42

Medyada en büyük paya sahip olan ve tuzu en kuru izlenimi veren Doğan Grubu, reklam pastasındaki payını yüzde 40-42 dolayında olarak açıklıyor. Bu, 654 milyon dolarlık medya reklam pastasının yüzde 42’sini oluşturan 275 milyon doların Doğan Grubuna ait olması demektir.
Doğan grubu gazeteleri satış gelirinden yüzde 41 pay alıyorlar. Bu, 254 milyon dolarlık gazete satış gelirinin 104 milyon dolarının Doğan Grubu’na ait olması demektir. Özetle Doğan Grubu TV ve yazılı medyası 275 milyon dolarlık reklam, 104 milyon dolarlık gazete satış geliri olmak üzere 379 milyon dolarlık bir sektör girdisine sahip görünüyor. Bunu kabaca 400 milyon dolar olarak kabul edelim.
Ama tuzu en kuru görünen Doğan Grubu’nun bile, medya faaliyetlerini sübvansiyonla götürdüğünü söyleyebilecek sarih bir görüntüye sahibiz. Yine, sadece bir TV kanalının operasyonel giderlerinin yılda 100 milyon dolar olduğu kabul edilirse, kabaca 400 milyon doları bulan Doğan Grubu gelirinin iki TV kanalının finansmanına ve yılda 630 milyon adet gazetenin üretimine yetmeyeceğini söylemek mümkün.
Medya pazarından belli paylar alan ama sırtlarında batık banka yükleri olan Çukurova, Sabah ve Star gruplarının da çok büyük sübvansiyonlarla faaliyet icra etmekte olduklarını söylememiz mümkün. Bunlardan Star grubu için, sektörün dışına düşürülmüş grup, tanımını kullanmak yanlış olmaz.
Sektörde en büyük sübvansiyonu ya da “medya ile silahlanma harcaması”nı yapan grubun Çukurova olduğunu söylemek mümkün. Sahip olduğu Digitürk ile futbol maçları naklen yayınını oldukça ağır koşullarda üstlenen Çukurova Grubu, sadece bu operasyonunu sürdürmek üzere önemli sübvansiyonlar aktarmaya mecbur kalırken diğer TV kanalları (Show TV ve Skytürk) ve yazılı basınını ayakta tutmak için de önemli kaynaklar aktarmak durumunda kalıyor.
Etibank kaynaklarını kural dışı kullanan Bilgin Grubu ise Turgay Ciner ile yaptığı işbirliği sayesinde ayakta durur görünmekte, ancak hem Sabah-ATV grubunun hem de Cumhuriyet’in kendisini döndürmesi, Turgay Ciner’in artan oranlarda sermaye enjeksiyonunu gerektirmektedir. Bu grupların artan medya harcamaları, rakip Doğan Grubunun da medya harcamalarını artırmaktadır. Bu, karşılıklı silahlanmaya giden iki ülke ya da blokun, ekonomilerine belli bedeller ödetmeleri durumuna çok benzemektedir.
NTV ve TV 8 gibi bağımsız medya kuruluşlarının, sübvansiyonlarının katlanabilir boyutlarda olduğunu tahmin etmekteyiz. İslami kesimdeki medyanın ise katlanabilir ve sürdürülebilir bir cemaat dayanışması ile sermaye enjeksiyonunu sürdürebildiklerini söyleyebiliriz.

KIRILMA ZAMANI


Reklam ve satış gelirleri ile, kar ve sermaye birikimi bir yana, başa baş noktasına bile yaklaşamayan, dolayısıyla sürekli sermaye takviyesi ihtiyacı içinde olan medya sektöründe faaliyet, medya sermayedarları için neden hala vazgeçilmez niteliktedir? Yanıtı zor olmayan bir soru. Medyaya, bir “sektör” olmaktan çok, bir “silahlanma, güç edinme aracı” optiğinden bakılırsa soruyu yanıtlamak kolaylaşır.
Evet, özellikle günümüz Türkiye’sinde medyada “kaybedilen kaynak”, medyanın sağladığı “dışsal faydalar”ın karşılığıdır. Nedir o dışsal faydalar? Siyasete karşı “sopa ve/veya havuç” olmak. Rakibe karşı “savunma ve/veya saldırı gücü” olmak, Grubun öteki alanlarındaki sektörlerini, medyanın gücünden yararlandırmak v.b.
Ancak, harcamaların, “dışsal faydalar”ı aştığı durumlar, medyaya sahip olan gruplar açısından bir “ateşten gömlek”e dönüşmekte, bumerang misali dönüp sahibini vurabilmektedir. En taze örnek Star Grubu’dur.
Yaklaşık 1 milyar dolarlık bir gelirle sürdürülebilir bir faaliyet şansı olmayan ve sürekli dışarıdan sermaye enjeksiyonu talep eden medya sektöründe, aktarılan kaynakların, sübvansiyonların, umulan dışsal faydayı yakalamaya yetmediğini ve bir “kırılma” noktasına yaklaşıldığını söylemek mümkün.
Yakın gelecekte, özellikle batık banka kamburu olan bazı gruplar açısından medya harcamalarının, umulan “dışsal fayda”yı çok aşacağının ve sürdürülemez boyuta tırmanacağının birçok belirtileri vardır.
Medya, hissedilir bir kabuk değişimine gebe görünmektedir.

11 Aralık 2014 Perşembe

TEK KURUŞ ÖDEMEDEN DIŞ BANKIN SAHİBİ OLMAK..,




TEK KURUŞ ÖDEMEDEN DIŞ BANKIN SAHİBİ OLMAK..,


.



DOĞAN-ÇUKUROVA SAVAŞI TAM GAZ .,


Akşam Gazetesi'nin yazı dizisi: "Aydın Doğan nereye koşuyor?"
TEK KURUŞ ÖDEMEDEN BANKA ALAN ADAM 
AYDIN Doğan, Hürriyet, Milliyet, Vatan, Posta, Radikal, Kanal D, Star TV ve 
CNNTÜRK gibi Türkiye’de medyanın çoğunluğuna sahip bir patron. Neden Aydın 
Doğan’ın kariyeri rakip gazete durumundaki AKŞAM’a yazı dizisi oldu?

Cevabı basit. Aydın Doğan bugüne kadar kendi gazete ve TV’lerinde hep kendi 
istediği yönleriyle haber oldu. Mesela bir üniversiteden fahri doktora unvanı 
aldığında, gazetelerine en güzel fotoğraflarıyla sürmanşet oluyor. TV’leri bütün 
bültenlerde Doğan’ın başarılarını anlatıyor. İş o kadar çığırından çıktı ki, 
böbrek vakfından şilt alsa CNNTÜRK canlı yayın yapıp, gazeteleri yarım sayfa 
yayınlar hale geldi. Bu bir anlamda geri kalmış ülke diktatörlerinin medyayı 
kullanarak kendi reklamlarını yapması gibi oldu. Oysa madalyonun bir de öteki 
yüzü var. AKŞAM, medyanın da temizlenmesi, özeleştiri yapması için Doğan Grubu 
gazete ve TV’lerin yazamadıkları için bu yazı dizisini başlatıyor.

DÜNKÜ Hürriyet’te bir haber vardı. Aydın Doğan, saygın bir işadamı olduğunu 
anlatmak için Türkiye Gazete Sahipleri Birliği Başkanı ve Dünya Yayıncılar 
Birliği Başkan Yardımcısı olduğunu söylüyordu. Bu da mı reklam, bunlar da mı 
önemsiz?

Bu kuruluşlar için önemsiz demek doğru olmaz. Fakat, Türkiye’de Aydın Doğan’ın medya hakimiyeti ortada. 2008’in ilk 5 ay sonuçlarına göre Doğan Grubu medya ilan pazarında yüzde 44.7 paya sahip. Bu da yıllık 2 milyar dolar civarı bir reklam geliri demek. Basına bu kadar hakim olan bir patronun gazete sahiplerinin liderliğine soyunması da normal. İş adamları içinde Aydın Doğan’ı fazla ciddiye alan yok. Yani bir anlamda bu kadar gazete ve TV’si varken basındakiler içinde bile “Aman biz bulaşmayalım” diyenler çoğunlukta. O da kendi kendine bu işleri yürüterek, Hürriyet’in patronu olarak elde edemeyeceği uluslarararası itibarı kazanmak istiyor. Durum dünyada da üç aşağı beş yukarı böyle olduğu için, Türkiye’deki kartelin temsilcisi olarak yılda bir iki kez kongrelere katılıp, yayıncılık alanındaki görgüsünü, bilgisini artırmaya çalışıyor. 


YANİ başta Hürriyet, Doğan Grubu medyasındaki Aydın Doğan haberlerine daha 
dikkatli mi bakmak lazım. Bunların tamamının reklam amaçlı olduğunu söylemek biraz insafsızlık olmaz mı?..

Aydın Doğan’ın memleketi Bayburt’ta yaptığı bir açılış Hürriyet’e, Milliyet’e 
sayfa sayfa haber oluyorsa, TV’lerinde uzun uzun yayınlanıyorsa bunun başka bir izahı olamaz. Hatırlayın, eskiden Irak devlet televizyonunda sabah-akşam 
Saddam’ın icraatlarını ve cesaretini anlatan yapımlar vardı. Ne farkı var? 


PEKİ Aydın Doğan’ın çıkışı nasıl başladı. Biliyoruz ki otomobil başbayiliği 
yaparken hızlı bir yükseliş elde etti. Milliyet’i satın alarak medyaya girdi. Ya 
sonrası?

Evet Abdi İpekçi’nin öldürülmesi sonrası Milliyet’in sahibi Karacan Ailesi, 
medyadan soğudu. 1981 yılında Milliyet Yayın adı ile Doğan Grubu’nun basın 
macerası başladı. Sonrasını herkes biliyor. Hürriyet Grubu, dergiler, televizyon 
sektörü, Kanal D ve diğerleriyle gelen hızlı büyüme.


SADECE medyada mı büyüdü?... Aynı dönem başka sektörlere de girmedi mi?..

Girmez mi?.. 1990’lar hatta 2000’lerin başına kadar medya hiç de kârlı bir 
sektör değildi. İlan gelirleri çok düşük, Türkiye ekonomisi küçük olduğu için 
bir işadamının sadece medya ile ayakta durması imkansız gibiydi. Bu nedenle 
Doğan da başka sektörlere göz kırptı. İşte bu yazı dizisinde Aydın Doğan’ın 
hiçbir değer üretmeden, tek bir marka yaratmadan nasıl başkalarının şirketlerini 
ele geçirip hızla yükseldiğini anlatacağız...

Tek kuruş ödemeden Dışbank’ın sahibi oldu

Aydın Doğan’ın banka sahibi oluşunun öyle bir hikâyesi var ki dünyada örneği 
yoktur. İş Bankası’nın satışa çıkardığı Dışbank’ı, Frankfurt İş Bankası’ndan 
gelen ballı krediyle satın aldı, cebinden hiç para çıkmadan banka sahibi oldu

Kemal Derviş, kamu bankalarını (Ziraat ve Halk) rehabilite etsin diye bula bula 
Aydın Doğan’ın holdingdeki sağ kolu Vural Akışık’ı buldu. Akışık, devlette tatlı 
tatlı rehabilitasyon yaptıktan sonra, Aydın Doğan’ın bankası Dışbank’ın başına 
geçti

1990’lı yılların sonunda medyada iyice büyüyen Aydın Doğan, Ankara 
bürokrasisinin kurtlarını da yavaş yavaş saflarına çekmeye başlamıştı. Kimi 
devletteki işlerini bırakıp Doğan’ın kurmayı oluyor, kimileri devlet içinde 
kalıp Aydın Bey’e yol gösteriyordu. “Devletin deniz yemeyenin keriz olduğu” 
yıllarda öyle akılalmaz işlere girişti ki bugün bile “tokatçılık dersi” olarak 
okutulacak cinsten. Mesela Ankara bürokrasisini çok iyi bilen Vural Akışık, 
Doğan’ın operasyonlarındaki baş aktörlerdendi. 

Doğan Holding’de profesyonel yöneticilik yaptı. Yıllarca Aydın Bey’in maaşlı 
elemanı olarak görev aldı. Kemal Derviş’in Türkiye’ye gelişiyle düğmeye basıldı. 
Çünkü Mesut Yılmaz, Kemal Derviş ve bürokrasideki kilit adamları Aydın Doğan’ın medya desteğiyle operasyonlara başlayacaktı. Hürriyet ve Milliyet, Kemal Derviş’in poster gibi resimlerini basıp yıldızını parlatıyor, Derviş de ufak 
ufak Ankara’da iş bitiriyordu. 4 Nisan 2001’de Derviş ilginç bir atama yaptı. 
Ziraat ve Halk Bankası’nı birlikte yönetmek ve rehabilite etmek için kurulan 
Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine memlekette başka akıllı adam yokmuş gibi Vural Akışık’ı atadı. Kim bu Akışık, Doğan Holding’de Aydın Bey’in sağ kolu, yüksek maaşlı akil adamı. Kediye ciğer emanet etmekten daha feci bir durum. 
Devlet bankalarının en hortumlandığı dönemde, en büyük medya gurubunun yöneticisi kamu bankalarının başına çörekleniyor. Gerisini tahmin edin... 

Bu kadarla kalsa iyi. Aynı dönemde Fon’a devredilen bankaların ortak 
yönetim kurulu başkanlığını Tevfik Altınok yürütüyordu. O dönemde Demirbank’a da el konduğu için Demirbank’ın fiilen başında Altınok vardı. Bu ikilinin yolu 
Hollanda’da da kurulu Demir-Halkbank’ın Fon’a devri ile kesişmiş oldu. 
Demir-Halkbank’ın yüzde 70’i Fon’da geri kalanı Halkbank’taydı... Bu bankayı da 
sakın öyle tek şubeli bir tabela bankası filan zannetmeyin. 2 milyar doları aşan 
aktif büyüklüğü ile o zaman Türkiye’deki birçok bankadan değerli bir bankaydı. 
Vural Akışık ile Tevfik Altınok yönetimindeki ortaklık, sadece bir ay sonra 
şöyle bir açıklama yaptı: Demir-Halkbank NV.’nin yüzde 70 oranındaki hissesiyle, Demir Kazakistan, Demir Kırgız International, Demir Bulgaria’ya Halit 
Cıngıllıoğlu (Demirbank’ın sahibi) ve Aydın Doğan tarafından 95 milyon dolar 
teklif verildi. Hisse devir görüşmelerine başlanması için bu teklif yeterli 
görülmekle birlikte (Onayı veren Tevfik Altınok), diğer ortakların yani Halk 
Bankası’nın (Başında Aydın Doğan’ın maaşlı adamı Vural Akışık var) ön alım 
hakları bulunması nedeniyle hisse devir görüşmelerine söz konusu ortakların ön 
alım hakkını kullanmaması halinde (kullanıp kullanmama kararı da aslında Vural 
Bey’de) başlanacaktır. Peki bundan sonra ne oldu dersiniz... Akışık, Halkbank 
genel müdürlüğüne getirdiği Emel Çabukoğlu’na “Halk Bankası olarak ön alım 
hakkınızı kullanmayın” talimatını verdi. Karar Altınok’a bildirildi. Altınok da 
hemen satış için talimat verdi ve onay için BDDK’ya yollayarak görevini 
tamamladı. Böylece koca banka 95 milyon dolara Doğan-Cıngıllıoğlu’nun oldu.

6 YIL SONRA ÖDEMELİ KREDİ

Bitmedi, sistemi öyle güzel kurdular ki, operasyonun tamamlanmasının ardından Altınok, 31 Aralık 2001’de görevden ayrıldı. Ve sadece 9 gün sonra Doğan Holding’de hiper maaşla işe başladı. Akışık ise, biraz daha kamuda kalıp, 
hortumlanacak banka var mı diye bakındı. Nisan 2002’de istifa edip Doğan’ın 
yanına geri döndü. Eski dostlar Doğan Holding’in binasında bir araya 
geldiklerinde Demir- Halkbank’ı da devletten alıp Aydın Bey’e sunmuş oldular. 
Aynı Vural Akışık, daha sonra Dışbank’ın yönetim kurulu başkanlığına oturup, 
Hollanda Dışbank’ı Demir-Halkbank’a sattı. Sonra da Özelleştirme İdaresi’ne 
devredilen kalan yüzde 30’u alıp işlemi tamamladı. 

Yine bu dönemde Doğan Grubu’nun kurt yöneticisi Vural Akışık’ın öyle bir 
operasyonu var ki, Türk finans tarihine geçecek cinsten... Patronu Aydın Doğan, 
cebinden bir kuruş para koymadan Dışbank’ın sahibi oldu. Kendi şirketleri 
arasında yaptığı para transferleri ile tanınan Aydın Doğan’ın, İş Bankası ile de 
arası hep iyi oldu. Dışbank’ı alma sürecindeki manevrası şöyleydi: İş Bankası 
zor duruma düşen ve alacaklısı olduğu Lapis’ten Dışbank’ı geri aldı. O dönemde 
zarardaki bir bankayı elde tutmak pek akıl kârı değildi. Hemen Dışbank’ı satışa 
çıkardı. Bankaya Doğan talip oldu. Bunun üzerine o zamanki İş Bankası yönetimi Aydın Bey’e 20 Kasım 1994’te Frankfurt İş Bankası kanalı ile libor artı 2 faizle 6 yıl sonra ödemeli 7 milyon dolar kredi verir. ardından aynı banka tarafından Doğan’a 7 yıl vadeli, benzer faizli 11 milyon 468 bin Alman Markı daha kredi sağlanır. Böylece Aydın Bey, cebinden bir kuruş çıkarmadan 14 milyon dolar kredi ile ve ödemeye de 6 yıl sonra başlamak kaydı ile Dışbank’ın sahibi olur. Vay be, ne kumpas diyorsanız. Bu kadarla bitmiyor. Aydın Bey bu, bununla yetinir mi?.. 
İş Bankası’ndan Dışbank’a önce 40 milyon dolar sonra 50 milyon dolar daha 
mevduat yatırmasını ister. Bu isteği de tabii ki yerine getirilir...

Bu Vural Akışık’a hiç dokunulmadı!

BİR dönemin baş aktörleri hâlâ Aydın Doğan’ın en yakınındaki isimler... Doğan’ın yanından Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanlığı’na geçip, Dışbank’ı patronu için alan Vural Akışık, sonra hemen Doğan Holding’e geri döndü. Dışbank Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Sonra Petrol Ofisi’nı satın alma sürecini yönetti. Şu an Doğan Holding’de Aydın Doğan ve kızlarından sonra imza yetkisi olan en etkin isim. Petrol Ofisi’nin de yönetim kurulu başkanı. Ve ne hikmetse topu topu 6-7 yıl mazisi olan bu işlerden bir türlü yargılanamıyor...


Demir-Halk işinde suçu Ecevit’e atmışlardı

2001’de operasyonla Vural Akışık-Selçuk Demiralp ikilisini kamuda görevlendirip 
Hollanda’da bulunan Demir-Halkbank’ı bir ayda oldu bittiyle satın alan Doğan 
Grubu, “O iş Ecevit Hükümeti’nin onayı ile” oldu diye savunma yapmıştı. Bu da 
büyük bir yalan...

DIŞBANK’ı İş Bankası’ndan yine İş Bankası’nın kredisiyle alan Doğan Grubu, 
sadece 287 milyon dolar öz sermayesi olan bu bankadan kendi
şirketi POAŞ’a tek kalemde 200 milyon dolar kredi açtı. (Bu mevzuya yazı 
dizimizin POAŞ bölümünde ayrıca değineceğiz) Aydın Doğan bununla 
da kalmayıp, Demir-Halkbank’ın kamuya geçmesi gereken hisselerini de (Yüzde 30) 
Vural Akışık’ın manevrasıyla kendi kucağına aldı. Olay 2003’te
o dönem Turgay Ciner’in elinde bulunan Sabah gazetesine haber olunca Aydın 
Doğan, Vural Akışık’ı kurtarmak için bir açıklama yapmıştı. 
(Nasıl yapmasın, kamu bankalarının başında holdinginden ayrılıp devlet 
memurluğuna geçen Vural Bey vardı) Aydın Doğan, Hürriyet’e koydurduğu 
bir haberle Demir-Halkbank’taki, yüzde 30’luk Halkbank (Kamu) payının opsiyon 
kullanmama hakkının Vural Akışık değil, hükümet tarafından
yapıldığını yazdı. Yani bir anlamda kararı Ecevit vermiş demeye getirdi. Oysa o 
dönemde bu işlerin gizli gizli Mesut Yılmaz-Kemal Derviş 
ikilisi tarafından yürütüldüğünü herkes biliyordu. Hatta Ecevit’in o dönem sağ 
kolu durumundaki şimdinin DSP İzmir Milletvekili Recai Birgün, 
Ecevit’e oldu bittiyle imzalatılan belgeleri AKŞAM’a anlamıştı. Fakat 
Demir-Halkbank satışındaki engeli kaldıranın bizzat Vural Akışık olduğu
Yüksek Denetleme Kurulu raporuna bile girdi.

Pamukbank gerçekleri (Bir bankanın gasp öyküsü)

1 - Çukurova hortum için değil bankasını krizden kurtarmak için borçlanmıştı

Çukurova Holding şirketleri 2000’li yıllarda Türkiye’nin yaşamakta olduğu 
krizlerden Pamukbank’ı koruyabilmek için elini taşın altına koymuştu. Birçok 
şirketini satarken yeni kredi almadan kendi bankalarından aldıkları kredilerin 
faizlerini artırdı... Sermaye açığı iddiaları doğru değil

Pamukbank 1955 yılında Çukurova Bölgesi’nde pamuk üreticilerine hizmet etmek amacıyla kuruldu. 1973 yılından sonra da Çukurova Holding bünyesine katıldı. 
Daha sonraki süreçte de Türkiye’nin en büyük 5 bankasından birisi haline geldi. 
2002 yılının ilk yarısı itibarıyla Pamukbank’ın yüzde 8 pazar payı bulunuyordu. 
Eylül 2001 itibarıyla da bankanın 6.1 milyar dolarlık aktif toplamı vardı. 
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) 18 Haziran 2002 tarihinde aldığı bir kararla Pamukbank’ın ortaklık hakları ile yönetim ve denetimini 4389 sayılı Bankalar Kanunu’nun 3 ve 4 numaralı fıkralarına dayanarak Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devretti. Bu arada Pamukbank’ın o tarihte yine Çukurova Holding bünyesinde bulunan Yapı ve Kredi Bankası’na devri ile ilgili birleşme başvurusu da “sunulan plan ve fizibilite raporlarının uygulanabilir olmadığı” gerekçesiyle, aynı karar ile reddedildi. 

İŞLEMLER HUKUKA AYKIRI 

Pamukbank’ın devrindeki yasal dayanaklara bakıldığında bankanın 
yükümlülüklerinin toplam değerinin varlıklarının toplam değerini aştığı ve 
faaliyetine devamının mevduat sahiplerinin hakları, mali sistemin güven ve 
istikrarı bakımından tehlike arz ettiği gerekçesi ile kaynaklarının bankanın 
emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürecek biçimde doğrudan veya dolaylı 
olarak ortaklarının lehine kullandırdığı gerekçeleri ön plana çıkmaktadır. 

Bankalar Kanunu’na dayanarak yapılan bu işlemler aslında hukuka uygundeğildir. Çünkü;

1-YAPI KREDİ FİİLEN DEVREDİLMİŞ OLDU

BDDK’nın açıklamasına göre Pamukbank, TMSF’ye devredildiği için yüzde 10’un 
üzerinde paya sahip ortakları, bankacılık yapmak için aranan nitelikleri 
kaybetmiştir. Dolayısıyla bu kişilerin Yapı Kredi Bankası’ndaki ortaklık 
haklarını da bizzat kullanmaları artık mümkün değildir.Aynı nedenle Mehmet Emin Karamehmet ve Osman Berkmen, Yapı Kredi Bankası’ndaki yönetim görevlerinden alınarak yerlerine TMSF tarafından atama yapılmıştır.

Yapı Kredi Bankası’nın sermayesinin yeterli olduğu ve hiçbir sorun taşımadığı 
bizzat BDDK tarafından ilan edilmesine karşılık Pamukbank ile ilgili karar 
sonucu Yapı Kredi Bankası’nın yönetim ve denetimi de fiilen TMSF’ye devredilmiş gibidir. 

2-DEDİKODUYA RAĞMEN DAYANDI

1993 yılını izleyen dönemde Pamukbank, hissedarlarına doğrudan veya dolaylı fon (kaynak) aktarımı niteliğinde veya boyutunda yeni bir kredi kullandırmamıştır. 1994 krizine çok likit bir biçimde giren banka bu dönemde özel amaçlı konkordato dedikodusu nedeniyle yoğun mevduat çekilişini de kendi kaynaklarından karşılayabildi. 

3-GRUP KREDİLERİ HİPER FAİZLERLE ARTTI

SIKÇA tekrarlanan krizler o tarihte tüm kuruluşlar gibi Pamukbank’ı da olumsuz 
etkiledi. Pamukbank da her türlü tedbire karşın bu gelişmeden nasibini aldı. 
Sonuçta bankanın maliyet yükünün mali yapısına olumsuz etkisini önlemek 
amacıyla, sermayedar Çukurova Grubu şirketleri kredilerine yürütülen yüksek 
oranlı faizlerle ellerini taşın altına koymuşlardır. Kriz öncesinde banka 
aktifinde yüzde 19 civarında bir paya sahip olan grup kredileri iyi niyetli ve 
sorumluluk bilincini yansıtan bu faiz politikası sonucunda yeni kredi 
kullanmadan yüzde 40’lar seviyesine yükseldi. 2001 yılı sonu itibarıyla 
sermayedar firmalar üzerinde toplanan krediler, yaklaşık olarak 500 milyon 
doları ana para ve 2 milyar doları faiz reeskontu niteliğinde olmak üzere toplam 
2,5 milyar dolar düzeyindeydi. Daha doğrusu bankanın kaynak sorununu çözebilmek için grup şirketlerinin bankaya borcunu kredi almadan artırdı. 

4-KAYNAK İÇİN ŞİRKETLER SATILDI

BankalarIn kaynak ihtiyaçlarını karşılayabilmek için Çukurova Holding o dönemde elindeki önemli iştirak ve varlıklarını da elden çıkarmıştı. Türk Henkel-Turyağ hisseleri, Robert Bosch hisseleri, Oyak Renault hisseleri, Çanakkale Çimento’nun tamamı, Yapı Kredi hisselerinin yüzde 10’u (halka arz yoluyla), İnterbank’ın tamamı satılarak o dönemde Pamukbank ve Yapı Kredi Bankası’na 1 milyar doları bulan ödeme yapıldı. Ayrıca 2000 yılında New York Borsası’na kote olan Turkcell hisseleri ile yarısı kredi ödemesi, yarısı da sermaye olarak Pamukbank’a 330 milyon dolar kaynak konuldu. 330 milyon dolar da Yapı Kredi Bankası’na ödendi.

5-YAPI KREDİ HİSSELERİ REHNEDİLDİ

KASIM 2000 tarihinde de Yapı Kredi Bankası hisselerinin yüzde 40.5’i Grup kredi 
borçlarının teminatı olarak Pamukbank’a rehnedildi. Ayrıca borçlarının tamamını 
karşılayacak şekilde Çukurova Holding kefaleti alındı. Tüm bu destek ve 
gelişmeler sonucunda Pamukbank’ın sermaye yeterlilik rasyosu yasal asgari 
düzeyin üzerine çıkarıldı ve bu durum 2000 yılında kamu otoritesi tarafından da 
teyit edildi. 

6-GARANTİ BANKASI GİBİ OLABİLİRDİ 

Pamukbank ile Yapı Kredi’nin birleştirilmesine BDDK izin vermedi ve iki ay sonra 
Pamukbank’a el koydu. Halbuki, aynı durumda olan Doğuş Grubu, Osmanlı Bankası ve Garanti Bankası'nı birleştirmiş ve pek çok vergi avantajı elde ederek krizi atlatmıştı. Bugün Garanti Bankası’nın ulaştığı muazzam değer ve başarı örneği o tarihte Mehmet Emin Karamehmet’ten esirgendi. O dönemde bu derece büyük aktif yapısı olan iki bankanın birleştirilmesinin sağlayacağı yıllık 300 milyon dolarlık kaynak önemliydi ve bu önem görmezlikten gelindi. Pamukbank'a, hortumlandığı için el konulması bir senaryodan başka bir şey değildi. Yargı engellemeseydi bu banka yok pahasına satılacaktı. 

7-DEVLET, FİSKOBİRLİK’İ BORCUNU ÖDEMİYORDU

EĞER Pamukbank Fon’a devredilmeseydi ve Yapı Kredi ile birleşseydi, aktif 
büyüklüğü yüzde 33’lük bir banka ortaya çıkacaktı. Başka bir anlatımla, Yapı 
Kredi bu ülkenin en büyük özel bankası olacaktı. Fiskobirlik’in Yapı Kredi ve 
Pamukbank’a 1989 yılından kalma 1.5 katrilyon Türk Lirası (yaklaşık 1 milyar 
dolar) borcu vardı. Ama işbirlikçi Faik Öztrak bu borcu ödemek yerine 
Pamukbank’a el koydu. 2000-2002 döneminde Çukurova Grubu’na ait varlıkların toplam değeri 18 milyar dolardı. Bu da grup borçlarının yaklaşık 3-4 katıydı. 

8-YANLIŞ HESAP YAPILDI

Tüm bu bilgi ve gerçekler, Pamukbank’ın kesinlikle problemli bir banka 
olmadığını ortaya koyuyor. Devir kararında Pamukbank’ın taahhütlerini vadesinde karşılayamaması gibi bir gerekçe bulunmuyor. Bunun dışında devir kararında sıralanan tedbirlerin alınmaması, yükümlülüklerinin değerinin varlıklarının değerini aşması (sermaye açığı) ve faaliyetine devamının mevduat sahiplerinin hakları ve mali sistemin güven ve istikrarı için tehlike arzettiği gerekçeleri gerçeği yansıtmıyor. Pamukbank’ta sermaye ya da özkaynak açığı kesinlikle bulunmamaktadır. Bu, sadece BDDK’nın hatalı hesaplaması ve dolayısıyla dayanaksız iddiasıdır. 

9- İŞBİRLİKÇİ BDDK PAMUKBANK’I CEZALANDIRDI

Bankaya el konulduğunda Çukurova şirketlerine verilen kredilerin batık 
kredilerinin toplama oranı yüzde 69 tespitini BDDK yapmıştı. O dönemi 
Türkiye’sini hatırlayın. Mesut Yılmaz, Derviş ve Akçakoca ile bir olup banka 
operasyonları yapıyordu. Grubun şirketlerine ait borçlarını batık olarak kabul 
ederseniz, batık kredilere de karşılık ayırırsanız, bu tespiti yapabilirsiniz. 
Nitekim Pamukbank’ta böyle yapıldı.“İyi de bu kadar çok krediyi kendi 
şirketlerine kullandırması yasalara uygun mu?” diye sorulabilir. Geçmişte grup 
şirketlerine kullandırılan kredilerin toplam kredilere, varlıklara oranı 
konusunda boşluklar olduğunu biliyoruz. Ancak Çukurova Grubu, 1993’ten sonra 9 yıl Pamukbank’tan grup şirketlerine kredi çekmedi. 

10-LİKİDİTE SIKINTISI İLE İLGİLİ ORTADA TEK BİR RAPOR YOK

BDDK’nIn özellikle hortumculuk maddesi kapsamında bu bankayı değerlendirmiş olmasının nasıl yanlış olduğu zaman içinde ortaya çıktı. Varlıkların kriz nedeniyle değerinin ne kadar düşmüş olduğu ve yakın bir gelecekte bu varlıkların nasıl değerlendiği görüldü. Yapı Kredi, Turkcell basit örnekler. Ve Çukurova’nın verdiği teminatların yükümlülükleri karşıladığı birkaç yıl içinde ortaya çıktı ama banka ve bağlantılı pek çok şirket başkalarına satıldı. Pamukbank’ın likidite sıkıntısı olduğuna dair tek bir resmi rapor yok. Buna rağmen bu tespit yapılarak el konma gerekçesi yapıldı.

11-YAPI KREDİ’NİN EL DEĞİŞTİRMESİ İSTENİYORDU

PEKİ bunlara rağmen Mehmet Emin Karamehmet hakkında niçin hortumculuk maddesinin işletildiği sorulabilir. Bu sorunun da cevabı çok basit. Yapı Kredi’nin de el değiştirmesi isteniyordu. En azından onda kalmamalıydı. Nitekim hortumculuk (tek kuruş cebine koyduğuna yönelik tespit olmamasına, bankasından 1994 yılından beri şirketlerine tek kuruş kredi almamasına rağmen, tam aksine bankanın mali yapısı düzenlemesi için elindeki varlıkları satması veya teminat vermesine rağmen bankasını boşaltan kişi muamelesi görmesi gerekiyordu. Bu sayede yapı Kredi’yi (kanuna göre) yönetemez sıfatı kazanacaktı. Böylece grubun diğer şirketlerine de el konulabilecekti. 


POAŞ’ın % 51’ini borçlanıp borcu yine POAŞ’a ödettiler 

Dışbank’ı cebinden tek kuruş ödemeden satın alan Aydın Doğan, o dönemin 
siyasileriyle işbirliği yapıp aynı yöntemle Petrol Ofisi’nin de (POAŞ) sahibi 
oldu

Borçlarını satın aldıkları şirkete ödeten Doğan Grubu, bununla da yetinmedi. 
Halka arzı gereken yüzde 25.8’lik POAŞ hissesini de blok halde İş-Doğan’a sattı

Aydın Doğan, Petrol Ofisi’ni satın alırken, o dönem yine kendisine ait olan 
Dışbank’ın kaynaklarını sürekli olarak yasal limitlerin üzerinde kullanmıştı. 
Olay, 2002’de Petrol Ofisi ile İş-Doğan’ın birleştirilme girişimi sırasında 
kamuoyuna yansıdı. Üzerinden 6 yıla yakın zaman geçmesine karşın hiçbir savcı 
harekete geçmedi. Buna karşın Hürriyet başta, Doğan Grubu gazetelerin ‘hortumcu’ dediği banka patronları bu kadar hoyratça kaynak kullanımı yapmamıştı. O dönemdeki birleşme operasyonuyla açıklanan bilanço bilgilerine göre Aydın Doğan, Dışbank’ın özkaynaklarını kendi şirketlerine aktardı... İş-Doğan Ortaklığı, Petrol Ofisi’ni satın alırken kamuyu defalarca zarara uğratmış, son olarak da borçlarını ödeyemediğini söyleyerek, 271 trilyon liralık kamu alacağının ertelenmesini istemişti. Doğan Grubu’nun borcu, yine kamuyu zarara uğratan bir yolla 2007 yılına kadar ertelenmişti. O dönemde POAŞ, Hürriyet ve Milliyet’te Doğan Grubu’nun ‘borç ötelemesinde 90 milyon dolar ek teminat verdik’ açıklamasıyla kamuoyunu kandırmaya çalışmıştı. Çünkü İş-Doğan Ortaklığı, Özelleştirme İdaresi’ne hisse senetlerini usulsüz teminat olarak göstermişti. 90 milyon dolarlık teminat ise 2007 yılına yayılan borcun faizinin teminatıydı.

Özelleştirmeyi baştan sona mercek altına alan TBMM Yolsuzlukları Araştırma 
Komisyonu, POAŞ raporunda, davaya konu olan usulsüzlüğü anlatmıştı. Raporda Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK), birleşme şartına dikkat çekiliyor. SPK, İş-Doğan A.Ş’den, teminatsız kalabilecek alacaklar için her tür ve miktarda 
teminatın derhal yerine getirileceği sözünü istiyor. Yeterli teminat 
sağlayacakları garantisiyle POAŞ ile birleşip, borçlarını POAŞ’ın kârına 
yükleyen İş-Doğan A.Ş, daha sonra verdiği sözü tutmuyor. Özelleştirme İdaresi, 
bunun üzerine İş- Doğan’a dava açmıştı. Ama dava sürerken, nasıl olduysa 
borçların vadeye yayılmasına karar verilmişti. İş-Doğan ortaklığı, Özelleştirme 
İdaresi’nin itirazına rağmen Doğan Cansızlar’ın yönetimindeki SPK’nın ‘olur’u 
ile Petrol Ofisi ile birleşmiş, devletin alacağı tehlikeye düştüğü için de 
İdare, birleşmeye karşı dava açmıştı. Petrol Ofisi ihalesine İş Bankası ile 
ortak giren Doğan Grubu’nun, o dönem doların yükseldiği bir konjonktürde 1.2 
milyar doları nasıl ödeyeceği merak konusu olmuştu. Çünkü bu parayı karşılayacak güçleri yoktu. Ancak plan kısa sürede anlaşıldı. İş-Doğan, POAŞ’ın yüzde 51’ini borçlanarak alıp, bu borcu yine POAŞ’ın üzerine yıktı. Yani ceplerinden tek kuruş çıkmadan, satın aldıkları şirkete borçlarını ödetmeye başladılar. Daha sonra halka arz edilmesi gereken yüzde 25.8’lik POAŞ hissesi de blok halde İş-Doğan’a satıldı. Üstelik teminat mektubu almadan ve 3 yıl vade ile. Ancak Doğan Grubu’nu rahatlatan tüm bu usulsüz yöntemlere rağmen, Aydın Doğan borcunu zamanında ödeyemedi. Özelleştirme Yüksek Kurulu ise şok bir kararla 271.3 trilyon liralık borcu 2007 yılına yaydı.

Şirketlerine yasal limitin 4 katı kredi aktarmıştı

2002’de düzenlenen Bankalar Kanunu’na göre bankalar kendi grup şirketlerine 
özkaynaklarının yüzde 25’inin üzerinde kredi veremiyordu. TMSF, geçmişte 
bankaların pek çoğuna Bankalar Kanunu’nun 14. maddesinin 4’üncü bendini gerekçe göstererek el koymuştu. Bu madde, bankalara mevduatı tehlikeye düşürecek nitelikle kendi şirketlerine kaynak aktarmayı yasaklıyor. Kaynak aktaran bankalara ise el konulmasına yol açıyor. SPK’nın isteği üzerine 26 Aralık 2002 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan birleşme bilgileri dikkate 
alındığında, Doğan Grubu, Dışbank ve Dışbank’a ait yurtdışı bankalardan 
kullandığı kredi limiti yüzde 25 yasal sınırın çok üzerinde gerçekleşti. Ve bu 
oranın artmaya devam ettiği anlaşıldı. Dışbank’ın son açıklanan bilançosuna göre (Eylül 2002/9 aylık) 444 trilyon lira (265 milyon dolar) özkaynağı olan Dışbank, doğrudan ve dolaylı yollardan İş-Doğan şirketine 164 trilyon lira (98 milyon dolar) kredi verdi.

KREDİ ORANI YÜZDE 81 

Buna göre Dışbank, yasal limitin çok üzerinde özkaynağı, yüzde 36 oranında bir 
krediyi grup şirketine kullandırmış oldu. Ancak kredi 2000 yılında kullanıldığı 
ve o dönem bankanın özkaynağının da 72.8 trilyon lira (121 milyon dolar) olduğu dikkate alındığında tablo daha da vahim. O dönem Aydın Doğan’a verilen kredi, toplam özkaynaklarının yüzde 81’ine ulaşıyor. Böylece bankanın özkaynaklarına yönelik aşındırma ciddi noktalara getirildi. 2003 başında yaklaşık 265 milyon dolar özkaynağı olan Dışbank, bu miktarın 198 milyon dolarını kendi patronuna kredi olarak veriyordu... 

Derviş durup dururken yasayı yumuşattı

GEÇMİŞTE limit aşımı yaşayan ve banka kaynaklarını kendi grup şirketlerine 
kullandırdığı için Fon’a geçen bankalar olmasına rağmen, bu uygulamadan Aydın Doğan’ın bankası için vazgeçildi. Çünkü başta Mesut Yılmaz, Ankara bürokrasisi Aydın Bey’i çok seviyordu. O dönem yasal limitlerin üzerine çıkan bankalara el konulmadı. 2002 yılında BDDK’nın bankalara bakış açısındaki değişime dikkat çekerek şu yorumu yapmak mümkün: Geçmişte bazı limitler vardı ama yüzde 25 limiti dönemin Ekonomi Bakanı Kemal Derviş getirdi. Eğer bu limit getirilmemiş ve yeni bir yumuşama havası yaratılmamış olsaydı pek çok bankanın daha Fon’a alınması gerekiyordu. Ancak BDDK limiti aşan bankalara ‘7 yıl içinde yasal limit altına ineceksiniz’ uyarısı yaptı. Bunun üzerine bankalar gereğini yapmaya başladı. 11 Ocak 2002 tarihinde, Derviş şu açıklamayı yaptı: Geçmişte yüzde 25 sınırı yoktu. Bankalara diyoruz ki bu kredileri 7 yılda temizleyin... Ortağına kredi vermek suç değil ama batık bir ortağa kredi verip bunu canlıymış gibi göstermek suç. Bu bankacılık kriterleri içinde olduysa, suç değil.

Petrol Ofisi spor kulübünü de yıktı

DOĞAN yönetimi Petrol Ofisi’nin başına geçer geçmez, şirketin spor kulübünde 
operasyon yaptı. 1954’ten beri Ankara’da Türk futboluna sayısız oyuncu 
yetiştiren Petrol Ofisi kulübüne “kapatıyoruz” tebligatı gitti. Ama mahkemede 
kaybetti. Bunun üzerine Aydın Doğan, “Kulüp benim” diye dava açtı. Önce kapatmak istediği kulübü sonra gasp etmek istedi. Fakat mahkeme buna da izin vermedi

Hürriyet’ten gaspa cevap yok unutturmak için saldırı var

BAŞTA AKŞAM olmak üzere Yeni Şafak ve Sabah gazetelerinin yazdığı Pamukbank iddiaları, Doğan Grubu gazetelerde bir haftadır satır yer bulmuyor. Çünkü iddianameye giren telefon kayıtlarında Doğan Grubu’nun üst düzey isimlerinden birinin, dönemin BDDK Başkan Yardımcısı’yla konuşma kayıtları da olduğu iddia ediliyor. Kendi gazetelerinde kendi patronları hakkında yazacak değiller. 2001-2002’de Mesut Yılmaz, Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan üçlüsünün dönemin bürokratlarına talimatlar vererek Doğan medyasının da desteğiyle bankacılık operasyonları yaptığı ortaya çıktıkça Hürriyet’in neşesi kaçıyor. Bu gerçekleri saklamaya çalışan Hürriyet ve grubun diğer gazeteleri, doğal olarak iddiaları görmezden geliyor. Buna karşın 6 yıldır gizlenen büyük yolsuzlukları ortaya çıkardığı için sürekli AKŞAM’ın sahibine saldırıyor. Çukurova Grubu’nun başka şirketleri hakkında asılsız haberler yazıyor. Maksat, Hürriyet’in yanı sıra  Vatan, Milliyet gibi diğer gazetelerle saldırıp  AKŞAM’ı susturmak. Bugün Milliyet yazarı Güneri Cıvaoğlu, köşesinde medya etiğinden bahsediyor. İsim vermeden AKŞAM dışındaki gazetelerin bu iddialara pek inanmadığını yazıyor. Pes artık. Bu kadar mı patron şakşakçısı olunur. 

AKŞAM yazdı, Yeni Şafak yazdı, Sabah yazdı. Geri kalanlar da zaten sizin gazeteleriniz... 

Dışbank patronu için kredi verdi BDDK onayladı

İŞ-Doğan ile POAŞ birleşmesi sırasında, küçük yatırımcılara yasa gereği hisse 
senetlerini satın alma çağrısı yapıldı. Bu çağrı üzerine yaklaşık 7 bin 460 
yatırımcı 48.8 trilyon nominal değerindeki hisselerini POAŞ’ın hakim 
hissedarları İş Bankası ve Doğan Grubu’na sattı. Bu satın alma işlemi için 
(hisse başına 6.800 liradan) İş Bankası 100 milyon dolar, Doğan Grubu da 100 
milyon dolar olmak üzere 200 milyon dolar ödedi. Doğan Grubu 100 milyon doları Dışbank’tan kredi olarak aldı. Böylece bankanın kendi grubuna verdiği kredilerde limit aşımı 100 milyon dolar daha arttı. Bu durumda Dışbank 265 milyon dolar özkaynağın yüzde 75’i olan 198 milyon doları kendi patronuna vermiş oldu. Limit aşım miktarı da yüzde 220 oranında gerçekleşti. Bankaların attığı her adımı takip eden BDDK’nın ise bu girişime nasıl olup da izin verdiği bugün bile bilinmiyor.

Anahtar Kelime
Turgay Ciner

http://www.haberturk.com/haber/haber/92612-dogan-cukurova-savasi-tam-gaz

..