AYDIN DOĞAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AYDIN DOĞAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2016 Pazartesi

3 CÜ MEŞRUTİYETTE SARAY ENTRİKALARI






    3 CÜ  MEŞRUTİYETTE  SARAY  ENTRİKALARI




Güneş Ayas
26.08.2002


Üçüncü Meşrutiyet’in Saray Entrikaları


Seçim değil,darbe dönemindeyiz,

Geçtiğimiz hafta siyasi pazarlık trafiği en yoğun günlerini yaşadı. Derviş’in YTP ile CHP arasındaki turları, DTP’nin Demirel aracılığıyla ikna edildiği YTP ittifakı, DYP ile ANAP’ı barıştırma amaçlı ‘Rodos ittifakı’ bu trafiğin önemli durakları oldular.
Siyasi pazarlıkların bu derece yoğunlaşması çoğu insana göre yaklaşan seçim için girişilen hazırlıkları ifade ediyor. Aydın Doğan’ın gazeteleri ‘seçim havası’nı yansıtmak için ellerinden geleni yapıyor. Her şey bizi bir seçim döneminde olduğumuza inandırmak için düzenlenmekte.
Yapay bir seçim havası yaratılma çabalarının ardında iki amaç bulunuyor. Birincisi, Üçüncü Meşrutiyet’in bir darbeyle ilan edildiğini gözden kaçırmak ve böylece olağanüstü bir döneme girildiğinin üzerini örtmek. İkincisi, darbeyi ve Üçüncü Meşrutiyet sürecini ilerletmek için girişilen entrikaların anlaşılmasını önlemek. Seçim hazırlığı etiketi altında normalleştirilen entrikaların ne anlama geldiğini kavramak için bir seçim döneminde olduğumuz yanılsamasını ortadan kaldırmak gerekiyor.
Gerçekten de yaşanan süreç bir seçim öncesine değil, bir darbe sonrasına denk düşüyor. Hem de Üçüncü Meşrutiyet’i ilan etmeyi başarmış, muzaffer ama yarım kalmış bir darbe sonrasına. Seçim, Türkiye’nin gündemine TÜSİAD ve Aydın Doğan’ın yönettiği bu darbe ile birlikte gelmişti. Ama bu, darbecilerin ne geçmişte ne de şimdi bir seçim istediği anlamına gelmiyor.
Darbenin hedefi seçim değil, MHP’siz ve Ecevit’siz bir hükümetin kurulmasıydı. Bu amaçla Ecevit’in çekilmesi sağlanacak; Derviş, Özkan ve Cem piyon olarak kullanılıp DSP ele geçirilecekti. Ardından da DYP, ANAP ve DSP’nin de bulunduğu bir AB’ci hükümet kurulacaktı.
Seçim, bu darbe sürecine karşı MHP’nin restiydi. MHP’nin restinin darbeyi önleyemediği 3 Ağustos’ta tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Darbenin ilk adımı başarıya ulaştı, AB yasaları kabul ettirilerek Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. İşin garip yanı Meşrutiyet, saray darbesinin devirmek istediği hükümetin yönetimi altında ilan edildi. Birincisi, ‘hürriyet düşmanı’ Abdülhamit’e ilan ettirilen Meşrutiyet’in üçüncüsü ‘millici’ Ecevit’e ve Bahçeli’ye ilan ettirildi. Darbe, programını düşmanına uygulatacak kadar güçlüydü. Dolayısıyla MHP’nin seçim resti etkisiz kaldı. Şimdi ise darbeciler darbeyi tamamlayarak iktidarı almaya çalışıyorlar. Seçimle alacak halk desteği de olmadığından yeni entrikalar devreye giriyor.


Seçim hazırlığı değil, saray entrikaları

Darbecilerin hiçbir halk desteğine sahip olmaması hiç de şaşırtıcı değil. Kendinden önceki iki Meşrutiyet gibi Üçüncü Meşrutiyet’in de temel özelliği, halkın bütünüyle safdışı edilmesi ve sürecin darbelerle ilerletilmesi. Darbeyle ilan edilen Üçüncü Meşrutiyet’in seçimlerle süreceğini beklemek de bu yüzden boş bir hayal.
Meşrutiyet döneminde seçim hazırlığı değil, ancak saray entrikaları olur. Seçim ise ancak bu entrikaların birbiriyle hesaplaştığı bir zemindir. MHP’nin seçim resti bu hesaplaşmanın ipuçlarını ortaya serdi ama darbecilerin seçime hiç de hazırlıklı olmadıkları görülüyor.
Darbecilerin baş oyuncusu ve Üçüncü Meşrutiyet’in en güvenilir sadrazamı Mesut Yılmaz barajın altında, İsmail Cem ve Mehmet Ali Bayar da öyle. Bunları ittifaklarla kurtarmaya yönelik çabalar da bir türlü başarı kazanamıyor. Bu durumda Aydın Doğan’ın ‘C Planı’ devreye giriyor.
Gazetelerinde bol bol Türkiye’nin ‘seçim havasını soluduğumuz’ Aydın Doğan’ın planı, seçimi erteletmek üzerine kurulmuş durumda. Rodos Adası’nda Özer Çiller’le yapılan görüşme de, muhtemelen, bir seçim ittifakından çok seçimi erteletme amacıyla gerçekleşen bir görüşmeydi. Bodrum’da buluşan iki yakın dost (Aydın Doğan ve Mesut Yılmaz) kararı aldılar. Daha sonra da Rodos’ta Özer Çiller ve İsmail Cem ile pazarlıklarda planı görüştüler.

Darbeyle kurulamayan MHP’siz hükümet bu sefer başka yollarla kurulmaya çalışılıyor. MHP’nin seçim resti de bu adımla karşılanmış oluyor. ANAP ‘önce AB yasaları sonra seçim’ formülüyle bir süredir seçim istemediğini duyurmuştu. TÜSİAD ve TOBB gibi patron örgütleri seçim istemediklerini açık bir dille ortaya koydular. Hatta patronlara göre seçim o kadar anlamsız ki, seçimden sonra bir seçim daha yapmak gerekecek. DSP ve SP’nin seçim istemediği de biliniyor. YTP ise geçtiğimiz günlerde Meclis Grup Başkanvekilleri Oğuz Aygün’ün ağzından ‘seçime hayır’ dediğini duyurdu. Bu partilere, bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyen küskün milletvekilleri de katıldığında seçimin ertelenmesi imkan dahiline girmiş oluyor.
Bu noktada DYP’nin ikna edilmesi önem kazanıyor. Bu ikna süreci ise iki aşamalı. Birincisi; DYP’nin seçimi ertelemek ve kurulacak yeni ANAP’lı YTP’li hükümete katılmak üzere ikna edilmesi. İkincisi ise, ANAP’ı baraj altından kurtaracak bir seçim ittifakının kapısını aralaması.

Aydın Doğan’ın seçim hazırlığı kılığındaki bütün çabaları aslında saray darbeleri ve siyasi entrikalar yoluyla Türkiye siyasetinin ele geçirilmesi üzerine kurulu. Bir saray darbesiyle ilan edilen Meşrutiyet halkın tümüyle devre dışı bırakıldığı yeni entrikalarla ilerliyor.
Meşrutiyet: emperyalistlerin ülkeye çullandığı bir kargaşa dönemi
Üçüncü Meşrutiyet’in perde arkasındaki yerli komutanlar TÜSİAD ve Aydın Doğan. Türkiye’de siyaset bu iki aktörün kararları tarafından belirleniyor. Bununla beraber bu iki komutan da dış merkezlerin ülkedeki bir uzantısı niteliğinde. Üçüncü Meşrutiyet bu anlamda siyasetin de yabancı elçiliklerin eline teslim edilmesi anlamına geliyor.
Darbelerle ilerlemesi siyasetin halktan bütünüyle koparılıp emperyalistlere bağlanmasından kaynaklanıyor. Meşrutiyet bir otorite boşluğu yaratıyor ve bu boşluk Batılı elçilikler tarafından dolduruluyor. İlk iki Meşrutiyet’in sürekli değişen sadrazamları gibi bir gidip bir gelen siyasetçiler de Batı devletlerinin ülkeye tüm güçleriyle çullanmalarının bir göstergesi.
Türkiye’nin bir seçim döneminde bulunduğunu söyleyenlere neyin seçiminin yapıldığını sormak lazım. Seçim sandıklarda değil, Türkiye’nin kilometrelerce uzağındaki Batı başkentlerinde yapılıyor.

Meşrutiyet’in sonucunun parçalanma olduğunu hatırlayalım. Seçim Türkiye’yi kimin parçalayacağı veya başka bir deyişle Türkiye’nin kimin planı uyarınca parçalanacağını seçmek anlamına geliyor.

Türkiye ya Amerikancıların planı çerçevesinde Kuzey Irak üzerinden parçalanacak ya AB’cilerin planı uyarınca Güneydoğu üzerinden parçalanacak. Ya da iki süreç beraber işleyecek. Seçim yarışının ardına gizlenen kavga işte tam da Türkiye’yi hangi emperyalistin yöneteceği üzerinde düğümlenmiş durumda. Seçim yarışı içindeki, medyadaki ve sermaye kesimlerindeki her kavga, Türk siyasetine yön veren her aktör emperyalistlerin Türkiye’yi paylaşma planları üzerindeki kapışmasının bir yansıması.
Emperyalistlerin Türkiye için öngördükleri son aynı olduğundan seçim Türkiye’nin kaderi açısından bir şey değiştirmiyor. Ama seçime taraf olanlar açısından çok şey ifade ediyor. Seçim iki kutup arasındaki kapışmanın zemini haline gelmiş durumda.

AB’ciler şu anda inisiyatifi ellerinde bulundurdukları için elbette ki seçim istemeyecekler. Konumlarının sarsılması durumunda başlarına ne geleceğini çok iyi tahmin ettikleri için entrikalar yoluyla Türkiye’nin kontrolünü bütünüyle ellerine almak istiyorlar.

Üçüncü Meşrutiyet’in komutanları: Aydın Doğan ve TÜSİAD Sadrazam: Mesut Yılmaz

Türkiye’de hakim konumda olan emperyalist güç AB. Türkiye ticaretinin büyük kısmı AB ülkeleriyle yapılıyor. Dış ticarette kambiyo rejiminin dolardan euroya çevrilmesi de bu tezi doğruluyor. Türk sermayesi büyük oranda Avrupa sermayesine bağımlı. Türkiye’nin en büyük patron örgütü TÜSİAD, Avrupa sermayesinin ülke içindeki acentası konumunda.
3 Ağustos’ta bölünme yasalarının çıkarak Meşrutiyet’in ilan edilmesi Avrupa’nın parçalama senaryosunun yürürlüğe girdiğini gösteriyor. Avrupa’nın Türkiye’de üstünlüğü son 20 yılın ürünü ve bu üstünlüğün sağlanmasında iki aktör öne çıkıyor: Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan.
Yılmaz’ın da Doğan’ın da bükülmez bileği dış bağlantılarının sağlam olmasından kaynaklanıyor. Koç’un distrübütörlüğünden dördüncü büyük holdingliğe yükselen Doğan ile 20 yıldır iktidardan uzaklaşmayan Yılmaz bu bağlantılarla ayakta duruyor.
Yılmaz’ın gücünü küçümsememek gerek. ABD’nin tam destek verdiği Özal bile Yılmaz’ı ANAP’tan atamamıştı. Özal’ın adamı Yıldırım Akbulut, Yılmaz’ın gücüne karşı koyamayarak partiyi terketmişti. Yolsuzluk soruşturmalarının ucu Yılmaz’a dokununca Tantan ‘Cumhuriyet tarihinin en başarılı İçişleri Bakanı’ ilan edilmişken bir anda harcanmıştı. Yılmaz’ın orduya karşı cürretinin kaynağını da ancak dış bağlantıları ile beraber anlayabiliriz.
Doğan ise en büyük medya patronu olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Enerjiden bankacılığa, iletişimden turizme ekonominin kilit sektörlerini eline geçiren büyük bir tekel. Yılmaz ve Doğan’ı Avrupa’ya bağlayan bağlar aynı zamanda bu ikiliyi de birbirine bağlıyor. Yılmaz ile Doğan arasında o denli samimi bir ilişki var ki, Doğan dönemin Başbakanı Yılmaz’ın karşısına pijamayla çıkabiliyor. Enerji ihaleleri Yılmaz döneminde Doğan’a veriliyor. Doğan’ın gazeteleri de doğal olarak Yılmaz’ın yayın organı haline dönüşüyor. Türkiye’de AB’ci kanat bu ikili tarafından yönetiliyor. Türk siyasetinin bütünüyle elçiliklerinin denetimine girdiği bu yeni Meşrutiyet’te Avrupa’nın Türkiye’deki en güvenilir iki dostu Yılmaz ve Doğan.

Büyük İttifak: Yılmaz’ı kurtarma formülü

Aydın Doğan 57. hükümette Mesut Yılmaz eliyle temsil edildi. Mesut Yılmaz hükümet içinde darbecilerin Truva atı olarak darbeciler hükümete saldırırken bile darbecilerin yanında yer almaktan çekinmedi. Herkes Yılmaz’ın çevirdiği dolapların farkında olmasına karşın kimse ona dokunmaya cesaret edemedi. İş artık bir darbe tezgahlamaya döküldüğünde Bahçeli isyan etti ve koalisyon ortağının ‘entrikalar içinde rol aldığını’ açıkladı.
Yılmaz koalisyon içinde darbeyi örgütleyen esas güç olmasına karşın beklenmeyen gelişmeler nedeniyle Cem, darbenin lideriymişçesine öne çıktı ve Yılmaz’ın rolü unutturuldu. Esas amaç ANAP’ın merkezinde bulunduğu AB’ci bir hükümetti. Bu hükümet 2004’e kadar sürecek, hem AB yasaları kolayca geçirilmiş olacak hem de baraj altındaki Mesut Yılmaz kurtarılmış olacaktı. Ama olmadı. İkinci senaryo uygulandı.
Cem’in önderliğindeki Yeni Türkiye, DSP’yi ele geçirme operasyonundaki başarısızlığın bir ürünüydü ve ANAP’a rakip olarak kurulmamıştı. Tersine kuruluşundan itibaren ortaya atılan geniş ittifak çağrıları ANAP’ı kurtarma planının parçasıydı. Amaçlanan geniş bir AB ittifakıydı ve halen de bu amaç devam ediyor. 3 Ağustos bu büyük AB ittifakının ilk denemesiydi. Derviş’in ‘sosyal liberal sentezi’, Cem’in ‘çağdaş çoğunluk’u, İstemihan Talay’ın ‘biz sol parti değiliz’ açıklaması ve Doğan Grubu gazetelerinin ‘Uygarlık İttifakı’ manşetleri bu ‘geniş cepheci’ ANAP’ı kurtarma planının bir parçası olarak selamlandı.
Cem’in partisi darbeyi başarıya ulaştırmak ve Meşrutiyet’i ilan etmek için ilk önce şişirildi. Sonra ise kasıtlı olarak gözden düşürüldü ve esas görevi hatırlatıldı. Cem’in partisinin görevi Yılmaz’ı kurtarmaktı. Cem’in partisi “Yılmaz’ı Kurtarma Partisi”ne dönüştürüldü. Cem, sol söylemini terketmeli, solu birleştirmek yerine ‘demokrasi’ güçlerini birleştirmeliydi. ANAP ancak böyle bir programla kurtarılabilirdi. ANAP’ı kurtaracak ittifak YTP, DTP ve ANAP arasında kurulacak, Derviş’in de bu hükümet içinde yer almasıyla birlikte ekonomik program da sağlama alınmış olacaktı. Cem tüm bu süreçte Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planlarında rol aldı.
Cem’in şimdiki durumuna bakarak basit bir piyon olduğunu öne sürmek doğru olmaz. Sonuçta Meşrutiyet sürecinde bütün siyasi aktörler Batının piyonudur ama bazıları dış bağlantılarının niteliğiyle diğerlerinden ayrılır ve öne çıkar. 

Örneğin Mesut Yılmaz böyle birisidir.

Cem’in dış bağlantıları da gitgide açığa çıkıyor. Schröder’in Baykal’a randevu vermeyip Cem’e vermesi ve 15 AB dışişleri bakanının eski meslektaşlarını destekleyecekleri yönündeki haberler bu bağlantıları ortaya koyuyor. Ülke içinde de sermayenin Sabancı’nın ağzından Cem’i destekleyeceğini söylemesi önemli bir olgu. TÜSİAD ve AB dışişlerinin birlikte Cem’i desteklemesi gözardı edilecek bir durum değil. Bu durumda Cem ya şu an gözüktüğü gibi Meşrutiyet’in sadrazam adayı olarak parlatılıp kullanılacak ve sonradan çöpe atılacaktır ya da gerçekten sadrazamlığa getirilecektir. Meşrutiyet’in darbelerle ilerlediği gibi tek bir sadrazam eliyle işlemediği de gözden kaçırılmamalıdır.
Cem’in şu an çok güçsüz olduğu gerçektir. Ama halk nezdinde hangi Meşrutiyet aktörünün gücü vardır ki. Üçüncü Meşrutiyet’in aktörleri güçlerini halktan değil, bağlı bulundukları emperyalist kuvvetten alırlar.
Bu yüzden Türkiye’de en Avrupacı olanlar halk arasında en zayıf olanlardır. Halk, arkasındaki güce ve medyanın kampanyalarına karşın AB’cilere güvenmez. Bugün Türkiye siyasetindeki en Avrupacı iki siyasetçi Yılmaz ve Cem’in seçim çalışmalarına Türkiye’de değil de Avrupa’da başlamaları bundandır. Cem seçim kampanyasına Berlin’de başlarken, Yılmaz ise Kopenhag’da başlamayı tercih etti. Cem’in moral bozucu Kayseri macerasından sonra böyle yapması doğal karşılanabilir. Ama seçim kampanyasında alışıldığı gibi il il Türkiye’yi gezmek yerine ülke ülke Avrupa’yı gezen ilk lider İsmail Cem olacak ve bu her iki Meşrutiyet’te bile rastlanamayan siyasetçi tipi Üçüncü Meşrutiyet’in Türk siyasi hayatına önemli bir katkısıdır.

Derviş Oyunu niye Bozdu?

Derviş, Yılmaz’ı kurtarmak için kurulacak ‘Büyük İttifak’ın mimarı olarak öne çıktı. Medya da Derviş’e bu rolü uygun görmüş gibiydi. Derviş Türkiye’de siyasetin ve sermayenin üstünde anlaştığı tek isim ve bu niteliğiyle de bir joker olarak oradan oraya sürüldü.
Bunun ilk nedeni Derviş programının birbiriyle mücadele eden tüm partilerin uygulama taahhüdü verdiği bir program olması. Tüm partiler IMF’ci oldukları için IMF’nin has adamı Derviş, ekonomi programının değişmez uygulayıcısı. Ama dikkat edilirse Derviş’e verilen rol de bununla sınırlı. IMF’nin ve ABD’nin sağladığı gücün de yardımıyla ittifakların harcı olması uygun görülen Derviş’e verilen yönetsel görev tüm senaryolarda ekonomiyle sınırlı.
Doğan Grubu’nun Ertuğrul Özkök’ün ağzından 24 saat içinde Derviş’e sırt çevirmesi Derviş’in hiç de bu siyasi senaryoların değişmez adamı sayılamayacağını gösteriyor. YTP’den ve dolayısıyla ‘büyük ittifak’ projesinden vazgeçip CHP’ye katılmasıyla birlikte medyanın %70’inin olumsuz bir tavır aldığı Derviş’in tek avantajı ve aynı zamanda dezavantajı ABD’nin adamı olması. ABD’nin adamı olması bir avantaj, çünkü ekonomi IMF’ye bağlı, IMF ise ABD’ye. Türkiye’yi yönetecek işbirlikçi iktidarların ekonomik geleceği ise oradan gelecek paraya bağlı. Derviş’in kilit rolü bu dış bağlantıdan kaynaklanıyor.
Ama aynı zamanda bu dış bağlantı AB’ci cephenin Derviş’e, Derviş’in ise AB’cilere güven duymamasına yol açıyor. Murat Yetkin bu durumu Derin Kulis’in (kastedilen herhalde Aydın Doğan ve TÜSİAD’dır) dış bağlantılarının şüpheli olmasından dolayı Derviş’e güvenememesi olarak yorumluyordu ve haksız da sayılmaz. Derviş de muhtemelen aynı güvensizliği onlara karşı duyuyor, çünkü ABD’nin adamı. Cem’i sağla işbirliği yapmakla suçlayıp terketmesi ve Baykal’a katılması da ABD’nin bir adımı olarak görülmeli. Sağla işbirliği suçlamasından Arı Hareketi ve Bayar’ın kastedilmesi düşünülemez çünkü bunlar zaten Derviş’in başından beri desteklediği ittifaklar. Kastettiği herhalde AB’cilerin esas adamı Mesut Yılmaz’la kurulacak bir ittifak ve bu ittifakın tüm tartışmanın merkezinde yer alması da doğal.

DTP’nin Rolü ve Demirel’in devreye sokulması

Demirel’in Derviş’le ilgili “Türkiye’ye görünür bir faydası olmadı” açıklamaları Türkiye’deki yerleşik siyaset geleneğinin tavrını yansıtması açısından önemli. Derviş ABD’den gelmiş bir IMF görevlisi olarak ne medyaya ne de yerli siyasetçilere güven verebiliyor. AB’ci cephe ile Derviş siyasal paylaşım sözkonusu olduğunda karşı karşıya gelebiliyor. Demirel’in bile Aydın Doğan’ın AB’ci senaryolarında roller üstlenebilmesi Türkiye’de siyasetin daha çok AB’nin yönlendirdiği bir kurum haline gelmeye başladığını gösteriyor.
DTP-YTP yakınlaşmasının mimarının Demirel olduğu ortada. DTP’nin ne bir halk desteği var ne de dış bağlantıları diğer rakipleri kadar kuvvetli. Ama Bayar’ın önemli bir görevi yerine getirmek üzere Türkiye’ye, DTP’nin başına getirildiği anlaşılıyor. Bu görev, DYP’yi AB’ci ittifaka çekme ve Yılmaz’ı kurtarma görevi. Bayar’ın da tamamen Doğan Grubu tarafından parlatıldığını düşündüğümüzde Yılmaz’ın Doğan için ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Yılmaz’ı dolaylı yoldan barajın altından kurtarmak için ABD’den bile adam getirtebiliyorlar. ABD’den getirilen bu adam Demirel tarafından himaye ediliyor, AB ittifakının baş aktörlerinden biri haline getiriliyor ve belki de hükümete sokulması düşünülüyor. Ama her nasılsa Bayar’ın kim olduğunu kimse bilmiyor! Partisinin oy oranı %1’i bile bulmuyor!!
Aydın Doğan uzunca bir süredir DTP üzerinden DYP’yi teslim almak ve ANAP’la ittifaka razı etmek için uğraştı. Ama bu entrikanın da sonu hüsran oldu. Doğan’ın oyunu Derviş’in yeni oluşumu terk etmesi ve Çiller’in ittifakı reddetmesi ile yine bozulmuş oldu. Ama oyun bitmiş değil, Aydın Doğan amacına ulaşmak için bütün kombinasyonları deniyor. Siyasi partilerin geleceğini geçmişini düşünmeden hepsini entrikalarında kobay olarak kullanıyor. Tüm siyasi partiler Aydın Doğan’ın darbe tezgahından bir bir geçiyor ve geçmeye devam edecek. Bir çuval inciri berbat etmek istemiyorsa Aydın Doğan her şeyi denemek zorunda.

ABD’de Yetişen Çiller’le Aydın Doğan’ın alıp veremediği

Aydın Doğan’ın planı bu sefer de Çiller tarafından bozuluyor. Bu, Çiller’in Aydın Doğan’ın oyununu ilk bozuşu değil. Ne 8 sene önce Aydın Doğan’ın Çiller’in ABD vatandaşlığıyla ilgili yürüttüğü kampanya kişisel gerekçelerle açıklanabilir ne de şimdi Çiller’in ısrarla ittifak planını reddetmesi O’nun liderlik hırsıyla. Sorun çok daha derindedir. Derviş gibi Çiller de ABD’de yetişmiştir ve ABD’nin adamıdır. Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan ise AB’ye bağlı bir siyaset geleneğini temsil ederler. Mesut Yılmaz’la Tansu Çiller’in aynı şeyleri savundukları halde niye bir türlü birleşemediğini ‘safça’ merak eden köşe yazarları elbette ki durumun farkında. Ama buna karşın Aydın Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planının propagandasını yapıyorlar.
Yılmaz ile Çiller arasındaki ayrım hangi parçalama planının piyonu olunacağı ile ilgili. Yılmaz AB’cilerin önderi olarak Türkiye’yi Güneydoğu’dan bölmeye çalışan AB planının bir piyonu olarak görev üstleniyor. Kürtçe eğitimi ve idamın kaldırılmasını bu kadar militanca savunması bunun için. ABD planına ise sıcak bakmıyor. Irak’a müdahaleye karşı çıkanlar arasında TÜSİAD, TOBB ve Mesut Yılmaz’ın da bulunması elbette onların emperyalist müdahale karşıtı olmasından ileri gelmiyor. AB’ci cephe ve sermayenin çok büyük bir kısmı komprador faaliyetlerini bugün AB planları üzerinden yürütüyor. Yılmaz’ın kendisine yönelen her yolsuzluk operasyonunun ardından ABD karşıtı açıklamalar yapması boşuna değil.

Çiller ise tersine Irak operasyonu başladığında komutan olmak istiyor.
Özal’ın bir koyup üç alma geleneğini sahipleniyor. Kürtçe eğitime ve idamın kaldırılmasına hep mesafeli durdu. Bunun da vatanseverlikle bir ilgisi yok. PKK’nın arkasında bugün ABD değil AB duruyor, bu yüzden de Türk siyasetindeki roller buna bağlı olarak dağılıyor. Türk siyaseti Üçüncü Meşrutiyet döneminde öylesine kompradorlaştı ki göreceli bir bağımsızlığa bile sahip değil. Çiller ve Yılmaz bağlı bulundukları emperyalistlerin çeliştiği ölçüde çelişir, uzlaştığı ölçüde uzlaşabilirler. AB’nin askeri gücünün zayıflığından dolayı izlediği uzlaşmacı politika bizi yanıltmasın. Emperyalistler arası çelişki esas, uzlaşma ikincildir. Bu yüzden uzun vadede AB’ciler ile Amerikancılar bir kapışmaya girişeceklerdir. Bu yüzden de Aydın Doğan boşa kürek çekmektedir.
Ya tüm entrikalar başarısız olursa Aydın Doğan’ın başına neler gelecek?
AB yasaları çıkar çıkmaz AB İttifakı’nın dağılmasının ve Doğan’ın kara kara düşünmeye başlamasının nedeni de budur işte. Üçüncü Meşrutiyet bir kargaşa dönemidir ve seçim borusunun çalınması bütün emperyalist güçleri ve piyonlarını açığa çıkartmıştır. Çünkü seçim kimin yöneteceğinin belirleneceği yerdir. Seçim halk için yapılmaz. Seçimli veya seçimsiz Türkiye’nin geleceği aynı emperyalist planlarla karartılacaktır. Bu yüzden seçimin halk açısından hiçbir önemi yoktur. Ama bir Aydın Doğan için, bir Mesut Yılmaz için son derece önemlidir.

Mesut Yılmaz’ın barajın altında kalması sonrası oluşacak Türkiye’de Yılmaz’lı 20 yılın hesabı sorulacaktır. Yılmaz’ın 20 yıllık iktidar hayatı yolsuzluklarla ve emperyalistlerle kurulan kirli ilişkilerle doludur. Sorulacak hesap sadece Yılmaz’dan değil onun iktidarından beslenen tüm güçlerden sorulacaktır. Bu hesaba ANAP’ın kadrolarının ve ANAP’ın atadığı bürokratların çok büyük bir kısmı dahildir, ANAP iktidarlarında ihale alan sermayedarlar dahildir, banka hortumlayanlar dahildir, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan ve nihayet Aydın Doğan da dahildir. Örümcek Ağı operasyonunun ilerlemesi bugün ancak ANAP’ın iktidardaki gücü ile engellenebiliyor. Örümcek Ağı dosyasında sadece Turgut Yılmaz ve ANAP’lılar değil, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan da var. Enerji ihalelerinin arkasından Yılmaz-Doğan ittifakı çıkıyor, usülsüz krediler ve VakıfBank’taki yolsuzlukların arkasından yine Doğan. ANAP’ın gücü Tantan’ı azledebiliyor, Savcı Şalk’ı susturabiliyor. Ama Meclis dışında kalmış bir ANAP’ın kendini ve beslediklerini koruyacak hiçbir gücü kalmayacağı da ortada.

ANAP’ın alternatiflerine baktığımızda Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD için durumun ne kadar ciddi olduğu daha da net bir şekilde ortaya çıkıyor. Derviş’in CHP’ye katıldıktan sonra Doğan’ın gazetecilerinin aldığı tavra bakarak onlar açısından Baykal’ın hiç de güvenilemeyecek biri olduğunu anlayabiliriz. Önemli olan Baykal’ın AB’yi veya TÜSİAD politikalarını ne kadar benimsediği değil; Doğan, Yılmaz ve TÜSİAD tarafından kurulan çeteye güven verip vermeyeceği. Tayyip için de aynı şey söz konusu. Tayyip, Doğan’ın her dediğini yapabilir ama 20 yılın hesabını sormayacağını kim garanti edebilir? DYP ise işin en ironik kısmını oluşturuyor. Doğan’ın ANAP’la birleştirmeye çalıştığı DYP’ye katılan yeni bir isim Yılmaz’ı çıldırtacak cinsten: Savcı Şalk. Şalk neredeyse hayatını ANAP’ın yolsuzluk davalarına adamış bir isim. Şalk’ın DYP’ye katılması ANAP’a ve Doğan’a verilen açık bir mesaj. Bu mesajı aldıktan sonra ittifakı kur kurabilirsen.
AB ittifakı için siyasette durum bu kadar kritik. Ekonomide, sermaye kesimlerinde ve medya sektöründe de durum pek farklı değil. Doğan’ın bitirmeye çalıştığı iki önemli sermaye grubu Karamehmet ve Uzan bir türlü yıkılmıyor. Karamehmet üzerinde tedbir kararı kaldırıldı. Uzan ise Doğan’ın karşısına her zamankinden daha bilenmiş bir şekilde ve bu sefer partisini de kurarak çıkmış durumda. ANAP’ın baraj altında kalması ekonomide de Doğan’ın durumunu sarsacak olaylara gebe olacak.

ANAP’ın baraj altında kaldığı ve Meclis’e giremediği bir Türkiye’de Aydın Doğan’ı ellerinde kelepçeyle hapise tıkılırken görmek hiç de şaşırtıcı bir gelişme olmaz. Böyle bir Türkiye’de tüm eski defterlerin açılacağı, klasörlerin bir bir ortaya çıkacağı açıktır.

Demirel döneminin nasıl sona erdiğini hatırlayalım. 35 yıl Türk siyasetinin en tepesinde bulunmuş Demirel Güniz Sokak’taki evine döndükten sonra Türkiye’de olup bitenleri hatırladıkça; Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD’ın uykuları nasıl kaçıyordur kimbilir. Demirel’in en yakın çevresinden başlayalım ve gözümüzün ucuna Yılmaz’ın en yakın çevresini getirelim. Demirel iktidardan ayrılır ayrılmaz; kardeşi Yahya Demirel, yeğeni Murat Demirel ve yakın çevresinden Cavit Çağlar ile Dinç Bilgin kelepçelenerek hapse tıkıldılar. Bir dönemin hesabı bu kadar basitçe soruldu. Ama bu sefer durum daha ciddi. Türkiye’de tüm siyasetler, sermaye grupları, emperyalist devletler büyük bir kavga için kolları sıvamış durumda. Üçüncü Meşrutiyet’in anlamı da bu. Türkiye kısa bir zaman içinde parçalanacak ve parçalanmış Türkiye’yi birileri yönetecek. Aydın Doğan’ın böyle telaş içinde oraya buraya saldırması, Rodos’ta siyasi entrikaların peşine düşmesi sebepsiz değil.

Aydın Doğan durumun gayet iyi farkında. Bu Meşrutiyet oyunu içinde ya kazanacak ya yokolacak. Ama Türkiye için sonuç değişmiyor. Kim kazanırsa kazansın, kim yok olursa yok olsun... ( BUGÜN YIL 2015  AYDIN DOĞAN HALA  AYAKTA BAGIMSIZ BASIN DEDİKLERİ DIŞ DÜNYANIN MAŞALARI GİDEN TANSU ÇİLLER OLDU )  İŞTE  BU 3 LÜ  DSP & ANAVATAN & MHP KRİZİ  AKP  NİN  ÖNÜNÜ AÇMIŞTIR

Türkiye Meşrutiyet oyunu içinde kaldığı sürece sonu parçalanmadır, yok oluştur. Halkın içinde olmadığı bu oyun emperyalist uşaklarının kimisini güldürecek, kimisini ağlatacak. Onlarla beraber ağlamak ve gülmek zorunda değiliz. Halkı safdışı bırakıp vatanı satanlarla ortak bir yanımız olamaz. Çünkü onların vatanı ayrı bizimkisi ayrı. Üçüncü Meşrutiyet döneminde siyasetin anlamı vatanın parçalanması üzerinden yapılan pazarlık ve entrikalardır. Halkı aldatmaya yarayan ‘demokratik’ kılıfın altında böylesine satılık bir oyun dönmektedir. Seçimler de dahil olmak üzere bu oyunun hiçbir parçasına katılmamak bugün en devrimci görevdir.

http://www.turksolu.com.tr/11/ayas11.htm


..


11 Aralık 2014 Perşembe

TEK KURUŞ ÖDEMEDEN DIŞ BANKIN SAHİBİ OLMAK..,




TEK KURUŞ ÖDEMEDEN DIŞ BANKIN SAHİBİ OLMAK..,


.



DOĞAN-ÇUKUROVA SAVAŞI TAM GAZ .,


Akşam Gazetesi'nin yazı dizisi: "Aydın Doğan nereye koşuyor?"
TEK KURUŞ ÖDEMEDEN BANKA ALAN ADAM 
AYDIN Doğan, Hürriyet, Milliyet, Vatan, Posta, Radikal, Kanal D, Star TV ve 
CNNTÜRK gibi Türkiye’de medyanın çoğunluğuna sahip bir patron. Neden Aydın 
Doğan’ın kariyeri rakip gazete durumundaki AKŞAM’a yazı dizisi oldu?

Cevabı basit. Aydın Doğan bugüne kadar kendi gazete ve TV’lerinde hep kendi 
istediği yönleriyle haber oldu. Mesela bir üniversiteden fahri doktora unvanı 
aldığında, gazetelerine en güzel fotoğraflarıyla sürmanşet oluyor. TV’leri bütün 
bültenlerde Doğan’ın başarılarını anlatıyor. İş o kadar çığırından çıktı ki, 
böbrek vakfından şilt alsa CNNTÜRK canlı yayın yapıp, gazeteleri yarım sayfa 
yayınlar hale geldi. Bu bir anlamda geri kalmış ülke diktatörlerinin medyayı 
kullanarak kendi reklamlarını yapması gibi oldu. Oysa madalyonun bir de öteki 
yüzü var. AKŞAM, medyanın da temizlenmesi, özeleştiri yapması için Doğan Grubu 
gazete ve TV’lerin yazamadıkları için bu yazı dizisini başlatıyor.

DÜNKÜ Hürriyet’te bir haber vardı. Aydın Doğan, saygın bir işadamı olduğunu 
anlatmak için Türkiye Gazete Sahipleri Birliği Başkanı ve Dünya Yayıncılar 
Birliği Başkan Yardımcısı olduğunu söylüyordu. Bu da mı reklam, bunlar da mı 
önemsiz?

Bu kuruluşlar için önemsiz demek doğru olmaz. Fakat, Türkiye’de Aydın Doğan’ın medya hakimiyeti ortada. 2008’in ilk 5 ay sonuçlarına göre Doğan Grubu medya ilan pazarında yüzde 44.7 paya sahip. Bu da yıllık 2 milyar dolar civarı bir reklam geliri demek. Basına bu kadar hakim olan bir patronun gazete sahiplerinin liderliğine soyunması da normal. İş adamları içinde Aydın Doğan’ı fazla ciddiye alan yok. Yani bir anlamda bu kadar gazete ve TV’si varken basındakiler içinde bile “Aman biz bulaşmayalım” diyenler çoğunlukta. O da kendi kendine bu işleri yürüterek, Hürriyet’in patronu olarak elde edemeyeceği uluslarararası itibarı kazanmak istiyor. Durum dünyada da üç aşağı beş yukarı böyle olduğu için, Türkiye’deki kartelin temsilcisi olarak yılda bir iki kez kongrelere katılıp, yayıncılık alanındaki görgüsünü, bilgisini artırmaya çalışıyor. 


YANİ başta Hürriyet, Doğan Grubu medyasındaki Aydın Doğan haberlerine daha 
dikkatli mi bakmak lazım. Bunların tamamının reklam amaçlı olduğunu söylemek biraz insafsızlık olmaz mı?..

Aydın Doğan’ın memleketi Bayburt’ta yaptığı bir açılış Hürriyet’e, Milliyet’e 
sayfa sayfa haber oluyorsa, TV’lerinde uzun uzun yayınlanıyorsa bunun başka bir izahı olamaz. Hatırlayın, eskiden Irak devlet televizyonunda sabah-akşam 
Saddam’ın icraatlarını ve cesaretini anlatan yapımlar vardı. Ne farkı var? 


PEKİ Aydın Doğan’ın çıkışı nasıl başladı. Biliyoruz ki otomobil başbayiliği 
yaparken hızlı bir yükseliş elde etti. Milliyet’i satın alarak medyaya girdi. Ya 
sonrası?

Evet Abdi İpekçi’nin öldürülmesi sonrası Milliyet’in sahibi Karacan Ailesi, 
medyadan soğudu. 1981 yılında Milliyet Yayın adı ile Doğan Grubu’nun basın 
macerası başladı. Sonrasını herkes biliyor. Hürriyet Grubu, dergiler, televizyon 
sektörü, Kanal D ve diğerleriyle gelen hızlı büyüme.


SADECE medyada mı büyüdü?... Aynı dönem başka sektörlere de girmedi mi?..

Girmez mi?.. 1990’lar hatta 2000’lerin başına kadar medya hiç de kârlı bir 
sektör değildi. İlan gelirleri çok düşük, Türkiye ekonomisi küçük olduğu için 
bir işadamının sadece medya ile ayakta durması imkansız gibiydi. Bu nedenle 
Doğan da başka sektörlere göz kırptı. İşte bu yazı dizisinde Aydın Doğan’ın 
hiçbir değer üretmeden, tek bir marka yaratmadan nasıl başkalarının şirketlerini 
ele geçirip hızla yükseldiğini anlatacağız...

Tek kuruş ödemeden Dışbank’ın sahibi oldu

Aydın Doğan’ın banka sahibi oluşunun öyle bir hikâyesi var ki dünyada örneği 
yoktur. İş Bankası’nın satışa çıkardığı Dışbank’ı, Frankfurt İş Bankası’ndan 
gelen ballı krediyle satın aldı, cebinden hiç para çıkmadan banka sahibi oldu

Kemal Derviş, kamu bankalarını (Ziraat ve Halk) rehabilite etsin diye bula bula 
Aydın Doğan’ın holdingdeki sağ kolu Vural Akışık’ı buldu. Akışık, devlette tatlı 
tatlı rehabilitasyon yaptıktan sonra, Aydın Doğan’ın bankası Dışbank’ın başına 
geçti

1990’lı yılların sonunda medyada iyice büyüyen Aydın Doğan, Ankara 
bürokrasisinin kurtlarını da yavaş yavaş saflarına çekmeye başlamıştı. Kimi 
devletteki işlerini bırakıp Doğan’ın kurmayı oluyor, kimileri devlet içinde 
kalıp Aydın Bey’e yol gösteriyordu. “Devletin deniz yemeyenin keriz olduğu” 
yıllarda öyle akılalmaz işlere girişti ki bugün bile “tokatçılık dersi” olarak 
okutulacak cinsten. Mesela Ankara bürokrasisini çok iyi bilen Vural Akışık, 
Doğan’ın operasyonlarındaki baş aktörlerdendi. 

Doğan Holding’de profesyonel yöneticilik yaptı. Yıllarca Aydın Bey’in maaşlı 
elemanı olarak görev aldı. Kemal Derviş’in Türkiye’ye gelişiyle düğmeye basıldı. 
Çünkü Mesut Yılmaz, Kemal Derviş ve bürokrasideki kilit adamları Aydın Doğan’ın medya desteğiyle operasyonlara başlayacaktı. Hürriyet ve Milliyet, Kemal Derviş’in poster gibi resimlerini basıp yıldızını parlatıyor, Derviş de ufak 
ufak Ankara’da iş bitiriyordu. 4 Nisan 2001’de Derviş ilginç bir atama yaptı. 
Ziraat ve Halk Bankası’nı birlikte yönetmek ve rehabilite etmek için kurulan 
Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine memlekette başka akıllı adam yokmuş gibi Vural Akışık’ı atadı. Kim bu Akışık, Doğan Holding’de Aydın Bey’in sağ kolu, yüksek maaşlı akil adamı. Kediye ciğer emanet etmekten daha feci bir durum. 
Devlet bankalarının en hortumlandığı dönemde, en büyük medya gurubunun yöneticisi kamu bankalarının başına çörekleniyor. Gerisini tahmin edin... 

Bu kadarla kalsa iyi. Aynı dönemde Fon’a devredilen bankaların ortak 
yönetim kurulu başkanlığını Tevfik Altınok yürütüyordu. O dönemde Demirbank’a da el konduğu için Demirbank’ın fiilen başında Altınok vardı. Bu ikilinin yolu 
Hollanda’da da kurulu Demir-Halkbank’ın Fon’a devri ile kesişmiş oldu. 
Demir-Halkbank’ın yüzde 70’i Fon’da geri kalanı Halkbank’taydı... Bu bankayı da 
sakın öyle tek şubeli bir tabela bankası filan zannetmeyin. 2 milyar doları aşan 
aktif büyüklüğü ile o zaman Türkiye’deki birçok bankadan değerli bir bankaydı. 
Vural Akışık ile Tevfik Altınok yönetimindeki ortaklık, sadece bir ay sonra 
şöyle bir açıklama yaptı: Demir-Halkbank NV.’nin yüzde 70 oranındaki hissesiyle, Demir Kazakistan, Demir Kırgız International, Demir Bulgaria’ya Halit 
Cıngıllıoğlu (Demirbank’ın sahibi) ve Aydın Doğan tarafından 95 milyon dolar 
teklif verildi. Hisse devir görüşmelerine başlanması için bu teklif yeterli 
görülmekle birlikte (Onayı veren Tevfik Altınok), diğer ortakların yani Halk 
Bankası’nın (Başında Aydın Doğan’ın maaşlı adamı Vural Akışık var) ön alım 
hakları bulunması nedeniyle hisse devir görüşmelerine söz konusu ortakların ön 
alım hakkını kullanmaması halinde (kullanıp kullanmama kararı da aslında Vural 
Bey’de) başlanacaktır. Peki bundan sonra ne oldu dersiniz... Akışık, Halkbank 
genel müdürlüğüne getirdiği Emel Çabukoğlu’na “Halk Bankası olarak ön alım 
hakkınızı kullanmayın” talimatını verdi. Karar Altınok’a bildirildi. Altınok da 
hemen satış için talimat verdi ve onay için BDDK’ya yollayarak görevini 
tamamladı. Böylece koca banka 95 milyon dolara Doğan-Cıngıllıoğlu’nun oldu.

6 YIL SONRA ÖDEMELİ KREDİ

Bitmedi, sistemi öyle güzel kurdular ki, operasyonun tamamlanmasının ardından Altınok, 31 Aralık 2001’de görevden ayrıldı. Ve sadece 9 gün sonra Doğan Holding’de hiper maaşla işe başladı. Akışık ise, biraz daha kamuda kalıp, 
hortumlanacak banka var mı diye bakındı. Nisan 2002’de istifa edip Doğan’ın 
yanına geri döndü. Eski dostlar Doğan Holding’in binasında bir araya 
geldiklerinde Demir- Halkbank’ı da devletten alıp Aydın Bey’e sunmuş oldular. 
Aynı Vural Akışık, daha sonra Dışbank’ın yönetim kurulu başkanlığına oturup, 
Hollanda Dışbank’ı Demir-Halkbank’a sattı. Sonra da Özelleştirme İdaresi’ne 
devredilen kalan yüzde 30’u alıp işlemi tamamladı. 

Yine bu dönemde Doğan Grubu’nun kurt yöneticisi Vural Akışık’ın öyle bir 
operasyonu var ki, Türk finans tarihine geçecek cinsten... Patronu Aydın Doğan, 
cebinden bir kuruş para koymadan Dışbank’ın sahibi oldu. Kendi şirketleri 
arasında yaptığı para transferleri ile tanınan Aydın Doğan’ın, İş Bankası ile de 
arası hep iyi oldu. Dışbank’ı alma sürecindeki manevrası şöyleydi: İş Bankası 
zor duruma düşen ve alacaklısı olduğu Lapis’ten Dışbank’ı geri aldı. O dönemde 
zarardaki bir bankayı elde tutmak pek akıl kârı değildi. Hemen Dışbank’ı satışa 
çıkardı. Bankaya Doğan talip oldu. Bunun üzerine o zamanki İş Bankası yönetimi Aydın Bey’e 20 Kasım 1994’te Frankfurt İş Bankası kanalı ile libor artı 2 faizle 6 yıl sonra ödemeli 7 milyon dolar kredi verir. ardından aynı banka tarafından Doğan’a 7 yıl vadeli, benzer faizli 11 milyon 468 bin Alman Markı daha kredi sağlanır. Böylece Aydın Bey, cebinden bir kuruş çıkarmadan 14 milyon dolar kredi ile ve ödemeye de 6 yıl sonra başlamak kaydı ile Dışbank’ın sahibi olur. Vay be, ne kumpas diyorsanız. Bu kadarla bitmiyor. Aydın Bey bu, bununla yetinir mi?.. 
İş Bankası’ndan Dışbank’a önce 40 milyon dolar sonra 50 milyon dolar daha 
mevduat yatırmasını ister. Bu isteği de tabii ki yerine getirilir...

Bu Vural Akışık’a hiç dokunulmadı!

BİR dönemin baş aktörleri hâlâ Aydın Doğan’ın en yakınındaki isimler... Doğan’ın yanından Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanlığı’na geçip, Dışbank’ı patronu için alan Vural Akışık, sonra hemen Doğan Holding’e geri döndü. Dışbank Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Sonra Petrol Ofisi’nı satın alma sürecini yönetti. Şu an Doğan Holding’de Aydın Doğan ve kızlarından sonra imza yetkisi olan en etkin isim. Petrol Ofisi’nin de yönetim kurulu başkanı. Ve ne hikmetse topu topu 6-7 yıl mazisi olan bu işlerden bir türlü yargılanamıyor...


Demir-Halk işinde suçu Ecevit’e atmışlardı

2001’de operasyonla Vural Akışık-Selçuk Demiralp ikilisini kamuda görevlendirip 
Hollanda’da bulunan Demir-Halkbank’ı bir ayda oldu bittiyle satın alan Doğan 
Grubu, “O iş Ecevit Hükümeti’nin onayı ile” oldu diye savunma yapmıştı. Bu da 
büyük bir yalan...

DIŞBANK’ı İş Bankası’ndan yine İş Bankası’nın kredisiyle alan Doğan Grubu, 
sadece 287 milyon dolar öz sermayesi olan bu bankadan kendi
şirketi POAŞ’a tek kalemde 200 milyon dolar kredi açtı. (Bu mevzuya yazı 
dizimizin POAŞ bölümünde ayrıca değineceğiz) Aydın Doğan bununla 
da kalmayıp, Demir-Halkbank’ın kamuya geçmesi gereken hisselerini de (Yüzde 30) 
Vural Akışık’ın manevrasıyla kendi kucağına aldı. Olay 2003’te
o dönem Turgay Ciner’in elinde bulunan Sabah gazetesine haber olunca Aydın 
Doğan, Vural Akışık’ı kurtarmak için bir açıklama yapmıştı. 
(Nasıl yapmasın, kamu bankalarının başında holdinginden ayrılıp devlet 
memurluğuna geçen Vural Bey vardı) Aydın Doğan, Hürriyet’e koydurduğu 
bir haberle Demir-Halkbank’taki, yüzde 30’luk Halkbank (Kamu) payının opsiyon 
kullanmama hakkının Vural Akışık değil, hükümet tarafından
yapıldığını yazdı. Yani bir anlamda kararı Ecevit vermiş demeye getirdi. Oysa o 
dönemde bu işlerin gizli gizli Mesut Yılmaz-Kemal Derviş 
ikilisi tarafından yürütüldüğünü herkes biliyordu. Hatta Ecevit’in o dönem sağ 
kolu durumundaki şimdinin DSP İzmir Milletvekili Recai Birgün, 
Ecevit’e oldu bittiyle imzalatılan belgeleri AKŞAM’a anlamıştı. Fakat 
Demir-Halkbank satışındaki engeli kaldıranın bizzat Vural Akışık olduğu
Yüksek Denetleme Kurulu raporuna bile girdi.

Pamukbank gerçekleri (Bir bankanın gasp öyküsü)

1 - Çukurova hortum için değil bankasını krizden kurtarmak için borçlanmıştı

Çukurova Holding şirketleri 2000’li yıllarda Türkiye’nin yaşamakta olduğu 
krizlerden Pamukbank’ı koruyabilmek için elini taşın altına koymuştu. Birçok 
şirketini satarken yeni kredi almadan kendi bankalarından aldıkları kredilerin 
faizlerini artırdı... Sermaye açığı iddiaları doğru değil

Pamukbank 1955 yılında Çukurova Bölgesi’nde pamuk üreticilerine hizmet etmek amacıyla kuruldu. 1973 yılından sonra da Çukurova Holding bünyesine katıldı. 
Daha sonraki süreçte de Türkiye’nin en büyük 5 bankasından birisi haline geldi. 
2002 yılının ilk yarısı itibarıyla Pamukbank’ın yüzde 8 pazar payı bulunuyordu. 
Eylül 2001 itibarıyla da bankanın 6.1 milyar dolarlık aktif toplamı vardı. 
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) 18 Haziran 2002 tarihinde aldığı bir kararla Pamukbank’ın ortaklık hakları ile yönetim ve denetimini 4389 sayılı Bankalar Kanunu’nun 3 ve 4 numaralı fıkralarına dayanarak Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devretti. Bu arada Pamukbank’ın o tarihte yine Çukurova Holding bünyesinde bulunan Yapı ve Kredi Bankası’na devri ile ilgili birleşme başvurusu da “sunulan plan ve fizibilite raporlarının uygulanabilir olmadığı” gerekçesiyle, aynı karar ile reddedildi. 

İŞLEMLER HUKUKA AYKIRI 

Pamukbank’ın devrindeki yasal dayanaklara bakıldığında bankanın 
yükümlülüklerinin toplam değerinin varlıklarının toplam değerini aştığı ve 
faaliyetine devamının mevduat sahiplerinin hakları, mali sistemin güven ve 
istikrarı bakımından tehlike arz ettiği gerekçesi ile kaynaklarının bankanın 
emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürecek biçimde doğrudan veya dolaylı 
olarak ortaklarının lehine kullandırdığı gerekçeleri ön plana çıkmaktadır. 

Bankalar Kanunu’na dayanarak yapılan bu işlemler aslında hukuka uygundeğildir. Çünkü;

1-YAPI KREDİ FİİLEN DEVREDİLMİŞ OLDU

BDDK’nın açıklamasına göre Pamukbank, TMSF’ye devredildiği için yüzde 10’un 
üzerinde paya sahip ortakları, bankacılık yapmak için aranan nitelikleri 
kaybetmiştir. Dolayısıyla bu kişilerin Yapı Kredi Bankası’ndaki ortaklık 
haklarını da bizzat kullanmaları artık mümkün değildir.Aynı nedenle Mehmet Emin Karamehmet ve Osman Berkmen, Yapı Kredi Bankası’ndaki yönetim görevlerinden alınarak yerlerine TMSF tarafından atama yapılmıştır.

Yapı Kredi Bankası’nın sermayesinin yeterli olduğu ve hiçbir sorun taşımadığı 
bizzat BDDK tarafından ilan edilmesine karşılık Pamukbank ile ilgili karar 
sonucu Yapı Kredi Bankası’nın yönetim ve denetimi de fiilen TMSF’ye devredilmiş gibidir. 

2-DEDİKODUYA RAĞMEN DAYANDI

1993 yılını izleyen dönemde Pamukbank, hissedarlarına doğrudan veya dolaylı fon (kaynak) aktarımı niteliğinde veya boyutunda yeni bir kredi kullandırmamıştır. 1994 krizine çok likit bir biçimde giren banka bu dönemde özel amaçlı konkordato dedikodusu nedeniyle yoğun mevduat çekilişini de kendi kaynaklarından karşılayabildi. 

3-GRUP KREDİLERİ HİPER FAİZLERLE ARTTI

SIKÇA tekrarlanan krizler o tarihte tüm kuruluşlar gibi Pamukbank’ı da olumsuz 
etkiledi. Pamukbank da her türlü tedbire karşın bu gelişmeden nasibini aldı. 
Sonuçta bankanın maliyet yükünün mali yapısına olumsuz etkisini önlemek 
amacıyla, sermayedar Çukurova Grubu şirketleri kredilerine yürütülen yüksek 
oranlı faizlerle ellerini taşın altına koymuşlardır. Kriz öncesinde banka 
aktifinde yüzde 19 civarında bir paya sahip olan grup kredileri iyi niyetli ve 
sorumluluk bilincini yansıtan bu faiz politikası sonucunda yeni kredi 
kullanmadan yüzde 40’lar seviyesine yükseldi. 2001 yılı sonu itibarıyla 
sermayedar firmalar üzerinde toplanan krediler, yaklaşık olarak 500 milyon 
doları ana para ve 2 milyar doları faiz reeskontu niteliğinde olmak üzere toplam 
2,5 milyar dolar düzeyindeydi. Daha doğrusu bankanın kaynak sorununu çözebilmek için grup şirketlerinin bankaya borcunu kredi almadan artırdı. 

4-KAYNAK İÇİN ŞİRKETLER SATILDI

BankalarIn kaynak ihtiyaçlarını karşılayabilmek için Çukurova Holding o dönemde elindeki önemli iştirak ve varlıklarını da elden çıkarmıştı. Türk Henkel-Turyağ hisseleri, Robert Bosch hisseleri, Oyak Renault hisseleri, Çanakkale Çimento’nun tamamı, Yapı Kredi hisselerinin yüzde 10’u (halka arz yoluyla), İnterbank’ın tamamı satılarak o dönemde Pamukbank ve Yapı Kredi Bankası’na 1 milyar doları bulan ödeme yapıldı. Ayrıca 2000 yılında New York Borsası’na kote olan Turkcell hisseleri ile yarısı kredi ödemesi, yarısı da sermaye olarak Pamukbank’a 330 milyon dolar kaynak konuldu. 330 milyon dolar da Yapı Kredi Bankası’na ödendi.

5-YAPI KREDİ HİSSELERİ REHNEDİLDİ

KASIM 2000 tarihinde de Yapı Kredi Bankası hisselerinin yüzde 40.5’i Grup kredi 
borçlarının teminatı olarak Pamukbank’a rehnedildi. Ayrıca borçlarının tamamını 
karşılayacak şekilde Çukurova Holding kefaleti alındı. Tüm bu destek ve 
gelişmeler sonucunda Pamukbank’ın sermaye yeterlilik rasyosu yasal asgari 
düzeyin üzerine çıkarıldı ve bu durum 2000 yılında kamu otoritesi tarafından da 
teyit edildi. 

6-GARANTİ BANKASI GİBİ OLABİLİRDİ 

Pamukbank ile Yapı Kredi’nin birleştirilmesine BDDK izin vermedi ve iki ay sonra 
Pamukbank’a el koydu. Halbuki, aynı durumda olan Doğuş Grubu, Osmanlı Bankası ve Garanti Bankası'nı birleştirmiş ve pek çok vergi avantajı elde ederek krizi atlatmıştı. Bugün Garanti Bankası’nın ulaştığı muazzam değer ve başarı örneği o tarihte Mehmet Emin Karamehmet’ten esirgendi. O dönemde bu derece büyük aktif yapısı olan iki bankanın birleştirilmesinin sağlayacağı yıllık 300 milyon dolarlık kaynak önemliydi ve bu önem görmezlikten gelindi. Pamukbank'a, hortumlandığı için el konulması bir senaryodan başka bir şey değildi. Yargı engellemeseydi bu banka yok pahasına satılacaktı. 

7-DEVLET, FİSKOBİRLİK’İ BORCUNU ÖDEMİYORDU

EĞER Pamukbank Fon’a devredilmeseydi ve Yapı Kredi ile birleşseydi, aktif 
büyüklüğü yüzde 33’lük bir banka ortaya çıkacaktı. Başka bir anlatımla, Yapı 
Kredi bu ülkenin en büyük özel bankası olacaktı. Fiskobirlik’in Yapı Kredi ve 
Pamukbank’a 1989 yılından kalma 1.5 katrilyon Türk Lirası (yaklaşık 1 milyar 
dolar) borcu vardı. Ama işbirlikçi Faik Öztrak bu borcu ödemek yerine 
Pamukbank’a el koydu. 2000-2002 döneminde Çukurova Grubu’na ait varlıkların toplam değeri 18 milyar dolardı. Bu da grup borçlarının yaklaşık 3-4 katıydı. 

8-YANLIŞ HESAP YAPILDI

Tüm bu bilgi ve gerçekler, Pamukbank’ın kesinlikle problemli bir banka 
olmadığını ortaya koyuyor. Devir kararında Pamukbank’ın taahhütlerini vadesinde karşılayamaması gibi bir gerekçe bulunmuyor. Bunun dışında devir kararında sıralanan tedbirlerin alınmaması, yükümlülüklerinin değerinin varlıklarının değerini aşması (sermaye açığı) ve faaliyetine devamının mevduat sahiplerinin hakları ve mali sistemin güven ve istikrarı için tehlike arzettiği gerekçeleri gerçeği yansıtmıyor. Pamukbank’ta sermaye ya da özkaynak açığı kesinlikle bulunmamaktadır. Bu, sadece BDDK’nın hatalı hesaplaması ve dolayısıyla dayanaksız iddiasıdır. 

9- İŞBİRLİKÇİ BDDK PAMUKBANK’I CEZALANDIRDI

Bankaya el konulduğunda Çukurova şirketlerine verilen kredilerin batık 
kredilerinin toplama oranı yüzde 69 tespitini BDDK yapmıştı. O dönemi 
Türkiye’sini hatırlayın. Mesut Yılmaz, Derviş ve Akçakoca ile bir olup banka 
operasyonları yapıyordu. Grubun şirketlerine ait borçlarını batık olarak kabul 
ederseniz, batık kredilere de karşılık ayırırsanız, bu tespiti yapabilirsiniz. 
Nitekim Pamukbank’ta böyle yapıldı.“İyi de bu kadar çok krediyi kendi 
şirketlerine kullandırması yasalara uygun mu?” diye sorulabilir. Geçmişte grup 
şirketlerine kullandırılan kredilerin toplam kredilere, varlıklara oranı 
konusunda boşluklar olduğunu biliyoruz. Ancak Çukurova Grubu, 1993’ten sonra 9 yıl Pamukbank’tan grup şirketlerine kredi çekmedi. 

10-LİKİDİTE SIKINTISI İLE İLGİLİ ORTADA TEK BİR RAPOR YOK

BDDK’nIn özellikle hortumculuk maddesi kapsamında bu bankayı değerlendirmiş olmasının nasıl yanlış olduğu zaman içinde ortaya çıktı. Varlıkların kriz nedeniyle değerinin ne kadar düşmüş olduğu ve yakın bir gelecekte bu varlıkların nasıl değerlendiği görüldü. Yapı Kredi, Turkcell basit örnekler. Ve Çukurova’nın verdiği teminatların yükümlülükleri karşıladığı birkaç yıl içinde ortaya çıktı ama banka ve bağlantılı pek çok şirket başkalarına satıldı. Pamukbank’ın likidite sıkıntısı olduğuna dair tek bir resmi rapor yok. Buna rağmen bu tespit yapılarak el konma gerekçesi yapıldı.

11-YAPI KREDİ’NİN EL DEĞİŞTİRMESİ İSTENİYORDU

PEKİ bunlara rağmen Mehmet Emin Karamehmet hakkında niçin hortumculuk maddesinin işletildiği sorulabilir. Bu sorunun da cevabı çok basit. Yapı Kredi’nin de el değiştirmesi isteniyordu. En azından onda kalmamalıydı. Nitekim hortumculuk (tek kuruş cebine koyduğuna yönelik tespit olmamasına, bankasından 1994 yılından beri şirketlerine tek kuruş kredi almamasına rağmen, tam aksine bankanın mali yapısı düzenlemesi için elindeki varlıkları satması veya teminat vermesine rağmen bankasını boşaltan kişi muamelesi görmesi gerekiyordu. Bu sayede yapı Kredi’yi (kanuna göre) yönetemez sıfatı kazanacaktı. Böylece grubun diğer şirketlerine de el konulabilecekti. 


POAŞ’ın % 51’ini borçlanıp borcu yine POAŞ’a ödettiler 

Dışbank’ı cebinden tek kuruş ödemeden satın alan Aydın Doğan, o dönemin 
siyasileriyle işbirliği yapıp aynı yöntemle Petrol Ofisi’nin de (POAŞ) sahibi 
oldu

Borçlarını satın aldıkları şirkete ödeten Doğan Grubu, bununla da yetinmedi. 
Halka arzı gereken yüzde 25.8’lik POAŞ hissesini de blok halde İş-Doğan’a sattı

Aydın Doğan, Petrol Ofisi’ni satın alırken, o dönem yine kendisine ait olan 
Dışbank’ın kaynaklarını sürekli olarak yasal limitlerin üzerinde kullanmıştı. 
Olay, 2002’de Petrol Ofisi ile İş-Doğan’ın birleştirilme girişimi sırasında 
kamuoyuna yansıdı. Üzerinden 6 yıla yakın zaman geçmesine karşın hiçbir savcı 
harekete geçmedi. Buna karşın Hürriyet başta, Doğan Grubu gazetelerin ‘hortumcu’ dediği banka patronları bu kadar hoyratça kaynak kullanımı yapmamıştı. O dönemdeki birleşme operasyonuyla açıklanan bilanço bilgilerine göre Aydın Doğan, Dışbank’ın özkaynaklarını kendi şirketlerine aktardı... İş-Doğan Ortaklığı, Petrol Ofisi’ni satın alırken kamuyu defalarca zarara uğratmış, son olarak da borçlarını ödeyemediğini söyleyerek, 271 trilyon liralık kamu alacağının ertelenmesini istemişti. Doğan Grubu’nun borcu, yine kamuyu zarara uğratan bir yolla 2007 yılına kadar ertelenmişti. O dönemde POAŞ, Hürriyet ve Milliyet’te Doğan Grubu’nun ‘borç ötelemesinde 90 milyon dolar ek teminat verdik’ açıklamasıyla kamuoyunu kandırmaya çalışmıştı. Çünkü İş-Doğan Ortaklığı, Özelleştirme İdaresi’ne hisse senetlerini usulsüz teminat olarak göstermişti. 90 milyon dolarlık teminat ise 2007 yılına yayılan borcun faizinin teminatıydı.

Özelleştirmeyi baştan sona mercek altına alan TBMM Yolsuzlukları Araştırma 
Komisyonu, POAŞ raporunda, davaya konu olan usulsüzlüğü anlatmıştı. Raporda Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK), birleşme şartına dikkat çekiliyor. SPK, İş-Doğan A.Ş’den, teminatsız kalabilecek alacaklar için her tür ve miktarda 
teminatın derhal yerine getirileceği sözünü istiyor. Yeterli teminat 
sağlayacakları garantisiyle POAŞ ile birleşip, borçlarını POAŞ’ın kârına 
yükleyen İş-Doğan A.Ş, daha sonra verdiği sözü tutmuyor. Özelleştirme İdaresi, 
bunun üzerine İş- Doğan’a dava açmıştı. Ama dava sürerken, nasıl olduysa 
borçların vadeye yayılmasına karar verilmişti. İş-Doğan ortaklığı, Özelleştirme 
İdaresi’nin itirazına rağmen Doğan Cansızlar’ın yönetimindeki SPK’nın ‘olur’u 
ile Petrol Ofisi ile birleşmiş, devletin alacağı tehlikeye düştüğü için de 
İdare, birleşmeye karşı dava açmıştı. Petrol Ofisi ihalesine İş Bankası ile 
ortak giren Doğan Grubu’nun, o dönem doların yükseldiği bir konjonktürde 1.2 
milyar doları nasıl ödeyeceği merak konusu olmuştu. Çünkü bu parayı karşılayacak güçleri yoktu. Ancak plan kısa sürede anlaşıldı. İş-Doğan, POAŞ’ın yüzde 51’ini borçlanarak alıp, bu borcu yine POAŞ’ın üzerine yıktı. Yani ceplerinden tek kuruş çıkmadan, satın aldıkları şirkete borçlarını ödetmeye başladılar. Daha sonra halka arz edilmesi gereken yüzde 25.8’lik POAŞ hissesi de blok halde İş-Doğan’a satıldı. Üstelik teminat mektubu almadan ve 3 yıl vade ile. Ancak Doğan Grubu’nu rahatlatan tüm bu usulsüz yöntemlere rağmen, Aydın Doğan borcunu zamanında ödeyemedi. Özelleştirme Yüksek Kurulu ise şok bir kararla 271.3 trilyon liralık borcu 2007 yılına yaydı.

Şirketlerine yasal limitin 4 katı kredi aktarmıştı

2002’de düzenlenen Bankalar Kanunu’na göre bankalar kendi grup şirketlerine 
özkaynaklarının yüzde 25’inin üzerinde kredi veremiyordu. TMSF, geçmişte 
bankaların pek çoğuna Bankalar Kanunu’nun 14. maddesinin 4’üncü bendini gerekçe göstererek el koymuştu. Bu madde, bankalara mevduatı tehlikeye düşürecek nitelikle kendi şirketlerine kaynak aktarmayı yasaklıyor. Kaynak aktaran bankalara ise el konulmasına yol açıyor. SPK’nın isteği üzerine 26 Aralık 2002 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan birleşme bilgileri dikkate 
alındığında, Doğan Grubu, Dışbank ve Dışbank’a ait yurtdışı bankalardan 
kullandığı kredi limiti yüzde 25 yasal sınırın çok üzerinde gerçekleşti. Ve bu 
oranın artmaya devam ettiği anlaşıldı. Dışbank’ın son açıklanan bilançosuna göre (Eylül 2002/9 aylık) 444 trilyon lira (265 milyon dolar) özkaynağı olan Dışbank, doğrudan ve dolaylı yollardan İş-Doğan şirketine 164 trilyon lira (98 milyon dolar) kredi verdi.

KREDİ ORANI YÜZDE 81 

Buna göre Dışbank, yasal limitin çok üzerinde özkaynağı, yüzde 36 oranında bir 
krediyi grup şirketine kullandırmış oldu. Ancak kredi 2000 yılında kullanıldığı 
ve o dönem bankanın özkaynağının da 72.8 trilyon lira (121 milyon dolar) olduğu dikkate alındığında tablo daha da vahim. O dönem Aydın Doğan’a verilen kredi, toplam özkaynaklarının yüzde 81’ine ulaşıyor. Böylece bankanın özkaynaklarına yönelik aşındırma ciddi noktalara getirildi. 2003 başında yaklaşık 265 milyon dolar özkaynağı olan Dışbank, bu miktarın 198 milyon dolarını kendi patronuna kredi olarak veriyordu... 

Derviş durup dururken yasayı yumuşattı

GEÇMİŞTE limit aşımı yaşayan ve banka kaynaklarını kendi grup şirketlerine 
kullandırdığı için Fon’a geçen bankalar olmasına rağmen, bu uygulamadan Aydın Doğan’ın bankası için vazgeçildi. Çünkü başta Mesut Yılmaz, Ankara bürokrasisi Aydın Bey’i çok seviyordu. O dönem yasal limitlerin üzerine çıkan bankalara el konulmadı. 2002 yılında BDDK’nın bankalara bakış açısındaki değişime dikkat çekerek şu yorumu yapmak mümkün: Geçmişte bazı limitler vardı ama yüzde 25 limiti dönemin Ekonomi Bakanı Kemal Derviş getirdi. Eğer bu limit getirilmemiş ve yeni bir yumuşama havası yaratılmamış olsaydı pek çok bankanın daha Fon’a alınması gerekiyordu. Ancak BDDK limiti aşan bankalara ‘7 yıl içinde yasal limit altına ineceksiniz’ uyarısı yaptı. Bunun üzerine bankalar gereğini yapmaya başladı. 11 Ocak 2002 tarihinde, Derviş şu açıklamayı yaptı: Geçmişte yüzde 25 sınırı yoktu. Bankalara diyoruz ki bu kredileri 7 yılda temizleyin... Ortağına kredi vermek suç değil ama batık bir ortağa kredi verip bunu canlıymış gibi göstermek suç. Bu bankacılık kriterleri içinde olduysa, suç değil.

Petrol Ofisi spor kulübünü de yıktı

DOĞAN yönetimi Petrol Ofisi’nin başına geçer geçmez, şirketin spor kulübünde 
operasyon yaptı. 1954’ten beri Ankara’da Türk futboluna sayısız oyuncu 
yetiştiren Petrol Ofisi kulübüne “kapatıyoruz” tebligatı gitti. Ama mahkemede 
kaybetti. Bunun üzerine Aydın Doğan, “Kulüp benim” diye dava açtı. Önce kapatmak istediği kulübü sonra gasp etmek istedi. Fakat mahkeme buna da izin vermedi

Hürriyet’ten gaspa cevap yok unutturmak için saldırı var

BAŞTA AKŞAM olmak üzere Yeni Şafak ve Sabah gazetelerinin yazdığı Pamukbank iddiaları, Doğan Grubu gazetelerde bir haftadır satır yer bulmuyor. Çünkü iddianameye giren telefon kayıtlarında Doğan Grubu’nun üst düzey isimlerinden birinin, dönemin BDDK Başkan Yardımcısı’yla konuşma kayıtları da olduğu iddia ediliyor. Kendi gazetelerinde kendi patronları hakkında yazacak değiller. 2001-2002’de Mesut Yılmaz, Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan üçlüsünün dönemin bürokratlarına talimatlar vererek Doğan medyasının da desteğiyle bankacılık operasyonları yaptığı ortaya çıktıkça Hürriyet’in neşesi kaçıyor. Bu gerçekleri saklamaya çalışan Hürriyet ve grubun diğer gazeteleri, doğal olarak iddiaları görmezden geliyor. Buna karşın 6 yıldır gizlenen büyük yolsuzlukları ortaya çıkardığı için sürekli AKŞAM’ın sahibine saldırıyor. Çukurova Grubu’nun başka şirketleri hakkında asılsız haberler yazıyor. Maksat, Hürriyet’in yanı sıra  Vatan, Milliyet gibi diğer gazetelerle saldırıp  AKŞAM’ı susturmak. Bugün Milliyet yazarı Güneri Cıvaoğlu, köşesinde medya etiğinden bahsediyor. İsim vermeden AKŞAM dışındaki gazetelerin bu iddialara pek inanmadığını yazıyor. Pes artık. Bu kadar mı patron şakşakçısı olunur. 

AKŞAM yazdı, Yeni Şafak yazdı, Sabah yazdı. Geri kalanlar da zaten sizin gazeteleriniz... 

Dışbank patronu için kredi verdi BDDK onayladı

İŞ-Doğan ile POAŞ birleşmesi sırasında, küçük yatırımcılara yasa gereği hisse 
senetlerini satın alma çağrısı yapıldı. Bu çağrı üzerine yaklaşık 7 bin 460 
yatırımcı 48.8 trilyon nominal değerindeki hisselerini POAŞ’ın hakim 
hissedarları İş Bankası ve Doğan Grubu’na sattı. Bu satın alma işlemi için 
(hisse başına 6.800 liradan) İş Bankası 100 milyon dolar, Doğan Grubu da 100 
milyon dolar olmak üzere 200 milyon dolar ödedi. Doğan Grubu 100 milyon doları Dışbank’tan kredi olarak aldı. Böylece bankanın kendi grubuna verdiği kredilerde limit aşımı 100 milyon dolar daha arttı. Bu durumda Dışbank 265 milyon dolar özkaynağın yüzde 75’i olan 198 milyon doları kendi patronuna vermiş oldu. Limit aşım miktarı da yüzde 220 oranında gerçekleşti. Bankaların attığı her adımı takip eden BDDK’nın ise bu girişime nasıl olup da izin verdiği bugün bile bilinmiyor.

Anahtar Kelime
Turgay Ciner

http://www.haberturk.com/haber/haber/92612-dogan-cukurova-savasi-tam-gaz

..