3 CÜ MEŞRUTİYETTE SARAY ENTRİKALARI
Güneş Ayas
26.08.2002
Üçüncü Meşrutiyet’in Saray Entrikaları
Seçim değil,darbe dönemindeyiz,
Geçtiğimiz hafta siyasi pazarlık trafiği en yoğun günlerini yaşadı. Derviş’in YTP ile CHP arasındaki turları, DTP’nin Demirel aracılığıyla ikna edildiği YTP ittifakı, DYP ile ANAP’ı barıştırma amaçlı ‘Rodos ittifakı’ bu trafiğin önemli durakları oldular.
Siyasi pazarlıkların bu derece yoğunlaşması çoğu insana göre yaklaşan seçim için girişilen hazırlıkları ifade ediyor. Aydın Doğan’ın gazeteleri ‘seçim havası’nı yansıtmak için ellerinden geleni yapıyor. Her şey bizi bir seçim döneminde olduğumuza inandırmak için düzenlenmekte.
Yapay bir seçim havası yaratılma çabalarının ardında iki amaç bulunuyor. Birincisi, Üçüncü Meşrutiyet’in bir darbeyle ilan edildiğini gözden kaçırmak ve böylece olağanüstü bir döneme girildiğinin üzerini örtmek. İkincisi, darbeyi ve Üçüncü Meşrutiyet sürecini ilerletmek için girişilen entrikaların anlaşılmasını önlemek. Seçim hazırlığı etiketi altında normalleştirilen entrikaların ne anlama geldiğini kavramak için bir seçim döneminde olduğumuz yanılsamasını ortadan kaldırmak gerekiyor.
Gerçekten de yaşanan süreç bir seçim öncesine değil, bir darbe sonrasına denk düşüyor. Hem de Üçüncü Meşrutiyet’i ilan etmeyi başarmış, muzaffer ama yarım kalmış bir darbe sonrasına. Seçim, Türkiye’nin gündemine TÜSİAD ve Aydın Doğan’ın yönettiği bu darbe ile birlikte gelmişti. Ama bu, darbecilerin ne geçmişte ne de şimdi bir seçim istediği anlamına gelmiyor.
Darbenin hedefi seçim değil, MHP’siz ve Ecevit’siz bir hükümetin kurulmasıydı. Bu amaçla Ecevit’in çekilmesi sağlanacak; Derviş, Özkan ve Cem piyon olarak kullanılıp DSP ele geçirilecekti. Ardından da DYP, ANAP ve DSP’nin de bulunduğu bir AB’ci hükümet kurulacaktı.
Seçim, bu darbe sürecine karşı MHP’nin restiydi. MHP’nin restinin darbeyi önleyemediği 3 Ağustos’ta tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Darbenin ilk adımı başarıya ulaştı, AB yasaları kabul ettirilerek Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. İşin garip yanı Meşrutiyet, saray darbesinin devirmek istediği hükümetin yönetimi altında ilan edildi. Birincisi, ‘hürriyet düşmanı’ Abdülhamit’e ilan ettirilen Meşrutiyet’in üçüncüsü ‘millici’ Ecevit’e ve Bahçeli’ye ilan ettirildi. Darbe, programını düşmanına uygulatacak kadar güçlüydü. Dolayısıyla MHP’nin seçim resti etkisiz kaldı. Şimdi ise darbeciler darbeyi tamamlayarak iktidarı almaya çalışıyorlar. Seçimle alacak halk desteği de olmadığından yeni entrikalar devreye giriyor.
Seçim hazırlığı değil, saray entrikaları
Darbecilerin hiçbir halk desteğine sahip olmaması hiç de şaşırtıcı değil. Kendinden önceki iki Meşrutiyet gibi Üçüncü Meşrutiyet’in de temel özelliği, halkın bütünüyle safdışı edilmesi ve sürecin darbelerle ilerletilmesi. Darbeyle ilan edilen Üçüncü Meşrutiyet’in seçimlerle süreceğini beklemek de bu yüzden boş bir hayal.
Meşrutiyet döneminde seçim hazırlığı değil, ancak saray entrikaları olur. Seçim ise ancak bu entrikaların birbiriyle hesaplaştığı bir zemindir. MHP’nin seçim resti bu hesaplaşmanın ipuçlarını ortaya serdi ama darbecilerin seçime hiç de hazırlıklı olmadıkları görülüyor.
Darbecilerin baş oyuncusu ve Üçüncü Meşrutiyet’in en güvenilir sadrazamı Mesut Yılmaz barajın altında, İsmail Cem ve Mehmet Ali Bayar da öyle. Bunları ittifaklarla kurtarmaya yönelik çabalar da bir türlü başarı kazanamıyor. Bu durumda Aydın Doğan’ın ‘C Planı’ devreye giriyor.
Gazetelerinde bol bol Türkiye’nin ‘seçim havasını soluduğumuz’ Aydın Doğan’ın planı, seçimi erteletmek üzerine kurulmuş durumda. Rodos Adası’nda Özer Çiller’le yapılan görüşme de, muhtemelen, bir seçim ittifakından çok seçimi erteletme amacıyla gerçekleşen bir görüşmeydi. Bodrum’da buluşan iki yakın dost (Aydın Doğan ve Mesut Yılmaz) kararı aldılar. Daha sonra da Rodos’ta Özer Çiller ve İsmail Cem ile pazarlıklarda planı görüştüler.
Darbeyle kurulamayan MHP’siz hükümet bu sefer başka yollarla kurulmaya çalışılıyor. MHP’nin seçim resti de bu adımla karşılanmış oluyor. ANAP ‘önce AB yasaları sonra seçim’ formülüyle bir süredir seçim istemediğini duyurmuştu. TÜSİAD ve TOBB gibi patron örgütleri seçim istemediklerini açık bir dille ortaya koydular. Hatta patronlara göre seçim o kadar anlamsız ki, seçimden sonra bir seçim daha yapmak gerekecek. DSP ve SP’nin seçim istemediği de biliniyor. YTP ise geçtiğimiz günlerde Meclis Grup Başkanvekilleri Oğuz Aygün’ün ağzından ‘seçime hayır’ dediğini duyurdu. Bu partilere, bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyen küskün milletvekilleri de katıldığında seçimin ertelenmesi imkan dahiline girmiş oluyor.
Bu noktada DYP’nin ikna edilmesi önem kazanıyor. Bu ikna süreci ise iki aşamalı. Birincisi; DYP’nin seçimi ertelemek ve kurulacak yeni ANAP’lı YTP’li hükümete katılmak üzere ikna edilmesi. İkincisi ise, ANAP’ı baraj altından kurtaracak bir seçim ittifakının kapısını aralaması.
Aydın Doğan’ın seçim hazırlığı kılığındaki bütün çabaları aslında saray darbeleri ve siyasi entrikalar yoluyla Türkiye siyasetinin ele geçirilmesi üzerine kurulu. Bir saray darbesiyle ilan edilen Meşrutiyet halkın tümüyle devre dışı bırakıldığı yeni entrikalarla ilerliyor.
Meşrutiyet: emperyalistlerin ülkeye çullandığı bir kargaşa dönemi
Üçüncü Meşrutiyet’in perde arkasındaki yerli komutanlar TÜSİAD ve Aydın Doğan. Türkiye’de siyaset bu iki aktörün kararları tarafından belirleniyor. Bununla beraber bu iki komutan da dış merkezlerin ülkedeki bir uzantısı niteliğinde. Üçüncü Meşrutiyet bu anlamda siyasetin de yabancı elçiliklerin eline teslim edilmesi anlamına geliyor.
Darbelerle ilerlemesi siyasetin halktan bütünüyle koparılıp emperyalistlere bağlanmasından kaynaklanıyor. Meşrutiyet bir otorite boşluğu yaratıyor ve bu boşluk Batılı elçilikler tarafından dolduruluyor. İlk iki Meşrutiyet’in sürekli değişen sadrazamları gibi bir gidip bir gelen siyasetçiler de Batı devletlerinin ülkeye tüm güçleriyle çullanmalarının bir göstergesi.
Türkiye’nin bir seçim döneminde bulunduğunu söyleyenlere neyin seçiminin yapıldığını sormak lazım. Seçim sandıklarda değil, Türkiye’nin kilometrelerce uzağındaki Batı başkentlerinde yapılıyor.
Meşrutiyet’in sonucunun parçalanma olduğunu hatırlayalım. Seçim Türkiye’yi kimin parçalayacağı veya başka bir deyişle Türkiye’nin kimin planı uyarınca parçalanacağını seçmek anlamına geliyor.
Türkiye ya Amerikancıların planı çerçevesinde Kuzey Irak üzerinden parçalanacak ya AB’cilerin planı uyarınca Güneydoğu üzerinden parçalanacak. Ya da iki süreç beraber işleyecek. Seçim yarışının ardına gizlenen kavga işte tam da Türkiye’yi hangi emperyalistin yöneteceği üzerinde düğümlenmiş durumda. Seçim yarışı içindeki, medyadaki ve sermaye kesimlerindeki her kavga, Türk siyasetine yön veren her aktör emperyalistlerin Türkiye’yi paylaşma planları üzerindeki kapışmasının bir yansıması.
Emperyalistlerin Türkiye için öngördükleri son aynı olduğundan seçim Türkiye’nin kaderi açısından bir şey değiştirmiyor. Ama seçime taraf olanlar açısından çok şey ifade ediyor. Seçim iki kutup arasındaki kapışmanın zemini haline gelmiş durumda.
AB’ciler şu anda inisiyatifi ellerinde bulundurdukları için elbette ki seçim istemeyecekler. Konumlarının sarsılması durumunda başlarına ne geleceğini çok iyi tahmin ettikleri için entrikalar yoluyla Türkiye’nin kontrolünü bütünüyle ellerine almak istiyorlar.
Üçüncü Meşrutiyet’in komutanları: Aydın Doğan ve TÜSİAD Sadrazam: Mesut Yılmaz
Türkiye’de hakim konumda olan emperyalist güç AB. Türkiye ticaretinin büyük kısmı AB ülkeleriyle yapılıyor. Dış ticarette kambiyo rejiminin dolardan euroya çevrilmesi de bu tezi doğruluyor. Türk sermayesi büyük oranda Avrupa sermayesine bağımlı. Türkiye’nin en büyük patron örgütü TÜSİAD, Avrupa sermayesinin ülke içindeki acentası konumunda.
3 Ağustos’ta bölünme yasalarının çıkarak Meşrutiyet’in ilan edilmesi Avrupa’nın parçalama senaryosunun yürürlüğe girdiğini gösteriyor. Avrupa’nın Türkiye’de üstünlüğü son 20 yılın ürünü ve bu üstünlüğün sağlanmasında iki aktör öne çıkıyor: Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan.
Yılmaz’ın da Doğan’ın da bükülmez bileği dış bağlantılarının sağlam olmasından kaynaklanıyor. Koç’un distrübütörlüğünden dördüncü büyük holdingliğe yükselen Doğan ile 20 yıldır iktidardan uzaklaşmayan Yılmaz bu bağlantılarla ayakta duruyor.
Yılmaz’ın gücünü küçümsememek gerek. ABD’nin tam destek verdiği Özal bile Yılmaz’ı ANAP’tan atamamıştı. Özal’ın adamı Yıldırım Akbulut, Yılmaz’ın gücüne karşı koyamayarak partiyi terketmişti. Yolsuzluk soruşturmalarının ucu Yılmaz’a dokununca Tantan ‘Cumhuriyet tarihinin en başarılı İçişleri Bakanı’ ilan edilmişken bir anda harcanmıştı. Yılmaz’ın orduya karşı cürretinin kaynağını da ancak dış bağlantıları ile beraber anlayabiliriz.
Doğan ise en büyük medya patronu olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Enerjiden bankacılığa, iletişimden turizme ekonominin kilit sektörlerini eline geçiren büyük bir tekel. Yılmaz ve Doğan’ı Avrupa’ya bağlayan bağlar aynı zamanda bu ikiliyi de birbirine bağlıyor. Yılmaz ile Doğan arasında o denli samimi bir ilişki var ki, Doğan dönemin Başbakanı Yılmaz’ın karşısına pijamayla çıkabiliyor. Enerji ihaleleri Yılmaz döneminde Doğan’a veriliyor. Doğan’ın gazeteleri de doğal olarak Yılmaz’ın yayın organı haline dönüşüyor. Türkiye’de AB’ci kanat bu ikili tarafından yönetiliyor. Türk siyasetinin bütünüyle elçiliklerinin denetimine girdiği bu yeni Meşrutiyet’te Avrupa’nın Türkiye’deki en güvenilir iki dostu Yılmaz ve Doğan.
Büyük İttifak: Yılmaz’ı kurtarma formülü
Aydın Doğan 57. hükümette Mesut Yılmaz eliyle temsil edildi. Mesut Yılmaz hükümet içinde darbecilerin Truva atı olarak darbeciler hükümete saldırırken bile darbecilerin yanında yer almaktan çekinmedi. Herkes Yılmaz’ın çevirdiği dolapların farkında olmasına karşın kimse ona dokunmaya cesaret edemedi. İş artık bir darbe tezgahlamaya döküldüğünde Bahçeli isyan etti ve koalisyon ortağının ‘entrikalar içinde rol aldığını’ açıkladı.
Yılmaz koalisyon içinde darbeyi örgütleyen esas güç olmasına karşın beklenmeyen gelişmeler nedeniyle Cem, darbenin lideriymişçesine öne çıktı ve Yılmaz’ın rolü unutturuldu. Esas amaç ANAP’ın merkezinde bulunduğu AB’ci bir hükümetti. Bu hükümet 2004’e kadar sürecek, hem AB yasaları kolayca geçirilmiş olacak hem de baraj altındaki Mesut Yılmaz kurtarılmış olacaktı. Ama olmadı. İkinci senaryo uygulandı.
Cem’in önderliğindeki Yeni Türkiye, DSP’yi ele geçirme operasyonundaki başarısızlığın bir ürünüydü ve ANAP’a rakip olarak kurulmamıştı. Tersine kuruluşundan itibaren ortaya atılan geniş ittifak çağrıları ANAP’ı kurtarma planının parçasıydı. Amaçlanan geniş bir AB ittifakıydı ve halen de bu amaç devam ediyor. 3 Ağustos bu büyük AB ittifakının ilk denemesiydi. Derviş’in ‘sosyal liberal sentezi’, Cem’in ‘çağdaş çoğunluk’u, İstemihan Talay’ın ‘biz sol parti değiliz’ açıklaması ve Doğan Grubu gazetelerinin ‘Uygarlık İttifakı’ manşetleri bu ‘geniş cepheci’ ANAP’ı kurtarma planının bir parçası olarak selamlandı.
Cem’in partisi darbeyi başarıya ulaştırmak ve Meşrutiyet’i ilan etmek için ilk önce şişirildi. Sonra ise kasıtlı olarak gözden düşürüldü ve esas görevi hatırlatıldı. Cem’in partisinin görevi Yılmaz’ı kurtarmaktı. Cem’in partisi “Yılmaz’ı Kurtarma Partisi”ne dönüştürüldü. Cem, sol söylemini terketmeli, solu birleştirmek yerine ‘demokrasi’ güçlerini birleştirmeliydi. ANAP ancak böyle bir programla kurtarılabilirdi. ANAP’ı kurtaracak ittifak YTP, DTP ve ANAP arasında kurulacak, Derviş’in de bu hükümet içinde yer almasıyla birlikte ekonomik program da sağlama alınmış olacaktı. Cem tüm bu süreçte Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planlarında rol aldı.
Cem’in şimdiki durumuna bakarak basit bir piyon olduğunu öne sürmek doğru olmaz. Sonuçta Meşrutiyet sürecinde bütün siyasi aktörler Batının piyonudur ama bazıları dış bağlantılarının niteliğiyle diğerlerinden ayrılır ve öne çıkar.
Örneğin Mesut Yılmaz böyle birisidir.
Cem’in dış bağlantıları da gitgide açığa çıkıyor. Schröder’in Baykal’a randevu vermeyip Cem’e vermesi ve 15 AB dışişleri bakanının eski meslektaşlarını destekleyecekleri yönündeki haberler bu bağlantıları ortaya koyuyor. Ülke içinde de sermayenin Sabancı’nın ağzından Cem’i destekleyeceğini söylemesi önemli bir olgu. TÜSİAD ve AB dışişlerinin birlikte Cem’i desteklemesi gözardı edilecek bir durum değil. Bu durumda Cem ya şu an gözüktüğü gibi Meşrutiyet’in sadrazam adayı olarak parlatılıp kullanılacak ve sonradan çöpe atılacaktır ya da gerçekten sadrazamlığa getirilecektir. Meşrutiyet’in darbelerle ilerlediği gibi tek bir sadrazam eliyle işlemediği de gözden kaçırılmamalıdır.
Cem’in şu an çok güçsüz olduğu gerçektir. Ama halk nezdinde hangi Meşrutiyet aktörünün gücü vardır ki. Üçüncü Meşrutiyet’in aktörleri güçlerini halktan değil, bağlı bulundukları emperyalist kuvvetten alırlar.
Bu yüzden Türkiye’de en Avrupacı olanlar halk arasında en zayıf olanlardır. Halk, arkasındaki güce ve medyanın kampanyalarına karşın AB’cilere güvenmez. Bugün Türkiye siyasetindeki en Avrupacı iki siyasetçi Yılmaz ve Cem’in seçim çalışmalarına Türkiye’de değil de Avrupa’da başlamaları bundandır. Cem seçim kampanyasına Berlin’de başlarken, Yılmaz ise Kopenhag’da başlamayı tercih etti. Cem’in moral bozucu Kayseri macerasından sonra böyle yapması doğal karşılanabilir. Ama seçim kampanyasında alışıldığı gibi il il Türkiye’yi gezmek yerine ülke ülke Avrupa’yı gezen ilk lider İsmail Cem olacak ve bu her iki Meşrutiyet’te bile rastlanamayan siyasetçi tipi Üçüncü Meşrutiyet’in Türk siyasi hayatına önemli bir katkısıdır.
Derviş Oyunu niye Bozdu?
Derviş, Yılmaz’ı kurtarmak için kurulacak ‘Büyük İttifak’ın mimarı olarak öne çıktı. Medya da Derviş’e bu rolü uygun görmüş gibiydi. Derviş Türkiye’de siyasetin ve sermayenin üstünde anlaştığı tek isim ve bu niteliğiyle de bir joker olarak oradan oraya sürüldü.
Bunun ilk nedeni Derviş programının birbiriyle mücadele eden tüm partilerin uygulama taahhüdü verdiği bir program olması. Tüm partiler IMF’ci oldukları için IMF’nin has adamı Derviş, ekonomi programının değişmez uygulayıcısı. Ama dikkat edilirse Derviş’e verilen rol de bununla sınırlı. IMF’nin ve ABD’nin sağladığı gücün de yardımıyla ittifakların harcı olması uygun görülen Derviş’e verilen yönetsel görev tüm senaryolarda ekonomiyle sınırlı.
Doğan Grubu’nun Ertuğrul Özkök’ün ağzından 24 saat içinde Derviş’e sırt çevirmesi Derviş’in hiç de bu siyasi senaryoların değişmez adamı sayılamayacağını gösteriyor. YTP’den ve dolayısıyla ‘büyük ittifak’ projesinden vazgeçip CHP’ye katılmasıyla birlikte medyanın %70’inin olumsuz bir tavır aldığı Derviş’in tek avantajı ve aynı zamanda dezavantajı ABD’nin adamı olması. ABD’nin adamı olması bir avantaj, çünkü ekonomi IMF’ye bağlı, IMF ise ABD’ye. Türkiye’yi yönetecek işbirlikçi iktidarların ekonomik geleceği ise oradan gelecek paraya bağlı. Derviş’in kilit rolü bu dış bağlantıdan kaynaklanıyor.
Ama aynı zamanda bu dış bağlantı AB’ci cephenin Derviş’e, Derviş’in ise AB’cilere güven duymamasına yol açıyor. Murat Yetkin bu durumu Derin Kulis’in (kastedilen herhalde Aydın Doğan ve TÜSİAD’dır) dış bağlantılarının şüpheli olmasından dolayı Derviş’e güvenememesi olarak yorumluyordu ve haksız da sayılmaz. Derviş de muhtemelen aynı güvensizliği onlara karşı duyuyor, çünkü ABD’nin adamı. Cem’i sağla işbirliği yapmakla suçlayıp terketmesi ve Baykal’a katılması da ABD’nin bir adımı olarak görülmeli. Sağla işbirliği suçlamasından Arı Hareketi ve Bayar’ın kastedilmesi düşünülemez çünkü bunlar zaten Derviş’in başından beri desteklediği ittifaklar. Kastettiği herhalde AB’cilerin esas adamı Mesut Yılmaz’la kurulacak bir ittifak ve bu ittifakın tüm tartışmanın merkezinde yer alması da doğal.
DTP’nin Rolü ve Demirel’in devreye sokulması
Demirel’in Derviş’le ilgili “Türkiye’ye görünür bir faydası olmadı” açıklamaları Türkiye’deki yerleşik siyaset geleneğinin tavrını yansıtması açısından önemli. Derviş ABD’den gelmiş bir IMF görevlisi olarak ne medyaya ne de yerli siyasetçilere güven verebiliyor. AB’ci cephe ile Derviş siyasal paylaşım sözkonusu olduğunda karşı karşıya gelebiliyor. Demirel’in bile Aydın Doğan’ın AB’ci senaryolarında roller üstlenebilmesi Türkiye’de siyasetin daha çok AB’nin yönlendirdiği bir kurum haline gelmeye başladığını gösteriyor.
DTP-YTP yakınlaşmasının mimarının Demirel olduğu ortada. DTP’nin ne bir halk desteği var ne de dış bağlantıları diğer rakipleri kadar kuvvetli. Ama Bayar’ın önemli bir görevi yerine getirmek üzere Türkiye’ye, DTP’nin başına getirildiği anlaşılıyor. Bu görev, DYP’yi AB’ci ittifaka çekme ve Yılmaz’ı kurtarma görevi. Bayar’ın da tamamen Doğan Grubu tarafından parlatıldığını düşündüğümüzde Yılmaz’ın Doğan için ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Yılmaz’ı dolaylı yoldan barajın altından kurtarmak için ABD’den bile adam getirtebiliyorlar. ABD’den getirilen bu adam Demirel tarafından himaye ediliyor, AB ittifakının baş aktörlerinden biri haline getiriliyor ve belki de hükümete sokulması düşünülüyor. Ama her nasılsa Bayar’ın kim olduğunu kimse bilmiyor! Partisinin oy oranı %1’i bile bulmuyor!!
Aydın Doğan uzunca bir süredir DTP üzerinden DYP’yi teslim almak ve ANAP’la ittifaka razı etmek için uğraştı. Ama bu entrikanın da sonu hüsran oldu. Doğan’ın oyunu Derviş’in yeni oluşumu terk etmesi ve Çiller’in ittifakı reddetmesi ile yine bozulmuş oldu. Ama oyun bitmiş değil, Aydın Doğan amacına ulaşmak için bütün kombinasyonları deniyor. Siyasi partilerin geleceğini geçmişini düşünmeden hepsini entrikalarında kobay olarak kullanıyor. Tüm siyasi partiler Aydın Doğan’ın darbe tezgahından bir bir geçiyor ve geçmeye devam edecek. Bir çuval inciri berbat etmek istemiyorsa Aydın Doğan her şeyi denemek zorunda.
ABD’de Yetişen Çiller’le Aydın Doğan’ın alıp veremediği
Aydın Doğan’ın planı bu sefer de Çiller tarafından bozuluyor. Bu, Çiller’in Aydın Doğan’ın oyununu ilk bozuşu değil. Ne 8 sene önce Aydın Doğan’ın Çiller’in ABD vatandaşlığıyla ilgili yürüttüğü kampanya kişisel gerekçelerle açıklanabilir ne de şimdi Çiller’in ısrarla ittifak planını reddetmesi O’nun liderlik hırsıyla. Sorun çok daha derindedir. Derviş gibi Çiller de ABD’de yetişmiştir ve ABD’nin adamıdır. Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan ise AB’ye bağlı bir siyaset geleneğini temsil ederler. Mesut Yılmaz’la Tansu Çiller’in aynı şeyleri savundukları halde niye bir türlü birleşemediğini ‘safça’ merak eden köşe yazarları elbette ki durumun farkında. Ama buna karşın Aydın Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planının propagandasını yapıyorlar.
Yılmaz ile Çiller arasındaki ayrım hangi parçalama planının piyonu olunacağı ile ilgili. Yılmaz AB’cilerin önderi olarak Türkiye’yi Güneydoğu’dan bölmeye çalışan AB planının bir piyonu olarak görev üstleniyor. Kürtçe eğitimi ve idamın kaldırılmasını bu kadar militanca savunması bunun için. ABD planına ise sıcak bakmıyor. Irak’a müdahaleye karşı çıkanlar arasında TÜSİAD, TOBB ve Mesut Yılmaz’ın da bulunması elbette onların emperyalist müdahale karşıtı olmasından ileri gelmiyor. AB’ci cephe ve sermayenin çok büyük bir kısmı komprador faaliyetlerini bugün AB planları üzerinden yürütüyor. Yılmaz’ın kendisine yönelen her yolsuzluk operasyonunun ardından ABD karşıtı açıklamalar yapması boşuna değil.
Çiller ise tersine Irak operasyonu başladığında komutan olmak istiyor.
Özal’ın bir koyup üç alma geleneğini sahipleniyor. Kürtçe eğitime ve idamın kaldırılmasına hep mesafeli durdu. Bunun da vatanseverlikle bir ilgisi yok. PKK’nın arkasında bugün ABD değil AB duruyor, bu yüzden de Türk siyasetindeki roller buna bağlı olarak dağılıyor. Türk siyaseti Üçüncü Meşrutiyet döneminde öylesine kompradorlaştı ki göreceli bir bağımsızlığa bile sahip değil. Çiller ve Yılmaz bağlı bulundukları emperyalistlerin çeliştiği ölçüde çelişir, uzlaştığı ölçüde uzlaşabilirler. AB’nin askeri gücünün zayıflığından dolayı izlediği uzlaşmacı politika bizi yanıltmasın. Emperyalistler arası çelişki esas, uzlaşma ikincildir. Bu yüzden uzun vadede AB’ciler ile Amerikancılar bir kapışmaya girişeceklerdir. Bu yüzden de Aydın Doğan boşa kürek çekmektedir.
Ya tüm entrikalar başarısız olursa Aydın Doğan’ın başına neler gelecek?
AB yasaları çıkar çıkmaz AB İttifakı’nın dağılmasının ve Doğan’ın kara kara düşünmeye başlamasının nedeni de budur işte. Üçüncü Meşrutiyet bir kargaşa dönemidir ve seçim borusunun çalınması bütün emperyalist güçleri ve piyonlarını açığa çıkartmıştır. Çünkü seçim kimin yöneteceğinin belirleneceği yerdir. Seçim halk için yapılmaz. Seçimli veya seçimsiz Türkiye’nin geleceği aynı emperyalist planlarla karartılacaktır. Bu yüzden seçimin halk açısından hiçbir önemi yoktur. Ama bir Aydın Doğan için, bir Mesut Yılmaz için son derece önemlidir.
Mesut Yılmaz’ın barajın altında kalması sonrası oluşacak Türkiye’de Yılmaz’lı 20 yılın hesabı sorulacaktır. Yılmaz’ın 20 yıllık iktidar hayatı yolsuzluklarla ve emperyalistlerle kurulan kirli ilişkilerle doludur. Sorulacak hesap sadece Yılmaz’dan değil onun iktidarından beslenen tüm güçlerden sorulacaktır. Bu hesaba ANAP’ın kadrolarının ve ANAP’ın atadığı bürokratların çok büyük bir kısmı dahildir, ANAP iktidarlarında ihale alan sermayedarlar dahildir, banka hortumlayanlar dahildir, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan ve nihayet Aydın Doğan da dahildir. Örümcek Ağı operasyonunun ilerlemesi bugün ancak ANAP’ın iktidardaki gücü ile engellenebiliyor. Örümcek Ağı dosyasında sadece Turgut Yılmaz ve ANAP’lılar değil, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan da var. Enerji ihalelerinin arkasından Yılmaz-Doğan ittifakı çıkıyor, usülsüz krediler ve VakıfBank’taki yolsuzlukların arkasından yine Doğan. ANAP’ın gücü Tantan’ı azledebiliyor, Savcı Şalk’ı susturabiliyor. Ama Meclis dışında kalmış bir ANAP’ın kendini ve beslediklerini koruyacak hiçbir gücü kalmayacağı da ortada.
ANAP’ın alternatiflerine baktığımızda Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD için durumun ne kadar ciddi olduğu daha da net bir şekilde ortaya çıkıyor. Derviş’in CHP’ye katıldıktan sonra Doğan’ın gazetecilerinin aldığı tavra bakarak onlar açısından Baykal’ın hiç de güvenilemeyecek biri olduğunu anlayabiliriz. Önemli olan Baykal’ın AB’yi veya TÜSİAD politikalarını ne kadar benimsediği değil; Doğan, Yılmaz ve TÜSİAD tarafından kurulan çeteye güven verip vermeyeceği. Tayyip için de aynı şey söz konusu. Tayyip, Doğan’ın her dediğini yapabilir ama 20 yılın hesabını sormayacağını kim garanti edebilir? DYP ise işin en ironik kısmını oluşturuyor. Doğan’ın ANAP’la birleştirmeye çalıştığı DYP’ye katılan yeni bir isim Yılmaz’ı çıldırtacak cinsten: Savcı Şalk. Şalk neredeyse hayatını ANAP’ın yolsuzluk davalarına adamış bir isim. Şalk’ın DYP’ye katılması ANAP’a ve Doğan’a verilen açık bir mesaj. Bu mesajı aldıktan sonra ittifakı kur kurabilirsen.
AB ittifakı için siyasette durum bu kadar kritik. Ekonomide, sermaye kesimlerinde ve medya sektöründe de durum pek farklı değil. Doğan’ın bitirmeye çalıştığı iki önemli sermaye grubu Karamehmet ve Uzan bir türlü yıkılmıyor. Karamehmet üzerinde tedbir kararı kaldırıldı. Uzan ise Doğan’ın karşısına her zamankinden daha bilenmiş bir şekilde ve bu sefer partisini de kurarak çıkmış durumda. ANAP’ın baraj altında kalması ekonomide de Doğan’ın durumunu sarsacak olaylara gebe olacak.
ANAP’ın baraj altında kaldığı ve Meclis’e giremediği bir Türkiye’de Aydın Doğan’ı ellerinde kelepçeyle hapise tıkılırken görmek hiç de şaşırtıcı bir gelişme olmaz. Böyle bir Türkiye’de tüm eski defterlerin açılacağı, klasörlerin bir bir ortaya çıkacağı açıktır.
Demirel döneminin nasıl sona erdiğini hatırlayalım. 35 yıl Türk siyasetinin en tepesinde bulunmuş Demirel Güniz Sokak’taki evine döndükten sonra Türkiye’de olup bitenleri hatırladıkça; Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD’ın uykuları nasıl kaçıyordur kimbilir. Demirel’in en yakın çevresinden başlayalım ve gözümüzün ucuna Yılmaz’ın en yakın çevresini getirelim. Demirel iktidardan ayrılır ayrılmaz; kardeşi Yahya Demirel, yeğeni Murat Demirel ve yakın çevresinden Cavit Çağlar ile Dinç Bilgin kelepçelenerek hapse tıkıldılar. Bir dönemin hesabı bu kadar basitçe soruldu. Ama bu sefer durum daha ciddi. Türkiye’de tüm siyasetler, sermaye grupları, emperyalist devletler büyük bir kavga için kolları sıvamış durumda. Üçüncü Meşrutiyet’in anlamı da bu. Türkiye kısa bir zaman içinde parçalanacak ve parçalanmış Türkiye’yi birileri yönetecek. Aydın Doğan’ın böyle telaş içinde oraya buraya saldırması, Rodos’ta siyasi entrikaların peşine düşmesi sebepsiz değil.
Aydın Doğan durumun gayet iyi farkında. Bu Meşrutiyet oyunu içinde ya kazanacak ya yokolacak. Ama Türkiye için sonuç değişmiyor. Kim kazanırsa kazansın, kim yok olursa yok olsun... ( BUGÜN YIL 2015 AYDIN DOĞAN HALA AYAKTA BAGIMSIZ BASIN DEDİKLERİ DIŞ DÜNYANIN MAŞALARI GİDEN TANSU ÇİLLER OLDU ) İŞTE BU 3 LÜ DSP & ANAVATAN & MHP KRİZİ AKP NİN ÖNÜNÜ AÇMIŞTIR
Türkiye Meşrutiyet oyunu içinde kaldığı sürece sonu parçalanmadır, yok oluştur. Halkın içinde olmadığı bu oyun emperyalist uşaklarının kimisini güldürecek, kimisini ağlatacak. Onlarla beraber ağlamak ve gülmek zorunda değiliz. Halkı safdışı bırakıp vatanı satanlarla ortak bir yanımız olamaz. Çünkü onların vatanı ayrı bizimkisi ayrı. Üçüncü Meşrutiyet döneminde siyasetin anlamı vatanın parçalanması üzerinden yapılan pazarlık ve entrikalardır. Halkı aldatmaya yarayan ‘demokratik’ kılıfın altında böylesine satılık bir oyun dönmektedir. Seçimler de dahil olmak üzere bu oyunun hiçbir parçasına katılmamak bugün en devrimci görevdir.
http://www.turksolu.com.tr/11/ayas11.htm
..