26 Mart 2015 Perşembe

TÜRK ÜN BAHAR BAYRAMI '' NEVRUZ ''


TÜRK ÜN  BAHAR BAYRAMI  '' NEVRUZ ''



TÜRKLERDE BAYRAM VE FESTİVALLER,
image00157.jpg


















Bayram kavramı ilk defa Kaşgarlı Mahmûd’un XI. yüzyılda yazdığı “Divan”da görülür.
Kaşgarlı, kelimenin aslının “bedhrem” olduğunu, bu kelimeyi Oğuzların “beyrem” şekline çevirdiklerini belirtir. Yine Kaşgarlı’ya göre, “bayram eğlenme, gülme ve sevinme günüdür“.
Bayramlar XI. yüzyıl Türk toplumunda, “bayram yeri” adı verilen bir meydanda kutlanmaktaydı. Bayram yeri, özellikle çiçeklerle süslenmekte, çıra veya meşalelerle aydınlatılmaktaydı ki, burası Kaşgarlı’nın ifadesiyle âdeta “gönül açan” bir mekân olmaktaydı (Kaşgarlı Mahmûd 1939 1941:I, III, 480 176). Bayram yerinin aydınlatılmış olmasına bakılırsa, bayram kutlamalarının gece de devam ettiği anlaşılmaktadır. Burada hemen belirtelim ki, Kaşgarlı Mahmûd bu açıklamayla Ramazan ve Kurban bayramları gibi dinî bir bayramdan değil, millî bir bayramdan söz etmektedir. Fakat Kaşgarlı, bu bayramın ne zaman kutlandığına dair bilgi vermemektedir. Dikkatli bir tarihçinin bu zamanı yine Kaşgarlı’nın ifadesinde geçen bir kelime ile tespit etmesi mümkündür. Kaşgarlı, bayram yerini tasvir ederken bu mekânın çiçeklerle süslendiğini söylemektedir. Çiçeklerin genellikle ilkbaharda açtığını düşünürsek, bayramın da aynı mevsimde kutlanmış olduğu muhakkaktır.
Tarihî kayıtlara göre, Türklerin Hunlardan beri bayram ve festival türünden birçok tören ve faaliyetleri vardı. Meselâ, Hun Türkleri beşinci ayda, yani ilkbaharda “Lung-cınğ” adı verilen yerde topluca büyük bir bayram yapmaktaydılar. Bu bayramda hem inançla ilgili âdetler yerine getirilmekte, hem de türlü müsabakalar düzenlenmekteydi. Dinî âdet olarak evrenin yaratıcısı “Gök Tanrı” ve kutsal sayılan “yer” için at kurban edilmekteydi (De Groot 1921: 59).
Bundan sonra bayramın müsabaka ve eğlence kısmına geçiliyordu. Bu kısımda Türklerin en çok sevdikleri bir spor türü olan at yarışları yapılıyordu. At yarışları sekizinci ayda, yani sonbaharda bir kere daha tekrarlanmaktaydı. Yarış kulvarı olarak da bir ormanın etrafı veya yere çakılmış ve işaret vazifesi gören ağaç dalları ile belirlenmiş bir mekân seçilmekteydi. (Eberhard 1942: 76)
Hunlarınkine benzer bayram ve festivallere Göktürklerde de rastlanmaktadır.
Göktürkler, her yıl belirli bir zamanda “ecdat mağarası“nda atalarına kurban kesiyorlardı. Onlar aynı şekilde bayram kutlamalarına da, beşinci ayın ikinci yarısında “Gök Tanrı” ve “kutsal yer ve su” için kurban kesmekle başlıyorlardı. Kurbandan sonra da topluca eğlenceye geçilmekteydi. Özellikle kızlar, ayak topu (tepük=futbol) oynamaktaydı. Herkes kımız içmekteydi. Bundan sonra da şarkılar söylenmekteydi. (Eberhard 1942: 87; Liu Mau-tsai 1958: 42)
Burada dikkati çeken bir husus vardır. Türklerde bayram kutlamalarına toplumun hemen hemen her kesimi katılıyordu. Üstelik bu katılış seyirci olarak da değildi. Meselâ genç kızlar, bugün genellikle erkeklerin oynadığı ayak topu oyununu (futbol) bizzat kendileri oynamışlardır.
Aynı bayram ve festivaller, Uygur Türkleri’nde de vardı. 450 yılında Uygur Türklerinden 5 grup birleşerek, Çin’in kuzeyinde büyük bir tören yapmışlardır. Onlar, bu törende önce “Gök Tanrı“ya kurban sunmuşlar, sonra da şarkılar söyleyerek eğlenmişlerdir (Eberhard 1942: 73).
Öte yandan, 840 yılından sonra Tarım havzasına gelip, yarı yerleşik hayata geçen Uygurlar, din olarak Budizm’i kabul ettikleri halde eski geleneklerini terk etmemişlerdir. X. yüzyılın ilk çeyreği içinde Uygur Kağanını ziyaret eden Çin elçisi Wang-yen-te’ye göre, Uygurlar, üçüncü ayın dokuzunda, yani 9 Martta bir festival (Soğuk Yemek Festivali) düzenliyorlardı. Onlar bu festivalde birbirlerinin üzerine su atmak suretiyle eğlenmekteydiler (İzgi 1989: 60 vd.). Bilindiği gibi, Tarım havzasında yaz ayları çok sıcak ve kurak geçmekteydi.
Kavurucu sıcaklar hayatı âdeta cehenneme çeviriyordu. Uygurlar, ancak yerin altında evler inşa ederek veya yaylalara çıkarak, bu sıcağın etkisinden kendilerini kurtarmaya çalışıyorlardı (İzgi 1989: 56 vd.). Onların özellikle bayram eğlencelerinde birbirlerini ıslatmalarının sebebi de, bu sıcakla İlgiliydi. Serpilen sularla hava âdeta etkilenmekte, böylece yaz ayının kavurucu sıcağı kovularak yağmur istenmekteydi.
Verdiğimiz birkaç örnekle burada şu hükme varıyoruz: Türklerin İslâmiyetten önce Orta Asya’da kendilerine has bir hayat tarzları ve inançları olduğu gibi, yine kendilerine has bayramları ve festivalleri de olmuştur. Görüldüğü gibi, bu bayram ve festivallerin esâsını inançla ilgili davranışlar ve toplu yapılan eğlenceler oluşturmaktadır. Şimdi de bu bayram ve festivallerin hangi düşünce ve inançtan doğmuş olduğunu tespit etmeye çalışalım:
Bilindiği gibi, tabiat ve iklim insan hayatının ve düşüncesinin şekillenmesinde başlıca rol oynar. Türklerin ilk ana yurdu olan Orta Asya’da tabiat ve iklim, yaşamak için son derece elverişsiz ve acımasızdır. Kışlar dondurucu ve fırtınalı, yazlar ise kavurucu sıcaklarla kurak geçer. Bu iklim, tarıma yeteri kadar imkân tanımaz. Orta Asya Türkünün başlıca geçim kaynağını hayvan ve hayvan ürünleri oluşturuyordu. Fakat, kışların sert ve uzun geçmesi, sık sık hayvan kırımlarına (yut-yutmak) yol açıyordu. Başlıca ekonomik varlıklarını yitiren Türkler de, perişan oluyorlar ve güç durumlara düşüyorlardı. Bundan dolayı Orta Asya Türkünün hayatında iki önemli mevsim ve iki önemli yer olmuştur: Mevsim olarak kış ve yaz. Yer olarak da kışın geçirildiği “kışlak” ve yazın geçirildiği “yaylak“. Türk için kış, âdeta kısılmak ve birçok şeyden mahrum olmak demekti. Yaz ise, yayılmak ve daha da önemlisi uzun süren kış aylarında yaşanan ekonomik sıkıntılardan kurtulmak anlamına geliyordu. Türk için bu, bir bakıma kurtuluş ve hürriyete kavuşma idi. Böyle bir durum da ancak bir bayramla kullanabilirdi. İşte Türklerin, yazın müjdecisi olan ilkbaharda bir bayram yapmalarının başlıca sebebi bu idi (krş. Yıldırım 1998: 146).
Fakat sosyal olaylar tek bir sebebe bağlanamaz. Daha doğrusu, sosyal olayların oluşumunda birçok faktör birden rol oynar. Biz de, birçok tarihçi gibi, Ergenekon Destanına konu olan olayların, Türk millî bayramının oluşumunda önemli bir katkısının bulunduğu inancındayız.
Üstelik, Ergenekon Destanında anlatılan olayın gerçek yanlarını yazılı belgelerde de tespit edebilmekteyiz. Burada, Türk bayramına kaynaklık ettiğini düşündüğümüz Ergenekon Destanı üzerinde biraz duralım:
Bilindiği gibi, Türk destanlarından -Manas Destanı hariç- hiçbiri zamanında derlenip yazıya geçmediği için tam değildir; ancak bunlar tarihin kaynak kitapları arasında parçalar ve özetler halinde bulunmaktadır. Ergenekon Destanının da iki ayrı parçası (versiyon, varyant) bulunmaktadır. Bunlardan biri Çin Yıllıklarında, diğeri Moğol İlhanlı tarihçisi Reşîdeddîn’in“Câmiü’t-Tevârih” adlı eserinde kayıtlıdır. İki farklı varyant halinde olan bu parçaları önce birbiriyle tamamlayarak özetleyelim: Göktürklerin Aşina ailesi, düşmanları tarafından tamamen imha edilir. Bu katliamdan geriye küçük bir çocuk kalır. Onun da bacakları kesilir ve bataklığa atılır. Bir dişi kurt gelir ve çocuğu kurtarır. Onu bir mağaraya götürür ve emzirerek büyütür.
Düşmanları bu durumu öğrenince oğlanı öldürmek isterler. Fakat kurt buna müsaade etmez; mağaranın gizli geçidinden oğlanı Ergenekon vadisine götürür. Burada onunla çiftleşir. Bu çiftleşmeden on oğul doğar. Bu on oğul dışarıdan kız almak suretiyle çoğalır. Aradan dört yüz yıl geçer. Ergenekon vadisi Aşina ailelerine dar gelmeye başlar. Dışarı çıkmak isterler; fakat yol bulamazlar. Artık içlerinde mağaraya çıkan yolu bilen de kalmamıştır. Vadiyi kapatan dağlardan biri tamamen demirdir. Aralarındaki bir demirci, bu dağı eritmek suretiyle dışarı çıkabileceklerini söyler. Ateşler yakılır ve körükler kurulur. Demir erir ve çıkabilecekleri kadar bir delik açılır. Göktürkler bu delikten dışarı çıkarak Orta Asya’ya yayılırlar. Bugün Göktürkler için bir bayram olur. Onlar her yıl bugün “ecdat mağarası’na giderek, burada ataları için kurban keserler. Bu törenlerde Göktürk Kağanları bir parça demiri ateşe atıp kızdırdıktan sonra onu bir örsün üzerinde çekiçle döverler. Diğer Göktürk beyleri de aynı hareketi birer birer tekrarlar.
Görüldüğü gibi, Göktürk Devletinin kurucusu olan Aşina aileleri için Ergenekon’dan çıkış, bir kurtuluş ve özgürlüğe kavuşma günü olmuştur. Burada hemen belirtelim ki, Ergenekon Destanında anlatılan olay tamamen hayal mahsulü uydurma bir olay değildir; aksine tarihî bir temele dayanmaktadır. Yazılı kaynakların bildirdiğine göre, Ergenekon Destanına temel olan bu tarihî olayın başlangıcı şöyle cereyan etmiştir: Çin’in başlıca amacı, kendisi için tehlike olarak gördüğü Hun Devletinin siyasî varlığına son vermekti. 216 yılında Güney Hun Devletinin siyasî varlığına tamamen son vererek bu amacına ulaşan Çin, Hun boylarını birbirinden ayırarak, her birini bir yere yerleştirmiş ve başlarına da birer Çinli vali tayin etmiştir.
Böylece Çin, uzun bir süre rahat bir nefes almıştır. Sayıları 19’u bulan Hun boyları, bir asır msakin ve hareketsiz bir hayat yaşadıktan sonra IV. yüzyılın başlarından itibaren Çin’de çıkan karışıklıklardan da yararlanarak, yeni Hun Devletleri kurmaya başlamışlardır. Bunlardan biri de Kansu bölgesinde kurulan Kuzey Liang Devletidir (401-439). İşte Göktürk Devleti’ni kuracak olan Aşina aileleri de Kuzey Liang Devletine bağlı boylar arasında yer alıyordu. Çin’in Ordos bölgesine hâkim Tabgaç Türk Devleti (338-557), 439 yılında korkunç bir darbe ile Kuzey Liang Devletine son verince, Aşina ailelerinin bu darbeden kurtulabilen fertleri kaçarak, Orta Asya’nın en büyük devletine sahip olan Avarlara sığınmışlardır. Çin Yıllıklarının kayıtlarına göre, katliam şeklinde gerçekleşen Tabgaç darbesinden 500 Aşina ailesi kurtulabilmiştir (Liu Mautsai 1958:I, 5, 40).
Altay (Altın) dağlarının eteklerine yerleştirilen Aşina aileleri, burada uzun süre demircilik yapmışlar ve egemenlikleri altında bulundukları Avarlara silâh imal etmişlerdir. Onlar burada, sadece demircilik yapmakla yetinmemişler, Çin ile ticaret yaparak bir asır içinde güçlü bir kavim haline gelmişlerdir. Katliam şeklinde olan Tabgaç darbesi, uzun yıllar Aşina ailelerinin hafızasından silinmemiş, biraz yukarıda özetlediğimiz Göktürk Ergenekon Destanına konu olmuştur. Burada destanın ilk kısmını bir kere daha hatırlayalım: Göktürklerin Aşina aileleri düşmanları tarafından tamamen imha edilmişti. Bu imha hareketinden geriye bir erkek çocuk kalmıştı. Bu çocuk, bir kurt tarafından kurtarılmak suretiyle Ergenekon vadisine götürülmüştü.
Çin Yıllıklarından yaptığımız tespitlere göre, bu olağanüstü olayın gerçek hikâyesi, Tabgaç darbesi ve bu darbeden kurtulabilen Aşina ailelerinin Avarlara sığınması şeklinde cereyan etmiştir. Fakat, Ergenekon’dan demir dağı eriterek dışarı çıkış nasıl bir tarihî temele dayanıyordu? Destanda anlatılan bu durumun yazılı kaynaklarda tarihî bir temelini bulamadık.
Biz burada bu durumun ancak mantıkî bir izahını yapabiliriz. Kanaatimce, Aşina ailelerinin Tabgaç darbesinden kaçıp sığındıkları Altay dağlarında demir madeninin çokça bulunduğu bir yer vardı. Aşina aileleri bu dağda bir ocak açtılar (krş. Sinor 2000; 398). Ocak, maden alındıkça dağın içine doğru ilerledi. Âdeta büyük bir mağara haline geldi. Kalabalık bir işçi grubununmaden çıkardığı sırada büyük bir göçük meydana geldi. Büyük maden kütleleri ocağın çıkışını kapattı. Madencilerin hepsi içeride mahsur kaldı. Dışarıdakiler mahsur kalanları kurtarmak için ocağı kapatan kütleleri kaldırmak istediler. Fakat başaramadılar. Bu defa meslekî tecrübelerinden yararlanarak, ocağı kapatan maden kütlelerini büyük bîr ateş yakmak suretiyle eritmeye başladılar. Ateşi devamlı canlı tutmak için de körükler kullandılar. Sonunda bu kütleler eritildi ve ocak açıldı. Fakat, büyük bir felâketle karşılaştılar. Çünkü, içeride mahsur kalanların büyük bir kısmı ölmüştü. Bu bir millî felâket idi. Bu durum Aşina ailelerini çok etkiledi. Kimisi babasını, kimisi kardeşini kaybetmiş olan Aşina aileleri, her yıl bu felâketin yaşandığı günde bu ocağa geldiler ve burada ölen ataları için bir tören düzenlediler. Bu törende önce, ölen ataları için kurban kestiler. Sonra, atalarının hayatına mal olan demir madeninden bir parça alarak, onu örsün üzerinde çekiçle dövmek suretiyle bu olayı sembolik şekilde protesto ettiler. Bu durum Göktürk Devleti kurulunca devlet adamları tarafından kutlanan bir devlet töreni haline geldi.
Öyle anlaşılıyor ki, Göktürk devlet adamlarının kutladıkları bu bayramda Aşina ailelerinin Tabgaç darbesinden kurtuluşları ve Altay dağlarının etrafında bir asır demircilik yaparak, güçlü bir kavim haline gelmeleri hâkim bir tema olmuştur. Destandaki hâkim temayı da büyük bir ihtimalle maden işçilerinin başına gelen felâket oluşturmuştur. Törendeki sembolik demir dövme motifi de, hem Aşina ailelerinin demircilik yaparak güçlü bir kavim haline gelmelerini anlatmak için, hem de yaşanan felâketin bir protestosu olarak kullanılmıştır.
Bayramlarda ocağa bir demir parçası atarak, bunu bir örsün üzerinde dövme âdeti, sadece Göktürklere mahsus bir âdet olarak kalmamıştır; X. yüzyılda güçlü bir kavim olarak ortaya çıkan Oğuzlarda da bu âdet devam etmiştir. Oğuzlar, düşmanları ile yaptıkları savaştan sonra eve dönüşlerini Mart ayının son günlerine denk getirirlerdi. Bu zamana da “özgür, bağımsız gün”derlerdi. Oğuzlar, bu günde büyük bir ateş yakıp, içine bir parça demir atarlar ve sonra bu demiri örsün üzerinde çekiçle döverlerdi. Böylece onlar, toprağı ve suyu etkilediklerini ve daha da önemlisi soğuğu uzaklaştırdıklarını düşünürlerdi (Baharlı 1995: 210).
Şimdi burada biraz durarak, bayram hakkında kaynaklardan aktardığımız bilgilere tekrar dönüp, bunları açıklamaya çalışalım: Canlıların hayatı “‘yenilenme” ile devam eder. Yenilenmenin durduğu ve bittiği yerde de ölüm başlar. Orta Asya’da kış mevsiminin uzun ve sert geçtiği yerlerde hayat âdeta durmaktaydı. Böyle bir iklimde yaşayan ve hayvancılıkla geçinen eski Türk toplulukları için baharın gelmesi ve tabiatın yeniden canlanması, kurtuluş ve âdeta yeniden doğuş demekti. Bundan dolayı Türkler baharın gelişini bir bayram ile kutlamışlardır. Bu kutlamayı da, genellikle yeni yılın başlangıcında yapmışlardır. Çin Yıllıklarının bize bildirdiğine göre, Kırgızlar yeni yılın ilk ayına “mov-şı-ai” demişlerdir (Eberhard 1942: 67; Tsai Wen-shen 1967: 37; Radloff 1994: I 130.) Buradaki “mov-şı” kelimesi, muhtemelen Türkçe “baş” kelimesinin, “ai” de “ay” kelimesinin Çince’deki bir transkripsiyonu (söylenişi) olmalıdır. Bu duruma göre Türkler, yeni yılın ilk ayına “baş ay” adını vermişlerdir. O halde eski Türklerde bayramlar da “baş ay”da yapılmaktaydı. Bu “baş ay”, yılın hangi ayına tekabül ediyordu?
Uygurlar, bayram ve festivallerini üçüncü ayın dokuzunda yapıyorlardı. Öyleyse, bu “baş ay”, mart ayı olmalıdır. Zira, Kaşgarlı Mahmûd’un mevsimler hakkında verdiği bilgiler de bizim bu tespitimizi dolaylı olarak doğrulamaktadır. Kaşgarlı Mahmûd’a göre, Müslüman olmayan göçebe Türkler, seneyi dört kısma ayırmaktaydılar. Bunların her birine birer isim (yay veya köklem, yaz, küz/güz, kış) vermekteydiler. Onlar, “yeni gün”, yani “nevruz“dan itibaren ilkbaharın ilk ayına “oğlak ay” demekteydiler. Çünkü oğlaklar bu ayda doğmaktaydı (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 347). “Oğlak ay” ise, büyük bir ihtimalle Mart ayı idi. Biraz yukarıda Hunların ve Göktürklerin bayramlarını Mayıs ayında yaptıklarını söylemiştik, Görüldüğü gibi bu iki ay, yani Mart ile Mayıs ayları arasında iki aya yakın bir zaman farkı bulunmaktadır. Bu fark neden ileri gelmiştir? Kanaatimizce, bu durum mevsimlerin erken veya geç gelmesi ile ilgilidir. Gerçekten de Hunlar ve Göktürkler, Turfan Uygurları’na göre daha kuzeyde oturuyorlardı. Dolayısıyla onların yurtlarında ilkbahar daha geç bir zamanda gelmekteydi.
Bu değerlendirme ile vardığımız sonuç şudur: Eski Türk toplulukları bayramlarını ilkbaharın gelişi olan Mart ayında kutlamaktaydılar. Bu ay aynı zamanda yeni yılın da ilk ayıdır. Bundan dolayı onlar bu aya “baş ay” adını veriyorlardı. Kaşgarlı’nın Divanı’nında geçen ifadeden de anlaşıldığına göre, Türkler bayram yaptıkları günü büyük bir ihtimalle “yeni gün”(yengi/yangi kün) şeklinde adlandırıyorlardı. Bu kelime de Farsça “nevruz” kelimesinin tam bir karşılığıdır.
Eski Türk bayramlarında dört unsur görülür. Bunları şu şekilde belirlemek mümkündür:
1- Ritüel değer taşıyan davranışlar,
2- Hayatlarında rol oynayan nesneler,
3- Eğlence ile ilgili unsurlar,
4- Giyim, süslenme ve süsleme ile ilgili unsurlar.
1- Ritüel Değer Taşıyan Davranışlar: Dinî inançların tören ve kurallarına “rit” denir. Başka bir ifade ile “rit”, dinî tören ve tapınmanın şeklidir. Tapınma ile ilgili davranışlara ve dinî törenlerde kullanılan nesnelere de “ritüel” adı verilir. Bu davranışlar insanda heyecan yaratır; nesnelerin de uğur getireceğine inanılır (Read 1981:180,65). Eski Türk topluluklarının bayramlarında da ritüel değer taşıyan bazı davranışlar ve nesneler bulunmaktadır. Meselâ, kurban ve yağmur riti bunların başında geliyordu. Eski Türk dini “Gök Tanrı” inancına dayanıyordu. Bu, tek Tanrılı bir inanış idi. Türk inancının merkezine oturtulmuş olan “Gök Tanrı”, evrenin ve bütün canlıların yaratıcısı durumundaydı. Başta insan olmak üzere bütün canlılar onun iradesine bağlıydı. Yeryüzündeki hayatı, tabiatı ve iklimi o düzenlemekteydi. Hâkimiyet ve hükümdarlık, onun bağışıyla gerçekleşmekteydi. Ancak ondan dilekte bulunulabilmekteydi. Kısaca söylemek gerekirse, onun her şeyde rolü ve etkisi vardı. Dolayısıyla Türkler, kendilerini daima, hayatları üzerinde tek ve mutlak söz sahibi olan “Gök Tanrı“nın destek ve himayesini almak durumunda hissetmişlerdir.
Bunun için de bayramlarına önce “Gök Tanrı”ya kurban kesmekle başlamışlardır. Kurban olarak da, hayatlarında önemli bir unsur olan ve başlıca rol oynayan atı tercih etmişlerdir.
2- Hayatlarında Rol Oynayan Nesneler: Türklerin büyük devletler kurarak Orta Asya’ya hâkim olmalarında ve yayılmalarında başlıca iki unsur rol oynamıştır. Bunlardan biri at, diğeri demirdir. Bilindiği gibi demir silâh sanayiinin başlıca madenidir. Kılıç, süngü, bıçak, topuz, kalkan, temren (temürgen), zırh (yarık) ve tolga gibi bütün savaş araç ve gereçleri hep demirden yapılmaktaydı. Tarihî kayıtlara göre, Göktürkler demiri işlemek ve bu madenden silâh yapmak suretiyle uzun süre geçinmişler ve güçlü bir kavim haline gelmişlerdir. Daha doğrusu, demircilik Göktürklerin ata sanatı durumundadır. Hatta onlar, meslekî tecrübelerini kullanarak, yani demir dağı eritmek suretiyle Ergenekon’dan çıkabilmişlerdir. Demir dağın eritilmesinde ve Göktürklerin kurtuluşunda, şüphesiz ateş de rol oynamıştır. Bundan dolayı ateş, Türklerin hayatında Önemli bir unsur haline gelmiştir. Burada hemen belirtelim ki, Türklerde ateşin İranlılarda ve Hindûlarda olduğu gibi ritüel bir anlamı ve değeri bulunmamaktadır.
Türklerde de ateş kutsaldır; fakat tapınmanın bir objesi değildir. Simocatt adlı bir Bizans tarihçisinin eski Türk inancı hakkında verdiği bilgi, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Simocatt’ın bu husustaki tespiti aynen şöyledir: “Türkler; toprağı, suyu, ateşi ve havayı kutsal sayarlar ve onlara saygı gösterirler. Bununla birlikte gökyüzü ile yeri yaratan tek bir Tanrıdan başka bir şeye tapmazlar. Ona atlar, sığırlar ve koyunlar kurban ederler” (Chavannes 1900: 248).
3- Eğlence ile ilgili Unsurlar: Eski Türk bayramlarının en önemli kısmını eğlenceler oluşturuyordu. Zira Türkler, hayata bağlı, hayatı seven, gülmekten ve eğlenmekten hoşlanan, son derece canlı, dinamik, hareketli, dışa dönük ve neşeli bir karakter yapısına sahip idiler.
Türklerin bu özellikleri bayramlarda daha belirgin bir şekilde görülmekteydi. Onların bayram yerleri, özellikle yeteneklerin gösterildiği ve sergilendiği bir eğlence şöleni ve şenlik yeri olmaktaydı. Kaynakların sınırlı bilgilerinden öğrendiğimize göre, burada at ve ok yarışları yapılmakta, güreş tutulmakta, ayak topu oynanmakta, ayrı ayrı veya gruplar halinde neşeli şarkılar söylenmekte ve bolca kımız içilmekteydi (krş. Radloff 1994: II, 275-279). Böylece hoşça vakit geçirmek suretiyle eğlenilmekteydi. Bu eğlenceye toplumun hemen hemen her kesimi katılmaktaydı.
Türk toplumu, tarihin her devrinde canlı ve dinamik kalabilmiş ender toplumlardan biridir. Bunun başlıca sebebi neydi? Bu sorunun en iyi cevabını Kaşgarlı Mahmûd’un XI. yüzyılda yazdığı ansiklopedik büyük Türkçe sözlükte bulmaktayız. Kaşgarlı Mahmûd’un Dîvânı’nda 190’dan fazla “yardımlaşma ve yarışma”ile ilgili kelime bulunmaktadır. Hemen belirtelim ki, bu tür kelimelerin hiçbirini başka milletlerin sözlüklerinde görmek mümkün değildir. Burada hiç tereddüt etmeden şu hükme varıyoruz: Eski Türklerde toplum hayatı “yardımlaşma ve yarışma” halinde geçiyordu. Bunlardan yardımlaşma, toplumu daima birlik ve dayanışma anlayışı içinde tutuyordu. Öyle ki, bütün halk, ihtiyaç halinde birbirine yardım eden âdeta bir aile gibiydi (Radloff 1976: 173.). Yarışma ise, toplumun bütünüyle ilerlemesini sağlıyordu. Her ikisi de birleşince ortaya daima canlı, hareketli ve dinamik bir toplum çıkmaktaydı. İşte Türk. toplumunun, tarihin her devrinde canlı, hareketli ve dinamik bulunmasının sırrı bu idi (Koca 1997: 199).
Eski Türk bayramlarının en önemli unsuru olan “yarışma” üzerinde burada biraz daha durmak gerekir: Kaşgarlı’ya dayanarak az önce belirttiğimiz gibi, “yarışma” sadece bayramlarda değil, Türk toplum hayatının her safhasında vardı. Hatta diyebiliriz ki, Türkler günlük işlerinin hepsini “yardımlaşma ve yarışma” anlayışı içinde görüyorlardı. Öte yandan, yarışma toplumdaki yetenekli insanları ön plâna çıkarmaktaydı. Türklerde özellikle kahramanlık kültü (inanç) vardı. Türk toplumunda yetenekli ve başarılı kişiler daima saygı görmekte, el ve baş üstünde tutulmaktaydı. Daha onların sağlığında haklarında kahramanlıkdestanları düzülmekteydi. Bu destanlar kopuz eşliğinde bahşılar ve ozanlar tarafından bayram, düğün ve yas törenlerinde söylenmekteydi. Böylece, hem yetenekli kişiler onurlandırılmakta, hem de toplumda yeni yetenekli kişilerin çıkması teşvik edilmiş olmaktaydı.
4- Giyim, Süslenme ve Süsleme ile İlgili Unsurlar: Türkler, hiç şüphesiz bayramların ruhuna ve havasına uygun bir şekilde giyinmekteydiler. Özellikle onların kıyafetlerinde kırmızı, yeşil ve sarı renkler hâkimdi. Meselâ, Tüekta kurganında ortaya çıkarılmış olan bir prens (tigin) cesedinin üzerinde üst üste kırmızı, yeşil ve sarı renklerde üç çeşit elbise giydirilmiş durumdadır (Ögel 1984: 143; İnan 1968: 499). Kırmızı, yeşil ve sarı renkler Osmanlı ordularının bayraklarında da yan yana bulunmaktaydı. Bu renklerden özellikle kırmızı Türklerin rengi idi.
Zira, Karahanlı ve Selçuklu hükümdarlarının bayrakları, tuğları, saltanat şemsiyeleri (çetr), otağları ve giydikleri çizmeleri hep kırmızı renkteydi (Koca 1997: 170, 172, 174). Öte yandan halk kesiminde de kırmızı renk çok sevilmekteydi. Türklerde kırmızı renk hemen hemen her devirde moda idi. Meselâ Vambery’nin tespitine göre, Türkistan’da kadınlar ve erkekler hep kırmızı renkli gömlekler giymekteydiler. Kadınlar özellikle düğün ve bayram günlerinde giydikleri uzun gömleklerinin üzerine şal sarıp, bu şalın iki ucunu sarkıtmaktaydılar. Ayrıca onlar, elbiselerine uygun kırmızı ve sarı renkte çizmeler giymekteydiler (Vambery 1993: 56).
Öte yandan, Türk mimarî yapılarının süslemelerinde de kırmızı ve sarı renkler hâkimdi. Eski Türk çadır ve halılarının nakışları da hep kırmızı ve san renkte idi (Strzygowsky 1935: III, 40).
Türkler, bayramlarında hem kendileri süslenmekte, hem de bayram yerlerini süslemekteydiler. Daha önce belirttiğimiz gibi, bayram yerleri ışıklarla aydınlatılmakta, çiçeklerle donatılmaktaydı. Bu çiçekler hiç şüphesiz, “nevruz” adıyla da anılan “kardelen” çiçekleri idi (Ebû Hayyân 1931:60). Zira, ilkbaharda ilk açan çiçek, “kardelen” çiçeğidir. Âdeta karı delerek çıkan bu çiçek, ilkbaharın da ilk müjdesini vermekteydi. Türklerde bayram süslemeleri, müsabakaya sokulan hayvanlar için de yapılmaktaydı.
Meselâ yarıştırılacak atlar, güreştirilecek develer, tokuşturulacak koçlar, tosunlar ve mandalar (camus-su sığırı), dövüştürülecek horozlar, sahipleri tarafından çeşitli boyalar, kınalar, boncuklar, nazarlıklar, türlü renklerde ve desenlerde kumaşlar ile süslenmekteydi. Bu âdet, bugün Anadolu köylerinde aynen devam etmektedir.
Buraya kadar verdiğimiz bilgiden ve yaptığımız tahlillerden çıkan sonuç şudur: Türklerin İslâmiyet’ten önce Orta Asya’daki hayatlarında kendilerine has bayramları ve festivalleri olmuştur. Bu bayramların oluşumunda ve doğuşunda, hiç şüphesiz onların hayatlarını en çok etkileyen Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları ile destanlarına konu olan olayların başlıca rolü bulunmaktadır. Bu da, söz konusu bayramların dinî olmaktan ziyade millî nitelikli bayramlar olduğunu göstermektedir.
Burada konuya son vermeden önce bir de şu soruya cevap vermemiz gerekiyor. Türkler millî bayramlarını İslâmî dönemde de devam ettirmiş midirler? Devam ettirdilerse, bunu hangi ad veya adlar altında kutlamışlardır? Burada hemen belirtelim ki, Türk siyasî hayatında istikrar yoktur, Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türk siyasî hayatında zirveler ve çöküntüler vardır. Tıpkı bir yıldızın parlayışı ve sönüşü gibi Türk devletleri birden parlar ve birden söner.
Tarih boyunca Türk siyasî hayatı hemen hemen böyle devam etmiştir. Arka arkaya kurulan Türk devletleri, hep zirveye çıktıktan sonra yıkılmışlardır. Türk siyasî hayatında bulunmayan istikrar, Türk toplum hayatında vardı. Zira, eski Türk toplumu yerleşmiş ve köklü değerlere sahipti. Bu değerlerin bütününe “töre” deniyordu. Türk töresi de, kendi toplumunu daima yaşatabilecek ve ayakta tutabilecek ölmez ilkeler ve kurallar ihtiva ediyordu. Siyasî sarsıntılar ve çöküntüler bile törenin ilkelerini ve kurallarını kolay kolay yok edemiyordu. İşte Türkler, törenin bu özelliğini “il (devlet) gider, töre kalır” (Kaşgarlı Mahmûd 1940: II, 25). sözü ile ifade ediyorlardı. Burada kastedilen, hiç şüphesiz Türk töresinin daima canlı ve ayakta tuttuğu Türk toplumudur. Gerçekten de, bir Türk devleti yıkılırken, Türk töresinin daima canlı ve dinamik tuttuğu Türk toplumu ayakta kalabilmekte ve yeni yeni Türk devletleri kurabilmekteydi (Koca 1997: 195).
XI. yüzyılda topluca Müslüman olup, İslâm medeniyeti dairesi içine girerek, İslâm dünyasının ortasında arka arkaya devletler kuran Türkler, millî değerlerini bütünüyle koruyorlar ve İslâm topluluklarının içinde âdeta Orta Asya’daki hayatlarını yaşıyorlardı. İran ve Arap kültürlerinin etkisi yüzeyde kalıyor, Türk toplum hayatının derinliğine nüfuz edemiyordu. Özellikle bayram, doğum, düğün ve ölüm olaylarında eski Türk âdetleri hâkimdi (Koca 1997; 202). Öte yandan Türkler, İslâm dünyasında dillerini bütünüyle korumakla birlikte pratik gayelerle yan yana yaşadıkları toplulukların dillerinden de bazı kelime ve kavramlar alıp kullanmışlardır. Meselâ, “nevruz” bunlardan biridir. Bilindiği gibi nevruz, Farsça kökenli bir kelimedir. Fakat nevruz, aynı zamanda hem Farsların, hem de Türk topluluklarının ilkbaharda yaptıkları bayramın da adıdır. Daha açık bir ifade ile söylememiz gerekirse, Türkler, Orta Asya kökenli olan millî bayramlarını İslâmî dönemde “nevruz” adı altında kutlamışlardır.
Burada hemen belirtelim ki,
“Farsların millî bayramı nevruz” ile “Türklerin millî bayramı nevruz” arasında temelde ve özde büyük farklar bulunmaktadır. Burada şu kadarını söyleyelim ki, her iki milletin nevruz bayramlarında şeklî olarak ortak unsurlar bulunmaktadır. Fakat, bu unsurların her iki millette anlamları ve yorumları tamamen farklıdır. Bu farklılıkları şu şekilde belirlemek mümkündür:
1- Ateş unsuru her iki milletin bayramında da vardır. Fakat, İranlılarda ateş tapınmanın bir objesidir (Güngör 1995: 36). Bundan dolayı ritüel bir anlam taşımaktadır. Türklerde ise ateş, temizlenmenin ve arındırmanın bir vasıtasıdır. Dolayısıyla eski Türk inancına göre, saflığından şüphe edilen herkesin ve her nesnenin iki ateş arasından geçirilmesi, bir ocağın etrafında döndürülmesi ve hatta bir ateşin üzerinden atlatılması lâzımdır.
Meselâ, Göktürkler, Bizans elçisi Zemarkhos’u her türlü felâketten uzak tutmak için bir ateş etrafında döndürmüşlerdir (Roux 1994: 185; Chavannes 1900: 235).7 Öte yandan Türk kamları (şamanları) da, hastayı körü ruhlardan arındırmayı ateşle yapmışlardır. (Roux 1994: 62)
Ateşin üzerinden atlatılmak suretiyle arındırma âdeti, Orta Asya Türk topluluklarında korunarak günümüze kadar ulaşmıştır. Orta Asya Türk topluluklarının nevruz adı altında kutladıkları bahar bayramlarının hemen hemen hepsinde bu âdet vardır. Türk topluluklarındaki bu âdet, sadece nevruz bayramlarında değil, aynı zamanda düğün törenlerinde de gelinin kemik ateşi üzerinden atlatılması ve çevresinde döndürülmesi şeklinde icra edilmektedir. (Bacon, tarihsiz : 93, 94; Ögel 1988: 268)
2- Türk bayramlarındaki bazı unsurlar İran bayramlarında hiç bulunmamaktadır. Meselâ, İran bayramlarında örsün üzerinde demir dövme âdeti yoktur. Bu tamamen Türklere has bir gelenektir. Bu geleneğin kökü de Göktürklere dayanmaktadır. Türklerde demircilik ata mesleği durumunda idi. Türklerdeki “tarhan” unvanının demircilikle çok yakın ilgisi vardı. Tarihî kayıtlara göre, ancak dokuz göbekten beri ataları demircilik yapmış olanlara, bu unvan verilmekteydi (Gökalp 1974: II, 273). Öte yandan, İran tarihinde Farsların demircilik yaptıklarına dair hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
3- Türk bayramlarındaki yarışma türü eğlenceler İran bayramlarında hemen hemen hiç yoktur. Yarışma, eski Türk hayatının en belirgin özelliğidir. Esasen yarışma, mücadele ve üstün gelme fikrine dayanır. Türkler, hayatta kalabilmek için Orta Asya’nın son derece sert ve acımasız tabiat ve iklim şartlarına karşı devamlı mücadele içinde olmuşlardır (Koca 1990: 17). Böylece, mücadele ve üstünlük duygusu zamanla onların bütün faaliyetlerine yansımıştır.
4- İran bayramları Cemşîd ve Feridun gibi hükümdarların tahta çıkışı olaylarına dayanır. Türk bayramının oluşumuna ise, Türk’ün hayatında rol oynayan unsurlar ve olaylar kaynaklık eder. Bunlar tabiat, iklim ve millî felâket gibi bütün toplumu ilgilendiren olaylardır.
Prof. Dr. Salim KOCA

..

25 Mart 2015 Çarşamba

Menderes İlmeği Geçirirken Resim Çektim,




Menderes İlmeği Geçirirken Resim Çektim,




Gündem -

24 Mart 2015 Salı

Çarlık Rusyasında 1854 Sonrası Demiryolu ve Ağır Endüstri





Çarlık Rusyasında 1854 Sonrası Demiryolu ve Ağır Endüstri
















Endüstri devriminin şüphesiz en etkileyici, en çarpıcı ürünlerinden biri demiryolları. Salt ham madde ulaşımı, tüketim ve üretim merkezleri arasındaki mesafeyi kısaltması açısından değil, aynı zamanda metal-metalurji ve ağır sanayii uyarması açısından da önemli. 


İngiltere'yi kapitalist üretime kendi iç dinamikleriyle, burjuvazi-devlet işbirliğiyle geçen bir mekanizma olarak ele alırsak, şüphesiz ki 19. yüzyıla kadar serfliği ve feodal üretim ilişkilerini tasfiye edememiş Prusya ve Rusya'yı İngiltere'den farklı bir kümeye koyma mecburiyeti içerisine gireriz. Bu iki ülke, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısıyla beraber Uzak Doğu'ya da rehber olacak biçimde devlet önderliğinde, kumandacı bir iktisadi anlayış ile kalkınmayı başardılar. Şahsi düşüncem, Türkiye'nin iktisadi kalkınmasını zayıf ve korkak burjuvazi yerine, devlet ve devlet kurumlarının planları dahilinde gerçekleştirmesi elzemdir. Bu sebeple Rusya ve Almanya örnekleri bizim için incelenmesi gereken zaman aralıkları. 

Rusya'da Demiryolu

Rusya'nın kapitalizme evriminde sıçrama noktası olarak Kırım Savaşı'nda alınan yenilgiyi belirlemek yanlış olmaz. O zamana kadar geniş nüfusu, büyük ordusu ve güçlü görünen despotik otokrasisi ile endüstriyi öteleyen Rusya, 1854'te Avrupa orduları karşısında aldığı şok yenilginin ardından ister istemez bir iktisadi reform sürecine girdi. 

O döneme dek, özellikle Rus mali bürokrasisinin hakim otokrasiye dayattığı "iktisadi kalkınma", 1854 sonrası cevap buldu. Öncelikle kırsalda serflik kaldırıldı, ve 1789 öncesi fizyokrat Fransa'da uygulanan komünal vergi sistemi getirildi. Rus devleti ve otokrasisi, iktisadi kalkınmayı uygularken ortaya çıkacak bir güçlü burjuvazi veya prolateryadan çekiniyordu, bu sebeple şehirlere göçü engellemek için köyden kente seyahatleri yasakladı. Fakat hem vergi sistemindeki yeni özgürlüklerden dolayı artı değer birikimine başlayan köylülüğün güçlenmesi, hem de Rus devletinin coğrafi genişlikten kaynaklanan nüfuz etme zayıflığı, bu göçleri engelleyemedi. Tabii her şeye rağmen, yarım asır sonra dahi Rus toplumunda prolateryanın oranı ancak %3'tü (aynı dönemde İngiltere'de rakam %30'du!). 

Rus devleti hem iç ikameyi artırmak, hem de endüstriyel gelişimi başlatmak için militarist endüstriye ağırlık verdi. Büyük silah ve cephane fabrikaları, giderlerin önemli bir oranını kapsıyordu. Aynı zamanda diliminde, 1855'ten 1914'e kadar giderlerin en önemli yükümlülüklerinden biri de demiryolu inşası idi. O zaman aralığında demiryolu ağları 850 mil'den 17.000 mile çıktı(Gartrell, 1986, 104). 

Demiryolları demir ve çelik için güçlü bir talep yaratıyordu, Rusya'da 1895-1899 aralığında üretilen yerli demirin %58'i devletin demiryolu inşasına ayrılıyordu (Gartrell, 1986: 153). Rus devletinin toplam yatırımlarının %25'i demiryollarına gidiyordu. Rus Generali Obruchev, 1892'de, demiryollarının her ordu için "düşmanı bir yumrukta deviren" etkili bir silah olduğunu söylemişti ki, Rusya'nın Kırım Savaşı sırasında, İngilizlerin Londra'dan Sivastapol'a 3 haftada nakliye yapabildiği bir ortamda, Moskova'dan cepheye ancak 3 ayda lojistik destek sağlayabildiğini göz önüne alırsak, demiryollarının o dönem Rus devleti için ne denli öenmli olduğunu bir kez daha anlayabiliriz.




İngiliz Endüstrileşmesi ve Devletin Piyasaya Etkisi





İngiliz Endüstrileşmesi ve Devletin Piyasaya Etkisi,









Marksist ve klasik iktisatın uzlaştığı ender konulardan biri, 1688-1846 arasında, yani İngiliz sanayisinin güçlü bir şekilde ortaya çıktığı zaman aralığında, aynı zamanda İngiliz devletinin piyasaya etkisinin minimum olduğu şeklindedir. Klasik laissez faire düşünüşünün can bulmuş, ete kemiğe bürünmüş hali olarak tasavvur edilen bir İngiliz devleti vardır.

Devlet, İngiltere özelinde endüstriyi dolaylı veya dolaysız pek çok yol ile uyarmış ve ateşlemiştir. İngiliz devletinin liberal çizgi üzerinden gitmesi, pek çok politik ekonomist için devletin etkinliğinin zayıflığı olarak düşünülüyor ise de, aslında feodal/despotik/otokratik devlet formasyonuna nazaran İngiltere benzeri, merkezi/modern/ulusal devlet çok daha güçlü ve etkileyicidir.  

Savaş, Endüstri ve Piyasa

İngiltere'de endüstri devriminin ortaya çıktığı zaman aralığının, İngiltere'nin savaşlardan başını kaldıramadığı bir dönem oluşu tesadüf değildir. Pekçok tarihçi için ilk küresel savaş olarak nitelenen 7 Yıl Savaşları sırasında James Watt buhar makinesini icat etmiş, İngiltere'nin ilk defa üniformalı, profesyonel bir deniz ordusunu kurmaya yeltendiği sırada İngiliz pamuk endüstrisi patlamasını gerçekleştirmişti.


Peki nasıl?

18. yüzyıl, İngiltere'nin muazzam şekilde borçlandığı bir dönemdir. Napolyon Savaşları'nın hemen ardından, 1816'da İngiltere'nin reel borcu 560 milyon sterlin idi. Bu rakamı yıllık gelire oranladığımızda %160 gibi astronomik bir rakam elde ediyoruz ki, modern zamanların en borçlu ülkesi Amerika'nın dahi borcu, şu anda gelirinin %56'sı kadar. 

İngiliz devleti kime borçlanıyordu? Cevap basit, City of London merkezli tefeci finansörlere. İngiliz devleti, yine pek çok klasik iktisatçının düşündüğünün tersine, o dönemde Avrupa'nın en ağır gelir vergisi uygulayan devletiydi. Ancak diğer devletlere nazaran, ticarileşmiş ve metalaşmış bir ekonomiye sahip oluşu, ayrıca sınırlarının ufaklığından ötürü devletin vergi bürokrasisinin hemen her yere ulaşması İngiltere'nin bu vergilerden daha ciddi bir gelir elde etmesini sağlıyordu.

Bu vergi sistemi, aynı zamanda devletin yüksek finans çevrelerine olan borcunun da en temel karşılığı idi. Özellikle prolaterya üzerine binen ağır vergiler, devlet kanalı yoluyla finansörlerin ve borç sahiplerinin cebine gidiyordu. İngiliz endüstrileşmesi açısından asıl vurucu nokta, emekçinin cebinden tefecilerin cebine akan bu paranın, yine yatırım ve ağır sanayii inşası olarak değer kazanmasıydı. Bu özelliği ile, yani girişimciliği ile İngiliz burjuvazisi, endüstri devrimini ve kapitalist üretim şeklini yarattı.

İngiltere Gümrük Tarifeleri ve Korumacılık

Yine klasikçilerin en önemli fikirlerinden biri, İngiltere'nin endüstri devrimiyle beraber en düşük gümrük tarifesi uygulayan, serbest piyasayı tam anlamıyla yaşayan örnek bir devlet (!) oluşudur.

İngiltere, Napolyon Savaşları'ndan başlayıp 1846'ya kadar uyguladığı %40 gümrük tarifesi ile Fransa, Alman Prenslikleri, ABD, Avusturya gibi diğer önemli devletlerin neredeyse iki katı bir gümrük vergisine sahipti. Aynı dönemde Fransa %35, Almanya %15, Avusturya %22 ve Rusya %35 gümrük vergisi uyguluyordu.

Friedrich List'in geç kalkınan ülkeler için gümrük vergisini zaruri görmesi, aynı şekilde endüstri devriminin oraya çıktığı İngiltere'de de kabul görmüştü. 1846 öncesinde İngiltere hemen hemen her mala, ham maddeden tütüne, pamuğa hatta şekere kadar ciddi bir gümrük tarifesi uygulamıştı. Peki neden?

İngiltere'nin vergi sisteminin, az önce bahsettiğim gibi asıl nedeni mali-askeri sebeplerdi. Savaşı finanse edebilmek için büyük borçlar altına giren Londra, tüketim vergisinden gümrük tarifelerine kadar bulabildiği her alanı kullanarak gelir yaratmaya çalıştı. Bu dönemde bir "yavru sanayii koruma" içgüdüsünün olduğunu pek göremiyorum, ancak mali sebepler yüzünden gümrük tarifelerinin yüksek oluşu açıktır.


..



İngiltere merdiveni ne zaman itti?

İngiltere; merdiveni, adaleleri kuvvetlenince, pazuları irileşince, rakiplerine tek başına kafa tutabileceğine kanaat getirince itti.
Şaşırdınız değil mi? Merdiven, adaleler, pazular, rakipler, kafa tutmak,… Nedir bunlar?

Açıklayayım.


VII. Henry














Ekonomist Ha-Joon Chang, Cambridge Üniversitesi Gelişme Etütleri Bölümü’nde yönetici… Başta Dünya Bankası, Asya Kalkınma Bankası olmak üzere pek çok uluslararası teşkilatta danışmanlık yapmış. Chang’ın çok ilgi çekici bir kitabı, “Kicking Away the Ladder: Development Strategy in Historical Perspective”, “Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü” [İletişim Yayıncılık, 2003, 248 s.] adıyla dilimize çevrildi. Kitabın orijinal İngilizce başlığı, “Kicking Away the Ladder” bir deyim olup ilk kez XIX. Yüzyıl Alman İktisatçısı Friederich List (1789-1846) tarafından kullanılmış. 

Oliver Cromwell










Sanayileşmiş bir ülkenin, zenginliğin doruğuna ulaştığı zaman, başka ülkelerin kendi bulunduğu mertebeye erişmesini engellemek için, oraya tırmanmasını sağlayan “merdiveni itmesi” (kendi uygulamış olduğu politikaları kullanmasını engellemesi) anlamına geliyor.


I. Elizabeth











Chang kitabına şu can alıcı soruyla başlıyor : Bugün sanayileşmiş Batı’nın az gelişmiş ülkelere tavsiye ettiği politika ve kurumlar; gelişmiş ülkelerin, gelişmekte iken benimsedikleri politika ve kurumların aynısı mıdır?

Yazar, soruyu “Hayır, değildir!” diyerek yanıtlıyor. Dünyanın zengin ve sanayileşmiş ülkeleri, bulundukları yere, bugünün yoksul ve az gelişmiş ülkelerine dayattıkları politikalar ve kurumlarla gelmemiştir. Çoğu etkin bir biçimde “yavru sanayi koruması” (infant industry protection) ve ihracat teşvikleri gibi politikalar, kısacası devletçi ekonomi politikaları uygulamışlardır. Oysa bugünün sanayileşmeye muhtaç yoksul ülkelerinin aynı politikaları uygulamaları, Dünya Ticaret Örgütü, [IMF ve Dünya Bankası, yani ABD ve Avrupa Birliği] tarafından engellenmektedir.
Bu yazıda işte bu ikiyüzlülüğü İngiltere örneğinde, Ha-Joon Chang’ın yukarda belirttiğim kitabından [ ss.33-52 ] geniş ölçüde yararlanarak ele alıyorum.

I) Efsaneye göre önce liberalizm vardı


Günümüzün İngiltere, ABD, Fransa, Almanya, Japonya gibi kalkınmış ülkelerinin tarihî deneyimlerine dair görüşler; bu ülkelerin iktisat politikası tarihlerinin ortodoks yorumunu destekleyen, serbest ticaretin ve laissez-faire sanayi politikasının yararlarını vurgulayan söylencelerle doludur. Washington Uzlaşması’nın öngördüğü politika tavsiyeleri gerçekte yakıştırma bir tarihe dayanır. Neoliberaller bu çerçevede hep aynı masalı anlatırlar.

Bu efsaneye göre İngiltere’nin sınaî başarısı, serbest-piyasa ve serbest ticaret politikalarının üstünlüğünün kanıtıymış (Oysa İngiltere ancak ondokuzuncu yüzyıldan itibaren “laissez faire”ci olmuştur). Söz konusu liberal politikalar şu olumlu sonuçları vermiş:
-Liberalizm İngiliz ulusunun girişimci enerjisini açığa çıkarmış.
-Liberalizm; o dönemde İngiltere’nin, en büyük rakibi olan Fransa’ya karşı üstünlük kazanmasını sağlamış. Fransa ise kaybetmiş. Neden? Çünkü Fransa ekonomide müdahaleci imiş.
-Liberalizm; İngiltere’ye, en büyük ekonomik güç olarak kendisini dünyaya kabul ettirmesini sağlamış.
-Böylece, İngiltere Tahıl Yasası’yla tarımı korumaktan vazgeçip 1846’da eski korumacı merkantilist önlemleri terk edince, “yeni ‘liberal’ dünya ekonomik düzeni”nin mimarı olmuş ve egemen ülke rolünü oynayabilmiş. Liberal düzen arayışında da İngiltere’nin en güçlü silahı, serbest-piyasa/serbest-ticaret sistemine dayalı ekonomik başarısı olmuş. Bu “başarı” da diğer ülkelerin, merkantilist politikaların sınırlarını fark etmelerine ve 1860’larda serbest -en azından daha serbest- ticaret ilkelerini benimsemelerini kolaylaştırmış. Ancak, belirtmek gerekir ki İngiltere; bu projede, laissez faire (bırakınız yapsınlar) politikalarının üstünlüğünü, özellikle de serbest ticaretin üstünlüğünü teorik olarak kanıtlayan Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçıların getirdiği “bilimsel” desteklerden de büyük ölçüde yararlanmıştır.
1870’lerde “mükemmelliğe ulaşan” liberal dünya düzeninin temelinde şu üç esas bulunmaktaydı:
-Ülke içinde “laissez faire”ci sanayi politikaları,
-Uluslararası planda mal, sermaye ve işgücü hareketleri önündeki engellerin düşük olması;
-Denk bütçe prensibi ve Altın Standardı ile garanti altına alınmış olan makroekonomik istikrar.
Bütün bunları da insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir zenginleşme izlemiş.
II) Ara dönem ve yine liberalizm
Neoliberal masal burada bitmiyor, arkası var.
Masalın ikinci kısmına göre, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte işler tersine dönüyor: Önce dünya ekonomik ve siyasal sistemi istikrarsızlaşır. Ülkeler dış ticarete yeniden engeller koymaya başlar. Bunun sonucu dünya ekonomisinin daralması ve mevcut istikrarsızlığın genişlemesi olur. Hemen ardından başlayan İkinci Dünya Savaşı da, liberal düzenden geriye ne kaldıysa hepsini silip süpürür.
Liberal iktisatçılar hikâyeyi şöyle sürdürüyor :
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ticareti serbestleştirme yönünde önemli adımlar atıldı, GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması) görüşmelerinin başlamasıyla birlikte… Ancak gelişmiş ülkelerde 1970’lere kadar, gelişmekte olan ülkelerde 1980’lerin başına kadar -komünist ülkelerde ise 1989’daki rejim değişikliğine kadar- devletçi / müdahaleci yaklaşımlar ekonominin yönetiminde egemen oldu.
Sachs ve Warner’a göre, gelişmekte olan ülkelerin korumacılığı ve müdahaleciliği benimsemelerinde birçok etken rol oynamıştı. Bunlar arasında özellikle:
-F. List’in yavru sanayi argümanı,
-Rosenstein-Rodan’ın Büyük İtiş Teorisi (1943),
-Latin Amerika yapısalcılığı,
-Çeşitli Marksist yaklaşımlar gibi “yanlış” görüşler etkili oldu.
Hikâyeye göre, neyse ki müdahaleci politikalar; Neo-liberalizmin 1980’lerdeki yükselişiyle birlikte yeryüzünde büyük oranda terk edildi. Böylece “minimal devlet”in erdemlerini, laissez faire’ci politikaları ve dışa açıklığı yücelten görüşler yeniden diriltildi.
Sonuç olarak, çoğu gelişmekte olan ülkeler de, neo-liberal politika reformlarına kucak açtı (gerçekte zorlandılar, cd). Liberalleşme yönündeki eğilimi taçlandıran, savaş sonrası yıllarda kapalı bir ticaret sistemi biçimindeki “tarihsel anomali’yi sona erdiren olay ise, 1989’da komünizmin çöküşü oldu.
Masal burada bitiyor.
Şimdi sormak lazım: Bu Neo-liberal masal (ya da söylence) ne derecede doğru?

III) Realite: Batının müdahaleci politikaları


Birinci Dünya Savaşı’ndan önce -belki de İkinci Dünya Savaşı’na kadar- devlet müdahalesinin günümüz standartlarına göre sınırlı kaldığını belirtmek gerekir. Bugünün bütün gelişmiş ülkeleri (GÜ’ler), yakalama döneminde, yavru sanayileri korumak amacıyla müdahaleci sanayi ticaret ve teknoloji (STT) politikaları uyguladılar. Hattâ bazı ülkeler yakalama dönemini başarıyla tamamladıktan sonra bile, etkin STT politikaları uygulamaya devam ettiler: XIX. yüzyıl başlarında İngiltere, yirminci yüzyıl başlarında ABD gibi…

Ticaret cephesinde, teşvikler ve ihraç mallarının girdilerine vergi indirimi sağlanması, ihracatın teşvik edilmesinde sık rastlanan uygulamalardandı. Hükümetler hem sanayi kesimine teşvik sağladı, hem de özellikle altyapı ve imalat sektörüne yönelik çeşitli kamu yatırım programları uyguladı. Bazen eğitim gezilerini ve stajları finanse ederek yasal yollardan, bazen de sanayi casusluğu, makine kaçakçılığı, yabancı patentleri tanımayı reddetme gibi yasal olmayan yöntemlerle yabancı teknolojinin edinilmesini desteklediler. Yerli teknolojinin gelişmesi, araştırma ve geliştirmeye, eğitim ve yetiştirmeye (training) finansman sağlanarak desteklendi.
GÜ’ler, teknoloji sınırına ulaştıklarında mevcut ve muhtemel rakiplerin arasından sıyrılmak için türlü politikalar uygulamışlardır. İngiltere “sınır ekonomisi” konumunu koruduğu sürece bu durumun en bariz örneğini oluşturmuştur, ancak başka ülkeler de mümkün olduğunda benzer politikalara başvurmuştur. İngiltere muhtemel rakiplerine teknoloji transferini denetlemek amacıyla -kalifiye işçi göçü veya makine ihracatı üzerinde denetim gibi- önlemler almış, gerektiğinde güç kullanarak gelişmekte olan ülkeleri, piyasalarını açmaya zorlamıştır.

IV) İngiltere’nin yakalama stratejisi


Bugünün çok sayıda gelişmiş ülkesi (GÜ) tarihte -İngiltere, ABD, Almanya, Fransa, İsveç, Belçika, Hollanda, İsviçre, Japonya, Kore ve Tayvan- günümüz ortodoksisinin, yoksul ülkelere, “GÜ’ler bunları uyguladı” diyerek önerdiği politikaların tam tersini uygulamışlardır. Bu ülkelerin de en başta geleni, İngiltere’dir.

İngiltere’nin devlet müdahalesine başvurmadan kalkınmış bir ülke olduğu ileri sürülür. Bu önerme kesinlikle doğru değildir.
İngiltere XIII-XIV. yüzyıllar feodalizm-sonrası döneme geri kalmış bir ekonomi olarak girdi. Öyle ki kıta Avrupasından teknoloji ithal ediyordu. Bu gerilik 1600 öncesine kadar devam etti. İhracatı büyük oranda ham yünden ibaretti; bir miktar da, o sırada daha gelişmiş bir ülke olan Hollanda’ya düşük katma değerli yünlü giysi ihracatı yapabiliyordu.
Kısacası, İngiltere’nin durumu böylesine geri ve ilkeldi. Ancak duruma bizzat devlet el koydu (1930’larda Atatürk’ün yaptığı da bu değil miydi?). İngiltere böylece devlet eliyle sanayileşme sürecine sokuldu. Bu süreçte kral ve kraliçeler, hükümetler, dolayısiyle devlet öncü bir rol üstlendi.
İki kaynaktan somut örnekler veriyorum; önce Chang’ın kitabından…
a) III. Edward (1327-1377)… Yerli yünlü imalatını geliştirmeyi hedeflemiş olan ilk kraldır. Yurttaşlarına örnek olmak için sadece İngiltere’de üretilen giysiler giyiyordu. Ayrıca yurt dışından Flaman dokumacılar getirtmiştir. Ham yün ticaretini merkezîleştirmiş, yünlü giysilerin ithalatını yasaklamıştı.
b) Tudor hükümdarları, III. Edward’ın girişimini daha da ileri götürdüler: Günümüzdeki bebek sanayi koruması anlayışına uygun düşecek şekilde dokuma sanayiinin gelişmesine destek verdiler. Ünlü on sekizinci yüzyıl tüccarı, politikacı ve romancısı Daniel Defoe, 1728’de yazdığı bir kitapta bu politikayı anlatır. Kitabın adı “İngiltere’nin Ticareti Üzerine Bir Plan”dır (A Plan of the English Commerce).
Defoe yapıtında şunları yazıyor: VII. Henry Hollanda’daki yünlü mal imalatının sağladığı zenginlikten çok etkilendi. 1489’dan itibaren İngiliz yünlü imalatını teşvik edici önlemler uygulamaya koydu. Bu önlemler arasında şunları sayılabiliriz :
-İmalat faaliyetine uygun yerlerin araştırılması amacıyla geziler düzenlenmesi,
-Hollanda’daki yetenekli işçilerin kaçırılıp İngiltere’ye getirilmesi,
-Ham yün ihracatına giderek artan gümrük vergileri konması ve hattâ ham yün ihracatının tamamen yasaklanması sayılabilir.
VII. Henry, İngiltere’nın Hollanda ile arasındaki teknolojik açığın kapatılmasının uzun zaman alacağını fark ettiği için, kademeli bir yaklaşım benimsedi.
c) I. Elizabeth’in döneminde İngiltere yün sanayiinde önemli başarılar elde etmeye başlamıştı. Bu başarının ardında ithal ikamesinden başka etkenler de vardı. Gelişen sanayiine yeni pazarlar açmak amacıyla I. Elizabeth; Papalığa, Rusya, Moğolistan ve İran’a ticaret kafileleri yolladı. İngiltere’nin, denizlerde üstünlük sağlamak amacıyla yaptığı yoğun yatırımlar; yeni pazarlara ulaşmayı, onları kolonileştirmeyi ve mecburî piyasalar haline getirmeyi kolaylaştırdı.
VII. Henry’in başlattığı, haleflerinin devam ettirdiği, modern bebek sanayi korumasının XVI. yüzyıldaki karşılığı sayılabilecek bu strateji olmasaydı, İngiltere’nin sanayileşmedeki ilk başarılarını yakalaması imkânsız değilse de çok zordu. Onsekizinci yüzyıl boyunca İngiltere’nin ihracat gelirlerinin en azından yarısını oluşturan bu anahtar sanayi olmadan, Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesi en hafif tabiriyle çok zor olurdu.
d) I. George döneminde (1714-1727) İngiltere başbakanı olan Robert Walpole’un 1721’de uygulamaya koyduğu ticaret yasası reformu, İngiltere’nin sanayi ticaret politikalarında önemli bir değişikliğe işaret eder. Önceki dönemlerde, İngiltere hükümetinin politikaları genel olarak şu iki hedefe yönelikti:
-Ticareti kontrol etmek (çoğunlukla sömürgecilik yoluyla ve İngiltere ile yapılacak olan ticaretin İngiliz gemileriyle yapılmasını şart koşan denizcilik yasaları yoluyla)
-Kamu gelirlerini artırmak
Buna karşılık, 1721’den sonra uygulamaya konulan politikalar, bilinçli olarak imalat sanayiini teşvik etmeye yönelikti. R. Walpole, parlamentoda yaptığı konuşmada yeni yasayı şöyle tanıtıyordu: “Halkın refahının artmasına, hiçbir şey mamul ürün ihracatı ve hammadde ithalatından daha fazla katkıda bulunamaz.”.
1721 Mevzuatı ve sonrasında geçekleşen tamamlayıcı politika değişiklikleri şu uygulamaları getirdi:
-İmalatta kullanılan hammaddelere konan ithalat vergileri ya düşürüldü ya da tamamen kaldırıldı.
-William ve Mary’den beri ülkede uygulanan, ihraç edilen mamul mallarda kullanılan ithal hammaddelerine verilen vergi iadeleri artırıldı. Örneğin, kunduz derisine konan vergi azaltıldı ve ihraç edilmesi durumunda ödenen verginin yarısının geri ödenmesi kararlaştırıldı.
-Mamul malların çoğunda ihracat vergisi anlamlı miktarda artırıldı.
-İthal edilen yabancı mamul mallara uygulanan vergiler tamamen kaldırıldı.
e) İngiltere’nin müdahaleci politikalarını, Selçuk Trak’ın “İktisat Tarihi” [Bursa İTİA yayını, İst.,1973, ss.252-255] kitabından da takip edebiliriz. Özetliyorum:
İngiliz Merkantilizmi aynı zamanda ticareti, sanayi ve tarımı kapsayan dayanışmalı bir koruma politikası güdüyordu. İngiltere’de sanayi faaliyetlerini düzenleyen önlemler arasında, işçi ücretlerini disiplin altına alan, Çıraklık Kanunu (1563) zikredilebilir. XVII. yüzyılın ortalarına kadar işsizliğe yol açacağı düşüncesiyle, yeni makinelerin kullanılmasına karşı çıkılmıştır. Daha sonra ise makineleşmeye büyük önem verilerek, bazı makinelerin ülke dışına çıkarılması yasaklanmıştır. Ayrıca ulusal sanayileri korumak amacıyla, kimi yerli mamullerin tüketimi zorunlu kılınmış; bazı malların tüketimi ise yasaklanmıştır.
İngiliz Merkantilizminin denizcilik alanında aldığı önlemler çok daha çarpıcıdır. Oliver Cromwell’in 1651’de çıkartılmasını sağladığı kanuna göre İngiltere’ye ithal edilecek olan mallar ancak İngilizlere ait ve yüzde 50’sinden fazlası İngilizlerce donatılmış olan gemilerle taşınacaktır. Bu tedbirin İngiliz denizciliğinin gelişmesindeki rolü çok büyük olmuştur. Cromwell devletçe yürütülen planlı bir ekonomi çerçevesi içinde İngiltere’yi şu hedeflere yöneltmiştir: İngiliz mamulleriyle dünya pazarlarını tekel altına almak, ülke içinde geniş ölçüde bir otarşi kurmak.
Cromwell ayrıca merkantilist gümrükler uygulamış, yün ihracatını yasaklamış, yün ithalatını ise gümrük vergisinden muaf tutmuştur. Denebilir ki Cromwell İngiliz ekonomisinin kalkınmasını bu kumandacı uygulamalarla sağlamıştır.
V) İngiltere merdiveni itiyor
A) XVIII. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirdiği Sanayi Devrimi’yle birlikte İngiltere, diğer ülkelerle arasındaki teknolojik farkı açmaya başladı. Ancak, yine de XIX. yüzyıl ortasında teknolojik üstünlüğü tartışılmaz bir hal alana dek, kendi sanayilerini koruyucu politikaları uygulamaya devam etti. İşte kanıtlar:
-İlk olarak, İngiltere kendi sanayilerini tehdit ettiklerini görür görmez, sömürgelerinden yapılan mamul ithalatını yasakladı.
-İrlanda’nın o dönemde çok iyi durumda olan yün sanayiini çökertti.
-Dünyanın en etkin pamuklu ürün imalat sektörü olduğu söylenen Hindistan pamuk sanayiine büyük zararlar verildi.
-İki kuşak sonra, 1873’e gelindiğinde, İngiliz pamuklu ihracatının % 40-45 ‘i Hindistan’a yapılıyordu.
B) 1815’te Napolyon Savaşları’nın sona ermesinin ardından, İngiltere’de kendisine güvenen imalatçılar serbest ticaret yönünde baskılarını artırmaya başladı.
1833’te tarifelerin azaltılması üzerine müzakereler yapılmış olsa da asıl değişiklik 1846’da yapıldı. Tahıl Yasası iptal edildi ve mamul malların birçoğuna uygulanan tarifeler kaldırıldı. Bugün genellikle o dönemde Tahıl Yasası’nın kaldırılması, klasik liberal iktisat doktrininin merkantilizm üzerinde bir zaferi olarak görülüyor. Bu politika değişikliğinde iktisat teorilerinin etkisini göz ardı etmemek gerekirse de, dönemi iyi bilen tarihçilerin birçoğu, bunun, tarım ürünü ve hammadde piyasasını genişleterek Avrupa kıtasında sanayileşmeyi yavaşlatmayı hedefleyen bir “serbest ticaret emperyalizmi” edimi olarak algılanması gerektiğine işaret ederler.
Tahıl Yasası’nın iptalinin sembolik bir anlamı olmakla beraber, serbest ticarete hakikî geçiş ancak 1850’lerde olmuştur. Bir zamanlar Avrupa’da en karmaşık tarifelere sahip ülke olan İngiltere’de tarifeler artık Whitaker’ın Almanak’ının yarım sayfasına sığıyordu.
Bu noktada İngiltere’nin serbest ticarete geçişini sağlayan teknolojik öncülüğünü, “yüksek ve uzun süren tarife engelleri” sayesinde elde ettiğini belirtmek gerekir. Ayrıca İngiltere serbest ticarete son derece yavaş bir geçiş yapmıştır.
Yirminci yüzyıl başlarına gelindiğinde İngiltere ABD ve Almanya’ya karşı imalat alanındaki avantajlarını hızla kaybetmeye başlayınca, korumacılığa yeniden dönülmesi İngiltere siyasetinin en çok tartışılan konularından biri olmuştu.
C) 1846’da Tahıl Yasası’nın iptalinden itibaren İngiltere, tek taraflı olarak -1860’larda tam anlamıyla gerçekleşmek üzere- serbest ticaret rejimini savunmaya başladı.
Ancak bu dönüş, İngiltere’nin o dönem tartışılmaz iktisadî üstünlüğü ve sömürgeci politikalarıyla da yakından ilgilidir. İngiltere karşısında kendini yenebilecek bir rakip bulunmadığına inanıyordu, tıpkı günümüzün ABD’si gibi… Birçok Avrupa ülkesi de 1860-1880 arasında tarife oranlarını büyük oranda düşürmüştür.
Peki dünyanın geri kalan bölümü…, henüz adalelerini, pazularını geliştirememiş olanlar?
Onların önünden merdiveni çektiler: O ülkeleri; ya sömürgecilik yoluyla ya da şeklen bağımsız az sayıda ülkede olduğu gibi [Latin Amerika ülkeleri, Çin, Tayland (o zaman Siyam), İran ( Pers ülkesi), ve Türkiye (Osmanlı İmparatorluğu)] eşitsiz antlaşmalar yoluyla serbest ticarete zorladılar.
Bugün de aynısını yapmıyorlar mı?
Sonuç
Sonuç özetle şu:
Ulusal sanayii koruyucu politikalar, imalatı teşvik edici önlemler, vergi indirimi, ticareti kontrol, gümrük vergileri, ithalat vergilerini artırma, yüksek ve uzun süren tarife engelleri, ithal ikamesi, mamul ithalatının yasaklanması, makine ihracatına denetim, kamu yatırım programları, … Bunlar İngiltere’nin sanayileşirken başvurduğu politikalar… Sormak lazım, bu politikaların bugün İngiltere’nin ve ABD’nin savunduğu ve dünyaya dayattığı liberalizmle ne ilgisi var? Bunlar devletçi politikaların, kamu müdahaleciliğinin ta kendisi değil midir?
Eğer o zamanlar dünyada bir süper güç olsaydı ve İngiltere’ye liberalizmi, küreselleşmeyi, özelleştirmeyi, … zorla dayatsaydı, İngiltere sanayileşebilir miydi?
Ne yazık ki bugün Türkiye’ye dayatılıyor, birçok yoksul ülkeye yapıldığı gibi…
Merdiveni itiyor ve saklıyorlar. Aramızdaki “bedhahlar”ın işbirliğiyle…
Biz işte bu sebeple sanayileşemiyoruz, ilerleyemiyoruz.
Bu teslimiyetçilik sürdükçe de, hiçbir zaman ilerleyemeyeceğiz.
http://turksolu.com.tr/99/dura99.htm

..