25 Ekim 2015 Pazar

DERSİM AYAKLANMASINI KÜRTÇÜLER ÇIKART TI



DERSİM AYAKLANMASINI KÜRTÇÜLER 
ÇIKARTTI 



(Rıza ZELYUT)

1937/38′de yaşanan Dersim isyanı, bu bölgedeki en son ayaklanmadır. Ve ayaklanmanın Alevilerin haklarıyla ya da talepleriyle en küçük ilgisi yoktur. Yarınki yazımızda ortaya koyacağımız gibi; bu bölgedeki derebeyleri, seyit olsun, aşiret reisi olsun; Aleviler uğruna tek kurşun atmamışlardır. Ve bu derebeyleri; kendilerine Alevi kesimi temsil ederek gelen iki önemli Alevi büyüğünü de reddetmişlerdir. Bu yüzden DTP’lilerin, Dersim olaylarını Alevi hareketi gibi gösterme gayreti, 1919′dan beri sürdürülen Kürdistan yaratma projesinin bir parçasıdır. Bunu tarihi olayları tek tek inceleyerek görebiliriz:

TUNCELİ’DE KÜRT YOKTU

Tunceli bölgesini gezenler göreceklerdir ki; burası yerleşime uygun olmayan; ulaşılması çok zor bir coğrafyadır. Daha çok devlet baskısından kaçan grupların saklandıkları bir coğrafya özelliğini gösterir Tunceli. Sivas’ın doğusuna kadan uzanan bir bölgeyi kapsayan Tunceli’nin en eski halkı Zaza’lardır. Bunların dili ve kültürü ile Kürtlerin dili ve kültürü arasında hiçbir bağ yoktur. Bu bölgeye Türkler; MÖ 5. yüzyılda Kafkasya’nın kuzeyinden inmişlerdir. Sakaların (Sarı Türkler) kalıntıları bölgede beyaz tenli, yeşil gözlü insanlar olarak karşımıza çıkıyor. MS 395′den başlayarak Hun Türklerinin Ağaçeri (Tahtacı) kolu da Kafkasları aşarak Bizans’la işbirliği halinde bu bölgeye ve Toroslara yerleştiler. (Buna ilişkin ayrıntıları Anadolu Aleviliğinin Kültürdel Kökeni TÜRK ALEVİLİĞİ isimli kitabımızda gösterdik). Daha sonra Oğuzlar 950′lerden itibaren bölgeye geldiler. Buralar daha sonra Türkmenlerin elinde kaldı. İran’da Alevi (Kızılbaş) Türkmen devleti devleti kuran Şah İsmail, Tunceli’nin çevresine de hakim oldu. 1514′te çaldıran Savaşı’ndan sonra Osmanlılar Tebriz’e kadar girdiler. Bu süreçte Kürtler;: Osmanlılara yardım ettiler. Fakat Kemah; Alevilerin elinde idi. Burasını 1515 mayısında zorlu bir kuşatma ile Yavuz Selim ele geçirdi. Bölgedeki Alevilerin son kalesi düşünce buradaki Alevi Türkmenler de Tunceli bölgesine kaçtılar. Böylece; Tunceli’deki Türkmen nüfus yoğunluk kazandı. Bu dönemde Tunceli ve çevresinde Kürtler yoktu. Onlar daha çok İran sınırında bulunuyorlardı. Osmanlılar ile birleşen Kürtler; Kızılbaş Türkmenlere kılıç sallamaya başlayınca; devletin desteği ile Batı’ya doğru yayılma fırsatı elde ettiler. Tarih açıkça gösteriyor ki; Kürt derebeyleri; Doğu Anadolu’daki Alevi Türkmenleri yok etmede Osmanlı Devleti ile işbirliği yaptılar. Bunun kanıtlarını, 19 Kasım tarihli yazımda tarih ve kaynak göstererek ortaya koydum. Farklı bir etnik kökenden gelip bugün Kürtçülük yapan Ahmet Türk; dedesinin daha 20. yüzyılın başlarında Hamidiye Alayı bayraktarı olarak bölgedeki Alevilere ne yaptığını bilmiyor değil. Kürt derebeylerinin ve Osmanlı yobazlarının Alevilere yaptıkları zulmü, Kemalist cumhuriyete yıkmaya çalışanlara ancak cahiller ve ahmaklar inanır.

SİVAS- KOÇKIRI İLE BAŞLADILAR

Dersim bölgesi Osmanlılar döneminde yağma hareketleri ile öne çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı başlatılırken bu bölgede Koçkırı isyanı patlak verdi. Sivas’ın doğusundaki ve Dersim’in batısındaki Alevi aşiretlerin yer aldığı bu ayaklanmadaki amaç; bağımsız bir Kürt devleti kurmak idi. Bu gerçeği öğrenmek isteyenler, mutlaka; Baytar Nuri diye bilinen Dersimli Veteriner Mehmet Nuri’nin yazdığı Kürdistan Tarihinde Dersim isimli kitabı okumalıdırlar. Baytar Nuri; sıkı bir Kürtçüdür ve Kürdistan Teali Cemiyeti üyesidir. Kitabında, Türklere etmediği hakaret kalmamıştır ve yazdıklarını ‘İntikam, intikam, intikam!’ çığlıkları ile bitirmektedir. Kendisine, Koçkırılı Alişer yardımcı olmaktadır. Bu ikili Seyit Rıza’yı da yönlendirmektedir.
Türkiye, işgal edilmiş; Ankara’da yeni bir Meclis kurulmuştur. Yunan ordusu Batı Anadolu’dan Bursa’ya doğru işgalini sürdürmektedir.
İşte tam bu sıradaki durumu; Baytar Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim’e giderek babam ve Seyit Rıza ile görüştüm. Alişer ile işbirliği yapmalarını sağladım. (…) Artık Dersim’de büyük bir kaynaşma başlamış ve Ankara hükümetinden Kürdistan’ın muhtariyetinin kabul edilmesi isteği ileri sürülmüştü. (…) Dersimliler adına mufassal (ayrıntılı) bir rapor tanzim ederek Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla İtilaf Devletleri (işgalci devletler) temsilcilerine gönderdik. (…) bağımsız bir Kürdistan yaratılmasını istedik.
(…)336 yılı (1920) başlangıcında Kangal İlçesi’nin Yellice Nahiyesi’nin Hüseyin Abdal tekkesinde önemli bir toplantı yaptırmıştım. (…) toplantıda bulunanların cümlesi ant içerek Sevr Anlaşması’nın takibini ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elaziz, dersim, Koçkırı mıntıkasını ihtiva eden bağımsız bir Kürdistan teşkilini başarmak için silaha sarılmaya ve sonuna kadar savaşmaya tam bir ittifakla karar verdiler. (sayfa 125-126)’

15 Kasım 1920′de Hozat’ta bir toplantı daha yapılıp Kürdistan’ın tanınması için Ankara’ya ültimatom verilir. Yoksa silahla bu hakkı alacağız diyenler; Batı Dersim Aşiret Reisleri olarak ültimatoma imzalamışlardır. (Aslı için bak: s. 129)
Ne yazık ki Kuvayı Milliye güçleri Türkiye’yi kurtarmak için Batı’da Yunanlılarla çarpışırken Batı Dersim aşiret reisleri; Seyit Rıza’nın da desteği ile Koçkırı ayaklanmasını başlatmışlardır. Böylece Ankara hükümetini arkadan vurmaya kalkışmışlardır. İşin içinde İngilizlerin olduğunu görmemek mümkün de değildir.
Kuzeyde Pontusçularla da mücadelenin sürdüğü bir dönemde bu ayaklanma güçlükle bastırılmıştır. İdama mahkum edilenler arasında, kaçaklardan Baytar Nuri ile Alişer olduğu halde; tümü de Atatürk tarafından affedilmişlerdir. Ankara hükümetinin isyanı bastırırken halka dokunulmadığı, Atatürk ve Türk düşmanı Baytar Nuri’nin yazdıklarından anlaşılmasına karşın; günümüzdeki bazı sözde aydınlar; bu operasyonu bile katliam gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki; ankara hükümeti, 1937 yılına kadar Dersimliler’e gayet hoşgörülü davranmıştır.

İŞTE SİZE SEYİT RIZA (Rıza ZELYUT)

Bugün, Tunceli halkını kışkırtmak isteyenler; 1937/38 Dersim olaylarını ve bu ayaklanmada başroldeki aşiret reisi Seyit Rıza’yı kullanıyorlar. Dünkü yazımda ortaya koyduğum gibi; Seyit Rıza’yı ve 7-8 kadar Alevi aşiret reisini kandırarak Kürdistan için ayaklandıranlar; Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyeleridir. Bunlardan birisi Baytar Nuri, diğeri; Koçkırı isyanının elebaşılarından Alişan’ın torunu Alişer’dir.
Tunceli bölgesindeki aşiretler; silahlı birlikler oluşturmuşlar; Osmanlı Devleti zamanında da çevredeki karakollara ve garnizonlara saldırmışlardır. Böylece yağma ve çapul eylemlerini yaymışlardır. Seyit Rıza da bu çete reislerindendir. Bu eylemleri yüzünden daha Osmanlı Devleti zamanında idama mahkum edilmiştir. İşte size o belge: ‘(28/Z /1330 (Hicr”) (08.12.1912) Pazartesi: Dersim’in Yukarı Abbasi (Abbas Uşağı) Aşireti Reisi olub gıyaben idam cezasına mahkum olan Seyid Rıza’nın hukuk-ı şahsiye davası baki olmak üzere afvı. (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Dosya No : 156, Gömlek No : 1330/Z-04, Fon kodu : İ,.MMS)’
Okuma yazma bile bilmeyen Seyit Rıza; bölgedeki Aleviler tarafından ocak başı da kabul ediliyordu. Ocak kavramının Türklere has olduğu bir gerçek olmasına karşın, Seyit Rıza kendisini Kürt sanıyordu. Bu yüzdendir ki Seyit Rıza, 1921 başlarında başlatılan Batı Dersim aşiretlerinin de yer aldığı Koçkırı İsyanını destekledi. Bu olay Ankara hükümeti tarafından affedildi. Sonraki dönemi Veteriner Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim fiilen bağımsızdı, idare başkanlığını Seyit Rıza ele almıştı ve Kürdistan adına faaliyetlerine devam ediyordu. (Kürdistan Tarihinde Dersim, s. 132)’
Seyit Rıza Tunceli merkezi silahlı adamlarıyla işgal ediyor; devlet, araya nasihat heyeti koyuyor; 1924 yılında Hozat’ı basıyor; TBMM’ye nota veriyordu. Bununla da yetinmiyor; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na arka çıkarak cumhuriyet düşmanlarını koruyor. Terikkiperverci Hasan Hayri kaçarak onun korumasına giriyor. (Aynı eser, s. 169) ‘Ağdat denilen Seyit Rıza mıntıkasında Kürdistan bayrağı dalgalanıyordu. (sayfa 163)’

KÜRT AYAKLANMALARINDA

Türkiye; İngiltere ile Musul sorununu görüşürken, 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Seyit Rıza ve diğer Kürtçü Dersimliler; bu eyleme katılmadılar. Çünkü; mezhep tartışması yaşanmış ve Şafii Kürtçülerin tutumu; Dersimlileri kızdırmıştı. Lakin; bunlar Türk ordusunun Dersim’e girmesine karşı çıkmışlardı. Buna karşın Doğu Dersim aşiretlerinden Hıran, Lolan, İzolan, Şuran aşiretleri ise Şeyh Sait kuvvetlerine karşı Türk ordusunun yanında savaştılar.
Cumhuriyet hükümeti, 1926 sonunda yeni bir af kanunu çıkartarak, devlete karşı isyan etmiş olanları affetti ve Anadolu’nun ortalarına sürülmüş aşiret önderlerinin kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi. Atatürk; Dersim’e 1926 yılında arabulucu olarak Vali Ali Cemal’i (Murat Bardakçı’nı dedesi) gönderdi. Bektaşi olan Ali Cemal; Seyit Rıza’ya onca sözler vermesine karşın etki yapamadı. 1927 yılında Koçan Aşireti ile Elazığ’daki Türk askeri gücü arasında çarpışmalar oldu. 1928 ve 1929′da gelen istihbarat bilgileri; Seyit Rıza ile Kürtçü Hoybun Cemiyeti’nin, İngilizlerin, Sultan Abdülhamid’in oğlunun; Dersim’e bağımsızlık sağlamak için savaşan Alişer’in ilişkili olduğunu gösteriyordu. Buna karşın, cumhuriyet hükümeti zor kullanmıyordu. Yeni Vali İbrahim Tali; 1929′da; Seyit Rıza’yı saldırılardan vazgeçirmek için ona 2 bin lira para ve bir sandık dolusu da hediye bile yolluyor; lakin o, rakip aşiretlerin köylerini basıyor; adamları da karakollara saldırıyordu. Bunlar; Doğu’ya doğru yapılan tren hatlarının da Kürtleri imha için yapıldığını yayıyorlardı (Aynı kitap, s. 223). Sivaslı Murat Paşa’yı öldüren çeteler de ona sığınıyorlar; devlet bu adamları teslim etmesini istiyor ama Seyit Rıza reddediyordu (sayfa 207)

İş bu kadarla da kalmıyor. Ağrı çevresinde yeni bir Kürt isyanı başlayınca Seyit Rıza ve Keçelan aşireti, isyancıları desteklemek amacıyla 1930′da Erzincan ve Erzurum taraflarındaki Türk garnizonlarına saldırılar düzenliyorlar. (Sayfa 256). Bütün bu saldırganlıklara karşın; cumhuriyet yönetimi; Dersimlileri barış yolundan ikna etmek için 1931 yılında üçüncü kez af çıkartmış ve devlete ve şahıslara karşı bu aşiret reislerinin işlediği suçları affetmişti. Lakin; bunca barışçı önlemler bir işe yaramamıştı.
1936 sonlarına doğru Fransa ile Türkiye Hatay sorunu yüzünden savaşın eşiğine gelince; Dersim’deki Kürtçü aşiretler, Seyit Rıza’nın önderliğinde yeniden saldırgan hale geldiler. Hükümetin buraya genel vali olarak gönderdiği General Abdullah Alpdoğan; barış yoluyla Dersim’i ülkenin bir parçası haline getirmek istedi ama Seyit Rıza buna silahla cevap verdi. Böylece 2 yıl sürecek son çatışmalar başlamış oldu.


DERSİM EDEBİYATI (ÖZDEMİR İNCE)50-60 yıl hep okudum. Edebiyatın başyapıtlarından çoğunu okuduğumu sanıyorum. Birkaçını da Türkçeye ben çevirdim. Tarihsel roman mı? Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını lise birinci sınıfta, beş numara gaz lambasının ışığında okudum ve o yıl sınıfta kaldım. Yazınsal etik ve estetiğin ölçüsü Savaş ve Barış’tır! Demek ki dürüst ve nesnel olunacak!

Dedelerin, ninelerin, nenelerin anlattıkları “Naylon tarih” üzerine bina edilen yazınsal yapıtlara güvenemem. Anı okumak daha kolay: Anlatılanların tersinin de mümkün olduğunu düşünürüm. Bu nedenle, genç bir yazar hanımın (hanımların) bu tür konularda yazdıkları yazınsal (edebi) yapıtları okumam, okumaya vaktim yoktur. Ancak, kendileriyle yapılan söyleşileri mutlaka okurum ve zihniyetlerini öğrenirim.

SAPTIRMALAR

Bugünkü dersimiz “Dersim Edebiyatı”! “Dersim Edebiyatı” yalanlarla, dolanlarla, saptırmalarla, düzmece ağıtlarla tıka basa doludur. Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti nedeniyle Dersim tekrar gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Gül’e, 71 yıl (1937-1938) önce meydana gelen Dersim olaylarının ardından yetim kalarak evlatlık verilen çocukların bulunması için mektup-dilekçe verilmiş. Bu konuda öyle uyduruk şeyler okuyoruz ki sanki yetim kalan Alevi-Kürt çocuklar Yeniçeri Ocağı’na çocuk toplar gibi toplanmış izlenimi doğuyor.

Genç romancı Sema Kaygusuz “Yeryüzünde Bir yer” adlı roman yayınlamış. Dersim sürgünü babaannesinin izini sürüyormuş. “Dersim sürgününün konuşulma vakti geldi!” (Taraf, 18.10.09) diyor. “Dersim katliamı”ndan söz ediyor (Radikal Kitap, 02.10.09).

Basında bu türden tezvirat, tevatür, soyutlama, saptırmalar birbirini izliyor.

Bu da yetmiyormuş gibi, Ermeni, Süryani, Pontus soykırımlarından sonra Dersim soykırımı da icat edildi: 14 Kasım 2008 tarihinde, Brüksel’de Avrupa Parlamentosu tarafından “Dersim’de Alevi Kürtlere soykırım uygulandı” konulu bir toplantı düzenlendi. Toplantıya DTP milletvekilleri Şerafettin Halis (Tunceli) ve Aysel Tuğluk (Diyarbakır) ile Tunceli’nin DTP’li Belediye Başkanı katılmış! Ardından 17 Kasım’da bir başkası düzenlendi.

YA ÇAPULCULAR

Osmanlı döneminin askere gitmeyen, vergi vermeyen, komşu köy, kaza, ilçe ve kentleri talan eden, kaçakçılıkla geçinen Dersim’in isyanlarını, eşkıya çapulculuklarını bir yana mı bırakalım? 1937 isyanının nedeni de aynı eşkıyalık anlayışıdır. Ayrıca Koçgiri ve Seyh Sait isyanları gibi siyasal tarafı da vardır. 21 Mart 1937 gecesi başlayan Dersim Ayaklanması hakkında ABD’nin Türkiye büyükelçiliği Washington’a şu raporu gönderiyor:

OKUL İSTEMİYORLAR

“Toplumun sosyal yapısı tipik sosyal özellikler taşıyor ve geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da yöre insanları yollar, köprüler, okullar vs. yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma: Hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı” (Bilal N. Şimşir, “Kürtçülük 2”, Bilgi Yayınevi, s. 397-398).

Dersimli çocukların yetim kalmasının nedeni bu isyandır. Bundan söz etmeden, hiç kimse Dersim konusunda konuşma hakkına sahip olamaz.


..

TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR





TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR 



(Ali TARTANOĞLU)
«Hain’in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt’ün de haini vardır, Türk’ün de…»(Uğur Mumcu)
Tarih 10 Kasım 2009. Meclis'te «Kürt'e Türk Satışı» müzakere ediliyor. Tam 10 Kasım'da... «Oh olmuş... İyi ki ölmüş!..» dercesine...
Bunu örtbas etmek için de iktidar mebuslarında bir Atatürk yalakalığı bir Atatürk yalakalığı... Kendimizden kuşkulanacağız neredeyse.

Diyorlar ki: «Atatürkçülük işte tam da budur.»


CHP Bursa milletvekili Onur Öymen kürsüye çıkınca patlıyor:
«Ne Atatürkçülüğü!.. Atatürkçülük, şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diye teröristle, asiyle müzakere etmek midir? Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı? Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk asilerle, düşmanla müzakereye, uzlaşmaya mı girişti!..»
Kıyamet koptu. 1938'de Munzur Çayı kandan kıpkızıl olmuş... Bugün de mi öyle Saddam'lık(!)yapılsaymış... Öymen bugüne de aynı şeyi önererek ırkçılık, faşistlik yapıyormuş...Küreselleşmenin postmodernlik çağındayız ya; gerçeklik sen nasıl algılıyorsan öyle imiş, sen beyazı siyah algılıyorsan, gerçek de oymuş ya... Atarsın, belki yiyen bulunur!..

Bakalım, atılanlar yenir mi!?..

Birincisi: Ordu Munzur dağlarındaki eşkıya inlerini durup dururken mi bombalamış? Hırsızın hiç mi günahı yokmuş!..

Kimsenin suç işleyene, isyan edene verilen cezayı suçlamaması şartıyla, suç işleyeni, isyan edeni, kendi payımıza, suçlamayız. Bedelini öder, istediğini yapar!..

Dersim'i daha sonra anlatmak üzere, önce biraz ormanın bütününe bakalım.

Anzavur İsyanı (Bolu-Düzce), Yozgat, Çapanoğlu İsyanları, Hilafet Ordusu, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları, Ali Galip Olayı...

«Hain'in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt'ün de haini vardır, Türk'ün de» derdi Uğur Mumcu. Bu isyanların büyük kısmı doğrudan «Türklerin» çıkardığı isyanlar. Sertlik dozu, isyanın çapına göre değişmiş ve bu isyanların da hepsi bastırılmış. Kimse «bunlar Türk'tür, varsın isyan etsinler» dememiş.

Ortaokulu ve liseyi okuduğumuz Konya'da Delibaş İsyanının öykülerini dinlerdim sık sık. İsyan sırasındaki baskın ve çatışmalarda ölenlerin sayısı bir yerlerde mutlaka kayıtlıdır. Ama Konyalıların dilinde «her gün 11 kişi asılırdı» sözü vardı.

Ali Galip kim? Kayserili bir Türk. Atatürk'le aynı sıralardan yetişip Harbiyeyi bitirmiş, Osmanlı ordusunda yarbaylığa kadar yükselmiş. 1911'de ordudan ayrılıp 1919'a, Mondros Mütarekesi dönemine kadar, kendi ifadesiyle, ziraat ve ticaretle uğraşmış. Tam Erzurum Kongresi sonrası, Sivas Kongresi arifesinde İngiliz işgalcilerin telkiniyle Damat Ferit Hükümeti tarafından Elazığ valiliğine atanmış. Niye? Azılı bir İttihat-Terakki ve Mustafa Kemal düşmanı olduğu için. İngilizler ve işbirlikçi Damat Ferit, Milli Mücadeleyi önlemek için ülke yönetiminde etkin noktalarda bulunan millicileri tasfiye etmek, yerlerine de adeta kuyudan adam çıkartırcasına memuriyetten ayrılalı sekiz sene olmuş Ali Galip gibileri getiriyor. Çünkü önce Amasya Tamimi, arkasından Erzurum Kongresi, şimdi de Sivas Kongresi derken, İngilizleri ve işbirlikçisi Osmanlı yönetimini bir telaşın aldığı açık.

Plan İstanbul'da Damat Ferit ve onun Bakanları ile İngiliz yüksek komiseri de Robeck tarafından İstanbul'daki Kürtçülerle birlikte hazırlanmış. Sivas Kongresinin toplanmasına kesinlikle mani olunacak; Kongre basılacak Atatürk ve Rauf Bey ile diğer ileri gelenler «ölü veya diri» ele geçirilecek... İngiliz Casusu Yüzbaşı Noel o zaman zaten bölgede. Bölgeden ayrıca Kürt Bedirhanlı aşiretinden Celadet ve Kamuran Ali ile Diyarbakırlı Cemil Paşazade Ekrem silahlı Kürtlerle onun emrine girecek. Malatya Mutasarrıfı Halil Rami de Kürt ve onlarla birlikte. Bunların başında da Vali Ali Galip.

İstanbul'un derdi Milli Mücadeleyi önlemek. İngilizler de elbette bunu istiyor ama, bu arada hazır Osmanlı çökerken Kürtlere de kendi güdümlerinde bir sözde bağımsız toprak sağlamak.. Ali Galip ahmağı ise bunlardan habersiz, sadece iki rütbe alıp general olmak ve İttihatçılara olan kinini kusmak istiyor. Çünkü Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçı hükümetler döneminde hiç terfi edememiş ve bu yüzden kızıp, küsüp emekliye ayrılmış.
Osmanlı hükümeti Türk, Sadrazam Ferit Türk, Ali Galip Türk...

Dedik ya, hainin Kürdü Türkü olmaz!


****

Dersim'e gelmeden önce bir de şu Kürt isyanlarına daha geniş bakalım.

Efendim baskılar varmış da, ezilmişler de dillerini konuşamamışlar da... Onun için bilmem şu kadar isyan çıkmış.

Osmanlı ne yaptıydı da taaa 1850'lerde Bedirhanlılar, 1870'lerde Şeyh Ubeydullah isyan ettiydi?..

Osmanlı dönemindeki bu isyanların, Tanzimat reformları çerçevesinde yapılmak istenen kıyafet filan gibi basit yeniliklere tepkilerden, daha sonraları da Osmanlı'nın bölgede Ermenilere bağımsızlık vereceği, Kürtlerin de Ermeni hakimiyetinde kalacağı söylentilerinden başka hangi gerekçeleri vardı?..

Başımıza, bugün de devam eden Ermeni sorununu açan olayların başlangıcı Türk-Ermeni çatışması mıydı, yoksa Kürt-Ermeni çatışması mıydı? Osmanlı bu çatışmalarda Kürtleri kayırdığı gerekçesiyle İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından az mı baskı gördü?..

Yunan Bursa'yı ele geçirip, Anadolu içine doğru ilerlerken, ortada ne Cumhuriyet, ne Tunceli Kanunu, ne İskan Kanunu ve hiçbir baskı yokken Kocgiri isyanı niye çıktıydı peki?

Hem isyan edeceksin, en kritik günlerde beni bir anlamda arkadan vuracaksın; hem başaramayacaksın; hem de niye cezalandırıldım diye bağırıp duracaksın. Seksen yıl sonra bile...

Yok öyle şey!.. Sen kazansaydın maaşa bağlayıp, konak verip oturtacak mıydın Mustafa Kemal'i? Hatta, kazansalardı Anadolu'da Türk bırakacaklar mıydı? İngiltere Başbakanı Gladstone'un ağzından «Asya'dan gelmişlerdir, defolup gitsinler Asya'ya!!..» diye bağırıp durmuyorlar mıydı 1850'den beri?

Gelelim Dersim İsyanı'na... Dersim İsyanı, Tunceli Kanununun uygulanmaya başlaması üzerine çıkmış. Kanun 1935 Aralığında kabul edilip 1936 Ocağında yürürlüğe girmiş.

Dersim ilginç bir yer. Halkı Alevi-Bektaşi. Ama nasıl olmuşsa olmuş, çok eski tarihlerde, belki yüzyıllar önce, hatta belki Türklerin Anadolu'ya gelişini takiben, Bilal Şimşir'in tabiriyle «bir Sünni denizinin ortasında bir ada gibi» kalmış. Yüzyıllarca, kendilerini kuşatan Sünnilerin aşağılamalarına, itip kakmalarına, baskılara maruz kalmışlar. Dağlara sığınmış ve tepki olarak kendilerini Kürt saymaya başlamışlar.

Yani, en başta, Dersim sorununun temelinde bir Sünni şeriatçılığı bulunduğunu çok rahat söylemek gerekir. Alevilerin laik Cumhuriyeti çok kolay benimsemelerinin altındaki gerçek de bu.

Bölge, iklim ve coğrafya itibariyle tarıma elverişsiz. Geçim kaynakları son derece sınırlı. Halk son derece yoksul. Hele o tarihlerde yol, iz de yok. Buna karşılık bolca ağa, şeyh, seyit, mir var. Geçim bunlar açısından da zor. Çareyi eşkıyalıkta, yakın çevredeki, ovalardaki köyleri, kasabaları basıp, hayvanına hasadına el koymakta bulmuş; bunu yaparken kendilerinden de beter durumdaki köylüleri kullanmışlar. Ele geçenlerin ölmeyecek kadarını da bunlara bırakmışlar.

Sık sık olaylar, isyanlar çıkmış; sık sık polisiye, askeri tedbirler uygulanmış. Bu yüzden sükunet de ancak bir süre hakim olmuş; sonra yine eski duruma dönülmüş. 1937'ye gelinceye kadar 1876'dan bu yana 11 kez askeri tedbirlere başvurmayı gerektiren olaylar çıkmış bölgede. Osmanlı Dersim'i bu asayiş boyutu dışında adeta yok saymış. O kadar ki, Tanzimat'tan sonra idare yeniden düzenlenip iller, valilikler kurulurken Dersim yine yok sayılmış.

Bu durum, işte Tunceli Kanununun çıktığı 1935'e kadar aynen devam etmiş. Cumhuriyet hükumeti o sırada zaten idareye yeni bir düzen vermekte, yeni iller ilçeler kurmakta. Dersim de özellikle bu asayiş sorunu dikkate alınarak, ama bu defa öyle gelip geçici nitelikte değil, kalıcı bir düzen sağlanması amacıyla daha ziyade bir ıslahat programı çerçevesinde ele alınmış. Tunceli Kanunu, işte bu ıslahat programının adı.

Yani konunun üzerine sadece askeri yöntemlerle gidilmeyecek. Aynı zamanda Yöre, baştan ayağa medenileştirilecek: okuluyla, yoluyla, suyuyla, hastanesiyle, köprüsüyle.

Tunceli Kanunuyla birlikte kurulan Dördüncü Umumi Müfettişliğe getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, önce aşiret reislerini bir araya getirip ıslahat programını anlatmış. Reis efendiler orada seslerini çıkarmamış; hatta memnun görünmüşler. Ama dönerken yolları üzerindeki bütün köprüleri havaya uçurmuşlar.

Aslında bu alt yapı yeniliklerinin ağaların, şeyhlerin, seyitlerin hoşuna gitmeyeceği biliniyor. Çünkü bu yenilikler sosyal yapıyı da değiştireceği için eski nüfuzlarını, çıkar olanaklarını kaybedecekler.

Yani, Tunceli Kanunu, ortada bir isyan bulunduğu için, bu isyanı bastırmak için çıkarılmış değil. Yöreyi medenileştirelim, insanlara aş iş sağlayalım, böylece asayişsizlik ve isyan potansiyelini en aza indirelim denmiş.

Ama tahmin edilenler de gerçekleşmiş. Köprüler, yollar, okullar yapılmaya başlanır başlanmaz, homurdanmalar da başlamış. Homurtular giderek eyleme dönüşmüş ve 21 Mart 1937 gecesinden itibaren askeri karakollar basılmaya başlanmış. Askeri birlik karargahlarına aynı anda baskınlar düzenlenmiş. Telefon telleri kesilmiş. Ama en ilginci köprüler yakılıp yıkılmış.

Ayaklanmanın elebaşı Seyit Rıza. Onun çağrısıyla Yusufanlı, Kureyşanlı, Abbasuşağı, Bahtiyar, Haydaran aşiretleri katılmış ayaklanmaya. Asi aşiret reisleri bir ltimatom göndermiş hükümete. İstekleri şunlar:
Jandarma dersimden çekilsin. Yeni köprüler yapılmasın. Yeni idari yapı oluşturulmasın. Silahlarına el konulmasın. Vergiler, hükümetle aralarında paylaşılsın.
Bunun üzerine hava kuvvetleri desteğindeki kara birlikleri dört bir yandan asileri kuşatmış. Sarp kayalık dağlardaki mağaralarına doğru sıkıştırmış. Asiler paniğe kapılmış. Ayaklanmanın elebaşlarından Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza'ya «teslim olalım» demiş, ama ikna edememiş.

Mayıs'ta başlayan ayaklanma Eylül'de tamamen bastırılmış. Elebaşlarından Roznaklı Kamer, Demenanlı Cebrail, Yusufhanlı Ağdatlı Kamer, Kureyşanlı Hasso Seydo, Bahtiyar Aşiretinden Şahin sağ olarak yakalanıp mahkemeye sevk edilmiş. Seyit Rıza'nın bir oğlu ağır yaralanmış, diğer oğlu teslim olmaya karar vererek babasından ayrılmış. Seyit Rıza'nın sağ kolu Koçgirili Alişir, Bahtiyarlı Şahin'in amcası Alişan öldürülmüş. Seyit Rıza önce dağlardaki mağaralara saklanmış, 12 Eylül 1937 günü de iki adamıyla birlikte teslim olmuş.

Yargılanan 58 isyancıdan 11'i idam'a, 33'ü ağır hapse mahkum edilmiş, 14'ü beraat etmiş. İdam'a mahkum edilenlerden dördü çok yaşlı olduğu için cezaları 30'ar yıl hapse çevrilmiş; dolayısıyla sadece 7'si idam edilmiş.

Türkiye'deki ABD Büyükelçisi ayaklanmayı kendi başkentine şöyle anlatmış:
«Dağlık olan coğrafi yapısından dolayı, bölgenin erişilmesi güç bir durumda bulunması, bölge halkının geri kalmışlığı, sorunun temelini oluşturmakta. Sert iklim şartları, toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil, komşu vilayetlerin insanlarını da etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor; geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da, yöre insanları yollar, okullar, köprüler vs., yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde ettikleri haklara tecavüz olarak gören aşiret reisleri tarafından başlatıldı.»

Başbakan İsmet İnönü, 14 Haziran 1937 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde konu hakkında bilgi verirken; böyle bir direnişin beklendiğine işaret ettikten sonra,

«Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri, orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat yapmak ve bırakmak... Biz buna «sel seferleri» dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk. Biz muhalefet edenlerin mukavemetlerini bertaraf ettikten sonra kendi programımızın hiçbir şey olmamış gibi takip olunmasını esaslı vazifemizden saydık. ... Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz. ... Cumhuriyet Hükümeti oraya ıslahat programını süs olarak, heves olarak götürmedi. Ne kadar müşkülata uğrarsa, ne kadar çok sene sürerse (sürsün) yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz» demiş.

İngiltere Büyükelçiliğinin 1937 tarihli Türkiye raporunda da şu bilgiler var:
«Dersim bölgesinde iki yıl önce başlatılan özel reform programına tepki olarak ayaklanma çıktı ve bastırıldı. Bastırmak için asker ve uçaklar kullanıldı. Hükümet kuvvetlerinin zayiatı: 1 subay (teğmen) ile 28 asker şehit; 3 subay ile 46 asker yaralı. Asilerin zayiatı: 265 ölü, 20 yaralı, 27 yakalanan, 849 teslim olan. ... Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 7 kişi idam edildi. Hükümet asilere karşı nispeten yumuşak ve merhametli davrandı. Geçmişte jandarmanın sert davranması ters tepmiş.» (Bilal N. Şimşir, Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.)
Demek ki hadisenin Kürtleri yok etmekle, hele hele Alevilerle hiçbir alakası yok.

Asilerin kuvvetinin (İngiliz raporlarında) 1500-2000 bin kişi olduğu belirtiliyor; bu sayıyı üç-beş bine kadar çıkaranlar da var. Arazi takibe son derece elverişsiz. Asiler tıpkı bugünkü PKK gibi dağların zirvelerindeki mağaralara saklanabiliyor. Hava kuvvetlerinin kullanılması bu nedenle zorunlu olmuş.

İsyanın, hükümet baskısıyla, adaletsizlikle, dil konuşturmamakla ve saire ile de hiçbir alakası yok. Devlet, güvenliğin hiç bulunmadığı bir yerde güvenliği tesis edebilmek için alt yapı hizmeti götürüyor. Yörenin, çıkarları zedelenen veya zedelenecek olan güç sahipleri düpedüz «yol istemezük, köprü istemezük...» diye ayaklanıyor. Askeri birlik karargahı, askeri karakol basıyor, subay şehit ediyor, asker şehit ediyor. Köprü uçuruyor.

Evet. Tunceli kanunu, yeni kurulacak ile atanacak ve askeri yetkilerini de taşımaya devam edecek olan general rütbesindeki valiye neredeyse bir bakanınki kadar geniş yetkiler vermiş. Yargılamalarda sert düzenlemeler yapmış. Yasa bu haliyle bir olağanüstü hal, hatta sıkıyönetim yasasına benzetilebilir.

Ama ayaklanma yasanın bu özelliklerine tepki olarak çıkmamış. Çünkü bu hükümlerin uygulamalarına başlama fırsatı bile henüz doğmamışken isyan çıkmış. Yani tıpkı Patrona Halil isyanı gibi bir tür «medeniyet istemezük» hadisesi.

İsyan eden, ancak kazanırsa haklıdır, başarılıdır. Kazanamazsa veya kazanıncaya kadar başına gelene katlanır.

Sonra... Yukarıda değindik. Türk'ün de haini var. Asi Türkler de var.

Niye bir Allah'ın kulu Delibaş isyanında asılanlardan, çatışmalarda ölen asilerden «insan hakları» adına söz etmez!..

Kürtlere sevdanın yolları, Türkler niyazi mi?!..

Amerika taa 10 bin kilometre öteden kalkıp gelip Irak'ta asi Saddam cezalandırıyor, onu alkışlıyorsunuz!..

Mustafa Kemal de Osmanlı için asi değil miydi? Başaramasaydı asılmayacak mıydı? Hakkında zaten idam cezası verilmemiş miydi?

Veee... Kim vermişti idam cezasını?

KÜRT (Namı diğer: Nemrut) Mustafa Paşa!!!!..

Mustafa Kemal kazandı; haklı oldu.

Öyle Sam Amca'nın şapkasına saklanmak, Mitterrand Yenge'nin eteğinin altına, İmam Recep'in oy sandığına gizlenip el şeyiyle gerdeğe girmek yooook!!..

İsyan eden, isyan etmek derken, silah çekip asker, subay öldüren Türk kayrılmış mı?!..

Bir Türk olan «Damat Ferit» adı, günümüz siyasi literatüründe hala «hain» e karşılık gelmiyor mu?

Osmanlı Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararı verirken onların Türklüğünü dikkate almış mıydı?

Buna karşılık, Atatürk ve yakın arkadaşları dışında, başka pek çokları yanında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için de verdiği idam kararını, daha önceki her türlü bozma ve hatta beraat kararına rağmen uygulatma fırsatı bulan KÜRT (Nemrut) Mustafa Paşa, bu insanlar Türk olmasaydı, hele Kürt olsaydı aynı idam kararını verir miydi?

Siz Türklere «Salak» mı demek istiyorsunuz?!..


* * *
Atatürk Hakkındaki İdam Fermanı...
Dosya Tasnifi
Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70

Harbiye Nezareti
Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube :
Adet : 705

PADİŞAH BUYRUĞU

Mehmet Vahidüddin
(ONAY)


«Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan,

Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey (Adıvar) ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.»

Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1336 (1920)

Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili
DAMAT FERİD


        (NOT: Söz konusu İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, başkanlığını Kürt Nemrut Mustafa Paşa'nın yaptığı mahkemedir A:T) 

Ali TARTANOĞLU

..
 


..

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN KABULÜ VE TÜRK - ARAP İLİŞKİLERİNE ETKİSİ







TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN KABULÜ VE TÜRK - ARAP İLİŞKİLERİNE ETKİSİ



AVRASYA DOSYASI  - ARAP DÜNYASI 
Doç. Dr. Zekeriya KURŞUN
* Marmara Üniversitesi 

1- Türkiye’de Laikliğin Kabulü ve Türk-Arap İlişkilerine Etkisi 


Türk-Arap ilişkileri tarihi oldukça eskilere dayanmaktadır. 
Kaynakların zikrettiğine göre, daha İslamiyetin Arap yarımada sından çıkarak yayılmaya başladığı tarihlerde Orta Asya’da, Çin sınır boylarında Araplar, Türkler ile karşılaşmışlar ve iyi ilişkiler kurmuşlardır. 
Ancak bilindiği kadarıyla doğrudan ilk ilişkiler, Abbasi Devleti’nin kuruluşuyla başlamıştır. Hatta Emevilere karşı 750 yılındaki Abbasi ihtilali, Horasan Türkleri’nin yardımlarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu tarihten sonra daha sıkı ilişki içine giren iki unsur kaynaşarak zaman zaman adeta tek bir millet intibaını vermişlerdir. Özellikle, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Memlüklü devletine son vererek, siyasi dağınıklık içinde bulunan Arapları Osmanlı hakimiyeti altına almasından sonra, iki millet asırlarca aynı kaderi paylaşmış ve aralarında ciddi sürtüşmeler ve kavgalar meydana gelmeden birlikte yaşamışlardı. Ancak onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllarda bir taraftan Osmanlı Devleti’nin zayıflayarak 
çöküşe doğru gitmesi, diğer taraftan, Osmanlı hakimiyetindeki Arap topraklarının emperyalist devletler için iştah kabartıcı özellikler kazanması, iki millet arasında çoğunluğu dış kaynaklı çeşitli problemlerin doğmasına sebep olmuştur. Bütün olumsuz gelişmelere rağmen iki millet, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar -Şerif Hüseyin’in isyanı istisna edilirse fiilen iç içe yaşamayı sürdürebilmiştir. 

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin mağlup devletler safında yer almış olması, çağdaş Orta-Doğu’nun kaderinin belirlenmesinde büyük rol oynamıştır. Zira, savaşın sona ermesiyle birlikte Araplar ile meskün bölgeler, savaş sırasında İtilaf devletlerinin aralarında yaptıkları gizli anlaşmalar gereği işgal edilmiş ve yer yer manda idareleri tesis edilmişti. 

Sadece Osmanlı Devleti’nin bir kısım toprakları üzerinde kurulmuş olan Genç Türkiye işgalcilere karşı mukavemet ederek bağımsızlığını koruyabilmişti. 

Türkiye’deki istiklal mücadelesi bütün ezilmiş milletler için ve özellikle geçmişte aynı tarihi ve kaderi paylaşan Araplar için bir ümit ışığı olmuştu. Bu anlamda 
gerek manda idaresi altındaki Araplar ve gerekse Mısır gibi yarı bağımsız Arap devletlerinde yaşayan diğer Araplar’ın büyük hayranlığını ve övgüsünü kazanan Türk İstiklal Mücadelesi, o bölgelerdeki şair ve ediblerin ilham kaynağı olmuş, milli mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk için pek çok şiirler kaleme almışlardı. Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi ünlü Mısırlı şair Ahmet Şevki ve şiirleri dir. 

Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920 tarihinde T.B.M.M.nin gizli oturumlarından birinde yaptığı konuşmasında, İslam dünyasının Türkiye’ye olan ilgisini şu şekilde ifade ediyordu: 

Kuvva-yi maddiye ve maneviye karşısında bütün cihan ve Hıristiyan siyasetinin en şedid (şiddetli) hırslarla ehl-i salib (haçlı) muharebesi yapmasına karşı hudut haricinde bize zahir (yardımcı) olacak bir noktai istinadı (dayanak noktası) teşkil edecek kuvvetleri düşünmek mecburiyeti pek tabii idi. İşte haricen ifade etmemekle beraber hakikatte bu nokta-i istinadı aramaktan geri durmadık. Bittabi selamet ve necat için yegane müracaat ettiğimiz menba (kaynak) kuvva-yi alemi İslamiyet olmuştu. Alem-i İslamiyet bir çok nokta-i nazarlardan milletimizle, devletimizin istiklaliyle yakından ve fevkalade bir surette alaka ve merbutiyet-i diniyyesi olmakla ve bu vechile bütün alem-i İslamin manen bize muavin ve müzahir olduğunu zaten kabul ediyoruz.


Mustafa Kemal’in işaret ettiği bu yakınlaşma sadece duygularda kalmamış, özellikle Suriye ve Irak Arapları, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki vaadlerini yerine getirmeyen ve hatta tesis ettikleri tahkir edici manda sistemleri ile kendilerine zulmeden İngiliz ve Fransızlar karşısında tekrar Türkler ile bütünleş me gayreti içine girmişlerdir. Suriye ve Irak’tan hem İstanbul hükümetine ve hem de T.B.M.M.ne yapılan müracaatların yanı sıra, Birinci Büyük Millet Meclisi’ne mebus göndermek için Yemen’de de seçimler yapılmıştır. Ancak ne hazindir ki tam bilinmeyen sebeplerden dolayı bu yakınlaşmalar meyvelerini verememiştir. Hatta bu bölgelerde Türkiye’de sürdürülen İstiklal mücadelesi 
büyük bir coşku ile karşılandığı gibi, İstiklal Savaşı’ndan sonra da  başlatılan inkılap hareketleri yakından ve ilgi ile izlenmiştir. 


1 - Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Oturumlarında Sorunlar ve Görüşler, ( Nşr Raşit Metel) istanbul 1990, s.18. 

0 sıralarda hemen hepsi bir Avrupa’lı devletin mandası altında kalan başta Arap ülkeleri olmak üzere bütün İslam dünyası, Türkiye’nin başarısını kendi  gelecekleri için bir ümit ışığı olarak telakki etmeye başlamıştı. Ankara, adeta kurtuluşun reçetesine sahip bir ilticagah; Mısırlı Prenses Kadriye Hüseyin’in dediği gibi, müslümanların nazarında "mukaddes" bir kent oluvermişti. Nitekim, 1921 baharında Ankara’yı ziyaret eden müslüman ülkelerin temsilcilerinden Afganistan temsilcisinin Anadolu’da çıkan İstikbal gazetesine verdiği demecinde ki ifadeleri de yukarıdaki düşünceleri doğrular mahiyettedir. 

“Afganlılar, bu gibi mili hareketleri, İslam dünyasının selameti ve kurtuluşunu temin edecek mahiyyette telakki eylemektedir. Afganistan Türkiye’yi büyük rehber olarak kabul etmekte... ve bütün müslüman milletler müttehiden Ankara Hükümeti için çalışmaları gerekmektedir.."

2 - Zaten Büyük Millet Meclisi’nin açılışından sonra, genel olarak İslam ülkelerinin ve özelde de Arapların ilgisinin, Afganlı mürahhasın ifadesi  doğrultusun da geliştiğini görmekteyiz. Türk-Arap münaferetine sebep olan en önemli olayın müsebbibi Şerif Hüseyin’in her iki oğlunun da, yani gerek Ürdün emin Abdullah (sonradan Ürdün Kralı) ve gerekse önce Suriye ve akabinde Irak’a kral olan Faysal’ın, Türkiye’ye ve Mustafa Kemal’e yakın ilgi duyup iyi ilişkiler tesis etme arzusu ortaya koymaları da başka şekilde açıklanamaz. 

Buraya kadar anlatılan ve tarihin de onayladığı olaylara bakıldığında, esasında iki milletin bu yakınlaşmasının devam etmesi gerekiyordu. Fakat bu durum tam tersine olmuş ve Türkler ile Araplar gittikçe birbirlerinden uzaklaşmışlardır. 

Bu konuda araştırma ve yorum yapan tarihçi ve siyaset bilimcileri, bunu değişik nedenlere bağlamaktadırlar. Ancak, genelde şu ortak noktada birleşilmektedir. Bu günkü Orta-Doğu’nun oluşum yıllarında, bağımsızlığını kısa zamanda kazanmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, kalkınması ve çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşması için batılılaşmayı hedef seçmesine paralel; Arap dünyası da kendilerini aldatan ve sömürgeleştiren batıya karşı bağımsızlık mücadelesini başlatması, Türkler ile ortaya çıkış şartları birbirinden farklı ve bir çok devletten oluşan Arapları -en azından psikolojik olarak- karşı karşıya getirmiştir. 

Kadnye Hüseyin, Mukaddes Ankara’dan Mektuplar, Ankara 1998, s. 6 

Özellikle Birinci Dünya Savaşı akabindeki gelişmeler, Türk-Arap ilişkilerini belirlemede oldukça etkili olmuşlardır. Zira bu dönem zarfında Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilmiştir. Dolayısıyla, modern tanımıyla Orta-Doğu’da temel birleştirici vasıf olan siyasal birlik ortadan kalkmıştır. Başka bir ifade ile hem Türkler ile Araplar ve hem de bizzat Araplar kendi aralarında yolların ayrılış noktasına gelmişlerdir. Şüphesiz bu sonucun meydana gelmesinde iki önemli faktör de yardımcı olmuştur. Birincisi, bölgede bulunan uluslararası sömürgeci güçlerin müdahaleleridir. İkincisi ise, gerek Türkler ve gerekse Arapların bu müdahalelere karşı koymak için milliyetçi fikirlere başvurmasıdır. Bu iki faktörün çarpışması, yirminci yüzyılda Türk-Arap ve Arapların kendi aralarındaki ilişkileri belirlemiş, diğer bir deyişle Orta-Doğu’daki mevcut sistemin ortaya çıkmasını sağlamıştır.3 

Ancak aynı yıllarda bu gelişmelerin yanı sıra, Türkler ile Arapları birbirinden uzaklaştıran ve genelde fazla irdelenmeyen başka bir sebep daha ortaya çıkmıştı. 0 da 1928 yılında Türkiye’de, devlet idaresinde laiklik ilkesinin resmen benimsenmiş olmasıydı.4 

Bilindiği gibi, 1928 senesine kadar, Osmanlı Devleti anayasalarında olduğu gibi, 1924 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da, bir ölçüde dini esaslara dayanmakta; başka bir ifadeyle İslamiyet, resmen devlet dini olarak kabul edilmekte ve şer’i hükümlerin yerine getirilmesi devlet görevleri arasında yer almaktaydı. 

1928’de Başvekil İsmet İnönü ve arkadaşlarından oluşan 120 milletvekilinin imzalarıyla Anayasanın ilgili maddelerinde değişiklik teklifi yapılmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce teklif kabul edilerek, Anayasanın bazı maddeleri laiklik esasına göre yeniden düzenlenmiştir. 
Buna göre, 1924 Anayasasındaki "Devletin resmi dini, din-i İslamdır" ibaresiyle 26. Maddedeki "ahkam-i şer’iyyenin tenfizi" ifadeleri kaldırılmıştır. 1937 yılında yapılan bir takım başka değişiklikler ile birlikte "Laiklik" kelimesi de Anayasaya konmuştur.5 

Esasında kendilerine kurtuluş modeli olarak gördükleri Türkiye’deki bütün gelişmeleri yakından takip eden Arap dünyası, o tarihe kadar hiç bir İslam ülkesinde görülmeyen ve dolayısıyla anlamaları da onlar için oldukça güç olan böyle bir uygulamayı hayretle karşılamışlardır. Ali Fuat Başgil’in de ifade ettiği gibi, Hıristiyan dünyasının kendi özel şartlarından doğan laikliği müslüman ülkelerin anlaması oldukça güçtü.6 

3 Seyyar el-Cemil, el-Osmaniyyun ve Tekvinu ‘1 Arab el-Hadis, Beyrut 1989, s. 58 vd. 

4 Aslında zihinsel olarak Türkler ile Araplar arasındaki ayrılık daha eskilere dayanmaktadır. Bunun en bariz göstergesi, 19.Yüzyılın ortalarında İstanbul merkezli Tanzimat ve Islahat hareketlerine karşılık, Şam, Kahire, Sudan ve benzeri Arap bölgelerinde başlatılan " Dinde İslahat " hareketlerinin farklı istikametleri seçmelerinde görülmüştür. 

5 Ali FuadBaflgil, Din ve Laiklik, ‹stanbul 1985 (Alt›nc› bask›), s. 17-18. 

6 A.g.e. s. 152. 


Hele hayatlarının hemen her cephesine dinin hükmettiği, hatta dillerini, örf ve geleneklerini bile dinleri ile özdeşleştirmiş Arap toplumunun böyle bir uygulamayı anlaması adeta imkansızdı. Bu anlama güçlüğünün yanında bir de enformasyon yetersizliği, Türkiye’nin Araplar nezdindeki "kudsiyetini" sarsmıştır. Hatta denilebilir ki, günümüze 7 kadar "laiklik meselesi" Arap kamuoyunun yönlendirilmesinde kullanılan en önemli araçlardan bir tanesi olmuştur. 
Aslında sosyal yapıların ve içinde barındırdıkları cemaatlerin çeşitliliği itibariyle, Türkiye’den daha fazla laikliğe ihtiyaç duyan Arap ülkelerinin en azından bazılarında, geçmişte Türkiye’de laikliğin benimsenmesine karşı yapılan olumsuz propaganda, bu gün kendileri için bir handikap olmuştur. Arap dünyasında, Türkiye’yi laikliği benimsediği için eleştiren bir takım çevreler, bu gün gelinen noktada, bölgede de laikliğe geçişi bir zaruret olarak görmekle birlikte, bunu kamuoylarına anlatmakta zorlanmaktadırlar. İşin en ilginç yanlarından bir tanesi de, bu gün pek çok Arap devletinin anayasasında "din" bir referans olarak gösterilmemekle birlikte; bu güne kadar hiç biri "laik devlet" olduğunu ortaya koyma cesareti gösterememiştir. 

Diğer taraftan, esasında devlet idaresinde laikliğin benimsenmesinin gerekçeleri nin, bizzat Türkiye tarafından Arap kamuoyuna anlatılması ve Türk-Arap ilişkilerinde bunun icra ettiği olumsuz tesirlerin ortadan kaldırması gerekmekte dir. Bu durum ilişkilerin seyrine olumlu yönde etki edeceği gibi, orada laikliğe temayül eden rejimlere de yardımcı olacaktır. Ancak maalesef bu konuda, bu güne kadar hemen hemen hiç bir çalışma yapılmadığı gibi, bu hususun bir "sorun" olarak algılandığına dair de bir ip ucu bulunmamaktadır. Bu yüzden laikliğin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na girdiği yıllarda yapılmış oldukça mütevazı bir çalışma burada zikredilmeye değer bulunmuştur. 

2- Laiklik Risalesi ve Yayımlanmasının Gerekçeleri karşı propaganda maksadıyla, muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti’nin arzusu ve bilgisi dahilinde, Mısır’da ilginç bir risale, Arapça ve Osmanlıca olarak neşredilmiştir. 

Türkiye’de laikliğin kabul edilmesi, Arap dünyasında bir takım mahfilleri harekete geçirmiş ve Türkiye aleyhinde -günümüzde halen devam etmekte olan yoğun propagandalar başlatılmıştı. İşte bunun üzerine 24 sahifeden oluşan bu kitapçık, Türk Dışişleri’nin desteği ile Mısır’da kurulmuş olan Türk-Arap Muhadeneti (el Muhadene et-Türkiyye el-Arabiyye) Cemiyeti tarafından yayımlanmıştır. 


7 Bu gün Arap ülkelerinde, siyasetçilerin bazıları ve radikal dini akımların hemen hepsi, Türkiye’yi "Laiklik" ilkesinden dolayı dinsizlikle suçlamakta ve Arap kamuoyunu Türkiye aleyhine yönlendirmektedirler. Özellikle, kendi ülkelerinde laikliğe yaklaşan uygulamaları eleştirmeye cesaret edemeyen bir takım kesimler, Türkiye’yi ve özellikle Atatürk’ü eleştiren bir takım yazı ve fikirler neşretmek suretiyle, bu Şekilde kendi yönetimlerine karşı gizli bir muhalefet sergilemekte dirler. Örneğin Mısır’da Nasır sonrası gelişmeleri tenkid etmek isteyen  İslami bir dergi, Atatürk ve İnkılaplarını dosya konusu olarak seçmiştir. "Kemal Atatürk Raidu’l Cehlaniyye fifiarhi’l Avsat" El-Muhtar el-İslami,; Temmuz 1987, Yıl 8, Say› 54, s.38-54. 


Üzerinde baskı tarihi olmamakla birlikte muhtevasından 1937-38 yıllarında neşredildiği anlaşılmaktadır. Bu tarihin esasında başka bir önemi bulunmaktadır. 0 da, bir kaç yıldan beri bozulmuş olan Türk-Mısır ilişkilerini yeniden başlatmak için Atatürk’ün, Kral Fuad’ın cenazesine özel temsilci gönderdiği bir dönemin hemen sonrasına rastlamasıdır. Aslında bu durum Türkiye’nin kısa zamanda Arap ülkelerine bakışı konusunda ulaştığı gelişme ve değişimi göstermesi 
bakımından da manidardır. Nitekim 1920 yılında Atatürk, ecnebilerin en çok korktukları, fevkalade mutevahhiş (vahşileştiki eri) oldukları İslamiyet siyasetinin dahi alenen ifadesinden mümkün olduğu kadar mücanebete (uzak durmaya) kendimizi mecbur gördük.8 derken, özellikle laiklik prensibinin benimsendiği bu yıllarda şartların da değişmesiyle İslam ülkeleri ile Türkiye’nin iyi ilişkiler tesis etme ve hatta benimsenmiş olan laiklik prensibini onlara da anlatma gayreti içine girişilmiş olması bu değişimin önemli bir göstergesidir. 

Risalenin önsözü de yukarıdaki düşüncelerimizi desteklemektedir. Önsözde risalenin neşredilme sebebi, "laiklik bahane edilerek Arap ülkelerinde Türkiye aleyhinde yapılan propagandalara (muhtemelen bu propagandaların önemli bir bölümü Türkiye’nin nüfuzundan korkan bölgedeki yabancı manda rejimleri tarafından desteklenmekteydi.) bir cevap vermek ve laikliği benimsemesi ile Türkiye’nin dinsizleştiğine dair yayılan yanlış kanaatlerin düzeltilmesinin hedeflendiği" zikredilmektedir. Esasında laiklik hakkında bilinen bilgilerin ötesinde yeni bir şey getirmeyen risale, muhtevasından ziyade yukarıda belirtilen hedefinden dolayı anlam kazanmaktadır. Zira bu gün bile, Arap 
dünyasındaki Türkiye imaji oldukça olumsuzdur. Bunun pek çok sebebi olmakla birlikte; en başlıcası karşılıklı enformasyon akışının olmamasıdır. 

1937 yılında hissedilen ve çok mutevazı bir faaliyetle telafi edilmeye çalışılan bu hususun, maalesef Türk dışişlerinin hala dikkatini çekmemiş olması oldukça düşündürücüdür. Zira takip edilecek çok ciddi bir yöntemle, Türk-Arap ilişkilerini yeniden gözden geçirecek olur isek, ulaşacağımız sonuç, büyük ölçüde iki milletin arasında, paylaşım probleminden ziyade, psikolojik bir soğukluğun var olduğudur. 
Bunun en önemli sebebi de asırlarca iç içe yaşamış iki unsurun, zaman aşımına paralel olarak birbirine yabancılaşmasıdır. 
Bu da şüphesiz  karşılıklı doğru enformasyon yokluğuna dayanmaktadır. 

8 Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi Oturumlarında Sorunlar ve Görüşler, s. 17 


Eğer çağdaş metodlar ile bu eksiklik giderilebilirse, hem uluslararası ilişkilerde blok bir desteğin kazanılması imkanına kavuşulabilir ve hem de uluslararası 
arenada bölgesel işbirliğinin doğuracağı ağırlık merkezleri oluşturulabilir. 


Burada tam metnini vereceğimiz ve 1937’li yıllarda yalnızca enformatik endişelerle yayımlanan risalenin bir başka özelliği de, halen Türkiye’de ve Arap devletlerinin bir çoğunda tartışılmakta olan laikliğin, Türkiye Anayasası’na girdiği yıllarda nasıl anlaşıldığını -en azından risalenin naşirlerince- yansıtıyor olması dır. 

Risalenin 15 sahifesi Arapça, 9 sahifesi Osmanlıca olarak neşredilmiştir. Bilindiği gibi, 1937 yılında, Arap ülkelerinde hala Osmanlıca bilenler olduğu gibi, devlet kademelerinin üst düzeylerinde çalışan pek çok kişi de Osmanlı okullarından yetişmiş kimseler idi. Bu yüzden, Türkiye’de kısa bir süre önce gerçekleştirilen harf inkılabına rağmen, bu risalenin Mısır’da ve diğer Arap ülkelerinde kolay okunmasını sağlamak için Arapça’nın yanında Osmanlıca da yayımlanması uygun bulunmuştu. 

3- Türk-Arap Dostluk Cemiyetinin Laiklik Üzerine Risalesi 9 

Önsöz 

Cemiyetimiz laikliği (Laicisme) izah eden bu broşür ile büyük bir hakikati Türk ve Arap alemine arz etmek ihtiyaçını duymuştur. Çünkü laiklik şunun, bunun ağzında yanlış propagandalara vesile vermektedir. Herkes bilmelidir ki; İslamiyet çok yüksek, ilahi ve müebbed [ebedi] bir dindir ve yer yüzünde iki büyük millete istinad etmektedir. Bu büyük ulusun biri Araplar diğeri de Türklerdir. İslamiyetin inkişaf ve müdafaasında bu iki necib milletin sonsuz fedakarlıkları ve hizmetleri vardır. Allah kendilerinden razı olsun ve asakir-i nusret-me’ser-i islamiyeyi [Allahın yardımına mazhar olmuş İslam Orduları] ila ahiri’ddevran [dünyanın sonuna kadar] mansur ve muzaffer eylesin. 

Maazallah bu iki millet olmazsa din-i İslam kafirler elinde bazıçe-i hevesat [arzuların oyuncağı] olur. 

Türkiye’de ibadet ve itikadata asla müdahale edilmez, ma’bedler tamamen serbesttir. Bu böyle iken laiklik diye Türk müslüman kardeşlerimizin aleyhinde hasseten küffar tarafından iftira edilmesi şayan-i ibrettir, hazer ediniz. 

Kitabın Osmanlıca kısmı bu günkü dile yakın, oldukça sade bir uslüp taşıdığı için Arapça’sını tercüme etmek yerine Osmanlıca kısmını aynen vermeyi uygun gördük Anlaşılması güç bazı yerlerin bu günkü karşılıklarını köşeli parantez içinde verdik. Aynı Şekilde Arapçasında olup, Osmanlıca’sında olmayan kısmı da metne ilave ettik. 


Bu sebepledir ki büyük hakikatten tahrif edenlere karşı laikliğin ma’na ve şumülünü Arap ve Türk alemine yaymağı vazife bildik. İslamın bir şartı ve rüknü kuvvetli ve müstakil olmaktır. Türkler müstakil ve kuvvetlidir. Hamd olsun kavm-i necib Arab dahi yer, yer istiklalini kazanmaktadır. Ati-i karibde [yakın gelecekte] bütün ehl-i islamın istiklali iltaf-i sübhaniyeden [Allahın lütfundan] me’mül [beklenmekte] ve mütemennadir. 

Laiklik Meselesi 

[Laikliğin faydasını ve hayırlı sonuçlarını inkar den pek çok insan görmekteyiz. Fakat gerçekte laiklik insanoğlu için mutlu sonuçlar doğuran rahatlık ve suküneti tesis eden bir sistemdir.]10 

Laiklik isminden tutalım. Laikliğin ma’nası nedir? Yahud, laiklik dinsizlik demek midir? 

Hayır! 

Laiklik, hiçbir zaman dinsizlik demek değildir. Çünkü dinsizlik için kitaplarda "gayr-i dini" ta’biri kullanılır. Laiklik için ise sadece, "la-dini" sözü isti’mal [kullanılır] olunur. Bu noktayı iyice kavrayabilmek için şöyle bir tasnif yapalım: 

İnsanların hareketleri şu üç şekilde adlandırılır. 

1- Dini hareket: Mesela namaz kılmak, oruç tutmak gibi. 

2- Gayr-i dini hareket: Yani dine mugayir, dinle taban tabana zıt hareket demektir. Mesela cebren namazı menetmek, oruç tutanları hapsetmek gibi. 

3- La-dini hareket: Yani ikincisi gibi dine aykırı, dine zıt hareket değil, sadece dinden başka bir hareket demektir. Mesela toprağı sürmek, madenleri işlemek, hayvan beslemek vesaire gibi. 

Görüyorsunuz ki, la-dini hareketlerimiz, dünya işlerimizi tanzim ediyor ve ahiret işlerimize hiç bir zarar vermiyor. Dini hareketlerimiz ise, ahiret işlerine aittir. 
Gayr-i dini hareketlere gelince, bunlar ahiret işlerine zarar veren ve dine mugayir olan fiiller ve hareketlerdir. 

Hülasa, laiklik sözü nerede geçerse, anlayacağımız mana, dine zıt olmayan, ahiret işlerine zarar vermeyen, yalnız dünya işlerine, yaşamak ve çalışmak meselelerine taalluk eden filler ve hareketler demektir. Buna kani olmak için şimdi de bu yabancı sözün, yabancı memleketlerde kullanıldığı yeri görelim: 

10 Parantez içindeki kısım Arapça kısımında olup Osmanlıca’sında yoktur. 

Nasıl ki, zabıt veya nefer elbisesi giymiş olanlara asker, başka türlü giyenlere de sivil derlerse, eskiden beri Hıristiyanlar nezdinde, papaz elbisesi giyenlere "Rahib", başka türlü giyenlere "Laik" derler. 

Bu itiyad [alışkanlık], Hıristiyan memleketlerinin hemen hepsinde eski devirlerde de var idi. Şimdi de mevcuttur. Mesela papazlar, bir misafir geldiğini haber veren hizmetçilerine sorarlar. 

-Kimdir bu zat! bir papaz mı bir laik mi? 

Görüyorsunuz ki burada laik sözü aynen papaz kisvesi taşımayan şahıs manasına kullanılmıştır. Tabiidir ki, Hıristiyanlarda da, müslümanlarda 
da hülasa her dinde papaz veya hoca sınıfından olmayan herkes dinsiz demek değildir ve olamaz. Fakat İslamlar arasında, hocalar sınıfına mensub olmayanlara Hıristiyanlardaki laik ta’biri gibi umumi bir isim vermek adet olmamıştır. Yalnız bazı yerlerde mesela Antakya’mızda bunu andıran bir söz vardır. Sarıklı ve Sarıksız gibi. Şu halde her laik dinsiz ise her sarıksızın da dinsiz olması lazım gelir ki: bunu asla kabul edemeyiz arkadaşlar. 

Laik sözünün manasını böylece anlamış olduktan sonra şimdi biraz da laik devletin ne demek olduğunu görelim: 

Eski asırlarda devletler, halkın dini hareketlerini yani ahiret işlerini tanzim ederler fakat laik hareketlerine karışmazlardı. Dünya işlerinde onları mühmel [ihmal edilmiş] ve serbest bırakırlardı. Bunlara dini devlet derlerdi. Amerika keşfedilmezden evvel Avrupa devletleri zayıf ve fakir birer dini devlet, Hıristiyan devleti idi. Fakat sonra laik devlet oldular ve büyüdüler. Hıristiyan devletler içinde Habeşistan son dini devlet halinde kalmıştı. İki sene evvel o da tarihden silindi. 

İslam devletleri hep birer dini devlet idi. Osmanlı devleti de bir dini devlet olarak kalmıştı. Dini devletlerde devletin reisi ya doğrudan doğruya dini reisidir. Yahud da dini müesseseler ile uğraşan ve dini reisleri ve din adamlarını idare eden aciz, halkın refah ve saadetini te’mine gayr-i muktedir; iş ve çalışma hayatını tanzimden uzak bir varlıktır. 

Laik devletin işleri artmış vazifeleri da! budak salmıştır. Köylü, sanatkar, tüccar, mal sahibi hasılı her cins ve her sınıftan bütün halk; her işinde devlet müesseseleriyle münasebette bulunur. Bu göze görünmeyen devlet tesiri, her dakika yanımızdadır. Ya biz ona koşarız, ya o bizi takip eder. Yani; laik devlet, gözümüzle göremeyip elimizle tutamadığımız halde, her dakika bizi terk etmeyen bir gizli kuvvet bir görünmeyen gıda olan hava-yi nesimi gibidir. Onu teneffüs ettiğimiz vakit, onun sayesinde yaşadığımız vakit bu nimet bize tabii ve ehemmiyetsiz görünür. 

Fakat; bir dakika ondan mahrum kaldık mı, onsuz yaşadık mı, derhal boğuluruz. Helak oluruz. Yani yabancıların esareti altıma gireriz. 

İşte kendi devletini değiştirip, yabancı bir devletin idaresinde bulunanlar ise, havaya yabancı bir madde bir zehirli gaz karışmış gibi, farkında olmaksızın yavaş yavaş zehirlenirler ve boğulurlar. 

Boğulmanın bir başka şekli daha vardır. Bu vaziyette, koklanılan hava kendi havamızdır. Safdır, içensine zehir falan gibi yabancı bir şey karışmış değildir. Fakat kapalı ve karanlık bir mağarada gibiyiz. Bu eski ve değişmemiş hava, kullana kullana tefessüh [bozulmuş] etmiştir. 
Eskimiş ve bozulmuştur, bu da insanı başka türlü zehirleyici ve mahvedici bir havadır. 

İşte Müslümanlar! Bu hal, irtica ve taassub halidir. cemaatleri ve milletleri geri bırakan onları yeniliklerin ve inkılapların nimetlerinden mahrum eden feci ve umumi bir zehirlenme halidir. 

Nasıl ki, uykudan uyanan her ferd kapalı odaların pencerelerini açarak havayı değiştirmek temiz ve yeni bir hava almak ihtiyacını duyarsa, gaflet ve cehalet uykusundan uyanan cemaatler ve milletler de inkılaplar yapmak yani milletin görüş ve uyanış havasını değiştirmek devlete temiz ve yeni şekiller vermek mecburiyetindedir ki işte buna yeni rejim derler. 

Hulasa, cemaatler ve milletlerin de tıpkı fertler gibi cehalet ve gaflet uykusundan uyanarak temiz hava alması ve yeni rejimlere kavuşması şarttır, lazımdır. 

Müslümanlar! 

Burada sırası gelmiş iken şunu da ilave edelim. Belki içimizde biraz daha başka türlü düşünen olur ve hatıra şöyle bir sual gelebilir: Evet denebilir ki devlet hem dünya işlerini hem de ahiret işlerini döndürsün. Niye sadece dünya işleriyle meşgul oluyor da ahiret işlerini ihmal ediyor? 

Fakat bu muhakeme yanlıştır. Böyle düşünürsek doğru bir neticeye varamayız. 

Müslümanlar! 

Çünkü hepimiz biliriz ki mihver daima tek olur. Bu gün dünya işlerinin tek mihverini teşkil eden devlet, ister istemez ahiret işlerine müdahale edemeyecek tir. Bunun başka çaresi yoktur. Fakat endişe etmeyelim! Ahiret işleri bundan dolayı, zararlı çıkmış değildir. 

Bilakis! Laik devletin dine müdahale etmemesi ahiret işleri için daha karlı olmuştur. Çünkü devletlerin ahiret işlerine parmağını taktığı eski devirlerde daha mı iyi yaşanırdı sanıyorsunuz? 0 zamanlar işlerin daha mı iyi yürüdüğünü zannedersiniz? 

Hayır! 

Çünkü ahiret işlerini tanzim edenler ancak peygamberlerdir. Devletler, bu işten ellerini çekmelidirler ki, ahiret işleri, peygamberlerin kurduğu o esaslı ve değişmez mihver etrafında dönmekte devem etsinler. Devlet mihveni de işe karıştı mı eski mihvenin istikameti büsbütün değişir ve din işleri bozulmuş olur. 

Bu iddiamıza misal getirmek için çok uzağa gitmeyelim. Bizzat kendi memleketimizde bile bunun acı misallerine şahid değil miyiz? 

Mesela, devletlerin din işlerine burnunu soktuğu eski devirlerde dünya ve ahiret işleri birbirine karışarak her şey nizamdan dışarıya çıkmadı mı? 

Mesela, fıstık kabuğunu doldurmayan bir mesele yüzünden aramızda sünnilik ve şiilik diye bir takım ayrılıklar baş göstermedi mi? 
Aynı yurdun sahipleri aynı toprağın çocukları bir hiç yüzünden asırlarca birbirine düşman nazarıyla bakmadı mı? 

Hamdolsun ki, bize şefkat ve teveccüh gösteren Türkiye devleti laikdir. Adildir. Şii kardeşlerimize üvey muamelesi yapmaz. Herkesi bir tutar; dinleri herkesin vicdanı içinde serbest bırakır, ahalinin ancak dünya işleriyle uğraşır, halkın işini gücünü tanzim etmesine yardım eder. Köylünün toprağını ekmesi işim yoluna koymasıyla alakadar olur. Felakete düşen her ferde arka, ilerleme isteyen her gence destek olur. 
İşte müşfik ve adil Türkiye devleti Sünni ve Şii dargın kardeşlerinibarıştırdı. Onlara tatlı öğütler verdi. Babaca yardımlarda bulundu. 

İşte bu birleşme laiklik yüzünden olmuştur. Görüyorsunuz ki laiklik ve laik devlet rejiminin mazarratı değil bilakis ifadesi vardır. 

Evet Müslümanlar! 

Türkiye Cumhuriyeti laik bir devletdir ve ahalinin dünya işlerini tanzim etmek için laik olmak mecburiyetindedir. Topraklan yabancılar almasın, ahaliyi haraca kesmesin, halkın ırz ve namusu, malı, canı siyanet edilsin diye laik olmak mecburiyetindedir. Evet, bu gün Türkiye Cumhuriyeti laikdir. Kuvvetlidir. Halkçıdır. Halkın rahatı için çalışır. 

Dünyanın böyle dehşetli buhranlar geçirdiği bir zamanda zenginliği dillere destan olan Avrupa memleketlerinde bile ahalinin işsizlikden yoksulluktan kırıldığı hatta yarı aç, yarı tok olduğu bu acaib zamanlarda eğer Türkiye’nin başında Osmanlı devleti kalmış olsaydı ümmet-i muhammedin hali nice olurdu bir düşünelim! Ve hiç şüphe etmeyelim ki harb-i umümideki sıkıntılardan daha beter eziyet çekilirdi. Zavallı ahali açlıktan ve hastalıktan kırılırdı. 

Halbuki bu gün Türkiye halkı, Avrupa’nın o meşhur zengin milletlerinin çoğundan daha rahat, daha emin yaşamaktadır. Karınları tok, üstleri bütündür. Canlarından mallarından emin çalışmakta ve hayırlı devlete dua etmektedirler. 

Türkiye Cumhuriyeti kendi hududları dahilideki ahalisine bir baba gibi baktıktan sonra hududları dışında kalmış müslümanlardan bile şefkat ve yardımını esirgemiyor. 

Evet müslümanlar, Türkiye laik bir devlettir. Bütün Avrupa devletleri laikdir ve laik olduktan sonradır ki terakki etmişler, kuvvetlenmişler ve zengin olmuşlar dır. 

Laik olmadan evvel, fakir küçük ve zayıf birer Hıristiyan cemaatı halinde idiler. Onlar bizden daha evvel davranıp laik oldukları için bizi çok geçtiler. Hıristiyanlar içinde laik olmayan tek bir devlet kalmıştı. İşte bu yüzden Habeşistan en geride kalmış ve nihayet geçen sene batmış ve mahvolmuştur. Müslümanlar içinde ise bir tek devlet laikliği kabul etmiştir. 0 da Türkiye Cumhuriyetidir. İşte bunun içindir ki Türkiye, diğer İslam memleketleri içinde en kuvvetli, en rahat ve en yüksek mevkie çıkmıştır. Şimdi bu mukayeselerden sonra laikliğin ehemmiyet ve lüzumunun takdirini size bırakıyoruz. 

Muhterem müslümanlar! 

Laik rejim sizi asla korkutmasın. Dinimize dokunan yoktur. Bilakis dininiz daha fazla kuvvetlenecek daha ciddi daha samimi daha mukaddes olacak daha çok şeref kazanacaktır. Laiklikten Avrupa devletleri büyüyüp dünyaya hakim olduktan sonradır ki Hıristiyanlık itibar kazandı ve her tarafa bu derece yayılıp dal budak saldı. 

Halbuki Avrupa devletleri laik olmazdan evvel Hıristiyanlığın bu kadar kıymet ve itibarı yoktu. Hıristiyanlar, müslümanların eli altında zebün idiler, çok zayıf ve fakir idiler. 

Düşmanlarımızın silahlarıyla silahlanmak en akıllıca bir hareket değil midir? Madem ki onlar laiklikten bu derece faide gördüler, niçin biz de bir an evvel o yoldan yürümeyelim. Görüyoruz ki o yolun hedefi çok karlıdır. Hülasa yukarıda söylediğimiz gibi laiklik sadece ladini olmaktır. 
Gayr-i dini olmak değildir. Gayr-i dini olmak dini ortadan kaldırmak demektir. 

Türkiye’de camiler herkese açıktır. müftüler, imamlar ve müezzinlere devlet maaş verir. 

Vakia Türkiye Cumhuriyeti, İslam dininin şerefini arttırmak için din adamları arasındaki cahil ve şarlatanları ayırmış ve onları din işleriyle uğraşmaktan menetmiştir. Fakat diğer taraftan da alim ve kıymetli hocaların ciddi mesaisini takdir ederek onlara laik olduğu kıymeti vermektedir. 

İstanbul Üniversitesine bağlı bir İslami Tedkikler Enstitüsü vardır. Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul’da bir de mükemmel İslam müzesi açmıştır. 

Hülasa müslümanlar! 

Türkiye’nin laikliği İslamlığa zarar vermemiş bilakis İslamlığın şerefini arttırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti ancak İslamlığın şerefini ihlal edecek 
cahil ve menfaat-perest hocaları dağıtmış fakat ciddi, alim ve temiz ahlaklı olanlara dokunmamıştır. 

Çünkü! Zulum ve iltimas kaynağı olan Osmanlı sarayının etrafında asırlardan beri cahil ve kötü ruhlu hocalar toplanmıştı ve bunların yetiştirmeleri İstanbul’da kök salmıştı. Bunlar bizim hocalarımıza benzemezlerdi. 

Bunlar din namına halkı haraca keserler ve kendileri gizli gizli her dinsizliği yapmaktan çekinmezlerdi. İşte laik hükümet, İslam dinini bu kötü unsurlardan kurtarmak için bunların medreselerini kapattı. İçlerinden muzır olanlarını cezalandırdı. Bütün bu dini ıslahat İslamlığın zararına değil, iyiliğine olmuştur. Buna emin olalım. 

Hülasa: Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki başımızda bulunan devlet, laik olmazsa ahalinin dünya işlerini tanzim için bir Hıristiyan laik devlet gelip başımıza geçiyor. Buna Manda İdaresi diyorlar. Tunusta, Fasta, Trablusgarbta hasılı henüz laik olmamış bütün İslam memleketlerinde olduğu gibi. 

Halbuki kurduğumuz idare laik olursa yabancıların gelmesine ve ahalinin haraca kesilmesine lüzum kalmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi. Demek ki devletin laik olması, ahalinin bu derecelerde iyiliğine imiş. Hasılı laik rejimin iyiliği hakkında misalleri saymakla bitiremeyiz. 

Şu halde Müslümanlar! 

Yanlış telkinlere kapılmayalım, bizi aldatmak isteyenlerin sözlerine kulak asmayalım, Türkiye’de dinsizlik değil sadece laiklik vardır. Türkiye din aleyhine çalışmıyor. Bilakis dinin şerefini arttırmağa uğraşıyor. Laiklik kötü bir şey değildir. Bilakis memleketin selameti halkın refah ve saadeti için şarttır. Tehlikesi değil faidesi vardır. Laiklik dinsizliktir şeklindeki yanlış inanışları düzeltelim ve aldanışları tashih edelim. Yeni rejim ve doğru yolun meziyetlerini anlamayanlara kızmayalım, onlara doğru yolu göstermeğe çalışalım. Ancak böylelikle İslam alemi asırlardan beri içinde bocaladığı sıkıntılardan kurtulur. Müstakil ve rahat olur, hür ve mesud yaşar. 

Doç. Dr. Zekeriya KURŞUN

..