Ali TARTANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali TARTANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2017 Salı

BAHAR SON, SEN SOM



BAHAR SON, SEN SOM

Ali TARTANOĞLU
ŞİİR


Yine geldi Eylül
Mevsim yine Son-bahar
Benim de sonbaharım artık
Ayna öyle diyor
Aynanın göstermedikleri de
Hep sonbahardı
Bunca sonbaharın
Som-bahar olmadı hiçbiri
Bir tek sen varsın som
İçimde saklı
Şükür…

http://mulkiye.org.tr/yazilar-konusmalar/

Fikri Dekolte

Fikri Dekolte


Fikri Dekolte: Erkek Egemen Toplum Baskısı ve Din

   
Vizyon… Misyon… Konsept…
Erkek egemen toplum… Erkek egemen toplumun baskısı…
İkinci satır, insana birinci satırdaki sözcükleri hatırlatıyor.

İki gurup da 80'lerden sonra modalaşmış ve zaman içinde gerek ilk guruptakiler gibi asıl dilbilimsel, gerekse ikinci gurup gibi sosyolojik anlamlarını yitirerek siyasileşmiş terim ve deyimler.

Erkek egemen toplum ve onun baskısı ifadesini genellikle şehirli, okumuş-yazmış, entelektüel, hatta baya baya aydın, dolayısıyla küçük burjuva, çalışan, hatta meslek sahibi, modern, en çok iki çocuk doğurmuş, genellikle tek çocukla yetinmiş, hatta onu bile yer yer estetik kaygılarla yapmamış, can sıkıntılarını alış verişle gideren, canları sıkılınca psikologlara koşturabilen, yahut bunlar söz konusu olmasa bile zaten makam mevki, unvan sahibi ve nihayet laik ve başı açık kadınlar kullanıyor.

Tarlada çapa yapan, inek sağan, kaynana, görümce kahrı çeken, evde erişte kesip sucuk dolduran, evinin bütün işlerini tek başına kendisi gören, bu arada Allah ne verdiyse üç, beş, sekiz, on çocuk doğuran, hepsiyle asgari gereklilikler ölçüsünde ilgilenen, bunun kaçınılmaz gereği olarak bir de koca kahrı çeken, yer yer dayak yiyen, sokakta bir oğlana baktı diye ayağına taş bağlanıp nehre atılan, dünyanın öteki ucuna bile gitseler yine bulunup töre cinayetiyle namusların temizlendiği; amcasının, dayısının, hatta abisinin, babasının tecavüzüne uğrayıp hamile kalan, sonra da aynı vahşiler tarafından intihara zorlanan; berdel mağduru, kumalık mağduru, hiç tanımadığı, sevmediği veya tanısa bile kendisinden kırk yaş büyük erkekle başlık parası karşılığı evlenmeye zorlanan kadınlar değil!..

Nedir birinci guruptaki kadınların kastı, erkek egemen toplum ve onun baskısından?

İkinci guruptaki hemcinslerinin çektikleri mi?

Hayır. Ben görmedim böylesini. Acizane…

Öyleyse nedir mesele?

Hem çalışıp hem de, kocaları arkadaşlarıyla meyhaneye takılıp geç gelebilirken, akşam koştura koştura eve gidip yemek yapmak sorumluluğunun kendilerinde olması…
Başka?.. Ya evli değillerse?…

Mesela gecenin geç saatinde, belli bölgelerde bulunmanın yaratacağı sıkıntılar, iş hayatında, kapalı veya açık mekanlarda kalabalıklarda yaşadıkları rahatsız edici durumlar, tacizler, sarkıntılıklar…

Hatta… Erkeğin çapkınlığıyla kadının çapkınlığına aynı gözle bakılmaması…

İş hayatında kendilerine güvenilmemesi, erkeklerden daha zor terfi edebilmeleri… Ve saire…
Şimdi:

1 - Bunların hepsi doğrudur. Fiili durumdur, hayatın gerçeğidir. Fotoğraf budur.

2 - Birinci guruptaki kadınların, ikinci guruptaki kadınlarla, onların hayat memat meselesi sayılabilecek sorunlarıyla hemen hiç ilgilenmedikleri, tamamen kendi dünyalarına kapandıkları da bir gerçektir; birinci madde bu saptamalar için de geçerlidir.

Birinci guruptan pek çok kadın, “Kürt” sorunu gerekçesiyle Hakkari’ye gitmiştir de, sebebi belirlenemeyen kadın intiharları dolayısıyla Batman’a, Şırnak’a, Urfa’ya gitmemiştir. Buna, Duygu Asena gibi bu işin bayraktarı sayılanları bile dahil etmek pek kuvvetle mümkündür. Töre cinayetleriyle, sebebi bilinmeyen kadın intiharlarıyla, berdelle, vb. kadın sorunlarıyla ilgilenenler yine örneğin Fikret Otyam vb. gibi erkeklerdir.

Bu yazının konusu açısından en önemli husus denilebilecek “türban” konusu da yüzde 90 nispette yine her iki tarafın erkekleri tarafından tartışılmıştır, tartışılmaktadır. Erkek egemen toplum-ideolojinin baskısından şikayet etsin etmesin şehirli başı açık kadın da, türbanlı kadın da bu tartışmanın yüzde 95 nispetinde dışındadır. Katılmamaktadır, susmayı tercih etmektedir. Ayrıca, “erkek egemen toplumun baskısı” ndan şikayet eden kadınlar açısından, türbana karşı çıkan erkekler de ayrımsız bu şikayetin muhatabıdır.

Ve 3… Türbana karşı çıkan erkekleri de, töre cinayetlerinden, sebepsiz görünen kadın intiharlarından vb. söz edenleri de dahil edip erkek egemen toplumun baskısından şikayet edenler, türban konusundaki tartışmaya hiç katılmayan, töre cinayetinden, sebebi bilinmeyen kadın intiharlarından hiç söz etmeyen şehirli, aydın, laik, başı açık vb. kadınımın ta kendisidir!..

Hatta bunlara bir 4'üncü madde eklemek bile mümkün: Kendisi birinci guruba dahil olduğu ve erkek egemen baskıdan şikayet ettiği, buna karşılık töre cinayeti vb.ne hiç girmediği halde, türbana karşı çıkmak bir yana, demokratlık, özgürlük, çeşitlilik, farklı olana tahammül falan filan gibi dangalaklıklar adına türbanı, özgürlük, kişisel tercih, inanç sorunu. demokrasi sayan “kadınım” lar!…

Fikri dekolte

Bu çok seksi bir fikri dekoltedir, ama aynı zamanda vahim ve hazin bir kaçak güreştir. Teşbihte hata olmazsa, El Kaide terörü Londra Metrosunu, İspanya trenini vurunca, Hollandalı sanatçı sokak ortasında fanatik Müslüman gerici tarafından kıtır kıtır kesilince kıçını yırtan Avrupa’nın, aynı terör, 11 Eylül’de kendisini vurunca Haçlı seferleri başlatıp bütün İslam dünyasına kan kusturmaya soyunan Amerika’nın, sıra PKK terörüne gelince özgürlük mücadelesi, ayrılıkçı gerilla, demokrasi falan filan demeye başlamasına, yaratıp beslediği, içinde barındırdığı her türlü üçüncü dünya terör unsuruna “burada uslu durun; gidin kendi memleketinizde, başka yerde ne yaparsanız yapın” diye sahip çıkmasına, bir yandan Müslüman diye Türkiye’yi Avrupa Birliğinde istemezken, öte yandan şeriatçılığına filan hiç aldırmadan, adını ılımlı İslam koyup Recep’in AKAPE’sini desteklemesine benzer… AKAPE’nin Türkiye’de, Mollaların İran’da, sülale krallarının Arap şeyhliklerinde kendi halklarına ne yaptığı, Müslüman kardeşlerin Mısır’da yaptıkları onları hiç ilgilendirmez. Kendilerine bulaşmasınlar yeter.

Bari son sözü baştan söyleyelim de, küfredip okumayı bırakacak olanlara fazla zahmet vermiş olmayalım:

ERKEK EGEMEN İDEOLOJİ, ERKEK EGEMEN TOPLUM… Ve BUNLARIN BASKISI, özünde tamamen DİN’le şekillenmiştir.

Hele bugünkü endüstrileşmiş, modalaşmış, ticarileşmiş, çıkarlaşmış haliyle değil türbanın, hatta örtünmenin bile, Muhammed döneminde söz konusu olmadığı da, dolayısıyla Kuran’da olmadığı ve olamayacağı da, okunup, öğrenip bilinince çok açık, kesin.

İslamiyet’in evlilikten mülkiyete hatta kimi ibadetlere kadar çeşitli kurallarını hiç tınmayan, eğer maksat erkeği tahrik etmemek üzere saçının telini bile göstermemek için örtünmekse niye çador, hadi o çok vahim, çarşaf, hadi o da olmaz, anneleri, babaanneleri gibi başörtü örtmedikleri pek meçhul… düzeltiyorum çok malum kadınların, niye ille de çok sosyetik bir yöntemle ve hatta yüzlerini gözlerini de otuz ton boyaya bulayıp türban denilen hadiseye büründükleri, hatta türbanın altına yer yer yırtmaçlı etek de giyebildikleri, kıvırtmak dışında adam gibi cevap verilemeyen muhkem bir sorudur.

Kadının saçının telinin bile görünmesinin erkeği tahrik edeceği, erkeği her an, her dakika pipisinden başka şey düşünmeyen varlıklar olarak görme şeklindeki ağır hakaret bir yana (kaldı ki cinsellik denilen güdü kadında da var. Eğer saç teli bu kadar mahirse, erkekler sürekli başı açık geziyor, üstelik sakallı ve bıyıklı olabiliyorlar. O zaman kadınların da ya sürekli erkeklerin üstüne atlıyor, ya da duvarları tırmalıyor olması gerekmez miydi?..), ortaya çıkışı itibariyle bizatihi kadının, kadınların düşündüğü, talep ettiği, gerek duyduğu bir durum veya bir davranış değildir örtünme, türbanlılık…

Tamamen erkek kafasının bir ürünüdür!!!..

Hayır hemen, sınıfsal tahlilden ödü kopan, sadece modernlik, demokratlık, centilmenlik hatta sözüm ona solculuk adına kadın yalakası kadıncılardan birinin sözleri saymayın bunu… Bu hadise tamamen siyasi ve sınıfsal bir hadisedir.

ÇÜNKÜ KADINA HAKİM OLDUĞUNUZ ZAMAN BÜTÜN TOPLUMA HAKİM OLURSUNUZ!..

Birinci gurup kadınların tanımıyla erkek egemen toplum, onun ideolojisi ve baskısı birden ortaya çıkmamıştır. Kaldı ki hele “ideoloji”, yani siyasileşme diyince, cinsel organlar kesilip atılır veya çimentoyla doldurulur. Üstelik burada kimsenin kimseye baskısı filan falan da yoktur. Kadınlar bizzat çimentolar, erkekler bizzat keser!… Yardıma da, zorlamaya da hiç birinin ihtiyacı olmaz!..

Anaerkil toplumun yıkılması veya dönüşümüyle birlikte kaybetmiştir kadınlar.

Ama yine sınıfsallıktan bağımsız olarak değil!

Anaerkil toplumun ataerkil toplumdan daha adil, daha az çıkarcı, daha az paraya, lükse, çıkara düşkün olacağını, olduğunu kim söyleyebilir?

İşte o trajik ve tarihi kaybedişten, yenilgiden sonra ve pek de çok geçmeden, ailenin, devletin ortaya çıkmasına paralel olarak “ERKEK” zihniyeti de hızla uyanmış, kendisini, kendi zaaflarını ve tabi ne yapmak istediğini de çok iyi bildiğinden icabeden tedbirleri derhal almıştır. Yani KADINA hakim olmuş, ona hükmetmiştir.

Kadın toplumun yarısı demektir. Kadına hükmedince, kadını sınırlayınca, kadını korkutunca toplumun yarısını sindirmiş, yarısına hükmetmiş, zapt-ü rapt altına almış olursunuz o yarıyı. Peşinen…

E çocuklar?.. Hemen hemen buluğ çağına kadar tamamen ananın etkisinde, hayranlığında, güdümünde ve bağımlılığında olan çocuklar?.. Geleceğin yetişkinleri?..

Ve nihayet erkekler?.. Kocalar, babalar, kardeşler, abiler ve saire?..

Sistem, erkeği karısına, kadınına emanet eder

Anadolu’da biraz haylaz, çapkın, düzen tutmaz gençler için niye “yav şunu everelim de başını bi” bağlayalım” denir? Ne demektir bu? Ne kadar hızlı, atak ve saire olursa olsun, evlenen erkek uslanır demek!…

Hayır! Öyle çapkınlıktan, hovardalıktan filan söz etmiyoruz. O zaten özel hayattır; iki kişi, kadınla erkek, karı ile koca arasındadır… Burada tartışma konusu o değil, ama, çoğu zaman evlilik bu amaca da hizmet eder…

İse de… Bu sözlerle asıl kast edilen, toplumsal, giderek siyasi anlamda erkeğin, evlilik yoluyla zapt-ü rapt altına alınmasıdır.

Aileler kız çocuklarına genellikle sakin hatta “süt” bir liman şeklinde koca ararlar. Gemi hep sakin denizlerde yol almalıdır, hep turistik yat gibi olmalıdır. “Love boat”, aşk gemisi… Hatta limandan hiç ayrılmasa daha da iyi olur. Hele öyle açık denizler filan… Allah korusun, fırtınadır, tayfundur.. Hele zamanede “tsunamiler” de revaçta…
Koca dediğin “sabah işine akşam evine…” olmalıdır. Kadın dediğin de yani onların kızları da zaten evinin işiyle, çocuklarıyla şarkılar söyleyerek uğraşıp akşam kocasının gelmesini bekleyecektir aşkla… Değil mi?

Kadına hep kocasına mûti olması telkin edilir. Kadın da bunu evvelallah pek ala becerir… Kaprisle yapar, cilveyle yapar, cinselliğiyle yapar… Yapar da yapar. Erkek de ya doğasındaki vazgeçilmezi olan cinselliği en kolay evde bulduğu için, yahut aman başım ağrımasın, ne biliyorsa onu yapsın, ne istiyorsa onu yapayım diye munisleşir.

Ohhh!… Kebap…

İşte, Haluk Bilginer’in çoook güzel ifade ettiği gibi, devlet, yani egemenler, yani sistem aileyi sever, bu nedenle sever…

Tevfik Fikret işte bu anlamda “Kahrolası hanede evlad-ü ayal var” diye haykırır!..
Sevgili Uğur Mumcu da bunu sohbetlerinde, yazılarında çok güzel ifade eder, fırtınalaşacak, hele tsunamileşecek erkek-kocaya karşı en başta kendi ailesinin kadınları, annesi, kız kardeşleri falan filan, muhkem bir majino hattı oluşturur ve “- Kendini düşünmüyorsan pırlanta gibi çocuklarını düşün, gül gibi karını düşün… diye zırlamaya başlarlar” derdi…

Mealen…

Hele günümüzün şehirli, küçük burjuva, iyi kötü okumuş, çalışan kadını bu işin piridir. Geldiği gittiği saati kontroller… Sürekli aramalar… Daima tetikte beklenen ritüeller… Erkek sanki sürekli sınavdadır. Bakalım doğum günümü hatırlayacak mı… Veya unutacak mı… Bakalım evlenme yıldönümünü… Bakalım sevgililer gününü… Bakalım yılbaşını… Bakalım… Bakalım… Bakalım…

Kadın bunu tamamen kendi iç güdüleri itibariyle, farkında olarak veya olmayarak erkeğin hovardalıklarına karşı bir tedbir diye uygular; ama sonuç değişmez… Erkek evinden karısından, çocuğundan çoluğundan başka şeyle ilgilenmez hale gelir…
İşte ailenin ve onun başat unsuru kadının, erkek karşısında devlet açısından, sistem açısından kerameti de budur!

Yani erkek, toplumsal anlamda da ehlileştirilmektedir evlilik, kadın ve çocuklar sayesinde… Grev diyince düşünecektir, toplu gösteri diyince düşünecektir… Hele hele tek başına birilerine, bir yerlere posta atmaya asla kalkışmayacaktır… Hanede evlad-ü ayal vardır. Kendisini düşünmese de pırlanta gibi çocuklarını, gül gibi karısını düşünecektir.
Kadının, çapkınlıklarını kontrol amacı ile, sistemin, egemenlerin aykırılıkları, asilikleri dizginlemek amacı aynı noktada birleşir. Sistem, erkeği karısına, kadınına emanet eder. Etmiştir.

Bunun bir tek istisnası vardır: Askerlik… Görev… Ölsen de sakıncası yoktur. Sistemin amaçları doğrultusunda, uygun gördüğü, onayladığı şekilde öldüğün için, az veya çok maaş bile bağlanabilir kalanlara. Öyle şartlandırıldığı için kadının da zaten itirazı yoktur. Olamaz.
Ancak, elinizdeki malzeme nihayet insan. Bir noktadan sonra ipin ucu kaçabilir; her zaman kontrol edemeyebilirsiniz. İnsanın doğasında var bıçağın kemiğe dayanması esprisi. Bir an gelip zıvanadan çıkabilir. Kadın mutiliğe, erkek munisliğe “yetti gayrı” diyebilir. Deveyi daha sağlam bir kazığa bağlamak lazım. Ne olabilir bu kazık?

Din!…

İpsiz kendirsiz bağlayabilirsiniz insanı. Tabi özellikle kadını… Genetik veya milyonlarca yılda sonradan öğretilen “yuvayı yapan dişi kuş” luk niteliği zaten var.

Buna bir de öte dünya korkusu, yanma yakılma korkusu ekleyin.

Cehennemde yanmak istemiyorsan kocana muti olacaksın biiiiir…. Onun tarlası olacaksın ikiiiiii… Döver söverse, hatta üstüne ikinci, üçüncü, dördüncü karıları da getirse sesini çıkarmayacaksın, “ne yapalım!… Döver de sever de…” diyeceksin üüüüç... Yanında kocan veya nikah düşmeyen erkek akraban olmadan dışarı çıkmayacaksın, pencereden bile bakmayacaksın (Osmanlı evinin penceresi onun için ahşap kafeslidir!..) Onlarla çıksan bile, hele tek çıktığında zinhar hiçbir yerin dışarıdan görünmeyecek döööööört… Kocan “boş ol” dedi mi, bohçanı ve çocukları toplayıp babanın evine döneceksin beeeeeş…

Babandan kalan mirastan erkek kardeşinin yarısı kadarına razı olacaksın altıııııı… Mahkemede şahitliğin geçerli olmayacak yediiii… Kocan çapkınlık yaparsa “el kiri” olacak, seninki ise zina sayılacak ve toprağa gömülüp taşlanarak öldürüleceksin sekiiiiiz…

Bütün bunlar kadını sinikleştirir, kişiliksizleştirir. Korkak ve statükocu yapar. Yerine de o kendisi muti, kocasını munis yapmanın hünerlerini edinmiş kadın kalır.
Ama daha kötüsü, kadın üzerinden bütün toplumu sinikleştirir, kişiliksizleştirir, korkak ve statükocu yapar. Zaten burada kast edilen, kadının sadece kocasına değil sisteme de mutileşmesi, buna paralel olarak kocasını sadece kendisine karşı değil sisteme karşı da munisleştirmesi, uysallaştırmasıdır.

Kadın zaten ilginç bir yaratıktır. Bir yandan yanındaki erkek güçlü olsun, “masaya vurdu mu yumruğunu!..” olsun ister; öte yandan da bu yumruk ve masa kendisine karşı olmasın ister en başta; ama dışarıya karşı olunca da “kendini düşünmüyorsan beni, çocuklarını düşün” edebiyatı başlar. Bu çelişkiler yumağını çözeceğim derken, hangisine uyacağım derken zaten erkeğin kafası da yeterince ambele olmuştur, pes eder ve uyar.
Hele bir de erkek iyi para kazanıyorsaaaa!.. Bütün mafya babalarının, diktatörlerin vb., yanında mutlaka kadınları, karıları vardır. Ve hiç biri sormaz “yahu adam sen nereden kazanıyorsun, nasıl kazanıyorsun bu kadar parayı, helal mi, meşru mu?!..” diye.

Bir zamanların ünlü İSKİ Skandalini, İSKİ Genel Müdürü Ergun Göknel ve değerli aşi Nurdan Hanımefendiyi hatılayın. Ergun Bey 20 sene öncenin parasıyla 8 milyar rüşvet almış, Nurdan hanımın ihbarı üzerine de tutuklanıp, yargılanıp yıllarca hapis yatıştı. Sonradan anlaşıldı ki, Nurdan Hanım, gerçekten “haram para” korkusuyla değil, rüşvet parsını 25 yaşındaki bir “çıtır”la yemeye kalkışınca şikayet etmişti kocasını… Kendisiyle yeseydi, muhtemelen şikayet filan da etmeyecekti.

“Tevekkül” nedir?!.. Sadece kaza ve kaderin Allah’tan geldiğine inanıp, Allah’a isyan etmemenin adı mıdır?

Hadi canım!…

Tevekkül esas olarak bal gibi dünya işlerinde başına insanlar, yönetenler, hakimler, egemenler yüzünden gelene itiraz etmemenin adıdır!

Ayet var. “Ben ilmi isteyene, zenginliği istediğime veririm!…”

Yani ilim, bilim, bilgi istersen, ulema, allame, bilgin olmak istersen, Allah bir dediğini iki etmiyor kullarının, kim isterse ona veriyor. Yani yine senin istemen gerek, ama yeter. İste kafi… Amma parayı, sadece Allah’ın uygun gördükleri kazanıyor… Senin istemen yetmez. (Yani aslında her şeyi öncelikle Allah kendisi isterse veriyor. Ama şartı var. Bazı şeyleri istemeyene kendiliğinden vermiyor, ama isteyene de hemen veriyor. Bazı şeyleri istesen bile, eğer uygun görmüşse veriyor. Görmemişse vermiyor. Sanki Allah değil de köyün ağası tarif ediliyor!..)

Ne demek bu?

Serveti sorgulama, sen bunu nasıl kazandın, vergisini (veya zekatını) verdin mi, meşru mu, helal mi demeye kalkma, günaha girersin. Çünkü Allah öyle uygun görmüştür, demek bal gibi!
Allah’a gidip sen böyle bir laf ettin mi diye soracak halimiz yok ya! Uydur uydur ebe gömeci!..

Ama sonuç çok önemli. Serveti, kazancı, zenginliği sorgulayamayınca sistemi sorgulayamıyorsun. Adam Allah’ı almış arkasına!… Ohh!… Sendika, grev bile günah sayılabilir artık!..

Batı Doğu’yu ve Afrika'yı, zalim mazlumu, emperyalizm sömürgeyi “din” le vurmuştur

Türkiye’de 1960 anayasasından itibaren gelişen sol akımlara, sosyalizme, komünizme ilk tepkiler kimlerden gelmiştir? Sanırsınız ki ülkücülerden, MHP’lilerden!.. Hayır! Bugünkü İslam tüccarlarının ana rahmi sayılabilecek Komünizmle Mücadele Derneklerinden gelmiştir. O derneklerde ülkücüler de vardı. Ama onların önemli bir kısmı, tıpkı MHP Ankara il Başkanı gibi, “geçmişin Marksistlerine haksızlık etmişiz. Ekonomik bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlık olmaz diyorlardı. Haklılarmış” demekte tereddüt etmiyorlar artık!..

Amerika’nın, yıkılmadan önce Sovyetler Birliği’nin çevresinde oluşturduğu çemberin adı olan “Yeşil Kuşak” neydi? Komünizme karşı “MÜSLÜMAN” bir kuşatma!… Niye?…
Çünkü çarpıtılmış Kuran’da Amerika’nın, emperyalizmin ve kapitalizmin işine gelen o kadar çok hüküm var ki!… “Feto” boşuna mı Amerika’da, emperyalizmin ve kapitalizmin kucağında!?..

ABD komutasındaki Batı emperyalizmi, solcu ve laik Arafat’ı ve Filistin Kurtuluş örgütünü tasfiye edince ne oldu, yerine ne geldi, neyi getirdi? HAMAS ve Hizbullah!…
Afganistan’da Atatürk ve Cumhuriyet’ten itibaren laik bir şekilde gelişerek Babrak Karmal’llara kadar uzanan yapı Amerika tarafından yıkılıp yerine ne kondu: Taliban!..
Amerika, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’i terör örgütü sayıyor mu? Cezayir’deki kör bıçakla kafa kesen FIS’ı terör örgütü sayıyor mu?

İran’da on yıllarca pehlevi şahlarını koruyup kollamışken, Şah Rıza’yı kim devirip, yerine Humeyni’yi getirdi?..

Pakistan nasıl İslam Cumhuriyeti haline geldi? Benazir niye öldürüldü, kim öldürdü?
Türkiye’de 12 Eylül çetesinin başı niye ilk iş olarak, Atatürk’e ve Cumhuriyete ihanet pahasına ve sözüm ona komünizme dur diyebilmek uğruna ilk iş olarak “Türk-İslam sentezi” ne sarılıp, Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri başkanlığının Avrupa’ya gönderdiği resmi devlet memuru imamların maaşının Suudi ticaret-siyaset-tarikat örgütü RABITA tarafından ödenmesini onayladı? Türkiye devletinin 100 imama maaş ödeyecek parası mı yoktu?

Evet! Özetle, Batı Doğu’yu, zalim mazlumu, emeperyalizm sömürgeyi “din” le vurmuştur. Hem de Doğu’nun, mazlumun, sömürgenin kendi diniyle!..

Batı ve Hıristiyanlık

Batı da kendi diniyle, yani Hıristiyanlıkla vurmayı, yani dini, yani Hıristiyanlığı kendi maddi çıkarları, emperyalist amaçları uğruna kullanmayı da hiç ihmal etmemiştir. Bugün, geçen yüzyıldaki bütün tüketilmiş, hatta yok edilmişliğine rağmen Afrika’nın en gelişmiş, en demokrat, en medeni ülkesi sayıldığı halde Ruanda misali kabileler arası bir iç savaşın eşiğinde hatta belki içinde olan Kenya’nın kurucu önderi Jomo Kenyatta’dır “Misyonerler geldiğinde onların elinde İncil bizim elimizde verimli topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi yumup dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onların elinde bizim verimli topraklar, bizim elimizde onların İncil’i vardı…” diyen!!!…

Zenginlik ille de tek ülkenin içinde birey birey sorgulanmaz ki!.. Sen bu serveti nasıl kazandın, helal mi, meşru mu, alın teri mi, vergisini ödedin mi yerine, “alçak Bati (Amerika ve AB)! Senin servetin bütün dünyayı sömürmekten kaynaklanmıyor mu?!.. Benim paramı yine bana borç diye verip, faiziyle beni sömürmüyor musun” demek de mümkün!..

E ama bu solculuk, komünistliiik?!…

Amerika’nın imdadına bu noktada Kuran yetişir:

“- Ben serveti istediğime veririm!..”

İşte Amerika da minberdeki vaiz gibi, “Bak senin Kuran’ın ne diyor. Bırak komünistliği!..” girizgahıyla bu sözleri tekrarlar. Çünkü bugünkü Kuran’a göre Allah’ın sözleridir bunlar. E Allah hepimizin Allah’ı ise, onun kullarından biri olmak sıfatıyla Bush da bunu Müslüman’a karşı kullanır!

Yeşil Kuşak da buydu, BOP-GOP ve saire de budur, turuncu, portakal, eflatun devrim de budur!…

Kadın meselesi, türban meselesi de böyle!.. Üstelik daha köklü, daha derinlikli bir tedbir. Testi kırılmadan tokat vurmak misali…

Yukarıdaki yedi kuralı yetmiş yediye çıkarmak da mümkün ve hepsi de dinin kuralları… Siz bakmayın sadece türban, namaz, oruç ve hac gibi görünür kurallara uyup diğerlerinin işlerine gelmemesine…

Orta Asya Türk toplumu ve Din

Kim koymuş bu kuralları? Elbette erkekler koymuş, amma yine de din kuralları!. Ben böyle istiyorum dememiş, Allah böyle istiyor demiş kurtulmuş ERKEK!.. Yoksa Allah erkek değil ya!..
Suret-i katiyyede “gelenek” değil… Orta Asya steplerindeki Şaman Türk’ün dünyasında kadının yeri erkeğin tam omuz başı… Orta Asya Türk toplumu zaten kamusal bir topluluk. Hakan bile öyle astığı astık, kestiği kestik bir diktatör değil ki kadın eve, çadora, çarşafa, türbana, kocaya, babaya hapsedilsin!.. Elbette ev yükü, sorumluluğu belki yine onların. Ama asla itilip kakılmamışlar, ikinci sınıf yaratık olarak görülmemişler.. Hükümdar eşi “Hatun”, kocası Kaanla birlikte devlet işlerine de müdahilken sıradan kadının evde kocasına denk olmaması mümkün mü!..

Kadının ikinci sınıf yaratık olarak görülmesi benim geleneğimde yok. İslamiyet’le başlamış, İslamiyet’le girmiş.

Yani burada erkek egemen toplumun erkek egemen ideolojisinin baskısı değil sorun.
Bizatihi, hangisi olursa olsun dinin baskısıdır söz konusu olan. Engizisyon mahkemelerinin, Cizvit papazlarının çıktıkları “cadı avları” nda yakalayıp yaktıkları kimlerdi? Siz hiç “erkeğe” cadı dendiğini duydunuz mu? Bu mahkemeler bizatihi kilisenin, Papalığın mahkemeleri, yani dini mahkemeler değil miydi!?!.. Daha dün, 2000'li yıllarda Sudan’da zina yapıp hamile kalan kadının öldürülmesine hükmeden mahkeme “şeriat mahkemesi” değil miydi? Afrika’nın kimi kabilelerinde kız çocuklarını, “sırf” günah olduğu manyaklığından hareketle ve “sırf” cinsel zevk almasın diye kızların çocuk yaşta sünnet edilmesi(!), yani klitorislerinin kesilmesi de bir din kuralı değil mi?

Ve bütün bu kurallar erkeklerin ürettiği kurallar değil mi?.

Ama aynı erkekler niye “MEDENİ” kanunlarına bu tür kurallar koymuyor, koyamıyor? Çünkü bu tür ilkellikler ancak din maskesi altında mümkün ve hatta çok kolay gerçekleşebiliyor da ondan!..

Klitorisleri kesilmese, töre cinayetlerinin potansiyel mağduru olamasalar, zina gerekçesiyle recm edilerek öldürülmeseler, hatta amcası tarafından tecavüze uğramanın ötesinde, bir de hamile kaldı diye intihara zorlanmasalar, berdel mahkumu ve mağduru olmasalar, inek sağıp, dokuz çocuk doğurmasalar, erişte kesip sucuk doldurmasalar bile, doldurmadıkları halde, erkek egemen ideolojinin baskısından yakınan “kadınlarım” ın, bütün bu vahşetin muhatabı olan hemcinsleriyle ilgilenmemeleri bir yana…

Bir de tutup, erkek egemen toplum ve onun ideolojik baskısının en belirgin, bayrak misali tezahürü olan “türban” konusunda, özgür kişisel tercihtir, tamamen şahsidir, demokrat olmak lazım, farklı renklere tahammül etmek lazım edebiyatına, zevzekliğine, aldatmacasına girişmesi…

Farklı düşünenleri aptal yerine koymak bir yana (ki bu da nevzuhur demokrasi anlayışının alçaklıklarından biridir!..), tam bir kalleşliktir, belden aşağı vurmadır, fikri kalleşliktir. Ama herhalde, hatta kesinlikle demokratlık vb., değildir.

Erkek egemen toplumun baskısından şikayet ediyorsan, bunun dinle bağlantısını midene oturtup türban goygoyculğu yapmayacaksın; türban goygoyculuğu yapacaksan (hatta türban tartışmasında susacaksan) erkek egemen toplumun baskısı diye mızıldanmayacaksın!.. Bu hadise “efendim her şey ya beyaz ya siyah değildir: Bir de gri vardır” zevzekliğiyle açıklanamaz.

Burada gri artık yavşaklıktır!..
Ya da… Tıpkı Humeyni gericiliğinin başlangıcında saçı göründü diye vincin ucuna asılarak öldürülen kadınlar gibi sallanmaya hazır olacaksın!..

Yazık değil mi!
Bir kere de kedi olup fare tut yahu! Kocaya dayılanıp durmak değil marifet… Bir de sistemin ta kendisine dayılan!

Mamafih…
Buğra Atsız pek güzel ifade etmiş:

“Milliyetçiliğin içi boşalmıştı. Ama tek tesellim, Müslümanlığın da içini hızla boşaltıyorlar. Belki bu sayede Türklüğün kıymeti anlaşılır” diyor.

Keşke… Hele Müslümancılığın pabucu da dama atılırsa, Türklüğün, kadınlığın, erkekliğin, adamlığın, insanlığın tek başına kıymeti, kıymetleri de çok daha iyi anlaşılacaktır. Kuvvetle inanıyorum!..



Ali TARTANOĞLU


http://www.transanatolie.com/turkce/turkiye/turkiye%20gercekleri/fikri_dekolte.htm

Madam Paris, Başın Sağolsun

Madam Paris, Başın Sağolsun 

Ali Tartanoğlu
03.12.2015 11:25 


Peki Amerika’da ya da Fransa’da niye bir anda iç savaş çıkmıyor? mös-terler Suriye’yi 2011’de niye bir anda hoplattı? Suriye’deki sözde muhaliflere az mı silah, para akıttılar? IŞİD militanlarının ne kadarı Fransa (İngiltere, İtalya, Almanya vb…) vatandaşı? Seni kana bulayanların ne kadarı yabancı uyrukluydu?
  Sevgili Madam Paris, başın sağ olsun, büyük geçmiş olsun.

Bizde güzel bir söz vardır: “Hekim kim?.. Başından geçen…” derler. Seni en iyi anlayacak olanların başında biz varız. Hem de mösyö fransaya rağmen!..

Çünkü benim ve sayısız Türk için, mösyö fransa, “Madam Paris” değildir. Biz mösyö fransadan pek hoşlanmayız, ama Madam Paris’i severiz, sayarız, hayranlık duyarız. Bu nedenle sana ve senin 132 insanına üzülmememiz imkansız.

Bizim için “Madam Paris” Hugo, Zola, Sartre, Stendhal, Balzac, Prevert, Jules Verne, La Fontaine, Malraux, Maurois, Racine, Moliere, Descartes, Pascal, Rousseau, Diderot, Montaigne, Montesquieu, Camus, Boudlaire, Aragon, Cezanne, Gauguin, Matisse, Monet, Renoir, Toulouse Loutrec, Delacroix, Bizet, Ravel, Piaf, Aznavuour, Bardot, Alain Delon, Belmondo, Depardieu, Jean Reno, Deneuve, Louis de Funes, Enrico Macias, Moustaki, Vartan, Jean Gabin ve daha pek çoklarının anası; kültürün, sanatın, felsefenin, bilimin, aydınlanmanın en önemli merkezlerinden biri, belki birincisi, atar damarı olan güzel bir kadın... Bir “ana…” Ankara büyükelçiliğindeki mösyö fransalar sana “ana” ile “anne” arasındaki farkı umarım izah edebilirler.  

Sen Madam Paris, bir bakıma güzelliklerin, zarafetin, asaletin, ama aynı zamanda doğallığın, kalenderliğin, rindmeşrepliğin, asi, gerekirse kavgacı ama mütevazı bir bilgeliğin, coşkulu bir neşenin olduğu kadar çok etkileyici bir şıklığın ama aynı zamanda gayet bilinçli, anlamlı, gösterişli, enfes bir pasaklılığın “ana”sısın. Aslında sana “Paris Ana” demek lazım. Felsefe, sanat, kültür dışında 1789 devrimini de, Bastil ayaklanmasını da, ’68 direnişini de sen armağan ettin insanlığa. Sanayi Devrimi ilk olarak Londra Hanımın kucağında başlamış diye bilinir. Ama sanayi devriminin destanını senin Emile Zola gibi,Anatole France gibi çocukların yazdı.  

İnsan şaşıyor: böylesine nadide çocuklar doğuran senin gibi bir “ana”, o mösyöyü nasıl yüzyıllardır adam edemez?.. Evet “mösyö fransa!..”

Bununla, François Hollande’ı veya sadece “mösyö fransa”yı değil mister britanya, mister amerika, senyör italya, senor ispanya, mösyö belçika, cavalheiro portekiz… Bütün emperyalistleri kast ediyorum.

mösyö fransayı, daha doğrusu bütün mösyöleri, misterleri, senyörleri, senorları vb. sana şikayet edeceğim Madam Paris! Çünkü “Paris  ana”nın o 132 çocuğuna içim, en az Ankara hanımın 102 çocuğu kadar yandı Madam. Yine çünkü:

mösyö fransa emperyalist ortaklarıyla birlikte yüzyıllardır, kendileri yetmiyormuş gibi mister Amerika’yı da başımıza bela ettiler. Zavallı Afrika’yı kuruttular. mister ingiltere, yüz yıllarca Hindistan’ın iliğini kemiğini sömürdü. Parçaladıkları Osmanlıdan çıkardıkları ülkelerin hiçbiri bir daha iflah olmadı. Hindistan’dan Pakistan, Bengaldeş diye iki ülke daha çıkardılar; Yugoslavya’yı sekize böldüler; Irak’ı, Suriye’yi, Libya’yı üçe böldüler... Afrika’nın, Hindistan’ın, Balkanların ve onlardan türettikleri sözde devletlerin, Irak’ın, Suriye’nin, Libya’nın hali ortada,  Geçen yüzyılın başında Türklerle Ermenilerin kapışmasında da mös-terlerin masum olduğuna kimse beni inandıramaz.   

Sırf sözde Sovyetleri “yeşil kuşak” dedikleri bir Müslüman Demir Perde ile kuşatmak için müslüman kardeşleri, el kaide’yi, daha nicelerini ve nihayet ışid canavarını yarattılar.  

mösyö fransa ve diğerleri Hanımefendi, kendilerini hala 1800’lerde sanıyor olacak ki, 2015’te bile, kendileri dışında kalan dünyayı karıştırmaya uğraşıyorlar. mösyö fransanın Afrika’da hala kaç askeri var sevgili Madam?..

mös-terler bütün bu kanlı, kirli işleri, yüzyıllardır bir yalanla izah ettiler. Sözde, sadak verircesine bütün dünyaya demokrasi, insan hakları ekiyorlar, babalarının tarlasıymış gibi. Kimse medeniyet istememişti mös-terlerden; çünkü onların da kendilerine göre bir medeniyetleri vardı.

Saddam, Kaddafi, Esad, Mübarek vb. diktatörmüş, halklarına kötülük ediyorlarmış; mösyöler misterler de (“mös-terler” diyelim) Iraklıları, Libyalıları, Mısırlıları pek seviyorlar, onları diktatörlerden kurtarmak için(!) bombalıyorlar, öldürüyorlar!?!?..

Hadi Saddam, Kaddafi vb. diktatördü; peki Şili’de, meşru seçimlerle, yani demokratik yoldan başkan olan Allende, Şili’nin iğrenç faşist ordusuyla birlikte’yi niye öldürüldü? Demokrasi öldürmek mi?!..

Saddam Doğu’nun sadece kendi halkına eziyet eden saddamıydı (ki bu da tartışmalıdır); mös-terler ise Batının bütün dünyaya kan kusturan Saddamları oldular. Afrikalı, Asyalı Amerikalı bir mösyö, mösyö fransanın Afrika’da, Vietnam’da, hatta Amerika’da yaptıkları yüzünden Holland’ı asmaya kalksa sen ne hissederdin Madam Paris?

Mösyö Fransa ve bütün emperyalistler, bu vahşi, kan içici faşist İslamcıları, bizzat yarattılar. Bol parayla, silahla, eğiterek, pasaport vererek, resmen iş, şirket ortaklıkları kurarak alabildiğine desteklediler, güçlendirdiler. Nakit veremeyince uyuşturucu ticaretine yönlendirdiler. Anti-komünist yerli gruplar komünistlerle daha iyi savaşsın; onların şefleri de CIA şefleriyle, mösyö fransanınkilerle birlikte (mesela Marsilya’daki Ermeni asıllı mafya ailelerinin avukatı, Mitterrand’ın içişleri bakanı Gaston Deferre!..) bol para kazansın diye kendi gençlerinin zehirlenmesine bile aracılık ettiler. Ünlü “French Connection” hadisesini bilirsin. Kız kardeşin Marsilya, Vietnam’dan ve başka yerlerden gelen ham afyonun eroine dönüştürüldüğü atölyelerle doluydu ve senin mösyö bunlara gık çıkarmıyordu.

Masum insanların öldürülmesi elbette listenin başında… Ama bir şey daha oluyordu ki, ölümden de beter.

mister amerika Irak’ta sadece öldürmedi. Müzelerini, kütüphanelerini, tarihi eserlerini, ama en önemlisi insanlık onurunu da yok etti. Iraklı kadınlara tecavüz etti. Diktatörlüğün dik alası, insan hakları ve demokrasinin zerresine izin vermeyen Suudi krallarıyla, Katar, Bahreyn, Kuveyt, BEA şeyhleriyle on yıllardır büyük aşk halindeki mister amerika, Saddam’ı “halkına eziyet eden diktatör” diye bütün dünyanın gözü önünde astı. mösyö fransanın, Elize sarayının yanı başına çadır kurdurduğu Kaddafi’yi son derece alçaltıcı biçimde öldürttü. Sarkozy de başroldeydi. Iraklılar, Libyalılar için bundan büyük aşağılama olur mu Madam!.. Libyalılar, Iraklılar Saddam’ı, Kaddafi’yi sevmeseler bile, onurları fevkalade kırıldı!

Aslında bütün doğu aşağılanıyordu. Keşke aşağılamasalardı da sadece öldürselerdi.

Zeynep Oral’ın Cumhuriyet’teki yazısından öğrendik ki Ba-ta-clan, Batı bakış açısıyla Doğu ile alay eden bir operetin adı imiş. Kudüs doğumlu, Filistinli Hıristiyan-Arap bir ABD vatandaşı olan Edward Said’in, Oryantalizm’i de bu tür aşağılayıcı bir operet.  

Osmanlılarla Ruslar arasındaki Prut Savaşında, Voltaire’in Çariçe Katerina’ya “Keşke ben de hiç değilse birkaç Türk öldürebilseydim” diye mektup yazdığı iddiasının doğru olup olmadığını sordum. Ankara büyükelçiliğindeki muhterem mösyö fransalar cevap vermedi.

mös-terlerin, teknolojisi yok, kültürsüz(!), cahil, az gelişmiş diye aşağıladığı insanlar, şimdi onların teknolojisini, bilgisayarını, dilini,  kültürünü, Ba-ta-clan’ını çok iyi öğrenmişler. Madam Paris’i mösyö fransadan ayıran özellikleri, güzellikleri de çok iyi biliyorlar, bunları yaşamak istiyorlar; ama “mös-terler” buna izin vermediği için, başta mös-terler olmak üzere o güzelliklere de, senin ve Ankara’nın çocuklarına da düşmanlar.

mös-terlerin, kendi ellerinin kirini yıkamak için, özgürlük, demokrasi, insan hakları adına aklayıp pakladığı “türban”lı bir kadın, şimdi senin çocuklarına “AVM’ye gitmeye bile korkacaksınız” diyor. Sakallısı, türbanlısı Paris katliamını sevinç çığlıklarıyla kutluyor adeta. Bugünün bay türkiyesi Tayyip Efendiyi, Türklerin % 50’sine “demokrasi” diye dayattılar. Türkiye’nin yüzde 50’si Tayyip’i yüzde 15 yapamadıysa, onların bu büyük desteği yüzünden yapamadı.

Vietnam’da, Cezayir’de de masumlar ölüyordu, Paris’te de masumlar ölüyor. mös-terler, Vietnam’a, Cezayir’e, Libya’ya, Suriye’ye demokrasi, özgürlük, medeniyet vs. götürmedi. Şimdi onlar da mös-terlerden gelecek medeniyet, özürlük, insan hakları, demokrasi vs.den nefret ediyor. Tek istedikleri mös-terler tarafından aşağılanmamak... Hiç değilse öldürülürken aşağılanmamak.

ışid, beğenmediği Müslüman’ın bile kafasını kesiyor. Saddam’ın adamları ise, İslam devletiyle, namazla, oruçla, hele kafa kesmeyle, hele hele senin çocuklarını senin kucağında öldürmekle hiç alakaları olmayan laik adamlar. Saddam, Kaddafi, Esad, Mübarek; Bay Türkiye gibi sürekli camiden çıkarken, iftar yemeğinde hiç fotoğraflanmamış. Peki, ışid’in arkasında ne işi var Saddam’ın Baasçı subaylarının?

Saddam ve diğerleri size göre diktatördü ama hiçbirisi halkına “namaz kılacaksınız ” diye zorbalık yapmıyordu.  Halkını döve döve 5 vakit camiye götüren Suudi Kralına ses çıkarmayan mös-terlerin, hele laikliğin ana yurdu Fransa’nın mösyösünün laiklikle ne alıp veremediği var? Laiklik Fransa’dan, Batıdan başkasına layık değil mi? Batı’nın tamamı, Medeniyetler Çatışması’nın geri zekalı Samuel Huntington’u mu?!

Biliyor musun Madam; eğer o iğrenç kafa kesiciler, asırlardır dünyaya efendilik taslayan Avrupa’nın kalbi Paris’te 6 koldan saldırı düzenleyebilecek kadar örgütlü ve Ba-ta-clan’ın öyküsünü bilecek kadar entelektüelse mös-terlerin işi çok zor. Ama çare zor değil.

Önce kendilerini hala 1800’lerde sanıp emperyalistçilik oynamaktan artık vazgeçmeleri lazım… Irak’ın petrolüne ihtiyaçları varsa, parasını verip alırlar. Pahalı buldularsa pazarlık ederler. Öldürerek bedava petrol almak, mafyalıktır, gangsterliktir, eşkıyalıktır!  

mösyö fransa dahil dönemin bütün emperyalistlerini mağlup ederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü islamcı beyi de onlara özenip, biraz da onların kışkırtmasıyla emperyalist-çilik oynamaya kalkınca bizim Ankara Hanım da patlatıldı Madam!..

Türkiye’deki IŞİD kafalıları “demokrasi”, “askeri vesayet yıkılıyor” diye bu ülkeye mös-terler dayatmışlardı; önce “hadi koçum” diye Suriye’ye karşı ajite ettiler; bay ‘müslüman kardeş’ beceremedi. mösterler de fikir değiştirince şimdi “ışid’i Türkiye destekledi” diyorlar. Destekleyen, “Türkiye” değil!. Bu ülkenin “% 50”si 13 yıldır bağırdı durdu; “bunlar demokrat değil, gerici faşistler” diye. mösyöler misterler, senyörler, senorlar, herrler hiç umursamadı. 

mös-terler, onların gazetecileri, karikatücüleri, “ona dokunmak ibadettir, tanrısal nitelikleri vardır” diyen hayranlarıyla birlikte alabildiğine şımarttıkları, Bay Tayyip’e, bizim muhalif % 50’yle birlikte ancak on yıl sonra diktatör, despot diyebildi. Washington Times ona çok yıllar önce “islamo-faşist” demişti gerçi ama, diktatör, islamo-faşist nitelemesi “Allah”, “peygamber” nitelemelerinin yanında çok hafif kalmıyor mu?

Sevgili Madam, senin, çok masum oldukları kesin o 132 çocuğun, mös-terlerin bu kendini beğenmişliğinin, şımarıklığının, aşağılamalarının, kışkırtmalarının, entrikalarının, kalleşliklerinin kurbanı. Maalesef…

mös-terlere sorsan, bütün bu yüz karalarını “ülkemizin çıkarları, halkımız için…” diye açıklarlar. Hadi Vietnam’da, Afrika’da, Maraş’ta, Antep’te öldürdüklerini adam yerine koymuyorlar; ya Charlie Hebdo’da öldürülen 12 gazeteci, son olarak ölen 132 kişi?.. Onlar ülke, onlar halk değil miydi?

Her ülkede olduğu gibi Suriye’de de yönetime karşı birtakım hoşnutsuzluklar, tepkiler, protestolar olabilir. Yönetim de biraz veya çok sert karşılık vermiş olabilir. mister amerika “occupy Wall Street” gösterilerinde, mösyö fransa 29 Kasım 2015 Pazar günü, Dünya İklim Zirvesi protestolarında çok mu yumuşaktı?
Hayır!

Peki Amerika’da ya da Fransa’da niye bir anda iç savaş çıkmıyor? mös-terler Suriye’yi 2011’de niye bir anda hoplattı? Suriye’deki sözde muhaliflere az mı silah, para akıttılar? IŞİD militanlarının ne kadarı Fransa (İngiltere, İtalya, Almanya vb…) vatandaşı? Seni kana bulayanların ne kadarı yabancı uyrukluydu?

mös-terler, Türkleri zaten sevmez. Ama sanıyor musun Madam, mesela Kürtleri, Arapları, Ermenileri çok severler? Hayır! Onlar hiçbir şeyi, hiç kimseyi, senin kucağında öldürülen 132 Parisli çocuğu, hatta seni bile benim kadar dahi sevmez!..  Sevemez! Emperyalizmin “fıtratında”, genlerinde sevmek yoktur.

“Küreselleşme”yi, “Batı’nın refahı, huzuru size de gelecek” diye dayattılar dünyanın geri kalanına. Güzelikler, refah, huzur değil ama; mös-terlerin bizzat yol açtığı yoksulluk, adaletsizlik, eşitsizlik, sömürü, ölüm, kan; Fransa, İngiltere, Almanya, ABD, Belçika, Norveç, İsveç, İsviçre vb. pasaportlu ışid olarak küreselleşti.

Ülkelerini terk eden ve hemen hepsi Müslüman olan insanlar, kişi başı milli geliri 20 bin - 70 bin dolar olan Müslüman Suudi Arabistan’a, Katar’a, Kuveyt’e gitmedi. Küreselleşmenin vaad ettiği ama oralara uğramayan refah, huzur, mutluluk, sanat, kültür, demokrasi, eşitlik, insan hakları neredeyse oraya, Avrupa’ya yöneldiler. Hiç değilse kafaları kesilmez, seks kölesi olmazlardı.

Faşist İslamcılığın, İslam’ın inanç ve ibadet olmaktan çıkıp siyaset ve ideoloji olmasının da elbette çok büyük etkisi var bu katliamda. Bunu en iyi Müslümanlar bilir. Ancak, Mısır’da daha 1928’de, bu kanlı faşist İslamcılığın ana rahmi müslüman kardeşleri kuran, mösyö fransanın bugünkü ortağı mister britanya idi. Kan içicilikte, sanat, kültür, tarih ve en önemlisi kadın düşmanlığında ışid’den farkı olmayan taliban’ı Afganistan’da doğuran, Usame Bin Ladin’le şirket ortağı olan, mösyö fransanın emperyalist büyük ortağı mister amerika idi.

Bu katiller sürüsü, İslam’ı cinayetlerine, hatta cami, türbe bombalamalarına, kadın tecavüzlerine alet edip bolca Müslüman öldürürken mös-terler havaya bakıp ıslık çalıyordu.

mös-terlerin, İslam’ı Sovyetleri yıkma aleti olarak kullanmalarını silahla, parayla teşvik ettikleri, Sovyetler yıkılıp işsiz kalınca, birden bire Hıristiyan Batı’nın ne kadar kötü bir günahkar olduğunu fark ediveren katiller sürüsü, İslam’ı basit bir cinayet aleti haline getirince Mrs. New York’un (11 Eylül) çocuklarına, senin çocuklarına da oldu olanlar Madam Paris!..

Tetikçileri, gözcüleri boş ver; ASIL KATİLİ KİM MADAM!..

Ha sahi… Dünyanın en büyük silah üreticilerinden ve satıcılarından biri de mösyö fransa idi değil mi?  

mös-terler eşitliğin, adaletin, aydınlanmanın, sanatın, kültürün, laikliğin bütün insanlığın hakkı olduğunu... Şamlıların, Bağdatlıların, Kabillilerin, Ankaralıların, Kahirelilerin, Cezayirlilerin, MALİLİLER’in de en az Avrupalılar, Amerikalılar kadar akıllı olduğunu… Huzur içinde, aç kalmadan, iyi eğitim görerek, iyi tedavi edilerek, yeterince eğlenerek YAŞAMAYI hak ettiğini... Tekerleği, yazıyı, barutu, ateşli silahı onların keşfettiğini; tarihte ilk kez tarım yapan, hayvanları ehlileştiren, su mühendisliğini, mimariyi, cebiri, matematiği, astronomiyi geliştirenlerin; İbni Haldunlar, İbni Sinalar, Mevlanalar, Yunus Emreler ve daha nicelerinin yetiştirenlerin onlar olduğunu kabul etse…

Türklerle Kürtler, Ermenilerle Türkler ve Azeriler, Libyalılar, Iraklılar, Suriyeliler, Mısırlılar, Afganlar, Sünnilerle Aleviler, Hıristiyanlarla Müslümanlar, Müslümanlarla Yahudiler birbirleriyle çok kolay anlaşabildiklerini hayretle fark edecekler.

Batı’nın, sanki dünyayı kendisi yaratmışçasına Doğu’yu alabildiğine aşağılayan Allah’lık taslaması neden Madam?.

Bu mös-terlerin kayıtsız koşulsuz paylaşmayı, hiçbirimize, hiç yalan söylememeyi; senin çocukların aza kanaat etmeyi, o şirketlerin de biraz sakin, tok gönüllü, tok gözlü olmayı öğrenmesi lazım. Yoksa senin çocuklar dahil insanlar ölüp duracak Madam!.. İnsanlar ölmesin artık. Durdur Batı’nın Saddamlarını. Onlar adam olursa, Doğu’nun bütün Türk, Arap, Kürt vb. ışid kafalıları, ağaları, beyleri de olacak. Çünkü hepsi halklarına rağmen Batı mös-terlerin kurşun askeri... Saddam’ı, Kaddafi’yi öldürmeye, Mübarek’i kafese koymaya, Esad’ı devirmeye gerek yok. mös-terler saddamların diktatör olduğunu, 2011’de mi fark etmiş? İsteselerdi onları çok daha başka yöntemlerle yola getiremezler miydi?

Döve döve, öldüre öldüre “bahar” olmaz Madam; hele demokrasi hiç olmaz!

“Önce söz vardı.” Demokrasi söz demekti. Ama artık söz bitti. Söz bitmemeliydi! İnsan sesi, insan sözü biterse silahlar konuşuyor, hep birlikte görüyor, yaşıyoruz. Baş sorumlular da mösyöler, misterler ve diğerleri…

Hani sizin HÜMANİZM diye bir “şeyiniz” vardı?!..

Öyleyse kapitalizm değil hümanizm, aydınlanma… Küreselleşme değil paylaşma… Din değil felsefe, bilim, akıl… Sadece Avrupa’ya, Amerika’ya değil bütün dünyaya hümanizm, aydınlanma, akıl, bilim, kültür, felsefe hakim olsun. Kapitalizm, küreselleşme, emperyalizm, din, faşizm, ölüm, hapis, işkence değil…

S’il vous plait!...

Tekrar başın sağ olsun, geçmiş olsun. Bir daha olmasın!.. Sevgiler, Madam Paris…

(Ankara, 30 Kasım 2015)

Ali Tartanoğlu
Gazeteci, yazar, şair- Uğur Mumcu Gazetecilik Vakfı Öğr. Üyesi
Gerçekedebiyat.com

Türk İsyanları, Kürt İsyanları ve Onur Öymen'e Haksızlık


Türk İsyanları, Kürt İsyanları ve Onur Öymen'e Haksızlık,


Ali Tartanoğlu

Tarih 10 Kasım 2009. Meclis'te «Kürt'e Türk Satışı» müzakere ediliyor. Tam 10 Kasım'da... «Oh olmuş... İyi ki ölmüş!..» dercesine...

Bunu örtbas etmek için de iktidar mebuslarında bir Atatürk yalakalığı bir Atatürk yalakalığı... Kendimizden kuşkulanacağız neredeyse.

Diyorlar ki: «Atatürkçülük işte tam da budur.»

CHP Bursa milletvekili Onur Öymen kürsüye çıkınca patlıyor:
«Ne Atatürkçülüğü!.. Atatürkçülük, şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diye teröristle, asiyle müzakere etmek midir? Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı? Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk asilerle, düşmanla müzakereye, uzlaşmaya mı girişti!..»
Kıyamet koptu. 1938'de Munzur Çayı kandan kıpkızıl olmuş... Bugün de mi öyle Saddam'lık(!)yapılsaymış... Öymen bugüne de aynı şeyi önererek ırkçılık, faşistlik yapıyormuş... Küreselleşmenin post-modernlik çağındayız ya; gerçeklik sen nasıl algılıyorsan öyle imiş, sen beyazı siyah algılıyorsan, gerçek de oymuş ya... Atarsın, belki yiyen bulunur!..

Bakalım, atılanlar yenir mi!?..

Birincisi: Ordu Munzur dağlarındaki eşkıya inlerini durup dururken mi bombalamış? Hırsızın hiç mi günahı yokmuş!..

Kimsenin suç işleyene, isyan edene verilen cezayı suçlamaması şartıyla, suç işleyeni, isyan edeni, kendi payımıza, suçlamayız. Bedelini öder, istediğini yapar!..

Dersim'i daha sonra anlatmak üzere, önce biraz ormanın bütününe bakalım.

Anzavur İsyanı (Bolu-Düzce), Yozgat, Çapanoğlu İsyanları, Hilafet Ordusu, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları, Ali Galip Olayı...

«Hain'in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt'ün de haini vardır, Türk'ün de» derdi Uğur Mumcu. Bu isyanların büyük kısmı doğrudan «Türklerin» çıkardığı isyanlar. Sertlik dozu, isyanın çapına göre değişmiş ve bu isyanların da hepsi bastırılmış. Kimse «bunlar Türk'tür, varsın isyan etsinler» dememiş.

Ortaokulu ve liseyi okuduğumuz Konya'da Delibaş İsyanının öykülerini dinlerdim sık sık. İsyan sırasındaki baskın ve çatışmalarda ölenlerin sayısı bir yerlerde mutlaka kayıtlıdır. Ama Konyalıların dilinde «her gün 11 kişi asılırdı» sözü vardı.

Ali Galip kim? Kayserili bir Türk… Atatürk'le aynı sıralardan yetişip Harbiye’yi bitirmiş, Osmanlı ordusunda yarbaylığa kadar yükselmiş. 1911'de ordudan ayrılıp 1919'a, Mondros Mütarekesi dönemine kadar, kendi ifadesiyle, ziraat ve ticaretle uğraşmış. Tam Erzurum Kongresi sonrası, Sivas Kongresi arifesinde İngiliz işgalcilerin telkiniyle Damat Ferit Hükümeti tarafından Elazığ valiliğine atanmış. Niye? Azılı bir İttihat-Terakki ve Mustafa Kemal düşmanı olduğu için. İngilizler ve işbirlikçi Damat Ferit, Milli Mücadeleyi önlemek için ülke yönetiminde etkin noktalarda bulunan millicileri tasfiye etmek, yerlerine de adeta kuyudan adam çıkartırcasına memuriyetten ayrılalı sekiz sene olmuş Ali Galip gibileri getiriyor. Çünkü önce Amasya Tamimi, arkasından Erzurum Kongresi, şimdi de Sivas Kongresi derken, İngilizleri ve işbirlikçisi Osmanlı yönetimini bir telaşın aldığı açık.

Plan İstanbul'da Damat Ferit ve onun Bakanları ile İngiliz yüksek komiseri de Robeck tarafından İstanbul'daki Kürtçülerle birlikte hazırlanmış. Sivas Kongresinin toplanmasına kesinlikle mani olunacak; Kongre basılacak Atatürk ve Rauf Bey ile diğer ileri gelenler «ölü veya diri» ele geçirilecek... İngiliz Casusu Yüzbaşı Noel o zaman zaten bölgede. Bölgeden ayrıca Kürt Bedirhanlı aşiretinden Celadet ve Kamuran Ali ile Diyarbakırlı Cemil Paşazade Ekrem silahlı Kürtlerle onun emrine girecek. Malatya Mutasarrıfı Halil Rami de Kürt ve onlarla birlikte. Bunların başında da Vali Ali Galip…

İstanbul'un derdi Milli Mücadeleyi önlemek. İngilizler de elbette bunu istiyor ama, bu arada hazır Osmanlı çökerken Kürtlere de kendi güdümlerinde bir sözde bağımsız toprak sağlamak.. Ali Galip ahmağı ise bunlardan habersiz, sadece iki rütbe alıp general olmak ve İttihatçılara olan kinini kusmak istiyor. Çünkü Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçı hükümetler döneminde hiç terfi edememiş ve bu yüzden kızıp, küsüp emekliye ayrılmış.
Osmanlı hükümeti Türk, Sadrazam Ferit Türk, Ali Galip Türk...

Dedik ya, hainin Kürdü Türkü olmaz!
****

Dersim'e gelmeden önce bir de şu Kürt isyanlarına daha geniş bakalım.

Efendim baskılar varmış da, ezilmişler de dillerini konuşamamışlar da... Onun için bilmem şu kadar isyan çıkmış.

Osmanlı ne yaptıydı da taaa 1850'lerde Bedirhanlılar, 1870'lerde Şeyh Ubeydullah isyan ettiydi?..

Osmanlı dönemindeki bu isyanların, Tanzimat reformları çerçevesinde yapılmak istenen kıyafet filan gibi basit yeniliklere tepkilerden, daha sonraları da Osmanlı'nın bölgede Ermenilere bağımsızlık vereceği, Kürtlerin de Ermeni hakimiyetinde kalacağı söylentilerinden başka hangi gerekçeleri vardı?..

Başımıza, bugün de devam eden Ermeni sorununu açan olayların başlangıcı Türk-Ermeni çatışması mıydı, yoksa Kürt-Ermeni çatışması mıydı? Osmanlı bu çatışmalarda Kürtleri kayırdığı gerekçesiyle İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından az mı baskı gördü?..

Yunan Bursa'yı ele geçirip, Anadolu içine doğru ilerlerken, ortada ne Cumhuriyet, ne Tunceli Kanunu, ne İskan Kanunu ve hiçbir baskı yokken Kocgiri isyanı niye çıktıydı peki?

Hem isyan edeceksin, en kritik günlerde beni bir anlamda arkadan vuracaksın; hem başaramayacaksın; hem de niye cezalandırıldım diye bağırıp duracaksın. Seksen yıl sonra bile...

Yok öyle şey!.. Sen kazansaydın maaşa bağlayıp, konak verip oturtacak mıydın Mustafa Kemal'i? Hatta kazansalardı Anadolu'da Türk bırakacaklar mıydı? İngiltere Başbakanı Gladstone'un ağzından «Asya'dan gelmişlerdir, defolup gitsinler Asya'ya!!..» diye bağırıp durmuyorlar mıydı 1850'den beri?

Gelelim Dersim İsyanı'na... Dersim İsyanı, Tunceli Kanununun uygulanmaya başlaması üzerine çıkmış. Kanun 1935 Aralığında kabul edilip 1936 Ocağında yürürlüğe girmiş.

Dersim ilginç bir yer... Halkı Alevi-Bektaşi... Ama nasıl olmuşsa olmuş, çok eski tarihlerde, belki yüzyıllar önce, hatta belki Türklerin Anadolu'ya gelişini takiben, Bilal Şimşir'in tabiriyle «bir Sünni denizinin ortasında bir ada gibi» kalmış. Yüzyıllarca, kendilerini kuşatan Sünnilerin aşağılamalarına, itip kakmalarına, baskılara maruz kalmışlar. Dağlara sığınmış ve tepki olarak kendilerini Kürt saymaya başlamışlar.

Yani, en başta, Dersim sorununun temelinde bir Sünni şeriatçılığı bulunduğunu çok rahat söylemek gerekir. Alevilerin laik Cumhuriyeti çok kolay benimsemelerinin altındaki gerçek de bu.

Bölge, iklim ve coğrafya itibariyle tarıma elverişsiz… Geçim kaynakları son derece sınırlı. Halk son derece yoksul. Hele o tarihlerde yol, iz de yok. Buna karşılık bolca ağa, şeyh, seyit, mir var. Geçim bunlar açısından da zor. Çareyi eşkıyalıkta, yakın çevredeki, ovalardaki köyleri, kasabaları basıp, hayvanına hasadına el koymakta bulmuş; bunu yaparken kendilerinden de beter durumdaki köylüleri kullanmışlar. Ele geçenlerin ölmeyecek kadarını da bunlara bırakmışlar.

Sık sık olaylar, isyanlar çıkmış; sık sık polisiye, askeri tedbirler uygulanmış. Bu yüzden sükunet de ancak bir süre hâkim olmuş; sonra yine eski duruma dönülmüş. 1937'ye gelinceye kadar 1876'dan bu yana 11 kez askeri tedbirlere başvurmayı gerektiren olaylar çıkmış bölgede. Osmanlı Dersim'i bu asayiş boyutu dışında adeta yok saymış. O kadar ki, Tanzimat'tan sonra idare yeniden düzenlenip iller, valilikler kurulurken Dersim yine yok sayılmış.

Bu durum, işte Tunceli Kanununun çıktığı 1935'e kadar aynen devam etmiş. Cumhuriyet hükümeti o sırada zaten idareye yeni bir düzen vermekte, yeni iller ilçeler kurmakta. Dersim de özellikle bu asayiş sorunu dikkate alınarak, ama bu defa öyle gelip geçici nitelikte değil, kalıcı bir düzen sağlanması amacıyla daha ziyade bir ıslahat programı çerçevesinde ele alınmış. Tunceli Kanunu, işte bu ıslahat programının adı…

Yani konunun üzerine sadece askeri yöntemlerle gidilmeyecek. Aynı zamanda Yöre, baştan ayağa medenileştirilecek: okuluyla, yoluyla, suyuyla, hastanesiyle, köprüsüyle…

Tunceli Kanunuyla birlikte kurulan Dördüncü Umumi Müfettişliğe getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, önce aşiret reislerini bir araya getirip ıslahat programını anlatmış. Reis efendiler orada seslerini çıkarmamış; hatta memnun görünmüşler. Ama dönerken yolları üzerindeki bütün köprüleri havaya uçurmuşlar.

Aslında bu alt yapı yeniliklerinin ağaların, şeyhlerin, seyitlerin hoşuna gitmeyeceği biliniyor. Çünkü bu yenilikler sosyal yapıyı da değiştireceği için eski nüfuzlarını, çıkar olanaklarını kaybedecekler.

Yani, Tunceli Kanunu, ortada bir isyan bulunduğu için, bu isyanı bastırmak için çıkarılmış değil. Yöreyi medenileştirelim, insanlara aş iş sağlayalım, böylece asayişsizlik ve isyan potansiyelini en aza indirelim denmiş.

Ama tahmin edilenler de gerçekleşmiş. Köprüler, yollar, okullar yapılmaya başlanır başlanmaz, homurdanmalar da başlamış. Homurtular giderek eyleme dönüşmüş ve 21 Mart 1937 gecesinden itibaren askeri karakollar basılmaya başlanmış. Askeri birlik karargâhlarına aynı anda baskınlar düzenlenmiş. Telefon telleri kesilmiş. Ama en ilginci köprüler yakılıp yıkılmış.

Ayaklanmanın elebaşı Seyit Rıza… Onun çağrısıyla Yusufanlı, Kureyşanlı, Abbasuşağı, Bahtiyar, Haydaran aşiretleri katılmış ayaklanmaya. Asi aşiret reisleri bir ültimatom göndermiş hükümete. İstekleri şunlar: 
Jandarma dersimden çekilsin. Yeni köprüler yapılmasın. Yeni idari yapı oluşturulmasın. Silahlarına el konulmasın. Vergiler, hükümetle aralarında paylaşılsın.

Bunun üzerine hava kuvvetleri desteğindeki kara birlikleri dört bir yandan asileri kuşatmış. Sarp kayalık dağlardaki mağaralarına doğru sıkıştırmış. Asiler paniğe kapılmış. Ayaklanmanın elebaşlarından Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza'ya «teslim olalım» demiş, ama ikna edememiş.

Mayıs'ta başlayan ayaklanma Eylül'de tamamen bastırılmış. Elebaşlarından Roznaklı Kamer, Demenanlı Cebrail, Yusufhanlı Ağdatlı Kamer, Kureyşanlı Hasso Seydo, Bahtiyar Aşiretinden Şahin sağ olarak yakalanıp mahkemeye sevk edilmiş. Seyit Rıza'nın bir oğlu ağır yaralanmış, diğer oğlu teslim olmaya karar vererek babasından ayrılmış. Seyit Rıza'nın sağ kolu Koçgirili Alişir, Bahtiyarlı Şahin'in amcası Alişan öldürülmüş. Seyit Rıza önce dağlardaki mağaralara saklanmış, 12 Eylül 1937 günü de iki adamıyla birlikte teslim olmuş.

Yargılanan 58 isyancıdan 11'i idam'a, 33'ü ağır hapse mahkûm edilmiş, 14'ü beraat etmiş. İdam'a mahkûm edilenlerden dördü çok yaşlı olduğu için cezaları 30'ar yıl hapse çevrilmiş; dolayısıyla sadece 7'si idam edilmiş.

Türkiye'deki ABD Büyükelçisi ayaklanmayı kendi başkentine şöyle anlatmış:
«Dağlık olan coğrafi yapısından dolayı, bölgenin erişilmesi güç bir durumda bulunması, bölge halkının geri kalmışlığı, sorunun temelini oluşturmakta. Sert iklim şartları, toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil, komşu vilayetlerin insanlarını da etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor; geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da, yöre insanları yollar, okullar, köprüler vs., yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde ettikleri haklara tecavüz olarak gören aşiret reisleri tarafından başlatıldı.»

Başbakan İsmet İnönü, 14 Haziran 1937 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde konu hakkında bilgi verirken; böyle bir direnişin beklendiğine işaret ettikten sonra, 

«Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri, orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat yapmak ve bırakmak... Biz buna «sel seferleri» dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk. Biz muhalefet edenlerin mukavemetlerini bertaraf ettikten sonra kendi programımızın hiçbir şey olmamış gibi takip olunmasını esaslı vazifemizden saydık. ... Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz. ... Cumhuriyet Hükümeti oraya ıslahat programını süs olarak, heves olarak götürmedi. Ne kadar müşkülata uğrarsa, ne kadar çok sene sürerse (sürsün) yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz» demiş.
İngiltere Büyükelçiliğinin 1937 tarihli Türkiye raporunda da şu bilgiler var:
«Dersim bölgesinde iki yıl önce başlatılan özel reform programına tepki olarak ayaklanma çıktı ve bastırıldı. Bastırmak için asker ve uçaklar kullanıldı. Hükümet kuvvetlerinin zayiatı: 1 subay (teğmen) ile 28 asker şehit; 3 subay ile 46 asker yaralı. Asilerin zayiatı: 265 ölü, 20 yaralı, 27 yakalanan, 849 teslim olan. ... Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 7 kişi idam edildi. Hükümet asilere karşı nispeten yumuşak ve merhametli davrandı. Geçmişte jandarmanın sert davranması ters tepmiş.» (Bilal N. Şimşir, Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.)
Demek ki hadisenin Kürtleri yok etmekle, hele hele Alevilerle hiçbir alakası yok.

Asilerin kuvvetinin (İngiliz raporlarında) 1500-2000 bin kişi olduğu belirtiliyor; bu sayıyı üç-beş bine kadar çıkaranlar da var. Arazi takibe son derece elverişsiz... Asiler tıpkı bugünkü PKK gibi dağların zirvelerindeki mağaralara saklanabiliyor. Hava kuvvetlerinin kullanılması bu nedenle zorunlu olmuş.

İsyanın, Hükümet baskısıyla, adaletsizlikle, dil konuşturmamakla ve saire ile de hiçbir alakası yok. Devlet, Güvenliğin hiç bulunmadığı bir yerde güvenliği tesis edebilmek için alt yapı hizmeti götürüyor. Yörenin, çıkarları zedelenen veya zedelenecek olan güç sahipleri düpedüz «yol istemezük, köprü istemezük...» diye ayaklanıyor. Askeri birlik karargâhı, Askeri karakol basıyor, Subay şehit ediyor, Asker şehit ediyor. Köprü uçuruyor.

Evet, Tunceli kanunu, yeni kurulacak ile atanacak ve askeri yetkilerini de taşımaya devam edecek olan general rütbesindeki valiye neredeyse bir bakanınki kadar geniş yetkiler vermiş. Yargılamalarda sert düzenlemeler yapmış. Yasa bu haliyle bir olağanüstü hal, hatta sıkıyönetim yasasına benzetilebilir.  
Ama ayaklanma yasanın bu özelliklerine tepki olarak çıkmamış. Çünkü bu hükümlerin uygulamalarına başlama fırsatı bile henüz doğmamışken isyan çıkmış. Yani tıpkı Patrona Halil isyanı gibi bir tür «medeniyet istemezük» hadisesi.
İsyan eden, ancak kazanırsa haklıdır, başarılıdır. Kazanamazsa veya kazanıncaya kadar başına gelene katlanır.

Sonra... Yukarıda değindik. Türk'ün de haini var. Asi Türkler de var.

Niye bir Allah'ın kulu Delibaş isyanında asılanlardan, çatışmalarda ölen asilerden «insan hakları» adına söz etmez!..

Kürtlere Sevdanın yolları, Türkler Niyazi mi?!..

Amerika taa 10 bin kilometre öteden kalkıp gelip Irak'ta asi Saddam cezalandırıyor, onu alkışlıyorsunuz!..

Mustafa Kemal de Osmanlı için asi değil miydi? Başaramasaydı asılmayacak mıydı? Hakkında zaten idam cezası verilmemiş miydi?

Veee... Kim vermişti idam cezasını?

KÜRT (Namı diğer: Nemrut) Mustafa Paşa!!!!..

Mustafa Kemal kazandı; haklı oldu.

Öyle Sam Amca'nın şapkasına saklanmak, Mitterrand Yenge'nin eteğinin altına, İmam Recep'in oy sandığına gizlenip el şeyiyle gerdeğe girmek yooook!!..

İsyan eden, isyan etmek derken, silah çekip asker, subay öldüren Türk kayrılmış mı?!..

Bir Türk olan «Damat Ferit» adı, günümüz siyasi literatüründe hala «hain» e karşılık gelmiyor mu?

Osmanlı Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararı verirken onların Türklüğünü dikkate almış mıydı?

Buna karşılık, Atatürk ve yakın arkadaşları dışında, başka pek çokları yanında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için de verdiği idam kararını, daha önceki her türlü bozma ve hatta beraat kararına rağmen uygulatma fırsatı bulan KÜRT (Nemrut) Mustafa Paşa, bu insanlar Türk olmasaydı, hele Kürt olsaydı aynı idam kararını verir miydi?

Siz Türklere «salak» mı demek istiyorsunuz?!..

* * * 
Atatürk Hakkındaki İdam Fermanı... 
Dosya Tasnifi
Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70

Harbiye Nezareti
Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube :
Adet : 705

PADİŞAH BUYRUĞU

Mehmet Vahidüddin
(ONAY)

« Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan,

Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey (Adıvar) ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir. » 

Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1336 (1920)

Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili

DAMAT FERİD
(NOT: Söz konusu İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, başkanlığını Kürt Nemrut Mustafa Paşa'nın yaptığı mahkemedir. A.T.)


***