8 Haziran 2016 Çarşamba

DEMOKRASİ VE GÜVENLİK



DEMOKRASİ VE GÜVENLİK

Yazar: Sait Yılmaz
[*] 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Danışma Kurulu Üyesi; BÜSAM Müdürü.


Basında sık sık izlendiği gibi tüm bölücü istekler demokrasi adına yapılmakta, ülke güvenliği ile ilgili ne kadar çivi varsa demokrasi adına sökülmeye çalışılmaktadır. Bütün bu girişimlerin tek tek bireylerin özgür düşünce ve isteklerinden kaynakladığını düşünmek de bizler için büyük saflık olur.
Ülkemiz içten ve dıştan çeşitli propaganda ve baskı ağları ile örülmüş, bölücü bir senaryonun aktörleri; ülke içi işbirlikçileri ile birlikte, önüne çıkan her engeli 'demokrasi' söylemi ile aşmayı bir yöntem haline getirmiştir. Bu makalenin amacı demokrasinin sadece ucu açık -yani gelişen ve pek çok modeli ile, bir yönetim biçimi olduğunu size hatırlatmak kadar bir dış müdahale yöntemi olarak kullanıldığını da işaretlemektir. Bunu yaparken son bölümde Türkiye'nin yaşadığı dönem ve terörle mücadelede ihtiyacımız olan güvenlik anlayışı ile ilgili çıkarımlar da ortaya koyacağız.

Demokrasi Bir Çözüm müdür?

Demokrasinin tanımı konusunda ortak bir anlayışa varılamamıştır. Kimilerine göre iktidara gelmek için adil bir seçim yapılarak halkın oyuna başvurulmuş olması yeterlidir (minimalci düşünce). Demokrasi, serbest ve adil rekabetin bulunduğu, düzenli aralıklarla yapılan seçimler vasıtası ile bir iktidarın oluşturulduğu sistem içinde halkın idaresini esas alan bir yönetim biçimi olarak tanımlanabilir[1]. Bugün dünyada kaç çeşit demokrasi olduğu ve bunların nasıl sınıflandırılabileceği siyaset bilimcileri ve araştırmacılar arasında uzun süredir devam eden bir tartışma konusudur. Yapılan bir çalışmaya göre 1997 yılında dünyada 550 tip demokrasi belirlenmişti[2]. Demokrasi kavramı ile ilgili olarak batılı bilim adamlarının çalışmaları demokrasinin ucu açık şekilde gelişmekte olan bir olgu olduğu sonucuna varmıştır. Demokrasinin üç ayrı şekilde özgürlükleri kullanmak için bir vasıta olduğu kabul görmektedir; serbest ve adil seçimler, kendi kaderini tayin hakkı, bireysel seçimler doğrultusunda kendini idare etmek.
Demokrasilerin en popüler iki genel kategorisini seçim (electoral) demokrasisi ve liberal demokrasi oluşturmaktadır. Seçim demokrasisinde düzenli, rekabete açık, çok partili seçimlerle yasama ve yürütme organlarının seçildiği sivil ve anayasal bir sistem söz konusudur. Seçimleri temel alan bu minimalci kriterlerin yeterliliği pek çok kez tartışma yaratmaktadır. Liberal demokrasi ise mülkiyet haklarının garanti altına alındığı bağımsız, rekabetçi ve liberal bir ekonominin varlığı ile ortaya çıkmaktadır. Böylece demokrasi ve ekonomi arasında oluşan bağ söz konusu özgürlüklerin serbest ekonomi anlayışı ile birlikte gelişmesinin önünü açmıştır. Kuramsal olarak demokrasiye üç temel eleştiri yöneltilmiştir. Bunlar sırası ile (1) Demokrasinin çoğunluğun tiranlığına yol açtığı; (2) Bilgisizliği taçlandırdığı; (3) Aslında bir oligarşinin örtülü yönetimine sahte bir görünüm kazandırdığıdır. Olumlu eleştirenler ise; insan onurunu yücelttiğini, sürekli bir yurttaşlık eğitimi verdiğini ve böylece insanlığın daha geniş bir uygarlık düzeyine ulaşmasına katkıda bulunduğunu ifade etmektedir.
Demokratik ideallerin mantık sınırını zorladığında çelişki oluşturdukları genel kabul gören bir anlayıştır. Bu ideallerin temelinde yer alan özgürlük ve eşitlik genellikle çatışmaktadır[3]. Bir ülkenin ayrılıkçı akımlara karşı silahlı veya bazı özgürlükleri kısıtlayıcı tedbirler getirmesi onun küresel demokrasi kriterlerine uyum derecesini aşağıya çekerken akla şu soru gelmektedir; Demokrasilerin isyancılara ve teröristlere karşı kendini koruma hakkı yok mudur? Çoğunluk yönetmelidir ama azınlık direnebilmelidir fakat yönetim veya azınlık aşırıya kaçacak olursa, öbürü ortadan kalkmaktadır. Birey kutsaldır fakat yönetim topluluğun yani kamunun çıkarlarını gözetmelidir. Seçim için oy isteriz ama muhalefete hoşgörü gözetilmelidir. Bu tür çelişkilerin listesi uzayıp gider. Bu yüzden vurguladıkları idealler ve kullandıkları kurumlar açısından demokrasiler iki kategoriye ayrılır. Birinci kategorideki demokrasi tonu açısından özgürlükçüdür ve havası bireycidir. Azınlıkları koruma açısından çok titizdir, çoğunluk yönetimini sınırlayacak kurumlar oluşturulur. Birey özgürlüğü devlet alanı daraltılarak yorumlanır. Bu ülkeler arasında ABD, Kanada ve İsviçre sayılabilir. İkinci kategorideki demokrasi; eşitliğe doğrudur ve egemen olan çoğunluktur, toplumsal yönelimlidir. Yönetimin güçlerini yoğunlaştırır ve mekanizmasını merkezileştirir. Böyle demokrasiler gerçekten güçlü bir devlet yaratırlar. Devlet eşitleyici olduğu için etkinliği çok geniş bir alana ulaşmalıdır. Bu tür demokrasiye Danimarka ve Yeni Zelanda örnek verilebilir.

Müdahale Yöntemi Olarak Demokrasi

Demokratik sistemlerin zayıf ve düzenli olmadığı, ekonomik anlamda gelişmemiş ülkelerde; demokrasinin ve demokratik hakların gündeme getirilmesi, azınlık haklarını, farklı kimliklerin kendilerini ifade edebilmelerini ve kültürlerini koruma isteklerini ilgili ülkelerin siyasal sorunlarının arasına sokmaktadır. Bu ülkelerde, genellikle etnik ve dinsel ayrılıkçı hareketler kendilerine geniş destek bulabilmekte olduklarından devletin de yumuşak karnını oluşturmaktadırlar. Kendilerine avantajlar sağlamak isteyen ülkeler bu durumdan azami ölçüde istifade etmenin yollarını aramaktadırlar. Demokrasi geliştirmeyi dış politikasının merkezine koyan Amerikalılara göre; modern uluslararası sistem henüz çok yenidir ve devletler yeni durumlara alışıp, ilişkilerine yeni bir düzen vermeyi düşünmeye fırsat bulamamışlardır. Dünyaya gerçek çok-köklü demokrasi modelini sunmak için dünyadaki hiçbir ülke, tüm kusurlarına karşın, Amerika kadar iyi donanmış değildir.
Eski ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi G.John Ikenberry'e göre[4]; "Amerikan tek kutuplu dünya düzeni; demokrasi düşüncesi ve hükümetlerarası kuruluşların karmaşık ağı etrafında organize edilmiştir ve Amerikan sisteminin bu özellikleri hegemonik gücünün (ülkeleri) değiştirmek ve susturmak için manifestosudur." Ikenberry'e göre; açık demokrasi sahibi ülkeler güç kullanmaya daha az istekli olacaklarından Amerika için daha az endişe edilir olacaklar ve kurumsal ağ ile geçirgenlik sağlayacaklardır. Nitekim Amerikan demokrasi geliştirme anlayışı, elit tabakanın kontrolündeki politik sistemlerin emniyetini ve istikrarını değil, sivil topluma nüfuz etmeyi ve geniş halk kitlelerini harekete geçirecek yerel elitleri ve mekanizmaları kontrol altında bulundurmayı hedeflemektedir.
Demokrasi geliştirme, Amerikan müdahale sistemine operatif yöntemler sağlamıştır.Demokrasi projesi eylem planının stratejisi, ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren bir örgütlenme sağlamak böylece, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurmaktır. Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler gösterse de, ana program değişmemektedir. İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir "medyatik" ve "entelektüel" yedek güç oluşumu ile, "manifacturing public perception" denilen "kamu-oyunun algılama dizgesini üretme" sürecinde, ülke insanlarının, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünceleri, ya da eylem planlarını, bizzat kendi kurumlarının, kendi beyinlerinin ürünüymüş gibi algılayıp, uygulamaya geçmeleri sağlanmaktadır. Sonuç olarak, demokrasi; etnik ve dinsel ayırımlar temelinde toplumsal ve siyasal alanda istikrarsızlıklar ve krizler yaratmak için ideolojik yönlendirmeleri de kapsayan bir müdahale aracıdır.

Tehdit Altındaki Ulus-Devlet ve Güvenlik

Ulusal güvenlik kavramının, devletin sınırları içerisinde kalan bireyleri kapsayacak şekilde iç güvenliği, diğer yandan devlete karşı dışarıdan gelebilecek tehlikelere yönelik dış güvenliği kapsadığı genel kabul görmektedir. Bununla beraber, ulusal güvenlik bir bütündür, bu ayırım daha çok güvenliğe yönelik tehditlerin kaynağını işaret etmek içindir. İktidarların başlıca görevi, ulusal güvenlik çerçevesinde; devletin hayati ve diğer çıkarlarının korunması ve kollanmasıdır. Devletlerin zayıflığının önemli bir boyutu, devletlerin kimliklerini gösteren rollerini yeterince yerine getirememekten oluşur. Nitekim bugün Türkiye'nin yaşadığı sorunların temelinde de kimlik sorunu yatmakla birlikte, bu sadece bize has bir sorun değildir. Seksenli yılların başında dünyadaki bütün devletlerin % 27'sinde etnik ulusal grup tüm halkın % 95'ini veya fazlasına sahipti. Bütün devletlerin % 38'inde ise tüm halkın % 60-95 arası aynı gruba düşüyordu ve diğer devletlerin % 10'unda halkın % 40-60 arasında büyük bir grup vardı. Devletlerin %13'ünde iki büyük grup halkın %65 ve 95'ini teşkil ediyordu ve devletler dünyasının % 12'sinde tüm halkın % 34 ve 97'si arasına düşen üç grup bulunmaktaydı[5].

Ortak bir ulusal kimlik yaratmak devlet tarafından başarılamazsa, etnik köken; kimliğinin en önemli kaynağı haline dönüşmektedir. Böylece iç savaş ve devletin yıkılış tehlikesi ortaya çıkmaktadır. İç savaş tehdidi altında olan bu devletler ulus-devlet kimliği sorununu aşamayarak hem kendi halkı için, hem de uluslararası ilişkiler için tehlikenin kaynağı olmaktadır. Eğer etnik yapıdan kaynaklanan baskı ve eylem devamlılık arz ediyorsa, aynı devlette birlikte yaşayabilmek için en azından üç şarttan birinin olması gerekir;

- Kuvvetli bir devlet gücü,
- Uyumlu canlı bir ideoloji veya
- Bireylere hoşgörülü bir tutum uygulanması veya "(kendi) dünyasında insanca yaşama hakkı". Şayet bu üçlü yoksa ayrılıkçılık en azından geçici bir süre tek çözüm olabilmektedir[6]. Doğru çözüm ise ortak bir kimliği kullanacak milliyetçi bir ideolojinin tüm vatandaşlar tarafından benimsenmesidir.

Kuvvetli bir devlet gücü ile uyum sağlayacak yegane ideoloji tüm vatandaşları aynı kimlik altında toplayacak milliyetçiliktir. Milliyetçiliği sulandırmak için geliştirilen alt-kültür ve alt-kimlik tezlerine rağmen 21. yüzyılda da milliyetçilik hem güç mücadelelerinin hem de ulus-devletin en önemli ivmesidir. Milliyetçilik, temelinde ulus-devlet düşüncesi ve ulusal kimlik kavramına dayanmaktadır. Amerikan, İngiliz, Fransız veya Alman politikalarını kendi kimlik, ırk ve din değerlerinden ve bir bütün olarak ulus olma bilinci ve üstünlük anlayışından ayrı tutmak mümkün değildir. Avrupa Birliği tarafından pompalanan milliyetçilik ve ulus-devlet karşıtı post-modern değerler ise teorik olarak kaos içinde bir dünyayı temsil eden bizler için uydurulmuş elbisedir. Bunu daha iyi test etmenin yolu bu güçlerin ulusal çıkarları söz konusu olduğunda demokrasi, insan hakları, kişi özgürlükleri, azınlık hakları, uluslararası hukuk gibi değerleri ne kadar dikkate aldıklarını gözlemlemektir.

Türkiye'nin Gündemi; Demokrasi ve Güvenlik Çelişkisi

Son aylarda özellikle hükümetin 'demokratik açılım' adını verdiği siyasi gelişmeler; siyasi yollardan bölücülüğü görev edinmiş DTP'nin gerçek konumu hakkında pek çok detayı belirginleştirdi. Görüldü ki, DTP; PKK terör örgütünün elebaşısı Öcalan'a bağlıdır ve onun ağzı ile hareket etmektedir. Bu aynı zamanda sözde demokrasi adına bölücüler ile hükümet arasında aracılığa soyunan DTP'nin ne İmralı'ya ne de Kandil'e sözünün geçmediğinin, tamamen bir PKK siyasi uzantısı olduğunun göstergesi oldu. DTP'nin söylemlerinden anlaşıldı ki; dertleri halk veya demokrasi değil Öcalan'ın rahatıdır, kendi statülerini Öcalan'ın varlığı ile devam ettirilebilmektir. Demokrasi peşinde bölücülük yapan DTP iki temel şey istemekteydi;

- Kürt kimliğinin anayasaya sokup özerklik istemek ve
- Öcalan'ın serbest kalması,

Unutulmamalıdır ki bunlar sadece bulunulan aşamanın istekleridir. Öcalan serbest kalınca ve Kürt kimliği tanınınca asıl bundan sonra terörün ve isteklerin ardı kesilmeyecektir. Görüldüğü gibi terörle mücadelede teröristle ve onun siyasi uzantıları ile pazarlık yapılması en önemli hatadır. Terörle mücadelenin temelinde; asla taviz vermeden sonuna kadar mücadele kararlılığının sürdürülmesi yatmaktadır. Demokratik açılım projesinin en önemli hatası; terörle mücadele ederken yanlış bir zamanlama teröristlere cesaret verecek şekilde gündeme getirilmesidir. Açılımın yöntem sorunu yanında hazırlık ve alt-yapısının hiç olmaması da diğer eksiklikleridir. Türkiye, teröristle muhatap olmuş, sanki taviz vermeye mecbur, zayıf taraf durumuna düşmüştür. Açılımın bir sonucu olarak terörle mücadelede güvenlik güçlerinin motivasyon kaybına uğraması ise en büyük risktir. Tek fayda gelinen aşamada bölücü maskelerin bir kere daha düşmüş olmasıdır. Buradan alınması gereken ilk ders, terörle mücadele siyasi yollardan bir şey yapacağım diye zamansız ve hazırlıksız işlere kalkışılmaması, terörün sadece silahlı gücünün değil siyasi uzantılarının da kararlılıkla yok edilmesi gerektiğidir.

Terörle siyasi yollardan mücadele demek; güvenlik güçlerinin ihtiyacı olan siyasi kolaylıkların sağlanması yani onların mücadelesine destek olacak iç ve dış tedbirlerin geliştirilmesi, diğer yandan terör örgütü ve siyasi uzantılarının önlerinin kesilmesidir. Bugün DTP içindekiler kadar terör örgütü elebaşısı ve diğer örgüt mensuplarının hepsinin hayali bir gün devlet tarafından tanınmak ve kendilerini kahraman yapacak statüye siyasi yollardan kavuşmaktır. Bu idealin yok edilmesi terörle mücadelenin temelinde olmalı, halka umut veren bölücü terör sözcülüğüne soyunanlar değil devlet olmalıdır. Öte yandan son dönemdeki gelişmeler terörle mücadelede dikkatimiz Irak'ın kuzeyinden bilinçli olarak uzaklaştırılmıştır. ABD ile son yapılan görüşmeler de sözde yeni yöntemler diye gündeme gelen hususlar tıpkı istihbarat desteği vaadi gibi Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Irak'ın kuzeyinden uzak tutmak için uydurulmuş modellerdir. Türkiye askeri ile Irak'ın kuzeyine girmeden oradaki hasta bölgeyi temizlemek kadar, Irak'ın kuzeyinde kendine yakın bir müzahir bölge oluşturmadan Irak'tan gelen tehdidin biteceğini ummak ülke yöneticilerinin en büyük vebali olacaktır.


Sonuç

Sonuç olarak terörle mücadeleye kalındığı yerden ve daha kararlılıkla devam edilmeli, teröristlerin olduğu kadar siyasi destekçilerinin de umutları kırılmalıdır. Bunun için dış güçlerden icazet alarak değil, öncelikle kendi gücümüzle terörün hakkından gelmek esas olmalı, gözler sadece terörün batağına değil, diğer ulusal çıkarlarımızın da önünde engel unsurlar bulunduran Irak'ın kuzeyine çevrilmelidir. Bu kapsamda, siyasi güç öncelikle güvenlik güçlerinin mücadelesinin yanında olacak tedbirlerin peşinde olmalıdır. Demokrasi olgusunun; ülkemizin içindeki etki ajanı tabakasının bölücü istekleri desteklemek için sık sık başvurduğu çerçeve bir konsept kılıfı olduğu da unutulmamalıdır. Demokrasi ve güvenlik karşı karşıya geldiğinde tıpkı Batılı ülkelerde olduğu gibi her zaman önceliği güvenlik almalıdır. Çünkü güvenlik olmadan yani ulus-devlet var olmadan demokrasi de yaşayamaz, gelişemez.


_________________________

[1] Robert A. DAHL: "Democracy and Its Critics", Yale University Press, (New Haven, 1989), 88-89.
[2]David COLLIER and Steven LEVITSKY: "Democracy With Adjectives: Conceptual Innovation İn Comparative Research", World Politics 49, No.3, (1997), 430-451.
[3] Leslie LIPSON: Demokratik Uygarlık, Çev. H.GÜLALP, T.ALKAN, Türkiye İş Bankası Yayınları, (Ankara, 1984), 488.
[4] G.John IKENBERRY: Strategic Reactions To American Preeminence: Great Power Politics In The Age of Unipolarity, Georgetown University Press, (Washington DC, Dec 2004), 8.
[5] Gunner P.NIELSSON: States and Nation Groups: A Global Tasonomy, Devletleri ve Millet Grupları. Küresel Sınıflandırma, Ronald Rogowski (Yayınlayan) New Nationalisms of the Developed West, Gelişmiş Batının Yeni Milliyetçiliği. James Rosenau: Turbulence in World Politics. A Theory of Change and Continuity, Dünya Politikalarında Çalkantı / Kriz. Değişim ve Devamlılık Teorisi, New York, 1990, s. 406 .
[6] Pierre HASSNER: Milli Devlet-Milliyetçilik-Kimlik Tespiti, Der. Karl KAISER- Hans-Peter SCHWARZ: Yeni Yüzyılda Yeni Dünya Politikası, Çev. Müjdat KAYAYERLİ, Simenis Yayınları, (Ankara, 2005), 94.
http://www.21yyte.org/ sitesinden 08.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


..

7 Haziran 2016 Salı

BİR TÜRK İÇİN BİR ERMENİ ASILIRMI?




BİR TÜRK İÇİN BİR ERMENİ ASILIRMI?




11 Aralık 2014
M Galip BAYSAN




Galip_Baysan02
Bu gün biz de Ermeni Diyaspora’sı ve onların destekçileri gibi davranacak ve bu güne kadar kamuya yansıtılmamış Ermeni faaliyetlerini, tarafsız bir gözlemleme ile, Rus subayların hatıralarından alıntılar yaparak anlatmaya çalışacağız.
1917 yılı sonları ve 1918 yılı başlarındayız. Bolşeviklerin iş başına geçmesinden sonra ateşkes ilan edilmiş ve Brestlitovks’da barış görüşmeleri devam etmektedir. Rus askerleri parti parti firar etmekte ve bölgeyi Ermeni çetelerine bırakmak istemektedir. Türk Ordusu barış görüşmeleri sırasında Rusların ve Müttefiklerinin bölgeyi Ermenistan yapmak istediklerini anlayınca harekete geçmiş ve işgal altındaki bölgeleri geri almaya başlamıştır.
O günlerde Bir Rus yarbayı Khleboff, üst makamlara verdiği raporda; “Erzincan’dan Erzurum’a çekilmekte olan Ermeni çeteleri yollarının üstündeki bütün Müslüman köylerini ve sakinlerini yok etmişlerdir.” demektedir. (1)
Erzurum’da Rus Topçu Subayları Gazinosu’nda toplanmış arkadaşları arasına henüz gelmiş olan bir Topçu teğmen (Gürcü) Midivani şahit olduğu acı olayları anlatıyordu.“Ilıca kasabasında kaçamayan Türklerin hepsi öldürülmüştü. Yollarda kör baltalarla enselerinden kesilmiş çocuk cesetleri yığılıydı. Köylere giden yollarda uzuvları tahrip edilmiş pek çok ceset vardı. Her geçen Ermeni bu cesetlere tükürüyor ve küfrediyordu. 800 metrekarelik bir cami avlusunda üst üste yığılı cesetlerin yüksekliği bir buçuk metreyi bulmuştu. Bunların arasında her yaşta kadın, erkek, çocuk ve yaşlılar vardı. Kadın cenazelerinde zorla ırza geçme izleri açıkça görünüyordu. Birçok kadın ve kızın mahrem yerlerine tüfek fişekleri sokulmuştu.” (2) Rus subayları bile böyle bir vahşete tahammül edemiyorlardı.
Ermenilerin elinde savaş malzemesi çoktu. Ancak onlar Türk askeri ile savaşmaktan kaçıyor ve hınçlarını savunmasız sivil halktan alıyorlardı. Rus subaylarından Yüzbaşı İvan Gokilaviç Pilyat’ın bir anısı; Ermenilerin neden böyle pervasız hareket ettiğinin örneğini verir.
“25 Şubat 1918 günü Erzurum Demiryolu İstasyonu’nda bir takım Ermeniler silahsız ve sakin İslam ahaliden on kişiden fazlasını kurşuna dizmişler, bunları korumak ve saklamak teşebbüsünde bulunan Rus subaylarını ölümle tehdit etmişlerdir. Bu sırada hiç suçu olmayan bir Türk’ü öldürdüğünden dolayı bir Ermeni’yi hapsetmiştim. Genel Komutanlık, divanı harp kurulmasını emretmişti. Eski kanuna göre cinayet işleyenler idam edilecekti. Ermeni subaylardan birisi bu Ermeni’ye, cinayetinin cezası olarak asılacağını söylediği zaman tutuklu Ermeni kızarak bağırmıştı.

“Bir Türk için bir Ermeni’nin asıldığı nerede görülmüş?

Bu Ermeni bizce gerçeği haykırmıştır. Aslında işgal bölgesindeki olayların gerçek sorumlusu Rus Ordusu, Rus Komutanlarıdır. Anlaşılmaz bir nedenle dev boyuttaki cinayetlere göz yummuşlar ve ancak savaş biterken uyanma emareleri göstermişlerdir. Ermenilerin yaptığı günümüz Uluslararası organlarınca “Soykırım” olarak yapılan tarife uygun ender olaylardan biridir. Bölgede nüfus üstünlüğü sağlayabilmek için, bilinçli olarak bir Ulus’un işgal bölgesinde “kılıç artığı” olarak kalmış kesimini doğrudan yok etmeyi amaçlamaktadır. Batının propaganda olarak öne sürdüğü “sahte kırımlar” yerine burada “gerçek kırım” olayları cirit atmaktadır. Ama bu olayları dünyaya aktaracak ne bir misyoner, ne bir kolej öğretmeni, ne de konsolosluk memuru vardır. Mevcut olanlar da “üç maymun oyunu” oynamaktadırlar. Ne bir şey görmüş ne duymuş, ne de söylemişlerdir. Hıristiyan Batının merhametinin sadece kendi dinleri için olduğunun enbelirgin örneği, işgal bölgesindeki yüz binlerce masum insanın sahte bir kine kurban edilmesidir.


...


KUNURİ MUHAREBELERİ



KUNURİ MUHAREBELERİ




M Galip BAYSAN







M Galip BAYSAN



Galip_Baysan01


26–29 Kasım Kore Harbinde Kunuri Muharebelerinin 54ncü yıldönümüdür. Bu konuda Türk kamuoyunun kelimenin tam anlamıyla cahil bırakılmasının en önemli nedeni, çağdaş aydınlarımız arasında yaygın bir şekilde süregelen; eskiden radikal solun, günümüzde radikal solun yanında yer alan radikal Sağın köklü Amerikan düşmanlığıdır. Bu konuda ne zaman bir şey yazsam, ne zaman bir şeyler söylemek istesem daima engellerle karşılaştım. Günümüzde Kemalist olduğu iddiasıyla ortada görünen kurumların çoğu ne yazık ki Kemalizm’den çok uzak tamamen radikal solun kontrolünde gibiler. Ve konu Kore Savaşı oldumu hemen sansür uygulamayı seçiyorlar. Bu davranışın her zaman mücadele ettiğimiz ve şiddetle karşı çıktığımız iktidarın sansürcü davranışlarından ne farkı var?
Kore savaşına sansür uygulayan bu zihniyet sahipleri acaba bilmeden Türk düşmanı Diyaspora Ermenileri, Rumları ve Siyonistleriyle birlikte hareket ettiklerinin farkındamıdırlar?  Çünkü Kore Harbi sonunda bir efsane haline gelmiş Türkler 1980’lere kadar etkinliğini sürdürdü ve o neslin ard arda emeklilik yaşına ulaşıp görevden çekilmesiyle birlikte Pentagon Türk Düşmanı lobilerin elemanları ile doldu. Askeri ve Sivil tarih kitaplarında Türklerin zaferleri emrine verildiği 2. Amerikan Tümenine bağlandı ve herkesin bildiği başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’yu bölen ünlü harita o dönemde çıkarıldı.
Türkiye Kore harbine Amerikan sevdası nedeni ile değil o günlerde Komünistlerin yayılmacı politikalarına karşı yalnız kalmamak için, Hür Dünya ülkeleri safında yerini almak arzusu ile katılmış ve başarılı olmuştur. 2. Dünya Savaşı sonunda Sovyetlerin Karsı, Ardahan ve Boğazlardan üs istemesi karşısında babamın, dayılarımın infialini hatırlıyorum. O yokluk ve yalnızlık günlerine rağmen herkes gönüllü asker olmaya hazırdı.
Bize göre orada bütün dünyanın gözü önünde harikalar yaratan bu kahraman askerleri anmak vatanını seven, özellikle ben Kemalist’im diyen Her Türkün boynunun borcudur. Benim de elim kalem tuttuğu sürece bütün engellemelere rağmen bu harple ilgili gerçekleri açıklamağa devam edeceğimden kimsenin şüphesi olmasın.
Bir önceki yazımı okuyanlar hatırlayacaktır. Savaşın ikinci döneminde B.M. Kuvvetleri, Kuzey Kore’yi tamamen işgal etmek amacıyla, 24 Kasım 1950 günü büyük saldırısını başlattı. O gün cephenin sol kesimindeki birlikler süratle ilerleyerek 10–15 Km. kadar ileri gittiler ama sağ taraftaki II nci Kore Kolordusu hiçbir ilerleme göstermedi. Ertesi gün de olaylar aynı şekilde gelişti. Üçüncü gün (26 Kasım 1950 günü) solda ki Amerikan Kolorduları da durdu. Aynı gün sağ tarafı savunan Güney Kore Kolordusu, çok üstün sayıda düşman gücünün saldırısına uğradı. Bu Kolordu güneye ( Tokchon ve doğusuna) çekilmek mecburiyetinde kaldı. 26/27 Kasım gecesi saldırılarına devam eden düşman birlikleri, Güney Kore Kolordusunu 40 Km. kadar güneye atmayı başardı. Düşmanın bu taarruz sırasında Güney Kore birliklerine karşı 8 ad. Komünist Çin Tümeni ile saldırdığı kabul edilmektedir. Bu ileri çıkış ve geri çekilişlerden açıkça anlaşılacağı gibi Taarruz eden Ordunun büyük kısmı ile sağ yanı arasında büyük bir boşluk doğdu. Kabul etmek gerekir ki, Komünist Çin savunmasını çok mükemmel hazırlamış, B.M. Kuvvetlerini açık vermeye mecbur etmiş ve başarmıştı. Şimdi asıl saldırı gücünü meydana gelen boşluktan içeri sokacak, 8nci Amerikan Ordusunun yan ve gerisini kuşatarak geri çekilmesini önleyecek ve bulunduğu bölgede teslim olmasını veya imhasını sağlayabilecekti.
ABD. Birlikleri ile Güney Kore birliklerinin arasındaki büyük boşluğun süratle ve mutlaka kapatılması gerekiyordu. B.M. Kuvvetlerinin ve hatta Kore Savaşının kaderi bu görevi alacak birliğin başarısına bağlıydı. Görev, ihtiyattaki Türk Tugayına verildi. Tugay 27 Kasım sabahı, saat 0500’de aldığı harekât emrine göre, dost ve düşmanın birbirine karıştığı, yabancı bir arazi ve dar bir vadide düşmanın büyük kısmının yaklaştığı Tokchon Bölgesine doğru ilerlemeğe başladı. Yolların çekilen birlikler, sivil halk ve onların arasına karışmış Komünist çetecilerin müdahaleleriyle tıkanması nedeni ile ilerleme oldukça zor oluyordu. Üst birlikle irtibat kurmak ta gittikçe zorlaşıyordu. Tugay Komutanı General Tahsin Yazıcı yaptığı durum muhakemesi sonunda yolu “Wawon Boğazında” ( biraz geriden) kapamayı uygun buldu. Yol üzerinde ilerleyen birlikler durduruldu, aynı tertiple geri dönmeğe başladılar. Bu arada tepelerden ilerleyen Çinliler, gece karanlığından istifade ile görünmeden yaklaştılar ve en öndeki birlikleri baskın şeklinde ateş altına aldılar. Bu baskın sırasında üst komutanlıkla irtibatı sağlayacak Amerikalı irtibat subayı ve aracı da düşman eline geçti.
Birlikler Wawon bölgesine intikalini 27 Kasım saat 21–22.00 arası tamamlamış ve gerekli emniyet tertibini aldıktan sonra dinlenmeye çekilmişlerdi. İleriden silah sesleri geliyordu. O gece saat 01.00 civarında Tugay Komutanı General Tahsin Yazıcı “ Artçı durumundaki birliklerin düşmanın baskınına uğradığı ve dağıldığı” haberini aldı. Düşmanın mevzilerdeki birliklere saldırıları gün ağarırken başladı. Çinlilerin  savaşan birlikleri kuşatma teşebbüsleri diğer Bölüklerin ard arda savaşa sokulması ile önlendi. Tugay bu zor şartlar altında 28 Kasım gününü kazanarak B.M. Kuvvetlerinin geri çekilebilmesi için gerekli olan günlerden birini kazandı. Komutan gelişen şartlar karşısında daha iyi bir savunma ortamı elde etmek niyetiyle, 7 Km. kadar batıdaki bir köye (Sinnimni Köyüne) çekilme kararı aldı. Tugay birlikleri yavaş yavaş muharebeyi keserek geri çekilmeye başladılar.
Çinliler havanın kararmış olmasına rağmen bu çekilmeyi fark ettiler ve Tugayın gerisini savunan Artçı Birlikleri ile teması kesmeden sıkıca takibe başladılar. Yol çok dardı, intikal yavaş oluyordu. Bu nedenle yürüyüş kolu, artçı, düşman birbirini çok yakından izliyordu. Sinnimni Bölgesinde iki tabur mevzilere yerleştirilmişken, üçüncü Tabur ve Topçu Taburu,3 Km. kadar daha batıya ve ancak saat 21–22.00 arasında yerleşebildiler. Aynı gece yarısı,  bu grup (yani III ncü Tb. ve Topçu Tb.u)  aradan sızmış olan Komünist Çin birliklerinin baskınına maruz kaldılar ve yoğun bir makineli tüfek, havan ve roket ateşine hedef oldular. Bu baskın Tugayın büyük bir kesimi üzerinde “Panik” yarattı. Bu birlikler gece karanlığında, yol boyunca birbirine karışmış olarak geriye çekilmeğe başladılar. Bu arada düşman yolun kuzeyindeki bir kısım tepeleri işgal etmiş, mevzilerdeki I ve II nci taburların arasındaki irtibatı kesmişti.
Bu baskın ve olumsuz gelişmeler Tugay karargâhını çok zor bir durumda bırakmıştı. Tugayın yarısı ileride etrafı düşman tarafından çevrilmiş durumda savaşırken, diğer yarısı kontrol dışına çıkmış, darmadağın olmuştu. Komutana hal tarzı olarak “daha geriye çekilmek, dağılanları toparlayıp kurtulanlarla yeni bir mevzi tutma” empoze edilmeğe çalışıldı. Tugay Komutanı Tahsin Yazıcı; Harekât Şube Müdürü Kur. Yarbay Faik Türün ( Sonradan Orgeneral) ‘ün tavsiyesi ile elde kalan ve çekilen birlikleri toparlayarak o bölgede savunmaya geçmek ve mümkün olan ilk fırsatta kuşatılmış birlikleri kurtarma imkânı aramak kararını verdi. Subaylar dağıldı, yoldan geçenler durduruldu, birlikler, emir komuta düzeni yeniden kurulmaya çalışıldı. Komutanın bu cesur direnme ve savunma kararı sayesinde, geriye doğru şuursuzca akan insan seli kısmen durduruldu, bozulan birlikler yeniden düzenlenerek, beklenen büyük düşman saldırısını karşılamak üzere, yeni bir savunma hattı kuruldu.          

Tugay Komutanlığı bu hazırlıklarla meşgulken ileride çok zor şartlar altında kalan ve üstün sayıda düşman birlikleri ile çevrilmiş bulunan II nci Tabur ve 1nci Taburun 2nci Bölüğü bütün gece ve ertesi gün öğleye kadar savaştılar. Düşmanın cephe ve yanlardan yaptığı taarruzlara rağmen, nefes kesici muharebeler yaparak ve üstün kahramanlık örnekleri sunarak yerlerini muhafaza edebildiler. Özellikle Sinnimni’nin ve vadinin hemen güneyindeki tepeleri tutan 2nci Bölük: yan ve gerilerini kuşatmaya çalışan düşmana karşı “Süngü Hücumu” yaparak mevzilerini 29 Kasım öğle saatlerine kadar kahramanca savunarak elde tutmuştur. Bu boğuşmalar sırasında cephanesi tükendiğinden, teslim olup hayatta kalma yerine, düşmana saldırmayı tercih etmiş,  hücumla ele geçirdiği silah ve cephaneyi yine onlara karşı kullanarak ayakta kalmayı başarabilmiştir.

Komutan; ileride kalan birlikleri kurtarmak için bir karşı taarruz yapma hazırlığını yaparken, saat 10.00 civarında bölgeye 2.nci ABD Tümenine ait bir alay ve bir tank bölüğü geldi. Alay komutanına gelişen durumu açıklayan Gen. Yazıcı “ Bir karşı taarruz yapılarak kuşatılmış birliklerin kurtarılmasını” istedi. Amerikalı komutan; “böyle bir saldırının kendi görevleri arasında olmadığını” belirterek teklifi reddetti. Çaresiz kalan komutan mümkün olan Türk kuvvetlerini toplayarak Sinnimni istikametinde taarruzu başlattı ve düşmanın çemberini yararak ilerdeki birlikleri ile temas kurup geri çekilmelerini sağladı.
Amerikan Alayı ile temas, aynı zamanda Tugayın görevini başardığının da göstergesi idi. Demek ki kazanılan iki tam gün içinde B.M. Kuvvetleri çekilmeyi başarabilmişti. Bundan sonra Tugay birlikleri ABD birlikleri ile birlikte Kunuri ve Sunchon Boğazlarında yine kuşatıldılar, küçük birliklerin üstün becerileri ve ABD Hava kuvvetlerinin yardımı ile yine dövüşerek ve büyük başarılar göstererek kurtulmayı başardılar. Tugay Komutanı sonradan yazdığı 31 Aralık 1950 tarihli raporunda: “ Tugay, en çok kaybı, Kunuri-Sunchon arasındaki Boğazdan çekilirken vermiştir” demiştir.

Tugay Komutanı 30 Kasım akşamı Pyongyang’a gelmiş ve Tugayı kontrol altına almağa başlamıştı. Bu muharebelerde en fazla zayiat veren 2nci ABD Tümeni ve Türk Tugayı yeniden toparlanıp teşkilatlanabilmek için Seul Batısına gönderildiler. 
Tugayın bu muharebeler sırasında verdiği zayiat: 
Personel olarak %15, Araç-gereç olarak %70’tir. 
Personel zayiatı: 218 Şehit, 
94 Kayıp, 
455 yaralı olmak üzere toplam 767’dir.



..

KORE HARBİ ÖNCESİ GENEL DURUM: (KASIM–1950)





KORE HARBİ ÖNCESİ GENEL DURUM: (KASIM–1950)



M Galip BAYSAN




M Galip BAYSAN


Kasım ayı son günleri Birleşmiş Milletler emrindeki Türk askerinin bilfiil savaşa katıldığı ve ünlü Kunuri Boğaz muharebelerinin yıldönümüdür. Türk Kamuoyunun şu veya bu nedenlerle pek bilinmeyen ancak Türk askerinin Dünya çapında bir üne kavuştuğu ve Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin kuşatılıp imhasını önleyen bu muharebeleri dikkatinize sunmak istiyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçen yıllar içinde bir türlü birleştirilememiş olan iki Kore Cumhuriyeti arasındaki anlaşmazlık, rejimlerindeki ayrılık nedeni ile Sovyet ve Amerikan birliklerinin çekilmelerinden sonra “ölümcül bir düşmanlık” halini almıştı. Komünist Çin ve Sovyetler Birliği tarafından desteklenen ve teşvik gören Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, bütün Kore’yi Komünist bir rejim altında birleştirme idealini silah zoruyla gerçekleştirme amacı ile büyük bir saldırı ordusu hazırladı. Buna karşılık yeni teşkil olunan Güney Kore Cumhuriyeti Ordusu, henüz kendi başına ülkesini böyle bir saldırıya karşı savunabilecek bir seviyede olmaktan çok uzaktı.
ABD ile Güney Kore Cumhuriyeti arasında ilki Aralık 1948, ikincisi de Ocak 1950’de olmak üzere iki yardım ve güvenlik anlaşması imzalanmış, diğer taraftan Sovyetler Birliği ile Demokratik Halk Cumhuriyeti arasında Mart 1949’da 10 yıllık bir yardım anlaşması yapılmıştı.
1950 yılına girerken Dünya, Komünist Âlemde söz sahibi olacak büyük bir gücün yükselişine şahit oluyordu. Çinde II Dünya Savaşından sonra etkinliklerini arttıranKomünistler, Milliyetçi Çan-Kay-şek kuvvetlerini, 8.Aralık 1949’da kazandıkları zaferle bütün Çin kıtasından dışarı atmayı başarmış, Asya tarihinde yeni bir devrin başlamasına sebep olmuşlardır. Sovyetler Birliği, Komünist Çin ile olan anlaşmazlığa son vermek için, Mançurya üzerindeki haklarından Çin lehine vazgeçmiş ve iki devlet arasında 14 Şubat 1950’de 30 yıllık bir “dostluk ve karşılıklı savunma antlaşması” imzalanmıştı. Komünistler, kıta çininden başka adalara göz dikmişler; Nisan 1950’de Hainan ve Mayıs 1950’de de Chushan Adalarını ele geçirmişlerdir. Zafer sarhoşluğu içinde, Çan-Kay-Şek’in elinde kalan Formosa ve diğer adalara göz dikmişler, “yayılmacı bir politikayı” benimsemişlerdi. Bu duruma göre Kuzey ve Güney Kore arasındaki çıkacak bir çatışmada Kuzeyin Sovyetler Birliği ve Komünist Çin, güneyin de ABD tarafından desteklenmesi tabii idi.

SAVAŞIN BAŞLAMASI:

Savaş: 25 Haziran 1950 günü sabahı saat 04.00’de, Kuzeylilerin, Seul’un batısındaki Kumpo yarımadasına topçu ateşi ve çok iyi hazırlandıkları belli olan Kuzey Kore birliklerinin saat 08.00’den itibaren değişik mevkilerde sınırı geçişi ile başladı. Aynı gün saat 11.00’de de, Güney Kore’ye savaş ilan ettiler. Kuzeylilerin amacı yalnız ve hazırlıksız yakaladığı Güney Kore’nin zayıf Kuvvetlerini süratle imha ederek, Amerikalıların müdahalesinden önce yarımadayı süratle ele geçirmek ve durumu bir “oldubitti” şeklinde neticeye ulaştırmaktı.
Ayni gün saat 14.00 de toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi: “Kuzey Kore’nin taarruzu uluslar arası barışı bozmaktadır. Çarpışma derhal durdurulacak ve Kuzey Kore Kuvvetleri 38nci Paralelin kuzeyine çekileceklerdir.” Şeklinde bir karar aldı.Birleşmiş Milletlerin çağrısını hiçe sayan Kuzey Koreliler seri bir şekilde hareketlerine devam ettiler. O andan itibaren Kuzey Kore ile Birleşmiş Milletler Topluluğunun zamana karşı amansız yarışı başladı.
Harekâtın ilk safhasını, Kuzeylilerin süratle ilerleyişi, Güney Korelilerin devamlı çekilmesi, Birleşmiş Milletlerin (B.M.) Pusan bölgesinde bir “Köprübaşı” tesis edip savunmaya çalışması ve muhtelif ülkelerden gelecek kuvvetlerin Kore’ye gelebilmesi için gerekli zamanın kazanılması şeklinde özetleyebiliriz.
Temmuz ayı sonlarında elde kalan Güney Kore kuvvetleri ve o güne kadar parça parça yardıma gelen 3 ABD Tümeninin direnç göstermesi ile “Pusan Köprübaşı Mevzii” tesis edilmiş oldu. Kuzey Kore’nin bu mevzilere Eylül ortasına kadar 1,5 ay süresince yaptığı saldırılar başarılı olamadı. Bu saldırılar sırasında Kuzey Kore’nin “Taarruz Gücü” tükenirken, Birleşmiş Milletlerin davetini kabul eden ülkelerin birlikleri arka arkaya gelmeğe başladılar. Kara, Deniz ve Hava üstünlüğünü eline geçiren B.M. Komutanlığı; 24 Temmuzdan beri Komutan bulunan Orgeneral Douglas Mc Arthur’un emri ile 15 Eylülde, yine Seul batısındaki İnchon’a baskın şeklinde yapılan bir “Çıkarma Harekâtı” ile birlikte, savaşın ikinci safhası diyebileceğimiz genel taarruzu başlattılar.
Taarruz süratle gelişti, ilk anlarda Kuzey Kore Kuvvetlerinin büyük bir kısmı (6 Ad.Tümeni) kuşatılarak imha edildi. Seul dâhil 38nci paralele kadar ilerlendi. B.M.de yapılan görüşmelerden sonra Gen. Mc. Arthur’a gerektiğinde 38nci Paraleli geçme yetkisi verilince B.M. Kuvvetleri 9 Ekimde 38. Paraleli geçtiler.24 Ekimde Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang’ı işgal ederek Ekim sonunda genel olarak Sinanju-Hongnam Hattına vardılar.
Kasım ayı içinde B.M. Kuvvetleri Kuzey Kore’ye son darbeyi indirme hazırlığı ile meşgulken, Komünist Çinde büyük faaliyetler görünüyordu. Ekim başlarında Başbakan Chou-En-Lai; Pekin radyosundan: “ Komşusu istilaya uğrarken Çin Ulusu kayıtsız kalamaz. Çin Ulusu her vakit Korelilerle beraber olmuştur. Çin Ulusu, Kore’yi kurtarmak için Kore Ulusunu destekleyecektir” şeklinde beyanat vermeğe başlamıştı. Yapılan propagandalarda “ eskiden Japonya’nın yaptığı gibi, bu kez de Amerikanın Kore yolu ile Çin’i ve Asya’yı istila etmeğe niyetli olduğu” teması işleniyordu. İlk olarak Mançurya’daki kuvvetler arttırılmıştı. Kasım başlarında bu kuvvetlerin 850.000’e çıkarıldığı tahmin edilmektedir. B.M. Kuvvetlerinin 38nci Paraleli geçişini takiben, 14–15 Ekim 1950’de 38, 39 ve 40’ıncı Komünist Çin Ordularına mensup kuvvetler, Yalu Nehrini geçerek Kuzey Kore Topraklarına girmişlerdi.
Komünist Çin’in bütün bu faaliyetlerine rağmen B.M. Başkomutanlığının genel kanaati: “Kuzeyde abartıldığı kadar fazla Çin Kuvvetinin mevcut olmadığı, Çinin kendi topraklarına ve Mançurya’ya bir tecavüz olmadığı takdirde savaşa katılmayacağı, savaşa katılsa bile B.M. Kuvvetlerinin çok üstün Hava Gücü karşısında hiçbir şey yapamayacağı” şeklindeydi. Bu yanlış yorumlamanın savaşın en büyük hatalarından biri olduğu kabul edilir. Beklenen taarruz; Başkomutan Gen Mc Arthur’un direktifi ile ve bu defa Türk Tugayının da ilk defa savaşa katılmasıyla 24 Kasım günü başlamıştır.


KONU MANKENİ DEĞİLİM

 “Konu mankeni değilim”


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "10 Ağustos'ta Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle Türkiye'de bir dönem fiilen bitmiştir" dedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle Türkiye’de bir dönemin fiilen bittiğini belirterek, “Kimilerinin 1876′dan, kimilerinin 1924′ten, bazılarının 1946′dan başlattığı parlamenter sistem, 10 Ağustos’ta bir daha geri dönüş olmamak üzere milletimiz tarafından bekleme odasına alındı. Bu bekleme ne kadar sürecek veya ne zamana kadar sürecek? Ya mevcut uygulamaya anayasal zemin kazandırılana ya da bunun yerine yeni bir sistem ikame edene kadar. Bunun kararı da 7 Haziran seçimlerinde verilecek” dedi.
Erdoğan, Denizli Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ve sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle bir araya geldiği yemekteki konuşmasında, Türkiye’nin halkın oyuyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olarak Denizli’de bulunduğunu anımsattı.

Denizli’ye 24′üncü kez geldiğini, cumhuriyet tarihinde gerek başbakan gerek cumhurbaşkanı olarak kente bu kadar çok ziyaret gerçekleştiren siyasetçi olmadığını düşündüğünü belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Biz Ankara merkezli çalışmadık, biz Türkiye merkezli çalıştık. Gidilmedik yer bırakmadık, koştuk ve büyük ilçeleri dahi elden geçirdik. Bu ifade bir kaç saniye içinde ağzımızdan kolaylıkla çıkıyor olabilir, ancak bu ifadenin gerisindeki manayı çok iyi kavramamız gerektiğine inanıyorum” diye konuştu.

Vatan ve millet aşkı olmadan bu çalışmaların yapılamayacağını ifade eden Erdoğan, “Eğer bu sevda sizde varsa yaparsınız, yorulmak da bilmezsiniz ama böyle bir sevdası, aşkı, derdi olmayan çok çabuk yorulur ve tökezler” dedi.

10 Ağustos’ta cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle bir dönemin fiilen bittiğine dikkati çeken Erdoğan, “Kimilerinin 1876′dan, kimilerinin 1924′ten, bazılarının 1946′dan başlattığı parlamenter sistem 10 Ağustos’ta bir daha geri dönüş olmamak üzere milletimiz tarafından bekleme odasına alındı. Bu bekleme ne kadar sürecek veya ne zamana kadar sürecek? Ya mevcut uygulamaya anayasal zemin kazandırılana ya da bunun yerine yeni bir sistem ikame edilene kadar. Bunun kararı da 7 Haziran seçimlerinde verilecek” ifadesini kullandı.

‘Bu, Türkiye’nin ve milletimizin bekası meselesidir’ 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’de kimsenin, işlerin 2014 öncesinde, özellikle de 2002 öncesinde yürüdüğü gibi yürümesini beklememesi gerektiğini vurgulayarak, sözlerine şöyle devam etti:

O dönem geride kaldı. Ne diyor Mevlana ‘Dün dünde kaldı cancağızım, yarın için bir şeyler söylemek lazım’. Artık Türkiye için yeni şeyler söyleme zamanıdır. Her büyük değişim gibi bu da hiç şüphesiz sancılı olacak, sıkıntılı olacak. Şunu açık ve söyleyeyim, bir büyüğümün ifadesidir, ‘Evlat her kutlu doğum sancılı olur’ derdi.
Yıllardır sahip oldukları gücü, imkanı kaybetmek istemeyenler bu değişime sonuna kadar direnecekler. Muhalefet partilerinin direnişi bu yüzdendir. Hatta bir kısmı kendi geçmişlerini kendi savundukları ilkeleri reddetme pahasına bu direnişi sergiliyor. Aynı şekilde kurumlar buna direnecektir, aynı şekilde eski Türkiye’nin zaaflarından beslenerek varlıklarını sürdüren aydınlar, gazeteciler, iş adamları da buna direnecektir. Bir de bu süreci doğru okuyamadıkları için, meseleyi tam olarak kavrayamadıkları için değişime direnç gösterenler var. Onların zaman içinde doğruyu, gerçekleri görerek saflarını yeniden belirleyeceklerine inanıyorum.
Bu dönemde önemli olan bizim bu değişimi sebepleri, sonuçları, getirileriyle milletimize doğru ve tam olarak anlatabilmemiz dir. Yeni Türkiye’nin ne olduğunu, yeni anayasaya niçin ihtiyaç duyduğumuzu, başkanlık sisteminin ülkemize neler kazandıracağını sabırla, doğru argümanlar ve örneklerle milletimize izah etmeliyiz. Seçim süreci bunun için önemli bir fırsat. Artık ok yaydan çıktı, önemli olan hedefine ne derece isabetle varacağıdır. Bunun için hepimize çok önemli görevler düşüyor. Bu mesele günlük siyasetin malzemesi olacak kadar basit değildir. Bu, Türkiye’nin ve milletimizin bekası meselesidir. Ben damdan düştüm, dertliyim. Patinaj yapan bir Türkiye istemiyorum. Bizim çok daha hızlı, sıçrayarak, çok daha ileri gitmemiz ve muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmamız lazım. Onun için de kaybedecek vaktimiz yok.

‘Herkes topu şu anda birbirine atıyor’

2023 hedeflerinin önemine değinen Cumhurbaşkanı Erdoğan, kişi başına milli gelirin 25 bin doların üzerine çıktığı bir Türkiye’nin, muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmış olacağını dile getirdi.

Yeni anayasa yapma fırsatının 2011′de kaçırılmasının ardından ülkede, bölgede ve dünyada önemli gelişmeler yaşandığına, Suriye, Irak, Filistin, Mısır, Libya ve yakın coğrafyada dört yıllık dönemde yaşananların Türkiye’yi de yakından ilgilendirdiğine vurgu yapan Erdoğan, Rusya’da, Ukrayna’da ve Gürcistan’da önemli gelişmeler yaşandığının altını çizdi.
Ukrayna’ya dün yaptığı ziyareti anımsatan Erdoğan, ülkenin yaklaşık yüzde 7-10′luk bölümünün işgal altında olduğu bilgisinin kendisine aktarıldığını söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Minsk Süreci’ne işaret ederek, şu değerlendirmelerde bulundu:
“Bir hafta önce Sayın Putin ile görüştüm, o ‘Ukrayna, Minsk Sürecine uysun’ diyor. Sayın Poroşenko ile görüştüğümde, o da ‘Sayın Putin, Minsk Sürecine uysun’ diyor. Herkes topu şu anda birbirine atıyor. Biz de ‘Etmeyin, eylemeyin bunların hepsi sizin için, bölge için kayıp’ diyoruz. Kırım Tatar Türkleri şu anda zulüm, eza cefa içerisinde. Bir taraftan bunları da takip ediyoruz, kovalıyoruz. Onun için Türkiye’nin üzerindeki yükün ne kadar ağır olduğunu bilmemiz lazım. Biz kabuğunun içinde küçülen bir ülke, bir millet olamayız. Biz nasıl tarihte büyük bir milletsek bugün de büyük bir millet olma yolunda devam etmek zorundayız. Şu anda bizden beklenen, istenen bu. Soruyorlar, ‘Nerede kaldınız?’ Niye? Çünkü geçmişimiz itibarıyla üzerimizde böyle bir yük var. Diyor ya şair, ‘Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz, gelmişiz dünyaya millet, milliyet nedir öğretmişiz’. Biz böyle bir milletiz. Öyleyse bu millet küçülemez.”

‘Cumhurbaşkanı olarak konu mankeni değilim’

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “‘Cumhurbaşkanı siyaset yapıyor’ diyorlar. Ne demek o? Yani Cumhurbaşkanı siyasetin dışında olabilir mi? Siyasetle ilgili söyleyeceği hiç bir şey yok mu? Bunlar kendilerine göre konu mankeni arıyorlar. Ben Cumhurbaşkanı olarak konu mankeni değilim” dedi.

Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin bir yandan mevcut kazanımları korumak diğer yandan 2023 hedeflerine ulaşmak için çaba harcadığını dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2011 seçimlerinin ardından yeni anayasa çalışmalarının akamete uğradığını söyledi.
Erdoğan, gezi olayları sırasında dünyanın Türkiye’nin üzerine geldiğini kaydederek, “Batı’nın gazetelerinde nasıl saldırdılar bize? Güya bizim güvenlik güçlerimiz, polisimiz her tarafı yaktı yıktı. Buradan sesleniyorum, ey batı, peki daha geçen gün, Hamburg’ta yapılanlar neydi? Hamburg’ta o insanların ne hale getirildiğini gördük değil mi? Nasıl Alman polisinin o insanları kan revan içerisinde bıraktıklarını gördük değil mi? Bize dürüstlük dersi verenler, vermek isteyenler, bizim polisimizi kötüleyenler önce kendilerine baksınlar. Aynaya baksınlar, kendilerini görsünler. Bizim çoğu yerde polisimiz dayak yemiştir, sabırla bunlara dayanmıştır, tahammül etmiştir” değerlendirmesini yaptı.
17-25 Aralık darbe girişimiyle ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik olarak çökertilmeye çalışıldığını ifade eden Erdoğan, başarıya ulaşamayan bu girişimlerin zaman ve enerji kaybına yol açtığını belirtti.
“Suriye meselesinin seyri, DEAŞ konusu başta olmak üzere tamamen ülkemizi köşeye sıkıştırma, Ortadoğu’daki çatışmaların içine çekme amaçlı olarak geliştirildi” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çözüm Süreci ile yakalanan olumlu ivmenin tersine çevrilmesi için Kobani bahanesiyle sokakların kışkırtılmaya çalışıldığını bildirdi.

‘İnsanları katledecek oyuncakları ellerinden alınıyor’

Cumhurbaşkanı Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:

“6-8 Ekim olaylarında halkı sokağa davet edenler kimlerdi, cam, çerçeve, halk otobüsleri, vatandaşların araçlarını yakanlar, yıkanlar kimlerdi? Benim Kürt vatandaşlarım adına temsilin kendilerinde olduğunu söyleyenlerdi. Bölücü terör örgütünün mensuplarıydı. Bunlar, molotofkokteyli bir bomba muamelesi görsün, aynı şekilde havai fişekler, demir bilye, sapan suç aleti sayılması ve benzer bir konular şu anda İç Güvenlik Paketi’nde yer alınca hepsi isyan ettiler. Niye? İnsanları katledecek oyuncakları ellerinden alınıyordu da onun için.
Molotofkokteyli suç olmaktan çıksın diyoruz. Peki Küçükçekmece’de Serap yavrumuzu belediye otobüsünün içinde molotof kokteyliyle yakmadınız mı, orada onu o şekilde öldürmediniz mi? Nasıl olacak da bunlar suç olmaktan çıkacak. Bu bir, beş, on, yüz değil. Ülkemizin her yerinde bunları bunlar yaptılar, yapmaya devam ettiler. Hala bunu sürdürmek istediler. Aslında bu yasa geç bile kalınmış bir yasa. Güvenlik güçlerimizin elinin de tabii ki hukuk içerisinde güçlü olması gerekiyor. Bugün de bu amaçla bunlar her türlü yolu denediler, deniyorlar.”

‘Yeni Anayasanın vazgeçilmez ve ertelenemez bir ihtiyaç haline geldiği açıktır’

En küçük bir ekonomik dalgalanmayı dahi, Türkiye’yi 1994 ve 2001′de olduğu gibi krize çevirmek isteyenlerin olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu gayretlere hiçbir zaman fırsat vermeyeceklerini vurguladı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Türkiye bu netameli hadiseleri en az zararla geride bıraktıysa öncelikle bunun sebebi milletimizin feraseti ve basiretidir, daha sonra da milletin emanetine canı pahasına sahip çıkan güçlü bir iktidarın iş başında bulunmasıdır. Bu süreçte koalisyon dönemlerinin Türkiye’si olsaydı Allah muhafaza felaket üzerine felaket yaşamıştık. İşte tüm bunlardan çıkardığımız dersler ışığından diyoruz ki madem Türkiye cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle yeni bir döneme girdi, gelin bunu bir adım daha ileriye taşıyalım, gelin milletimizi bu darbe ürünü anayasadan kurtaralım. Yeni anayasanın vazgeçilmez ve ertelenemez bir ihtiyaç haline geldiği açıktır.
Öyleyse milletimizin karşısına yeni bir projeyle, yeni bir gelecek tasavvuruyla çıkalım, bunun adına Yeni Türkiye dedik. Yeni anayasayı da başkanlık sisteminin formülünü de mümkün olan en geniş katılımla, mümkün olan en geniş uzlaşmayla yapalım istiyoruz. Meclis’te grupları bulunan diğer siyasi partiler bu tekliflerimize peşinen ve kapıları tamamen kapatmak suretiyle başbakanlığım döneminde ‘hayır’ dediler. Öyleyse geriye müracaat edeceğimiz, derdimizi anlatabileceğimiz, destek isteyeceğimiz tek bir merci kalıyor, milletimiz.”
Her gittiği yerde meseleyi paylaştığını, milletin desteğini talep ettiğini anlatan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Tabi rahatsız oluyorlar. ‘Cumhurbaşkanı siyaset yapıyor’ diyorlar. Ne demek o? Yani Cumhurbaşkanı siyasetin dışında olabilir mi? Siyasetle ilgili söyleyeceği hiç bir şey yok mu? Bunlar kendilerine göre konu mankeni arıyorlar. Ben Cumhurbaşkanı olarak konu mankeni değilim. Hamdolsun, şimdiye kadar bu teklifimin çok büyük hüsnü kabul gördüğüne şahit oldum. Biz bu meseleyi milletimize anlattıkça, onun kalbini ve rızasını kazandıkça arzu ettiğimiz o büyük uzlaşmayı sahada oluşturabileceğimize inanıyorum. Bunun için kapı kapı dolaşacak, her vatandaşımıza derdimizi anlatacağız. Bu konuda siz Denizli’deki kardeşlerimin öncü olacağına inanıyorum.”

Çanakkale Zaferi’nin 100. yıl dönümü

Bugünlerde son derece tarihi günlerin idrak edildiğini söyleyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, şöyle konuştu:
“18 Mart Çarşamba günü Çanakkale Deniz Zaferimizin 100. yıl dönümünü yad ettik. Gelibolu ve Çanakkale’de düzenlenen törenlerde her zaman olduğu gibi yine coşku, heyecan, gurur vardı. Ülkemizin dört bir yanından gelen yaşlılarımız, gençlerimiz, çocuklarımız, şehit ve gazilerimiz için dua etti, fatihalar, yasinler okudu. İnşallah bu yıl bu müstesna yıl dönümünü sadece 18 Mart ile Şehitler haftasıyla sınırlamayacağız. Tüm yıl boyunca etkinlikler düzenleyecek. Çanakkale ruhunu tekrar tekrar hatırlayacak ve hatırlatacağız.”
14 Mart’ta Tıp Bayramı sebebiyle Çanakkale’de olduğunu, toplu açılışlar yaptıklarını, Çanakkaleli vatandaşlarla bir araya geldiğini anlatan Erdoğan, “18 Mart’ta Başbakanımız aynı şekilde Çanakkale’deydi. Çanakkale’de her zaman yaptığımız gibi Çanakkale Stadı’nda toplantıyı yaptılar, ardından şehitlikte gayet güzel anlamlı mesajlarını verdiler. 24 Nisan’da dünya liderlerini davet ettiğimiz bir Çanakkale’de, kara savaşlarının olduğu günün 100. yıl dönümünü kutlayacağız. Şu ana kadar 30′u aşkın devlet başkanı ve hükümet başkanından geri dönüş aldım, geleceklerini bildirdiler ve takip ediyoruz. Takip edeceğiz. Diliyoruz bu sayı artsın ve coşkulu şekilde kara savaşlarının 100. yıl dönümünü Çanakkale’de kutlayalım. Oradan bütün dünyaya Çanakkale’nin savaşlardan bir savaş olmadığını, bunu ilan edeceğiz. Çok güçlü bir şekilde barış ve dostluk mesajı vereceğiz” şeklinde konuştu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yurt içinde ve yurt dışında yaşayan tüm vatandaşlardan Çanakkale’yi ziyaret etmelerini arzu ettiğini anlattı.
Çanakkale’ye 10 yıl önce yılda gelenlerin sayısının 250-300 bin olduğunu, bugün ise 3 milyona ulaştığına işaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çanakkale’ye çok ciddi yatırımlar yapıldığını, yapılan yatırımların geri döneceğini belirtti.
Çocukların, gençlerin Çanakkale ruhunu yerinde dinlemesini isteyen Recep Tayyip Erdoğan, “Orada boş yer yok. Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda – canı cananı bütün varımı alsın da hüda, etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda diyenlerin orada yattığını görecekler. Bu anlamlı bir şey. Onlara dedelerinin istiklal ve istikbalimiz için ödedikleri bedelleri siz büyüklerin anlatması lazım. Onlara tüm yokluğa, yoksunluğa ve imkansızlıklara rağmen imanın, azmin ve ceddin bir araya geldiği zaman nelere kadir olduğunu izah edin” diye konuştu.
Çanakkale Zaferi’nin istikbal mücadelesinin ateşleyicisi olduğunu, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yarabbi- Senin uğrunda ölen ordu budur Yarabbi- Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın- Galib et, çünkü bu son ordusudur İslam’ın” dizeleriyle anlatan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Böyle bir yapı, böyle bir anlayış oradaki. Onlara bu toprakları vatan kılan değerleri, Kuzey Afrika’dan Balkanlar’a, Orta Doğu’dan Kafkasya’ya kadar kardeşlerimizin nasıl seferber olduklarını göstermek gerekiyor. Bugün bizim için Filistin neyse, dün Filistin için Çanakkale oydu” dedi.
Çanakkale’ye Libya’dan, Gazze’den, Mısır’dan gelenlerin olduğunu hatırlatan Erdoğan, “Niye geldiler, çünkü Müslüman kardeşleri 7 düvele karşı savaşıyordu. O zaman yanımızda sadece Almanya vardı. 7 düvel karşımızdaydı” ifadelerini kullandı.
Çanakkele ruhundan nasibini almamış olanların bulunduğuna değinen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Millet olma bilinci olmayanların hezeyanlarını duyuyoruz. Çanakkale Zaferi ile ilgili nasıl ahlaksızca ifadeler kullanabildiklerini görüyorsunuz. Bu yıl bu anlamda çok önemli bir fırsattır. Ben bütün kardeşlerimizden bu fırsatı değerlendirmelerini, Çanakkale’yi ziyaret etmelerini anlamlı buluyorum” dedi.
Çanakkale Zaferi’nin 100. yıl dönümünü yeniden kutlayan Erdoğan, gazi ve şehitleri minnetle andığını da sözlerine ekledi.

http://cemresetay.blogspot.com.tr/2015/03/konu-mankeni-degilim.html