15 Temmuz 2016 Cuma

AFRİKA DEVLETLERİNİN KADERİ.....,


AFRİKA DEVLETLERİNİN KADERİ.....,



Fransanın Soykırım, Sömürge Tarihi ve Cezayir Katliamı.
 
Sarkozy'nin yakın çalışma arkadaşlarından biri olarak tanınan Valerie Boyer, daha önce Hürriyet Daily News gazetesine verdiği demeçte "Aile kökenlerim Cezayirli. Ancak Cezayir'de hiçbir şekilde soykırım yaşanmadı" demişti.







Geriye Baktığımızda Tarihi Hiçte Temiz Görünmeyen Fransanın Birkaç Örnek İle Gerçek Yüzü..


Cezayirli yöneticiler, “Fransa, Cezayir'de soykırım yaptı, özür dilesin.” dedikçe; Fransızlar, “Bu işi tarihçilere bırakalım.” yanıtını vermektedir. Aynı Fransa, “Ermeni iddialarını tarihçiler araştırsın.” biçimindeki öneriye karşı çıkarak, sözde Ermeni soykırımını tanıyan yasaları hiç yüzü kızarmadan ulusal meclisinden geçirebilmektedir.


Bu çifte standart karşısında sesini yükselten, başta Jean Paul Sartre, Didier Billion olmak üzere kimi Fransız aydınlar ise, Fransa'nın tutumunu, “Cezayir, Fransa'nın tabusudur.” sözleriyle açıklamaktadır. Oysa, yalnızca Cezayir değil, Fransız tarihinin neredeyse tümü Fransa'nın tabusudur. Fransa, Yeni Kaledonya, Madagaskar, Haiti, Martinigue, Guadaloup, Fransız Guyan'ı, Komor, Senegal, Mali, Fil Dişi Sahili, Gabon, Kamerun, Gana, Gine, Benin, Rwanda, Vietnam, Laos ve Kamboçya gibi bir bölümü halen Fransız toprağı olan ülkelerde yaptığı katliamların yanı sıra, Birinci Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa ve Adana'da işlediği suçlardan dolayı da tarihiyle yüzleşmekten kaçmaktadır. Fransa'da resmi tarih, Fransız ordusunun Anadolu'da yaptığı katliamları yok sayar, ders kitaplarında bu konuya yer verilmez. Fransız tarihinin karartılan sayfaları, yalnızca Fransa dışında yapılan kötülükleri içermez. Fransa'da yaşanan soykırım ve katliamlar da, tarihiyle yüzleşme cesareti olmayan bu ülkede tabudur. 


Valerie Boyer'in Cezayirli Katledilmiş Vatandaşları
“Fransız'ın Fransız'a soykırımı” olarak adlandırılan 1793-1796 Vendée Soykırımı, 24-25 Ağustos 1572 Saint Barthelemy Katliamı, Kölelik Dönemi, “Terör Süreci” olarak adlandırılan Fransız Devrimi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler'in Fransa'daki işbirlikçisi Vichy Hükümeti Dönemi, bu durumun en somut örnekleridir. 1789 Fransız Devrimi, dünyayı yeniden biçimlendirmesinin yanı sıra, insanlık tarihinin en kanlı dönemlerinden biri olma özelliğini de taşımaktadır. Fransa'nın batısında, Atlantik Okyanusu kıyısındaki Vendée'de yaşananlar, Fransız resmi tarihinde, “Vendée İsyanı” ya da “Vendée Savaşı” olarak adlandırılmakta, bu olaya karşı devrim yakıştırması da yapılmaktadır. Kral ve kiliseye bağlı insanların yaşadığı Vendée, Kral 16. Louis'in idamına karşı çıkmış, Paris'in atadığı yöneticilerin ve anayasaya bağlılık yemini eden rahiplerin otoritesini tanımamış, yeni vergileri ödemeyi de reddetmişti. Kimi Fransız tarihçiye göre, bölge halkı, soylularının önderliğinde ayaklanmış, monarşiyi geri getirmek için savaşmış, cumhuriyetçi güçlere yenilmişti. Oysa yaşananların boyutları çok farklıydı; yüz binlerce insan, genç-yaşlı, kadın-çocuk ayrımı yapılmaksızın vahşi yöntemlerle katledilmişti. Bir tarım bölgesi olan Vendée'nin yoksul köylüleri, durumlarının düzeleceği umuduyla devrimin ilk yıllarında Paris'e bağlı kaldılar. Devrimin, ekonomik alanda bekleneni vermemesi ve yoksulluğun sürmesi, din adamlarının köylüler üzerindeki etkisini artırdı. 1791'de, rahiplerden anayasa bağlılık yemini etmeleri istenince, bu yeminin din yolundan çıkmak olduğunu öne süren köktendinci Katolik rahiplerin kışkırtmasıyla ilk karışıklıklar başladı. Daha önce boş olan kiliseler, artık ayinler sırasında tıka basa doluyor, Paris'e yönelik muhalefetin merkezi oluyordu. Kral 16. Louis'in, Ocak 1793'te giyotine gönderilmesi, soyluların bölgeden göçe zorlanması, isyanı tetikleyen öğelerin arasında sayılsa da, asıl nedenin yoksulluk olduğu belirtilir. Bu sırada, yalnızca Vendée'de değil, Fransa'nın birçok bölgesinde halk ayaklanmaları vardır. Cumhuriyet askerleri hemen her yerde isyanları bastırırken, Vendée'de Köylü Ordusu kurulmuş, “Beyazlar” olarak adlandırılan köylü güçleri “Maviler”i, yani cumhuriyet birliklerini yenilgiye uğratmıştı. Köylülerin başlattığı direnişe yakın bölgelerden de destek gelmesi üzerine, Vendée'ye, tüm Fransa'ya örnek olacak bir ders vermek için harekete geçen Paris yönetimi, sivillere yönelik katliamların önünü açan kararlar alır ve 1 Ağustos 1793'te bir kararname yayımlar. Buna göre, bölgedeki ormanlar kesilecek, tarlalardaki ürünlere, büyük ve küçükbaş hayvanlara el koyulacak, isyancıların mal varlığının cumhuriyete ait olduğu açıklanacak, kadın, çocuk ve yaşlılar başka bölgelere sürülecekti. Vendée'nin Köylü Ordusu, Aralık 1793'te, Nantes yakınlarında Savenay'da yenilir ve dağılır. Geride kalan küçük gruplar ise, isyanı sürdürmek için ormanlık alanlara çekilir. Ordular arasındaki savaş Savenay'da bitmiş, sıra 1796'ya dek sürecek olan toplu katliamlara gelmiştir. Artık daha rahat hareket eden Louis-Marie Turreau yönetimindeki cumhuriyetçi “Cehennem Birlikleri”, kitleler biçiminde teslim olanları acımasızca öldürür, savunmasız yüzlerce köyü yakar, ateşli silahlardan tasarruf etmek için kadın, çocuk ve yaşlıları kesici silahlarla katleder. Bu kanlı zaferin ardından, General François Joseph Westermann, Paris'e gönderdiği raporda durumu şöyle özetler: “Cumhuriyetçi yurttaşlar, artık Vendée yok! Çocuklarıyla ve kadınlarıyla kılıcımız altında can verdi. Vendée'yi, Savenay bataklıklarına ve ormanlarına gömdük. Bana verdiğiniz emir uyarınca, çocukları atlarımızın ayakları altında ezdik. Kadınları, yeni asiler doğurmamaları için katlettik. Yolları cesetlerle kapladık. Teslim olmak için gruplar biçiminde gelen köylüleri durmaksızın kurşuna dizdik. Onlara, devrimin acımasız olduğunu göstermek için hiç tutsak kabul etmedik.”



Cezayir Katliamı

Cezayir, ilk kez 1830 yılında bir Fransız kolonisi oldu. Cezayir halkı, Fransız koloni yönetimine karşı ayaklandığında, Fransızlar koloni karşıtı ayaklanmayı bastırmak için ülkeye 400 bin asker yerleştirdi.Fransa Ulusal Meclisi'ndeki azınlık durumundaki sosyalistler, 1915 yılında Türkiye'de işlendiği iddia edilen Ermeni soykırımının yalanlanmasını reddedenlere yönelik ceza getirmeyi öngören yasanın gerekçelerine bakıldığında, Fransa'nın Cezayir'de işlediği soykırımlar konusunda bu ulusun anılarını canlandırmanın hayati öneme sahip olduğu ortaya çıkıyor.Çok sayıda tarafsız Fransız yetkili, Cezayir'de Fransa kolonel yönetiminin hüküm sürdüğü 130 yıl boyunca kendi ülkelerinin işkencelerini dile getirdi. Örneğin, zorla boyun eğdirmeye katılan paralı askerlerden Edouard Sablier, daha sonra durumu şöyle tarif edecektir: "Kasabaların her yerinde etrafı dikenli tellerle çevrili, içinde binlerce şüphelinin tutulduğu kamplar vardı... Dağlar arasındaki izole edilmiş köylere denetime gittiğimizde, insanların, "Ürünlerini ellerinden alarak onları cezalandırmamız gerekir." sözlerini duyardım."Fransız Troçkistleri tarafından yayınlanan "Ohe Partizanları" isimli gazetede, Setif'i "Cezayir Oradour"u olarak tanımlamışlardı. Oradour, Nazi işgalcilerinin aralarında çocukların da bulunduğu 600'den fazla insanı kestiği bir Fransız kasabasıydı.

 Tarihin gördüğü en büyük soykırım



Cezayir, ilk kez 1830 yılında bir Fransız kolonisi oldu. Cezayir halkı, Fransız koloni yönetimine karşı ayaklandığında, Fransızlar koloni karşıtı ayaklanmayı bastırmak için ülkeye 400 bin asker yerleştirdi. Fransız kolonel güçleri, kolonel yönetime karşı çıkan ayaklanmaya karşı doğudaki birkaç kente hava ve kara saldırısı düzenledi, özellikle de Setif ve Guelma'ya. Bu sıkı önlemler birkaç gün sürdü ve Cezayir Devleti'ne göre geride 45 bin ölü insan bıraktı. Avrupalı tarihçiler, bu rakamı 15 bin ya da 20 bin olarak kayda geçti. Fansız saldırıları sadece Cezayir topraklarında değil, Fransa'nın içinde de devam etti. 1961 yılındaki Paris katliamı buna en canlı örnektir: 17 Ekim tarihinde, Fransız polisi ülkelerinin Fransız koloni yönetiminden bağımsızlığını kazanmasını talep eden silahsız Cezayirli göstericilerin üzerine ateş açtı. Bu saldırıda kaç göstericinin öldüğü hâlâ net değil; ancak tahminler 32 ila 200 kişi arasında değişiyor. Bu olay, 1999 yılına kadar resmi olarak doğrulanmamıştı. O tarihe kadar tüm Fransız hükümetleri gerçeği saklamışlardı.

Bağımsızlık savaşı boyunca da idamlar ve geniş çaplı tutuklamalar oldu; "Pek çok Avrupalı hukukçu suçlananları savunmayı reddetti. Köylüler havadan bombalandı ve denizden kruvazörlerle top ateşine maruz bırakıldılar. Bu saldırılar rastgele yapılıyordu. Amaç sadece ayaklananları cezalandırmak değil, aynı zamanda tüm Müslüman nüfusa yerini ve haddini bilmesini öğretmekti. Yerleşimciler kendi resmi olmayan ölüm timlerini kurdular ve binlerce Müslüman öldürdüler. Alman ve İtalyan savaş tutukluları, bu katliamda yer almaları amacıyla serbest bırakıldı. 1945 katliamları ise Fransızların Cezayir'de giriştiği en trajik katliamlardan biri oldu. Le Monde gazetesinin de aktardığı gibi, "Fransa, 8 Mayıs 1945'te Avrupa'da zaferi kutlarken, bu ülkenin ordusu Setif ve Guelma'da binlerce masum sivili katlediyordu; bu olaylar Cezayir bağımsızlığının gerçek başlangıcı olmuştu".Ahmed Bin Bella'nın da dile getirdiği gibi Fransızlar, insanlara ve Cezayir kültürüne karşı bir soykırım işlemişti: "Cezayir'in yerli halkının büyük bir bölümü Fransız kolonel yönetiminin başlarında yok edilmişti, 1830'da dört milyonun üzerinde, 1890'da ise 2,5 milyon kişi öldürülmüştü. Sistematik soykırım, Cezayir kültürel kimliğinin vahşice ezilmesiyle sürdürüldü. Yerli Cezayirliler Fransız tebaasıydı ancak İslam dinini ve Arap kültürünü reddettiklerinde Fransız vatandaşı olabiliyorlardı. Bu acımasız kültürsüzleştirme politikası, geriye kalan Cezayirlilerin kendi anadilleri olan Arapça konuşmamaları yönündeki baskı ve Fransız kolonel kültürü dayatması ile sürdü. Cezayir'in yerli Müslüman halkının silah taşımasına ya da kendi politik toplantılarını düzenlemesine izin verilmedi. Katı yasalara maruz bırakıldılar, hatta evlerini ya da köylerini terk etme konusunda bile kolonel yönetimlerinin onayı gerekiyordu. Dahası, 2005 yılındaki El Cezire televizyonundaki bir röportajında Ahmed Bin Bella, yüzlerce Cezayirlinin 17 Ekim 1961'de canlı canlı La Sinn Nehri'ne atıldığını ve sürüklenmelerinin seyredildiğini anlatmıştı. Çünkü bu insanlar bağımsızlık istiyor ve Fransız yönetimine karşı ayaklanıyordu. Cezayir gazetesi, la Tribune'nin editörü Abdülkerim Gazali, Fransa'nın bağımsız ve egemen Cezayir'in işgalini, Nazi Almanya'sının pek çok Avrupa ülkesini işgaline benzetmiş ve bunun ırkçılık olduğunu yazmıştı. 2005 yılında Cezayir, Fransa'dan kolonel yönetimi sırasında işlediği suçlardan dolayı özür dilemesini talep etti. Cezayir Senatosu sözcüsü Amar Bakhouche, Fransa'nın katliamlar için özür dilememesine tepki göstermişti. Bu konuda Fransa'daki arşivler bugüne kadar kapalı tutuldu. Fransızlar, katliam ve soykırıma dair tüm belgeleri topladı. Pek çok kişi için kapalı tutulan bu arşivler, Fransa'nın Cezayir'deki soykırımının birer kanıtı. Bakhouche, Fransa'nın arşivlerini kapalı tutmasına da tepki gösterdi. Bakhouche, bu dönemde tutulan arşivlerin büyük bir bölümünün Fransa'ya götürüldüğünü ve gizlendiğini belirtiyor: "Arşivler Fransız ve Cezayirlilere açık değil. Bir an önce bunların kamuya açılmasını istiyoruz."Fransız Parlamentosu'nun, sözde Ermeni soykırımını inkarı suç sayan kararına karşılık Türk Parlamentosu da Fransızların Cezayir'de işlediği soykırımı yasadışı sayan bir tasarıyı gündemine alıyor. Cezayirliler şimdi her 8 Mayıs'ta Fransa'nın Setif kentinde 45 bin Cezayirliyi öldürmesini ve işkenceleri anıyor ve yürüyüşler düzenliyor. Bu yılın nisan ayındaki Paris ziyaretinde Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Bouteflika, "Kolonileştirme; kimliğimizi, tarihimizi, dilimizi ve geleneklerimizi soykırıma uğrattı." demişti. Fransa'nın tüm çağrılara rağmen soykırım konusundaki olumsuz tavrı nedeniyle 2005 yılında yürürlüğe girmesi beklenen Cezayir-Fransız dostluk anlaşması gerçekleşmedi. Bununla birlikte, ilişkilerin normalleşmesi de çok yavaş ilerliyor. Cezayir her daim, Fransa'nın soykırım için bir özür dilemesini umut etti ve bunun ilişkilerin düzelmesi için gerekli olduğunu belirtti. Tıpkı, 1963'teki Fransız-Alman mutabakatında olduğu gibi.

Cezayir'deki Fransız Vahşeti

Cezayir 1830'dan 1962'ye kadar yani toplam 132 yıl süreyle Fransa'nın işgalinde kaldı. Bu süre içinde Cezayir halkı da kesintili olarak bağımsızlık savaşları verdi. En şiddetli savaş ise 1954-1962 arasında gerçekleştirilen büyük bağımsızlık savaşıdır. Bu süre içinde Fransız işgalciler 1,5 (bir buçuk) milyon Cezayirliyi hunharca şehit etmişlerdir. Fakat Fransa'nın Afrika'da gerçekleştirdiği tek katliam Cezayir katliamı değildir. Fransa hemen hemen girdiği tüm Afrika ülkelerinde benzer katliamlar gerçekleştirmiştir. Öldürülenlerin sayısı belki farklıdır ama hepsinde de aynı vahşet ruhunun etkin olduğunu görüyoruz. Üstelik bu katliamlar Ortaçağ'ın karanlık zihniyetiyle değil 20. yüzyılın yani modern çağın modernist felsefesiyle, insan hakları, uluslararası hukuk gibi kavramların bütün dünya kamuoyunun literatürüne girdiği bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Biz de bu araştırmamızda başta Cezayir katliamı olmak üzere, Fransa'nın muhtelif Afrika ülkelerinde gerçekleştirdiği katliamlar hakkında birtakım özet bilgiler vereceğiz.

Fransa'nın Cezayir İşgâli

Fransa'nın Cezayir'e yönelik işgal amaçlı saldırıları 1827'de başlamıştır. Fakat saldırıların başlamasıyla ilgili gelişmeler oldukça ilgi çekici ve düşündürücüdür. O tarihte Cezayir, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir eyalet durumundaydı ve başında da aslen İzmirli olan Dayı Hüseyin Paşa bulunuyordu. Fakat Osmanlı Devleti'nde baş gösteren zayıflama Cezayir'i de Fransa karşısında zayıf duruma düşürmeye başlamıştı. O sıralarda Fransa hükümeti, Bacri ve Busnak adlı Cezayirli iki Yahudiden 5 milyon Frank ve bir miktar hububat borç almıştı. Fransa krallık idaresine geçince yeni yönetim bu borçları tanımakla birlikte ödemeyi durdurdu. Bunun üzerine söz konusu iki Yahudi alacaklarının tahsili için Dayı Hüseyin Paşa'yı devreye soktular. Hüseyin Paşa da tebaasından olan bu iki kişinin alacaklarını tahsil için harekete geçti ve bazı Fransız gemilerine el koydu. 29 Nisan 1827 tarihinde bu borçların tartışıldığı sırada Dayı Hüseyin Paşa, Fransız konsolosu Pierre Deval'in yüzüne elindeki yelpazeyle vurdu. Fransa da bu olayı savaş ilanı kabul ederek 16 Haziran 1827'de askeri harekatı başlattı. Aslında Fransa böyle bir harekat için söz konusu olaydan önce hazırlığını yapmıştı. Bu ilk harekattan sonra Cezayir'in sahillerini abluka altına aldı.O sıralarda Yunanistan işgaliyle uğraşan İstanbul yönetimi (Babıali) ise olaylara müdahale etme imkanından yoksundu. Bu yüzden diplomatik yollardan meselenin çözümü için uğraş veriyordu. Ama Fransa avantajlı durumunu değerlendirerek işgal planını gerçekleştirmek istiyordu. Fransa, İngiltere ve Rusya'yla da işbirliği yaparak 20 Ekim 1827'de Navarin'deki Osmanlı donanmasını yaktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı başladığından Cezayir, Fransa karşısında iyice yalnız kaldı. Bu duruma rağmen yine de Fransa, Cezayir'i kısa sürede işgal edemedi. 14 Haziran 1830'da General Bourmont komutasında yeni bir donanma ve 37.000 kişilik takviye birlik gönderdi. Bu takviye güçlerle 5 Temmuz 1830'da başkent Cezayir'i işgal edebildi. Fakat o sırada meşhur Emir Abdülkadir komutasında bir gerilla savaşı başlatıldığından Fransa, Cezayir'in tümünü ele geçiremedi. Emir Abdülkadir'in işgal kuvvetlerine karşı direnişi 1947'ye kadar sürdü ve Fransa'nın ülkenin tümü üzerinde hakimiyet sağlaması da ancak bu direnişin sona ermesinden sonra gerçekleşti.

Fransa Sultasındaki Cezayir

Fransa, 22 Temmuz 1834'te Fransız Kuzey Afrika Genel Valiliği'ni kurdu. Bu genel valiliğin işi daha çok ülkedeki sömürge yönetimini güçlendirme amacıyla ülkenin batısında Emir Abdülkadir liderliğinde, doğusunda da Ahmed Bey'in liderliğinde bağımsızlık savaşı veren gerilla güçleriyle uğraşmak oldu. 1847'ye kadar süren bu savaşta işgal güçleri epey kayıp verdiler.Fransız işgal güçleri Cezayir halkının direnişini kırmak ve bağımsızlık yanlısı direnişe destek vermesini engellemek amacıyla askeri, siyasi, dini, kültürel ve ekonomik her baskı yolunu denediler. Kültürel yönden halkın Müslüman ve Arap kimliğini yok etmek amacıyla baskı yaptı, Arapça ve Berberice yerine Fransızca'yı hakim kılmak için uğraştılar. Dini yönden Müslümanlığın yerine Hıristiyanlığı hakim kılmak için yoğun bir misyonerlik faaliyeti başlattı ve bu amaçla baskı uygulamalarına başladılar. İşgale karşı direnen kabilelerin arazilerine el koymak suretiyle ekonomik baskı metotlarına başvurdular. Halka hizmet veren vakıflara ait gayri menkullere el koymaya başladılar. Ülkenin en güzel bölgelerinde sömürge yerleşim birimleri oluşturdu ve buralara Avrupalıları getirtip yerleştirdiler. Avrupa'dan göçü teşvik amacıyla da yerli kabilelerden zorla gasp edilen araziler göçmenlere bedava dağıtıldı. 1841-1850 yılları arasında yerli ahaliden gasp edilen 115 bin hektar arazi Avrupalı göçmenlere bedava dağıtılmıştır. 1930'da ise bu şekilde Avrupalı göçmenlere dağıtılan arazinin miktarı 2 milyon 345 bin hektarı (23 milyon 450 bin dönümü) bulmuştur. Bu teşvikler yüzünden de Avrupa'dan göçte göze batar bir artış gerçekleşmiştir.

Despotik Bir Yönetim

Fransa, Cezayir'i işgal ettikten sonra ülkenin yerli halkını yönetmek amacıyla "Arap Büroları" adı verilen askeri merkezler oluşturdu. Bu merkezler zulüm ve baskı anlayışına göre teşekkül etmişti. Bu yönetim biçimi 1870 yılına kadar devam etti. Tamamen işgal güçlerinin kontrolünde olan bu merkezler bir bakıma ülkede sıkıyönetimi hakim kılan askeri merkezler durumundaydı.1870'te sivil yönetime geçildi ve Cezayir, Fransa İçişleri Bakanlığı'na bağlandı. Bu gelişmeden sonra 1871'de Muhammed el-Mukrani'nin etrafında toplanan 200 kadar kabile ülkenin tamamına yayılan bir ayaklanma başlattı. 1881'de Sidi Şeyh liderliğinde ikinci bir ayaklanma gerçekleştirildi. Fransa sömürge yönetimi her iki işgali bastırmak için de ülkenin her tarafını kan gölüne çevirdi ve binlerce insanı vahşice katlettiler. İkinci ayaklanma 1884'te bastırılabilmiştir ve bu üç yıllık süre içinde çok sayıda insan katledilmiştir. Bu isyan bahane edilerek ülkedeki tüm yargı mekanizması askıya alınmış ve "Yerli Kanunu" adı verilen zulüm kanunları uygulamaya geçirilmiştir. Bu kanunların uygulaması 1919'a kadar sürdürüldü. Bu kanunlar Fransızlara özel bir ayrıcalık tanırken Cezayirlileri bütün insan haklarından mahrum ediyordu. Yani bu kanunlara dayalı olarak Amerika'dakine benzer şekilde bir tür ırk ayrımı politikası uygulanıyordu. Bu politika Cezayirlileri aynı zamanda ekonomik yönden de zor duruma sokuyordu. Onlardan ağır vergiler alarak işgal yönetiminin tüm giderlerini onlardan alınan vergilerle karşılıyordu. Bu uygulama çok sayıda Cezayirliyi ülkelerini terk etmeye zorlamıştır.

Sadece Cezayir mi?

Fransa'nın Afrika kıtasında gerçekleştirdiği tek katliam Cezayir katliamı değildir. Fransa, sömürgeleştirdiği ve bu yolla bütün beşeri ve ulusal servetlerini kullandığı diğer Afrika ülkelerinde de büyük katliamlar gerçekleştirmiştir. Evet, bütün ulusal servetlerinden istifade ettiği ülkelere Fransa'nın lütfettiği mükafatlar o ülkelerin insanlarını ya topluca katletmek, ya vatanlarını terke zorlamak, ya dinlerini değiştirmeye mecbur etmek, ya fakirleştirmek veya benzeri bir zulme maruz bırakmak olmuştur. İşte birkaç örnek:

Benin

Sömürgecilerin Afrika'ya yayıldıkları dönemlerde bugünkü Benin kıyılarında köle ticaretinin önemli merkezleri kurulmuştu. Fransızlar köle ticaretinde ve daha başka alanlarda kendilerine sağlanan kolaylıklarla yetinmeyerek, bugünkü Benin topraklarında hüküm süren Dahomey krallarıyla 1861 ve 1868 yıllarında iki ayrı anlaşma yaparak Benin kıyılarına iyice yerleştiler. Bu durum İngilizlerle aralarının açılmasına ve bazı çatışmalara yol açtı. 1882'de Porto Novo ve Kotonu'da himaye yönetimi kuran Fransız sömürgeciler ülkeyi tamamen işgale kalkıştılar. Dahomey kralı ve halkı buna karşı çıkarak silahlı mücadele başlattı. Ancak modern imkânlara sahip olan Fransız sömürgeciler kuzeye doğru ilerleyerek 1904'te Dahomey'i tamamen işgal ettiler. İşgalden sonra bu topraklar Fransa'ya bağlı bir genel vali tarafından yönetilmeye başladı. Bundan sonra zaman zaman Fransız sömürgesine karşı çeşitli ayaklanmalar oldu. Ancak işgalci Fransızlar bu ayaklanmaların hepsini kanla bastırdılar. Dahomey'in bağımsızlığını ilan etmesi ise 1 Ağustos 1960'ta gerçekleşti.

Burkina-Faso

Sömürgecilerin bugünkü Burkina-Faso topraklarına girdiği sırada bölgede Mossiler hüküm sürüyordu. Ancak o dönemde gerçekleşen bölünmelerden sonra ortaya çıkan Mossi krallıkları arasında iç savaşlar oldu. Bu gelişmeler Fransız sömürgecilerin müdahalelerini kolaylaştırdı ve 1895 yılında, daha önce Mossiler arasındaki bölünmeler sonrası ortaya çıkmış olan Yatenga krallığı Fransız himayesine girdi. Bu olay Fransız sömürgecilerin bölgede güçlenmelerine imkân sağladı. Dolayısıyla Fransızlar 1896'da bugünkü Burkina Faso'nun başkenti ve tarihte önemli bir ticari merkez rolü oynamış olan Vagadugu'yu ele geçirdiler. Böylece Mossi krallığı da Fransızların eline geçmiş oldu. Fransız sömürgeciler 1897'de de güneydeki Gwiriko ve Wahabu devletlerini yıkarak bugünkü Burkina Faso topraklarının tamamını ele geçirdiler. Fransızlar bölgeyi 1904 yılında Yukarı Senegal - Nijer Birliği'ne bağladılar, sonra 1919'da Yukarı Volta adıyla ayrı bir sömürge haline getirdiler. Bu arada Fransız Milletler Birliği'ne bağlandı. 1932'de Sudan, Nijer ve Fildişi Sahili arasında paylaştırılan Yukarı Volta 1947'de yeniden tek bir ülke haline getirildi. Fransa'nın bütün hakimiyeti genellikle güç kullanımıyla devam etmiştir.

Cibuti

1859'da Cibuti kıyısındaki Ubuk (Obock) şehrini ele geçiren Fransızlar, 11 Mart 1862'de Tecura sultanı Ahmed Ebu Bekir'i kendileriyle bir anlaşma yapmaya zorladılar. Anlaşmaya göre Ubuk şehri 52.000 Frank karşılığında Fransızlara bırakılıyordu. Bu anlaşma Fransızların bölgede hâkimiyet kurmalarına zemin hazırladı. Ubuk'u bir üs edinen ve oraya bir iskele kuran Fransa, sonraki yıllarda Cibuti'deki bütün kabile şeflerini kendisiyle anlaşma yapmaya zorlayarak hâkimiyetine aldığı alanı genişletti. 1888'de İngilizlerin işgali altında bulunan Somali sınırlarına kadar ulaştı. Bu işgalden sonra Cibuti topraklarına Fransız Somalisi adı verildi. Güneyde yer alan bugünkü Somali'ye de o zaman İngiliz Somalisi deniyordu. Çünkü burasını da İngiliz sömürgeciler işgal etmişlerdi. 1888 yılında Fransa'yla İngiltere arasında bir anlaşma yapılarak iki Somali'nin kesin sınırları belirlendi. Bu anlaşmadan sonra Fransız sömürgeciler bölgedeki merkezlerini Ubuk'tan Cibuti'ye taşıdılar.Cibuti'nin Müslüman halkı Fransız sömürgesini hiçbir zaman kabullenmek istememiştir. Ancak Fransızlar Müslümanların bütün direnişlerini baskıyla ve zulümle bastırdılar. Afar Müslümanlar 1917'de Fransız sömürgecilere karşı geniş çaplı bir ayaklanma başlattılar. Ancak Fransız sömürgeciler bu ayaklanmayı da bütün insanlık dışı uygulamalara başvurarak bastırdılar. Fransız sömürgeciler bir yandan da Cibuti halkını kendi dinlerinden uzaklaştırmak için yoğun misyonerlik faaliyetleri başlattılar. Fransızlar bu işi iki yönlü olarak yürütüyorlardı. Bir yandan İslâmî eğitimi yasaklıyor, Müslümanların dinlerini öğrenmelerini engelliyorlar, bir yandan da getirdikleri misyonerler vasıtasıyla kendilerini yoğun bir Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine tabi tutuyorlardı. Ancak bütün bu çalışmalarına rağmen Hıristiyanlaştırma konusunda hiçbir başarı elde edemediler. Bugün Cibuti'de yaşayan Hıristiyanların tamamının Avrupa asıllı olması bunun göstergesidir. Fransızların bu konuda kendi açılarından başarı sayabilecekleri tek şey Müslümanları dinleri hakkında bilgisiz bırakmak suretiyle, onların İslâm öncesi dönemlerine ait bazı adetlerini yeniden canlandırarak bugünkü hayatlarına taşımaları oldu.

Çad

Bugünkü Çad toprakları üzerinde 19. yüzyılın ortalarında, başlangıçta fil avcılığı ve ticaret kervanlarına rehberlik yapan Zübeyr adlı bir şahıs bir İslâm devleti kurdu. Onun kurduğu devlet kısa zamanda geniş alana yayıldı. Bu devlet bölgedeki kabileleri ve bölgedeki Veday krallığını kendine bağladı. Bu devlet, 1878 - 1900 yılları arasında saltanatı elinde tutan Rabih bin Zübeyr zamanında bölgenin en güçlü devleti oldu Rabih bin Zübeyr'in saltanatının devam ettiği sıralarda Fransız sömürgeciler bölgeye askeri güçler göndermeye başladılar. Fransız güçleri girdikleri yerlerdeki yerel yöneticilerin saltanatlarına son veriyorlardı. Kral Rabih Fransızlara karşı koydu. 1880 ve 1890'da Fransız birliklerine karşı verdiği savaşları kazandı. Bu durum karşısında Fransız sömürgeciler Çad çevresinde bazı yerlere yeni askeri üsler kurdular. 4 Şubat 1894'te de Fransız, İngiliz ve Alman sömürgeciler aralarında anlaşma yaparak Çad gölü çevresini paylaştılar. Bu paylaşmada bugünkü Çad toprakları Fransa'nın payına düştü. Fransızların Çad topraklarını ele geçirmek için saldırıları devam etti. Müslümanlar uzun süre vatanlarını kahramanca savundular. Bu kahramanca mücadelenin başını çeken Sultan Rabih 1900'de öldürüldü. Ondan sonra oğlu Fadlullah bu mücadeleyi sürdürdü. O da 1909'da öldürüldü. Fransızlar bu arada bölgedeki önemli merkezleri ele geçirmiş birçok yerel yönetimi ortadan kaldırmışlardı. 1911'de gerçekleşen bir savaştan sonra da Çad'ın tamamını ele geçirdiler. Fransız araştırmacılar Çad'ın tarihini Fransa'nın burayı işgal ettiği yıldan başlatırlar ve öncesini bir vahşet olarak nitelerler. Oysa işin gerçeğinde Fransızların Çad'ı işgalleriyle birlikte bu ülkede bir kara dönem, bir vahşet dönemi başlamıştır. İşgalci Fransızlar Çad'da çok sayıda camiyi ve medreseyi yıktılar. İslâmî eğitimi tamamen yasaklayarak Müslümanların dinlerini öğrenmelerine engel oldular. Bütün dini cemiyetlerini kapattılar. Çok sayıda ilim adamını zindanlara atarak işkenceyle öldürdüler. Müslüman kadınları rencide ettiler. Bazı Müslüman ilim adamları Fransız zulmünden kurtulmak için çeşitli yerlere kaçtılar. Fransızlar bunları ortaya çıkarmak amacıyla 1917'de Çad'da dini hayatın yeniden düzenlenmesi konusunda Abeşe şehrinde bir sempozyum düzenleneceğini açıkladı ve bunu her tarafta ilan etti. 400 kadar ilim adamı olumlu bir gelişme olacağını ümit ederek sempozyumun düzenleneceği salona toplandılar. Ancak çok geçmeden Fransız güçleri salonu her taraftan sararak toplanan ilim adamlarının hepsini öldürdüler. Fransızların cinayetleri ve katliamları sonraki yıllarda da devam etti. Fransızların Müslüman ilim adamlarını ve dinlerine bağlı Müslümanları yok etmekteki amacı Çadlılara dinlerini öğretecek, İslâm'ı hakkıyla bilen birini hayatta bırakmamaktı. Fransızlar Çadlı Müslümanları dinlerinden habersiz bir hale getirdikten sonra ya Hıristiyan yapacaklarını ya da eski putperest adetlerine döndüreceklerini umuyorlardı. Fransızlar Çad'ın güneyinde yaşayan putperestlerle işbirliği yaparak siyasi ve ekonomik politikalarında sürekli onları gözettiler. Bu yüzden ülkedeki ekonomik denge Müslümanların aleyhine bozuldu. Bu durum sonraki yıllarda istikrarsızlığa ve ciddi problemlere yol açtı.1944'te Çad'a Fransa'ya bağlı bir deniz aşırı ülke statüsü verildi. Bu, Çad'a kısmi özerklik verilmesi anlamı taşıyordu. Ancak dışişlerinde Fransız denetimi devam edecekti. 1947'de Fransa'nın denetiminde ilk genel seçim yapıldı. Seçim sonrasında oluşturulan parlamentoya hep Fransa yanlıları seçilmişlerdi. 1947'de seçim yapılmasına rağmen Çadlılar ilk hükümetlerini ancak on yıl sonra yani 1957'de kurabilmişlerdir. Bu ilk hükümetin başına da Batı Hindistan'dan gelerek Çad'a yerleşmiş olan ve Fransa'ya bağlılığıyla bilinen Gabriel Lisette getirilmişti. Onun hükümetinde görev alanlar da hep Fransa'ya yakınlıklarıyla bilinen, Fransa'nın çıkarlarını gözeteceklerine kesin gözüyle bakılan kimselerdi. Yani Fransa'nın çıkarlarını koruma görevi artık Çadlılara verilmişti.

Gabon

1839'da, bugünkü Gabon topraklarını Fransızlar, Portekizlilerden satın alarak buraya bir sömürge merkezi kurdular. Bu satın alma işleminden sonra Fransızlar, Atlas Okyanusu kıyısına bir köle ticareti merkezi kurarak insanları zincirlere vurup satma işini sürdürdüler. Gabon'u Fransız Batı Afrikası'nın bir parçası haline getiren Fransızlar 1886'da burayı Fransız Kongo'suna bağladılar. Fransız sömürgesi döneminde Gabon'da geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma çalışması da başlatıldı. Fransız işgalciler maddi yönden destekledikleri çok sayıda Hıristiyan misyoneri Gabonluların arasına yaydılar. Ancak misyonerler, geniş maddi imkânlara sahip olmalarına ve bir yüzyıldan fazla çalışma yapmalarına rağmen ülke nüfusunun sadece üçte birine yakın bir kısmını Hıristiyanlaştırabilmişlerdir. Misyonerler genelde putperest Gabonlular arasında etkili olabildiler. Müslümanlara yönelik çalışmalarından hiçbir başarı elde edemediler. Fransız sömürgecilerin İslâmî çalışmaları engellemelerine ve Müslümanları kıskaca almalarına rağmen sömürge döneminde, Gabon'da Müslümanların sayısı daha da artmıştır. Bunda Fransız ordusunda görev yapmaya zorlanan Afrikalı Müslüman askerlerin de etkisi oldu. Bu Müslüman askerler Fransızların baskılarına rağmen ordudaki görevleri sırasında dinlerini yaşamaya devam ettikleri gibi çevrelerindeki insanlara da iyi muamelede bulunarak onların İslâm'a ısınmalarını sağladılar. Gabon'a 1958'de Fransız Milletler Topluluğu'na bağlı özerk bir sömürge statüsü verildi. 17 Ağustos 1960'ta da bağımsız bir ülke haline getirildi.

Gine

1885 Berlin Konferansı'nda Avrupalı sömürgeciler Batı Afrika topraklarının paylaşılması konusunda aralarında bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmada Gine, Fransızlara verildi. Bundan sonra 1887'de bugün Gine'nin başkenti olan Konakri'ye askeri garnizon kuran ve Gine'deki askeri güçlerini artıran Fransızlar, Futa Calon emirleri üzerindeki baskılarını artırdılar. 4. İbrahim Sori'den sonraki emir Ebu Bekir Sori'nin 1896'da öldürülmesinden sonra yerine geçen emir Fransız himayesini kabullendi. Bu olaydan sonra Gine, Fransız Batı Afrikası'nın bir parçası oldu. Bu olaydan sonra Futa Calon Müslümanlarının ileri gelenlerinden İmam Samori Ture ve oğlu Karamoko, Fransız himayesine karşı çıkarak cihada devam ettiler. Ancak İmam Samori 29 Eylül 1898'de Fransızlara esir düştü ve Gabon'a sürgün edildi. 1900'de de orada vefat etti. Fransız sömürgeciler diğer Batı Afrika ülkelerinde yaptıklarını Gine'de de yaptılar. Ülkeden İslâm'ın izlerini silmek için İslâmî eğitimi yasakladılar, İslâmî medreseleri ve eğitim kurumlarını kapattılar, ilim adamlarını ya öldürdüler veya vatanlarını terk etmeye zorladılar. Onların yerine ülkenin her tarafına Hıristiyan misyonerleri yayarak Hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak halk işgal yönetimini hiçbir zaman benimsemedi ve Hıristiyan misyonerlerin propagandalarına da rağbet etmedi. Bağımsızlık arzusu da Ginelilerin gönüllerinden hiç silinmedi. 1950'lerden sonra bağımsızlık arzusu fiili eylemlere, genel grevlere, işçi hareketlerine vs.'ye dönüştü. Bu mücadelenin öncülüğünü Ahmet Seku Ture adlı bir şahıs yürütüyordu. Ahmet Seku Ture, Gine Demokratik Partisi adlı bir parti kurdu ve 1957'de yapılan seçimlerde 60 kişilik mecliste 56 üyelik kazandı. Gine halkı Fransız cumhurbaşkanı De Gaulle'ün sunmuş olduğu yeni anayasayı reddetti. Sonuçta Gine, 2 Ekim 1958'de bağımsız devlet oldu.

Kamerun

1916'da Fransızlar ve İngilizler Kamerun'u işgal etti ve aralarında paylaştılar. Bu paylaşmada ülkenin dörtte üçünden fazlası Fransızların payına düştü. Fransız ve İngilizlerin Kamerun üzerindeki hâkimiyetleri 20 Temmuz 1922'de Milletler Cemiyeti tarafından da onaylandı. Fransız ve İngiliz işgalciler, bu ülkeyi onlardan önce işgal altında tutan Almanların yaptığı gibi Müslümanlara baskı ve misyonerlik faaliyetlerine ağırlık verme işini sürdürdüler. Misyonerler daha çok yerel dinlere mensup animistler arasında etkili oldular. Müslümanların sayısında hiçbir azalma olmadı. Aksine artış oldu. Fransız Kamerunu denilen kısım, 1 Ocak 1960'ta BM gözetiminde gerçekleştirilen bir referandum sonucunda bağımsızlığını elde etti.

Komor Adaları

Bugünkü resmi adı Komorlar Federal İslam Cumhuriyeti olan Komor Adaları'na karşı 1830'lu yıllarda Fransız sömürgeciler saldırılar başlattı ve 1841'de Mayot (Mayotte) adasını ele geçirdiler. Büyük Komor'da 1875'te Sultan Ahmed'in yerine geçen torunu Seyyid Ali, Fransızlara yanaşmak ve onların himayelerini kabullenmek zorunda kaldı. Fransızlar Anjuvan Adası'nı da 1886'da Sultan III. Abdullah'ın adaya hükmettiği sırada hâkimiyetlerine aldılar. Böylece bütün Komor Adaları Fransız hâkimiyetine geçmiş oldu. Adalardaki geleneksel sultanlık yönetimi (emirlik) Fransız hâkimiyeti altında 1912'ye kadar devam etti. Fransızlar 1912'de bütün yerel yönetimleri ve İslâmî uygulamaları ortadan kaldırdılar ve Komorlar'ı yine kendi hâkimiyetlerinde olan Madagaskar'a bağladılar. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Komor Adaları Müslümanları bağımsızlık mücadelelerine hız kazandırdı ve bu amaçla Tanzanya'da bazı örgütler kurdular. Bu örgütler sonra Komor Adaları Milli Kurtuluş Hareketi bünyesinde birleşerek organize bir faaliyet içine girdiler. Fransa da 1974'te adaların geleceğiyle ilgili bir referandum yapmak zorunda kaldı. Açıklanan sonuçlara göre Mayot Adası halkının % 65'i Fransız idaresinin devamını, diğer adalardaki halkın ise % 95'i bağımsızlığı istemişti. Fransa, 1 Ocak 1976'da Mayot Adası dışındaki adaların bağımsızlığını kabul etti. Ancak ilginçtir ki kurulan bağımsız cumhuriyetin başkanlığına bir batı hayranı olan Ali Suveylih geçirildi. Ali Suveylih ülkesini modernleştirme iddiasıyla İslâmî tesettürü ortadan kaldırmak dahil birtakım reformlar gerçekleştirmek suretiyle Fransız işgalcilerin başaramadıklarını başarma çabası içine girdi. Ancak 1978'de Ahmed Abdullah tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle Ali Suveylih görevden uzaklaştırıldı. Yeni başkan Ekim 1978'de anayasayı değiştirerek devletin resmi adını "Komorlar Federal İslâm Cumhuriyeti" yaptı.

Moritanya

Sömürgeci güçler Senegal ve Moritanya konusunda aralarında uzun süren bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga 1814 Vaterlo savaşından sonra Napolyon'un diğer sömürgeci güçleri yenilgiye uğratmasının ardından imzalanan anlaşmayla Senegal topraklarının, hâkimiyet sınırlarını genişleten Fransa'ya bırakılmasıyla sona erdi. Fransız sömürgeciler Moritanya'yı ele geçirmek için 19. yüzyılda birçok kez saldırılar düzenledilerse de başarılı olamadılar. Ama bu işi fitne yoluyla başarabildiler. Fransız sömürgeciler bazı fırsatları kullanarak birtakım kabile başkanlarıyla ilişki içine girdiler ve bu ilişkiler sonunda Araplarla Berberiler arasına düşmanlık sokmayı başardılar. Bunun üzerine çıkan Arap - Berberi kavgasından yararlanan Fransız sömürgeciler 1903 yılında Moritanya'nın Trarza bölgesini ele geçirdiler. Sonraki yıllarda da saldırılarını sürdüren Fransızlar 1920'de Moritanya'nın tamamını işgal ettiler. İşgalden sonra Moritanya, sekiz eyaletten oluşan Fransız Batı Afrika'sının bir eyaleti oldu. Fransızlar Moritanya'yı işgal ettikten sonra ülkenin her tarafına yaydıkları misyonerler vasıtasıyla geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak dinlerine son derece bağlı olan Moritanya Müslümanları arasında Fransızların saldığı Hıristiyan misyonerler hiçbir başarı elde edemediler. Moritanya halkı işgal yönetimine karşı sürekli mücadele etmiştir. Bu mücadelede bazı tarikat şeyhlerinin ve din alimlerinin önemli etkinlikleri oldu. Bağımsızlık mücadelesi 1958'de oldukça etkili duruma geldi. Fransa yönetimi, 5. Fransız Cumhuriyet Anayasası'nı kesinlikle reddeden Moritanya'ya Fransız Milletler Birliği içinde bağımsız bir üye statüsü verdi.

Nijer

Nijer toprakları 19. yüzyılın sonlarında Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi ve 3 Ağustos 1960 tarihine kadar Fransız işgalinde kaldı. Fransız işgalciler diğer Afrika ülkelerinde başvurdukları baskı ve Hıristiyanlaştırma uygulamalarına aynen Nijer'de de başvurmuşlardır.

Senegal

Bugünkü Senegal topraklarında, sömürgecilerin bölgeye girmelerine kadar Murabıtlar devleti hüküm sürüyordu. Bu devletin hakimiyeti, sömürgecilerin 1885 Berlin anlaşmasıyla Batı Afrika topraklarını aralarında paylaşmalarına kadar sürdü. Bu paylaşımda bugünkü Senegal toprakları Fransız sömürgecilere düştü. Fransızlar 1904'te bugün Senegal'in başkenti olan Dakar'ı Fransız Batı Afrika'sının merkezi yaptılar. Bu şehri hem Batı Afrika'daki hâkimiyet sınırlarını genişletmek için bir hareket merkezi, hem de bir ticaret merkezi haline getirdiler. Senegal halkı Fransız işgaline başından itibaren karşı çıktı. Bazı Müslüman liderlerin öncülüğünde değişik zamanlarda ayaklanmalar oldu. Ancak Fransız sömürgeciler ellerindeki teknik imkânları kullanarak bu ayaklanmaları bastırdılar. Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi Senegal'de de hâkimiyetlerini sağlamlaştırabilmek amacıyla geniş çaplı Hıristiyanlaştırma faaliyetleri başlattılar. Ancak bu konuda hiçbir başarı elde edemediler. Ülkede kurulmuş olan İslâmî eğitim kurumlarının ve Müslüman ilim adamlarının gösterdikleri gayretlerin, Hıristiyanlaştırma çalışmalarının sonuçsuz kalmasında önemli etkinliği olmuştur. Senegal'e 1958'de Fransız Uluslar Topluluğu'na bağlı özerk bir cumhuriyet statüsü verildi.

Tunus

Tunus, 12 Mayıs 1881'de Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi. Bundan sonra Fransızlar ülkeye "yüksek komiser" dedikleri genel vali tayin ederek yönetmeye başladılar. Fransızlar işgal ettikleri bütün diğer ülkelerde başvurdukları zulüm uygulamalarına burada da başvurdular. Bu zulme karşı bağımsızlık yanlısı örgütlenmeler ve bazı ayaklanmalar oldu. Ancak bütün bu ayaklanmalar insafsızca ve kanlı bir şekilde bastırıldı. Tunus'ta bağımsızlık mücadelesini organize etmek ve bu mücadeleye yön vermek amacıyla Dustur Partisi adında bir siyasi parti kuruldu. Ancak Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer ülkelerdeki bağımsızlık mücadelelerini kendi kontrollerine almak için başvurdukları sinsi oyunlara burada da başvurarak kendi elleriyle yetiştirdikleri Habib Burgiba'yı bağımsızlık mücadelesinde önemli bir konuma getirmeyi başardılar ve ona Yeni Dustur Partisi adında bir parti kurdurdular. Habib Burgiba başlangıçta İslâmcı düşünceyi destekliyor, camilerde namaz kıldırıp hutbeler veriyor, konuşmalarında İslâmî kavramlar ve özellikle cihat konusu üzerinde ağırlıklı bir şekilde duruyordu. Oysa Burgiba çocukluğundan beri Fransızların gözetiminde bulunmuş, bir Fransız ailenin yanında büyümüş ve Fransa'da hukuk öğrenimi görmüş biriydi. Fransızlar Burgiba'yı Tunus halkına kabul ettirebilmek amacıyla 1934 - 36 ve 1938 - 42 yılları arasında hapse de attılar. Burgiba sinsi politikasına dış destek bulmak amacıyla 1945'te Fransız işgal yönetiminden kaçtığı görünümü vererek Kahire'ye geçti. 1949'a kadar Kahire'de kalarak bu dönem içinde Arap ülkeleri başta olmak üzere İslâm ülkelerinin desteğini sağlamaya çalıştı. Tunus'a dönüşünden sonra halkı isyana teşvik eden Burgiba bu arada Fransız işgalcilerin Tunuslu Müslümanları kırıp geçirmeleri için gerekli şartları oluşturuyordu. Sonuçta Fransızlar kendi adamları olan Burgiba'nın konumunu sağlama aldıktan sonra 20 Mart 1956'da işgale son vererek Tunus'un bağımsızlığını tanıdılar. Bağımsızlık sonrasında Burgiba, Tunus cumhurbaşkanlığına getirildi. Ancak tutumunu birden bire değiştirerek İslâm aleyhtarı bir siyaset izlemeye başladı. Partisinin adını Sosyalist Dustur Partisi olarak değiştirdi. Zulüm uygulamalarına da Fransızların kaldığı yerden üstelik her geçen gün biraz artırarak devam etti.

AFRİKA DEVLETLERİNİN KADERİ....., BÖL PARÇALA YOK ET MANTIĞI İLE PAYLAŞAN AVRUPA..SOYKIRIMI TARİHİİ EN GÜZEL KANITIDIR..

..

14 Temmuz 2016 Perşembe

Dünya Montrö’nün, Ankara TIR’ların Yolunu Gözlüyor





Dünya Montrö’nün, Ankara TIR’ların Yolunu Gözlüyor



Yazar: Erhan Canikoğlu
22 OCAK 2014 ÇARŞAMBA

Suriye’de süren iç savaşı sona erdiren kapıyı açacağı umudu ile bütün dünya Cenevre 2 toplantısının yapılacağı Montrö’ye gözlerini çevirdiği anda Suriye’de 11 bin kişinin sistematik bir işkence süreci ile öldürüldüğünü gösteren fotoğrafların ortaya çıkmasıyla yeni bir türbülans sürecine girdi. Rusya ve bazı Batılı ülkelerin, Suriye’ye siyasi istikrar getirmeyecek çatışmaların bir an önce sona ermesi için çaba sarf ederken, uzun vadeli bir psikolojik savaş operasyonu olduğu belli olan bu belgelerin ortaya çıkması süreci daha da zor hale soktu.  Ancak fotoğraflar uluslararası kamuoyuna bir rapor eşliğinde sunuldu. Bu rapor, altı uzman tarafından,  “Carter-Ruck and Co. Solicitors of London” isimli önemli bir İngiliz hukuk bürosu adına hazırlanmıştı.[1]  Daha ilginç olan bu uzman ekibe elinde fotoğraflar olan Suriyeli kamu görevlisi ile bir Ortadoğu ülkesinde görüşme görevini şirketin ortağı Cameron Doley vermişti. Doley’in Katar Emiri ile arasında geçmişte iş ilişkisi bulunmaktaydı. Doley, Katar Emiri’nin eşinin şikayeti üzerine üstlendiği dava sonucunda Azzaman isimli gazetenin ilk sayfasında tekzip yayınlatmış ve 500 bin pound tazminat kazanmıştı.[2]
Montrö görüşmeleri, yaklaşık üç yıldır savaşan tarafları ilk kez doğrudan karşı karşıya getirecek olması nedeniyle de önem taşıyor.[3] Suriye hükümeti Montrö’ye gideceğini daha önce açıklamıştı. Bununla birlikte Şam yönetimi, Cenevre-2’de sadece terör konusunun görüşülmesini istiyor. Suriye hükümeti bir süre önce Suriye muhalefetine İslamcı terör unsurlarına karşı birlikte savaşma önerisinde bulunmuştu. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, Moskova’da Rus mevkidaşı SergeyLavrov ile 17 Ocak’ta yaptığı görüşmenin ardından muhalefete hitaben, Suriye halkının öncelikli hedefinin terörizme karşı koymak ve onu yenilgiye uğratmak olduğunu belirtti.[4]


Montrö öncesi tarafların pozisyonları


Suriye muhalefeti ise Cenevre-2’ye ilişkin farklı tutum sergiliyor. Sahada eli kuvvetli olan gruplar konferansa katılmaya yanaşmazken, özellikle Batı’nın desteklediği bazı muhalif gruplar “devrimin prensiplerini realize etmek” için Montrö’ye gideceklerini açıkladılar. Muhaliflerin savundukları devrim prensipleri ise müzakerelerin Esad’ın yer almadığı bir Suriye geleceğine götüreceği hipotezine dayanıyor.  Suriye Ulusal Konseyi lideri Ahmet El-Cerba, Cumartesi günü yaptığı konuşmada, devrimin ilkelerini pazarlık konusu yapmaksızın konferansa katılacaklarını, müzakere masasını Esad’ın iktidardan uzaklaştırılmasını sağlayacak bir platform olarak gördüklerini belirti.[5]
Muhaliflerin bu görüşleri,  Ağustos ayında kimyasal saldırılar sonrasında gündeme gelen ABD’nin sınırlı askeri harekatını, Suriye rejimini devirecek kapsama genişletmek isteyen Ankara’nın görüşleriyle benzerlik taşıyor.[6]  Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan, “Kerry’nin açıklamalarına bakılırsa G-20 zirvesi öncesi müdahale olabilir. Müdahale 1-2 günlük değil, rejimi bırakma noktasına getirmeli” diyordu. Ancak Ankara’nın ne Esad’ın kısa sürede devrileceği öngörüsü ne de ABD’nin Suriye’ye yönelik saldırı tahmini doğru çıkmadı.


Davutoğlu, Suriyeli muhaliflerin Montrö’de düzenlenecek Cenevre-2 Konferansı’nda ilkesel hedefler peşinde olduklarının altını çizdi. Muhalefetin bugüne kadar insani yardım koridoru açılmasını beklediklerini ancak Rusya’nın taahhütlerine rağmen bu konuda ilerleme sağlanamadığını belirtti. Bakan ayrıca, gerek Rusya ve İran ile yapılan temaslarda gerekse Paris’teki hazırlık toplantısında geçici bir ateşkesin sağlanması ve varil bombalarıyla sürdürülen katliamların durdurulmasının talebinde bulunulduğunu, fakat her iki konuda da istediklerinin gerçekleşmediğini belirtti.[7]


Cenevre-2 sürecine en fazla destek veren ülkelerden olan Rusya’nın Suriye hükümetini masada müzakereye açık hale getirmeye çalıştığı, bir çeşit akıl hocalığı yaptığı anlaşılıyor. Ancak, sandığın kurulmasıyla sadece usul şartları yerine getirilmiş olsa da, demokrasinin en önemli vasıtalarından biri olan seçim yoluyla iktidara gelmiş Esad’ın,  iktidarını neden bazı kötü niyetli bölge ülkelerinin desteklediği El-Kaideci teröristler ve Batı destekli muhalefete devretmeyi kabul etmesi gerektiğini kimse açıklayamıyor. Kaldı ki Esad üç yıldır devam eden savaştan, propaganda faaliyetlerinden ve uluslararası baskılardan yorulmadığı gibi, Suriye ordusu da savaş kabiliyetini büyük ölçüde koruyor.
Suriye Ulusal Konseyi’nin barış konferansına katılması için Batılı ve Arap ülkeler tarafından yoğun baskı altında tutuldukları ileri sürüldü.[8]Bazı Batılı ülkeler, muhalifleri Montrö’ye getirmek için gerekirse yapılan yardımı sona erdirmekle tehdit edip, krizi belirli ölçüde siyasi ve diplomatik mecraya çekmeye çalışırken, Türkiye yangına körükle gitmeyi sürdürüyor. Ankara, belki de Cumhuriyet tarihinde ilk kez bölgesel siyaseti, küresel aktörlerin duruşunu ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarını sağlıklı şekilde analiz edemeyen, Batı’nın Suriye krizi konusunda tutumun değişikliğini kavrayamayan bir hükümet tarafından yönetiliyor.

Türkiye’nin Cenevre-2 Konusunda İkircikli Tutumu

Dışişleri Bakanı, mahalli seçimler öncesi Türkiye’ye çağırdığı Büyükelçileri Adana ve Antalya’da “kamu diplomasisi” kisvesi altında iç siyasete çekiyor. Bununla da yetinmeyip yolsuzluk soruşturmaları sonucunda iyice köşeye sıkışmış hükümetin bakanlarını Büyükelçilere hitap ettiriyor. Başbakan Erdoğan da hazır Büyükelçileri yakalamışken fırsatı kaçırmıyor.  17 Aralık’ta başlatılan soruşturmayı seçmen tabanına dış güçlerin komplosu olarak yansıtan Erdoğan, bu kez Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil eden sefirlerden (Büyükelçilerin görevleri konusunda yeterince bilgilendirilmediğinden olsa gerek), rüşvet, yolsuzluk, uluslararası yaptırım uygulanan kişilerle ve ülkelerle ticari ilişkiler ve yasadışı altın-para transferleri nedeniyle neredeyse suçüstü yakalanmış bakanları ve tüm bu olup bitene göz yuman, hatta teşvik eden bir hükümeti yurtdışında savunmalarını istiyor. Büyükelçilerin AKP’nin ya da hükümetin değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanı’nı temsilcisi olduklarını gözden kaçırıyor.






Davutoğlu sefirlerle Adana-Mersin ekseninde yaptığı toplantılar yoluyla seçmenlerin dikkatini “kamu diplomasisi”ne çekerken, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın gözetiminde Suriye’ye silah ve mühimmat taşıyan TIR’ları yakalayan Savcıların dikkatlerini dağıtamadığı anlaşılıyor.  Daha birkaç hafta önce bölgede Suriye’ye silah ve mühimmat taşıyan TIR’lar durdurulmuş, görevini yaptığı gerekçesiyle polis müdürleri işten el çektirilmişti. Üstelik, TIR’larla sanki MİT’in kendisine ait gizli araç-gereçler taşınıyormuş gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıp,  yükler “devlet sırrı” olarak nitelendirilerek arama yapılması engellenmişti. Hatta yetkililer tarafından Türkmenlere yardım gönderilmekte olduğu iddia edilmişti. Türkiye’de “Türk” kelimesini sosyal ve ekonomik hayatın her bir noktasından kazıyan, ümmetçi ve mezhepçi bir dış politika anlayışı benimseyen hükümetin, TIR’larla Suriye’de Türkmenlere gıda yardımı yaptığı (Türkmenler bunu yalanladılar) zaten eşyanın tabiatına aykırı bir durumdu. Konuyla ilgili henüz tepkiler dinmeden, ilgili taraflar Montrö’de barış için yapılabileceklerini tartışırken, Erdoğan ve Davutoğlu  ikilisininSuriye’nin ateşine körükle gittikleri son TIR olayıyla bir kez daha ortaya çıktı.





Türkiye resmi olarak Suriye Ulusal Konseyi dışındaki unsurları desteklemediğini açıklasa da, Suriye’de El-Kaide ile bağlantılı unsurlara destek verdiği iddiaları mevcut.[9] ABD, Türkiye’yi teröre destek veren ülkeler listesine almak için kollarını sıvadığı ileri sürülüyor. Öte yandan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Türkiye’yi uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden ülke olarak BM Anlaşması’nın 41, 42 ya da 51.maddeleri doğrultusunda köşeye sıkıştırması an meselesi olduğu iddia eden çevrelerde var.

Davutoğlu Politikaları Çıkmazda

Davutoğlu’nun geçenlerde yaptığı açıklama, kafasının ne kadar karışık olduğunu, uluslararası politikanın ve Ortadoğu’nun tek başına teorik çalışmalarla anlaşılamayacağının samimi bir itirafıydı adeta. Davutoğlu, Suriye rejiminin karadan bir harekata cesaret edemediğini (Bu yorumun askerler tarafından, rejimin cesaretsizliğinden mi yoksa savaşa ilişkin bir taktik mi olduğu ayrıca tartışılmalıdır), dolayısıyla Suriye muhalefetinin mevzilerini bombaladığını, bombalamanın ardından Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) unsurlarının bombalanan yerlere girdiklerini, yani Esad rejimi ile IŞİD’in açıkça işbirliği yaptığını belirterek gelişmelerin mantıklı bir izahını arıyor.[10]Davutoğlu, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sırasında da “kime güveneceğimizi şaşırdık” diyerek herkesi şaşırtmıştı.
Davutoğlu, Suriye rejimine karşı tavır alamayanların terörü bahane ettiklerini, halbuki Suriye rejiminin terörle işbirliği yaptığının görüldüğünü, Suriye muhalefetinin iki cephede birde mücadele ettiğini, bu tablonun Cenevre öncesinde çok doğru okunması gerektiğini açıkladı.Davutoğlu’nun terörist olarak nitelendirdiği kesimlerin Esad ve destekçileri tarafından milis güçler,  rejim muhalifi olarak nitelendirdiği grupların ise karşı tarafça meşru hükümeti devirmeye çalışan teröristler olarak görülmesinin önünde engel bulunmadığını hatırlatmakta fayda var. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin herhangi bir ülke hakkında uluslararası barış ve güvenliği bozduğu gerekçesiyle yaptırım kararı almasının önünde hiçbir engel bulunmadığı, Libya örneğinde görülmüştür. Ankara’nın bu süreçte çok dikkatli davranmasında fayda var.


Esad’ın Stratejik Hedefleri







Öncelikle, Şam’ın Kuzey Irak Yönetimi ile çıkarları uyuşmayan PYD’yi destekleyerek Suriye vatandaşı Kürtlerin güvenliklerini sağladığı, dolayısıyla Kürtlerin rejime karşı silahlı mücadeleye girmesinin önünü aldığı, Esad ile ittifak yapan PYD’ye Türkiye’nin silah ve mühimmat sağladığı El-Kaideci unsurların saldırmasının bu kez hem Türkiye’yi hem de El-Kaideci unsurları bölgedeki Kürt toplumlarının gözünde düşman haline getirdiği, Şam’ın aynı anda çok sayıda düşmanla savaşamayacağı, dolayısıyla düşmanlarıyla öncelik sırasına göre mücadele ettiği,  AKP’nin Muammer Kaddafi ile Beşar Esad’ı bir gecede terk ettiği gibi ABD ve Avrupa’nın da geçmişte Irak’taki Kürtleri birçok kez yarı yolda bıraktığı, dolayısıyla ulusal çıkarların son derece dikkatli şekilde formüle edilmesi gerektiği, Suriye’de batağa saplanan, Davutoğlu’nun yeni Osmanlıcı ve mezhepçi dış politika vizyonunun, beraberinde birçok kurumu ve yöneticisini de peşinde sürüklemesimümkündür.
Türkiye, Cenevre-2 sürecinde güven vermeyen adımlar atarken, Montrö müzakereleri esasen Suriye rejiminin en büyük destekçisi Rusya ile muhalefetin arkasındaki başlıca güç olan ABD arasında geçecek. Görünürde tüm tarafların sorunun çözümüne ilişkin farklı planları ve önerileri bulunuyor. Ancak burada unutulmaması gereken, toplantının gerçekleşmesini sağlayan Moskova ve Washington’un iradesinin, Cenevre-2’nin hangi yönde ilerleyeceği konusunda belirleyici olacağıdır.


[1]A Report into the  credibility of certain evidence with regard to Torture  and Execution of Persons Incarcerated by the current Syrian regime,http://i2.cdn.turner.com/cnn/2014/images/01/20/syria-board.of.inquiry.doha.jan.2014.18.1.version.x.to.print..pdf
[2]http://www.carter-ruck.com/Lawyers/cv.asp?name=Cameron%20Doley&ID=7
[3]“SyrianOppositiontoAttendPeace Conference”,  http://en.ria.ru/world/20140119/186680709/Syrian-opposition-to-attend-peace-conference.html
[5]“SyrianOppositiontoAttendPeace Conference”,  http://en.ria.ru/world/20140119/186680709/Syrian-opposition-to-attend-peace-conference.html
[6]“Erdoğan:Sınırlı müdahale bize yetmez”, http://www.radikal.com.tr/politika/erdogansinirli_mudahale_bize_yetmez-1148600
[7]“Davutoğlu: Suriye'de rejim ile IŞİD işbirliği içinde”
http://www.trtturk.com.tr/haber/davutoglu-suriyede-rejim-ile-isid-isbirligi-icinde.html
[8]“SyrianOppositiontoAttendPeace Conference”,  http://en.ria.ru/world/20140119/186680709/Syrian-opposition-to-attend-peace-conference.html
[9]“Syrian opposition receives chemical weapons from Turkey”,http://voiceofrussia.com/2013_09_13/Syrian-opposition-receives-chemical-weapons-from-Turkey-8490/;  “Ankara denies accusations of providing arms to extremist groups in Syria”, http://www.hurriyetdailynews.com/ankara-denies-accusations-of-providing-arms-to-extremist-groups-in-syria.aspx?pageID=238&nID=54715&NewsCatID=352
[10]“Davutoğlu: Suriye'de rejim ile IŞİD işbirliği içinde”
http://www.trtturk.com.tr/haber/davutoglu-suriyede-rejim-ile-isid-isbirligi-icinde.html




..

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Rafael Sadi; Yıldırım'a bu bilgisizlik hiç yakışmadı,



Rafael Sadi; Yıldırım'a bu bilgisizlik hiç yakışmadı,



Rafael Sadi Tel Aviv'den yazdı.

28.06.2016 17:47 

Dün koca gün iki başbakanın açıklamalarını analiz etmek ve tercüme ile geçti.
Yanlı demeyin ama Natanyahu’nun daha deneyimli ve özgüven ile inandırıcılık aktardığını belirtmek isterim. 

Tabii bütün inandırıcılığına rağmen aşağıdaki noktaların yazılı metinlerde mi yer aldığı yoksa kendi iyi niyetinin ürünü mü 
olduğu beni pek ikna edemedi.


BUNU İLK KEZ DUYDUK


Karanlık noktalar:


1-   Natanyahu, İsrail askerleri aleyhinde açılan veya açılacak davaların TBMM’nin iptal edileceğini beyan etmiş. Bu hukuken yapılabilir mi emin değilim. Türkiye buna söz verdi ve imzaladıysa TBMM’den nasıl onay alacak bir kaç gün içinde göreceğiz.



2-   Natanyahu İsrail için en önemli konunun Gazze ablukasının devamı olduğu ve Hamas’ın güçlenmesinin önlenmesi olduğunu, bu nedenle de Türkiye’nin üçüncü şartı olan Gazze deniz ablukasının kaldırılması şartını tartışma konusu bile etmediklerinin altını oldukça kalın çizgiler ile çizdi. Türk tarafı tam aksi şeyler söylemekte. Daha doğrusu tribünlere oynayarak lafı boğuntuya getiriyor ve işte Cuma günü Gazze’ye 10 bin tonluk bir yardım malzemesi gemisi çıkartarak Gazze ablukasını kaldırtmış oluyoruz diyor. Bu hepten yanlış. Yalan dememek için yanlış diyorum. Defalarca yazdım. Gazze’ye mal ve hizmet götürmek yasak değil. Götürebilmek için bu anlaşmaya da gerek yoktu. Yeter ki silah ve mühimmat veya ham madde denemeyesiniz sokmaya. İsrail gümrüklerinden geçemezsiniz.


3-   İsrail başbakanı, İsrail kamuoyunda oldukça baskı gördüğü ve Gazze’de tutulan iki asker naaşı ile iki sivil vatandaşın İsrail’e iadesi konusunda Türkiye Cumhurbaşkanının bir mektubundan ve yardımından söz etti. Ben bu konuda yeterince inandırıcı bulmadım bu hikayeyi ama olsun. Şehit asker naaşları halen Gazze’de. Erdoğan isteseydi Hamas’tan rica ederek bunu hal edebilirdi. Bakalım göreceğiz. Eh bu da insani bir mesele.


4-   Binyamin Natanyahu bu anlaşma maddelerinden birinde NATO’ya giriş biletinin Türkiye tarafından onaylandığını belirtiyor. Bunu ilk kez duyduk ve Türk basını bu NATO kartını şimdiye kadar hiç duymadı sanırım. Ya Bibi yalan söylüyor ya da Türkiye bu maddeyi basın ve halktan saklıyor. Anlayacağız yakında.


BAŞBAKAN'A YAKIŞMAYAN BİLGİSİZLİK,

Sayın Binali Yıldırımın konuşmasında dikkatimi çeken ve aslında pek te beğenmediğim noktalar da şunlar:

1-   İsrail TV’si Kanal 10 Muhabiri Moav Vardi ile diyaloğunda iki hata yaptı. Biri ‘SEN’ diye hitap etti. Bu Türkçe lisanında saygısızlık ifadesidir. Bir de ‘nerelisin’ diye sordu ve ‘ İsrail ’ deyince alaylı bir dil ile ‘ İSRAİL ha’ diye tekrarladı. Bandı seyreden ne demek istediğimi anlar.

2-   Türkiye Başbakanı'na yakışmayacak bir bilgisizlik örneği ise şu sözlerinde gizli “Cenin’deki Erez sanayi bölgesinin inşasını çabuklaştıracağız ” dedi.  Sayın Yıldırım, Cenin Batı Şeria’da Erez Gazze’dedir. Böylesi bir anlaşmanın ortasında böylesi bir bilgisizliğe yer olmamalıydı bence.

3-   " Varılan mutabakatın ülkemize, Filistinli kardeşlerimize hayırlı uğurlu olmasını diliyorum " ifadesini kullanan Yıldırım, şunları kaydetti:

Bir uzlaşma anlaşmasını kutlarken bu anlaşmada taraf olmayan Filistini kutlamak yerine Taraf olan İsrail’e hayırlı olsun demek daha yakışık alırdı. Bu ifade ile halen dostluk belirtisi hatta kırıntısı bile olmadığı ortaya çıkıyor.

4-   Natanyahu’nun Türk topraklarından İsrail’e bir saldırı gelmeyeceği taahhüdünün bu anlaşmada yer almadığını belirtiyor. Yani bu konuda da ters düşüyorlar.

5-   Aslında en önemli konu Sayın Yıldırım, Mavi Marmara’nın yasal bir eylem olduğu inancında ve bu geminin Gazze’ye yardım kapısını açtığına inanıyor olmasıdır. Başka bir deyiş ile astarı yüzünden pahalıya mal olan hatalı bir eylemi desteklemeye ve hatayı sürdürmeye devam ediliyor. Aynı hata Sayın Erdoğan da da görülüyor ve sanki bu uzlaşma ile İsrail yenildi dize getirildi havası verilmek isteniyor.

ONAYDAN GEÇMEZSE KİMSE ŞAŞIRMASIN,

Sonuç olarak uzlaşma saplandı henüz İsrail kabinesi onayı ile TBMM onayı gerçekleşmedi. Yukarıda saydığım belki de sayamadığım başka pürüzler nedeni ile onaydan geçmezse kimse şaşırmasın.

Bu arada önümüzdeki Cuma günü Türkiye’den çıkacak olan yardım gemisi 10 bin tonluk her ne getiriyorsa her kes bilsin ki prosedür gereği manifesto ve mal listesi ile faturaları ön izin için gerekli İsrail mercilerine gemi hareket etmeden önce takdim edilmeli ve izin alındıktan sonra gemi yola çıkabilmelidir. Gemi geldikten sonra eksik belge ve izin sebebi ile gümrüklerden geçişine izin verilmezse kimse kafa tutmasın. Mesela İlaç gönderilecekse prosedür çok daha uzun ve sıkıcıdır. Hele hele kullanma süresi geçmiş ilaç ithaline hatta bağışına izin verilemez. Çimento ithalinde İsrail standartlarına uygunluk belgesi şartı vardır. Bağış ve yardım olması kalitesiz ürünler ithaline sebep teşkil etmez. Biline.

Hadi bakalım yardım gerekirse ben buradayım.

Rafael Sadi / Tel Aviv
Odatv.com

http://odatv.com/yildirima-bu-bilgisizlik-hic-yakismadi-2806161200.html

..