9 Mayıs 2020 Cumartesi

Kırsal Yerleşimler ve Doğal Afetler

Kırsal Yerleşimler ve Doğal Afetler 

  



Fatih M. Kızıloğlu, 
Mustafa Okuroğlu, 
İbrahim Örüng, 

Atatürk Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Tarımsal Yapılar ve Sulama Bölümü, 
25240, Erzurum 


Özet: Ülkemizde kırsal yerleşimlerin büyük çoğunluğu plansız yerleşimler şeklinde ve her an doğal afetlerin etkisi altındadır. Yerleşim yerlerini etkileyen doğal afetlerin başlıcaları; deprem, çığ, sel ve su baskınları olup birçok mal ve can kaybına neden olabilmektedir. Bu makalede, kırsal yerleşimlerin planlanmasında doğal afetlerin etkileri, oluşturabileceği zararlar ve bu zararları en az düzeye indirebilmek için alınması gereken önlemler ele alınmıştır. 

1. Giriş 

Daha az nüfus yoğunluğuna sahip olmak üzere, genellikle uğraşı alanı tarımsal üretim olan yerleşimlere kırsal yerleşimler adı verilmektedir. 

Ülkemizdeki bu tip yerleşimler; 

İnsanlar tarafından çeşitli nedenlerle kurulmuş olup, günümüze kadar gelmiştir. Bu süreç, tarihi gelişme çerçevesi içinde oluşmuş ve çoğu yerde yerleşim planlaması ilkelerinden yoksun olarak ortaya çıkmıştır. 

Ülkemizdeki kırsal yerleşimlerin büyük çoğunluğunda hakim olan plansızlık, birtakım olumsuzlukları da birlikte getirmektedir. Bunlar arasında en önemlisi, doğal afetlerin her an etkisinin hissedilmesi ve sonuçta büyük can ve mal kayıplarının ortaya çıkması gösterilebilir. 

Yerleşim yerlerini etkileyen doğal afetler içinde; deprem, çığ, sel ve su baskını gibi istenmeyen doğa olayları sayılabilir. 

Bunların oluş şekli ve etkileri her ne kadar farklı olsa bile sonuçta yerleşim yerlerinde yaşayan kişiler için can ve mal kaybına neden olmaları söz konusudur. 

Türkiye hem jeolojik yapısı hem de yerleşim düzenindeki ve kentleşmedeki gittikçe yaygınlaşan çarpıklıklar nedeniyle ve çok ileri düzeye varan doğal dengenin bozulması yüzünden, doğal afetlere karşı korunabilme yeteneğini kaybetmektedir. 


2. Kırsal Yerleşimler İçin Etkili Doğal Afetler ve Alınacak Önlemler 

2.1. Deprem 

Deprem, esnek yapılı yer kabuğu tabakasının kırılması ya da dengesinin bozulmasıyla oluşan şok sonucunda açığa çıkan enerjinin sarsıntılar biçiminde yeryüzüne yayılması olayıdır. Deprem, bir anda büyük ölçüde can ve mal kayıplarına neden olabilen doğal afetlerin başında gelmektedir. 

Doğal afetler konusu özellikle deprem, bütün insanlık ve Türkiye için yaşamsal önem taşımaktadır. Günümüzde insan toplulukları için depremin etkilerinden 
korunmak amacıyla topraklarını terk etme olanağı bulunmamaktadır. Bu nedenle insanlar doğal afetlerin en korkuncu ve en yıkıcısı olan depremlerle bir arada 
yaşamayı ve depremlerin oluşturabileceği zararları azaltmanın yollarını, topraklarını terk etmeden öğrenmek zorundadır. 

Yapıların depreme dayanımlı olarak planlanmasından amaç, oluşabilecek bütün zararların önlenmesi değildir. Çünkü böyle bir planlama, yapı maliyetlerinin çok 
yükselmesine neden olur. Bir yapının deprem etkisiyle yıkılması sonucunda oluşabilecek can kayıplarının önlenmesi başlıca amaç olmalıdır. 

Şiddetli bir depremde yapının çatlayabileceği fakat yıkılmayacağı beklenmeli ve onarımın gerekebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. 


    Ülkemizde hazırlanan " Deprem Bölgeleri Haritası ”, ülkemiz topraklarının yaklaşık %96'sının deprem bölgeleri içerisinde yer aldığını, nüfusumuzun % 98'inin de bu bölgelerde yaşadığını göstermektedir. 

Türkiye nüfusunun yaklaşık % 40’ı; kırsal alanlarda, mühendislik hizmetleri sunulmaksızın ve uygun teknoloji kullanılmaksızın, yalnız bölgesel malzeme 
kullanılarak, ilkel yöntemlerle, gelenek ve göreneklere göre yapılmış kırsal yapılarda yaşamaktadır. Bu nedenle, günümüze kadar ortaya çıkan depremlerde ölen ve yaralanan insanların, hasar gören yapıların, kayba uğrayan hayvanların ve diğer maddi zararların çoğu kırsal alanlarda olmuştur. Özellikle mühendislik 
hizmetleri ve teknolojiden çok az yararlanabilen Doğu Anadolu Bölgesinde her hangi bir zamanda oluşabilecek depremden, en fazla oranda kırsal yapılar ile 
yörede yaşayan insan ve hayvanların zarar göreceğini söylemek olasıdır. 

Deprem konusunda yapılan araştırmalar, yapıların deprem sorunlarını büyük ölçüde çözümleme yolundadır. Bununla birlikte tarımsal yapıların depreme ilişkin sorunları, bunların dinamik analizlerinde ortaya çıkan bazı zorluklardan dolayı yeterli düzeyde açıklığa kavuşturulamamıştır. Tarımsal yapıların depreme dayanımı konusundaki alınacak bazı önlemler ve göz önüne alınacak bazı noktalar, sorunun çözümüne yardımcı olabilecektir. 

Yerleşim yerleri, özellikle kırsal yerleşim yerlerini seçerken, zeminin özelliklerinin teknik bakımdan uygun olup olmadığına özen gösterilmemektedir. 
Deprem nedeniyle yapılarda oluşabilecek hasarların ve çatlakların en önemli nedenleri, kötü temel zemini ve temelde zamanla oluşan farklı çökmelerdir. 
Yapıların temel duvarlarıyla zemine iletilen yükler, zemin tarafından emniyetle taşınabiliyorsa ve zemin homojen ise deprem anında farklı çökmeler oluşmayacağından, yapılarda hasar da oluşmayacaktır. 

Depremleri önlemek olanaksız olsa da depremlerin zararları büyük ölçüde azaltılabilir. 

Depremin zararlarını azaltabilmek için yerleşim yerlerini bilimsel verilere göre belirlenmesi ve özel inşaat yöntemleri geliştirilmesi gerekmektedir. 
Türkiye’de şimdiye kadar bu gibi önlemler konusunda çok ihmalci davranılmıştır. Kırsal alanlarda özellikle de Doğu Anadolu Bölgesindeki barınma koşulları 
yetersiz olan yapıların depreme karşı dayanımının artırılmasına ilişkin olarak gereken önlemler alınmalıdır. 

Şiddetli deprem etkisinde bulunan bölgelerin zayıf olarak nitelendirilen zeminlerinde yapı kurulmasından kaçınılmalıdır. Bu nedenle yeni kurulacak 
yerleşimlerde, bölgenin deprem şiddeti ve zemin özelliğine önem verilmesiyle birlikte orta ve şiddetli derecede sismik koşulların egemen olduğu mevcut 
yerleşimlerde de özel yapı tekniği uygulaması ile ilgili gerekli önlemler alınmalıdır. 

Yapının ağırlığı azaldıkça deprem kuvvetlerinin yapı üzerindeki etkisi de azalmaktadır. Bu nedenle deprem bölgelerindeki yapılarda rijitlikle birlikte 
hafifliğin sağlanması, özellikle tarımsal yapılarda hafif çatıların kullanılması deprem etkisinin azaltılması bakımından önemlidir. 

Tarımsal yapılar genellikle tek veya iki katlı olduğundan uygun nitelikli malzeme kullanılması ve iyi bir yapım tekniğinin uygulanmasıyla daha yüksek yapılara oranla, bunlarda daha ucuz ve kolay olarak deprem etkisinin azaltılması olanakları bulunabilir. 

Ülke genelinde ve özellikle de deprem bölgelerinde yapılarda kullanılan yapı malzemelerinde standardizasyona gidilmeli, hafif malzemelerin kullanılma olanakları sağlanmalıdır. 

Geliri sınırlı kırsal yerleşimler göz önüne alınırsa konut ve diğer tarımsal yapıların hepsinin çok dayanımlı veya eşit derecede dayanıma sahip olacak şekilde planlanması gereksizdir. Bu bakımdan can kayıplarının önlenmesi ön planda tutularak tarımsal yapıların önem derecesine göre yeterli dayanıma sahip olacak şekilde planlanmaları düşünülmelidir. 

Tarımsal yapılarda, taban planının biçimi deprem etkisinin azaltılması bakımından önem taşımaktadır. 
Kare, dikdörtgen ve daire gibi basit taban alanına sahip yapılar deprem etkilerine karşı en dayanımlı biçimleri oluşturmaktadır. Buna karşılık bir yapının taban planının. L, H, T ve U şeklinde olması durumunda deprem sırasında  birbirine dik blokların ayrı ayrı hareket etmesi nedeniyle birleşme yerlerinde çok yüksek gerilmeler oluşması sonucu ortaya çıkan çatlaklar, yapının yıkılmasına  yol açmaktadır. 

Depreme karşı, yapının merkezi eksenine göre olanaklar ölçüsünde simetrik olması sağlanmalıdır. 

Merkezi eksenine göre simetrik olmayan yapılar, eksen doğrultusundaki deprem kuvvetiyle sarsıldığında dönme tehlikesinde kalarak yıkılabilmektedir. 

Deprem etkisinin azaltılması bakımından duvarlar ve yapı elemanları birbirlerine çok iyi bağlanmalıdır. Yapı elemanları ve duvarlar birbirine iyi bir şekilde bağlanmayan yapılarda depremin ilk şoku sırasında genellikle köşelerde çatlaklar oluşmakta, daha sonraki şoklarda ise çatlakların birbirinden ayrılmasıyla yapı çöküp yıkılabilmektedir. Yapı elemanları, birbirlerine sağlam, gerektiğinde demir donatılı, kolon, kiriş, hatıl, lento ve sömellerle bağlanmalı, gerekli rijitlik sağlanmalı dır. Kapı ve pencere boşlukları gereğinden fazla olmamalı ve  duvarlara dengeli bir şekilde dağıtılmalı, boşluklarla köşeler arasında ve boşluklar arasında belirli bir aralık bırakılmalıdır. 

Yapının en zayıf kısmı deprem kuvvetlerine dayanamazsa yapının diğer kısımları da yıkılabilir. Bu nedenle yapıda yeterli nitelikte ve özellikleri çok değişmeyen 
hafif malzeme kullanılmasına özen gösterilmelidir. Yapı malzemelerinin iyi olması yanında kullanılan harçların ve işçiliğin iyi ve özenle yapılması gerekmektedir. 

Depreme dayanıksız, yapıların tümünü kısa sürede ıslah etmek çok zordur. Bununla birlikte, geç kalınmış olsa da bu konuda çalışmalara başlanması gerekmektedir. 

2.2. Çığ 

Dağlık alanların dik yamaçlarında, fazla kar yağışından sonra ortaya çıkan kar tabakasının harekete geçmesine "kar çığı" denir. 
Vadiler boyunca kurulan yerleşimlerde özellikle çığ riski fazladır. Ülkemizde çığ olaylarının büyük bir kısmı kırsal alanlarda ortaya çıkmaktadır. Son yıllarda özellikle Kuzey ve Doğu Anadolu'nun dağlık kesimlerinde normalin çok üzerinde düşen kar yağışları ve orman örtüsünün de ortadan kaldırılmasının etkisiyle çığ olaylarında artma görülmüştür. Ülkemizde görülen doğal afetlerin (deprem, su baskını, heyelanlar, kaya düşmesi, fırtına, şiddetli yağışlar vb.) etkileri içinde çığın oranı % 0,2 iken, son yıllarda özellikle 1992 yılından sonra oluşan yoğun çığ olayları sonucu bu oran % l'e yükselmiştir. Türkiye'nin daha çok Doğu, Güneydoğu ve Kuzeydoğu Anadolu yerleşim bölgelerinde ortaya çıkan çığ olayları, gerek can kaybı, gerekse maddi hasarlar açısından depremden sonra ikinci derecede önemli doğal afetler konumundadır. 

Çığ olayları; yerleşim birimleri, tarım arazileri, haberleşme, ulaşım ve enerji nakil hatları, sanayi, askeri ve diğer benzeri tesisler için büyük tehlikeler oluşturmaktadır. Çığlar; erozyona, su baskınlarına, su yolları ve ulaşım hatlarının kapanmasına ve ekonomik açıdan birtakım sorunlara neden olmaktadır. Çığ, aynı zamanda yeryüzünün topoğrafik yapısını da değiştirebilmektedir. Çığlar, özellikle tarımsal yapı ve işletmelerde can ve mal kaybına neden olmakta, insanları göçe zorlamaktadır. Çığın oluşum koşulları ve çığ tehlikesine karşı 
alınabilecek önlemlerin bilinmesi; can ve mal kaybını, ortaya çıkacak diğer zararları önleyebilir ya da azaltabilir. 

Çığ oluşumunu etkileyen faktörler; değişken faktörler, değişken olmayan faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırılabilir. 

Değişken faktörler meteorolojik faktörler olup bunlar; kar yağışının miktarı ve hızı, yağmur, fırtına, rüzgâr ve hava sıcaklığıdır. 

Değişken olmayan faktörler topoğrafik faktörler olup bunlar da; arazinin eğim derecesi, eğim uzunluğu, eğim şekli, bakısı ve arazinin yüksekliğidir. Diğer faktörler arasında ise buzullar, deprem ve insanların etkileri yer almaktadır. 

Çığ olma olasılığı olan alanlarda topoğrafik koşullar çok iyi belirlenmelidir. Genellikle eğimi 20° - 50° arasında olan özellikle 35° - 45° eğimli yamaçlarda çığ olayı sıkça görülür. Yamaç altları ve vadi içlerinde kurulan yerleşimlerde çığ oluşma olasılığı ile hasar miktarında artış olmaktadır. Yamaçların ve vadilerin doğal zemin yapısının çeşitli nedenlerle bozulması ve yol yarmaları çığ olasılığını artırmaktadır. 

Çeşitli meteorolojik veriler belirlenerek, çığ olma olasılığı ortaya konabilir. 

Şiddetli bir tipiden sonra sıcaklığın hızla artma gösterdiği ılık bir havada, donma sıcaklığı (0° C) üzerinde 36 saatten daha uzun süren ılık devreler, yeni kar derinliğinin bir yağışta 25 cm'yi aşması, tipinin 24–48 saat arasında bir süre 7 m/s'den daha büyük hızda devam etmesi, kar örtüsü üzerine yağmur yağarak derin kar çözülme ve erimelerine neden olması çığ olasılığını artırır. 

Çığın oluşturduğu zararları önlemek ya da azaltmak amacıyla çığın kontrol altına alınması ve çığdan korunulması gerekmektedir. 

Çığ kontrolünde amaç; kar örtüsünün, bulunduğu yamaçtan kayarak can ve mal kaybını azaltmak ya da ortadan kaldırmaktır. Çığ kontrolünde kullanılan başlıca yöntemler; pasif ve aktif yöntemler olarak iki kısma ayrılmaktadır. Pasif yöntemler içerisinde çığ tehlikesi olan alanların geçici olarak kullanıma kapatılması, çit ve bariyerlerin kullanımı yer almaktadır. 

Örme duvarlar, balıksırtı şeklindeki bariyerler, saptırma duvarları, toprak dolgular, çığ kapanları, kar barajları, kar tünelleri ile küçük binalar, enerji hatları ve kara yolları korunabilmektedir. 

Çığ kontrolünde aktif yöntemler; çığ tehlikesinin olduğu yörelerde çığ oluşumunu engellemek amacıyla arazide kar kitlelerinin birikimini engellemek 
ve kar örtüsünün yapısını geçici olarak değiştirme temeline dayanır. Kar üzerinde yürünerek, palet kullanarak sıkıştırılıp büyük blok oluşumu önlenir. 

Ses üreten toplar (hovitzer veya havan topları vb), oksijen ve propan gazlarının karıştırılmasıyla oluşturulan patlayıcılar ve dinamitler kontrollü olarak 
patlatılarak daha önce belirlenen çığ güzergâhlarında yapay çığ oluşturulur. 

Çığ görülmesi olası olan yerleşimlerin ve çevrenin ağaçlandırılması en uygun koruma yöntemidir. Orman, çığ tehlikesine karşı koruyucu bir örtüdür. 
Özellikle yerleşimlerin üst kısımlarında orman örtüsünün oluşturulması gerekir. 

Yeni yerleşim birimleri kurulurken, yerleşim alanının çığ olması olasılığı bulunan yerlerden uzak ve yerleşim yönünden uygun özelliklerde olmasına özen gösterilmelidir. 

Özellikle kırsal yerleşim alanları; topoğrafik, jeolojik, iklimsel ve doğal afetler yönünden yerleşime uygun olmalıdır. Kurulmuş yerleşimlerde çığa karşı alınan önlemler yetersiz kalıyorsa yerleşim yeri değiştirilmelidir. 

Çığın binalar üzerindeki yıkıcı etkilerini azaltmak amacıyla çeşitli koruma yöntemleri uygulanabilir. Çığdan korunmak amacıyla binaların yapımında bir takım değişiklikler yapılmalıdır. Yapının çığ tehlikesi olan yüzeyinde, çığın dağılmasını sağlamak amacıyla V şekilli setler yapmak yararlıdır. 

Bununla birlikte yapılarda kullanılan yapı malzemelerinin özellikleri ve yapı elemanları çığdan etkilenmeyen ya da en az etkilenecek biçimde seçilmeli ve yapılmalıdır. 

Kırsal yerleşimlerde büyük zararlara neden olabilen çığ olayına karşı alınması gereken önlemler üzerinde durabilmek için, çığ olayının doğal oluşum koşulları ve geliş yönleri bilinmelidir. Çığ oluşumu konusunda yeterli bilgiler derlenmeli, bu oluşumu etkileyen çok sayıda etken incelenmelidir. 

Meteorolojik ölçümler sonucu elde edilen parametreler, kar profilleri ve sıcaklık profilleri alınarak, çığ riski olan bölgelerde çığ olabileceği düşünülerek uyarılar 
yapılabilir. 

Olası bir çığ tehlikesi yöre halkına zamanında duyurulmalı, alınacak önlemler konusunda halk uyarılmalıdır. 

Çığ bölgelerinde meteorolojik gözlem istasyonları sıklaştırılmalı ve bu istasyonlardan elde edilecek veriler tek elde toplanarak, uzman meteorolog, hidro-meteorolog ve konu ile ilgili diğer uzmanlar tarafından oluşturulacak bir grup tarafından sürekli olarak analiz edilmelidir. 

Ülkemizde, sürekli çığ olan ve olma riski bulunan yerleri gösteren haritaların kullanımı ile iskân programı yapılarak mal ve can kaybının önüne geçilebilinir. 
Çığ haritalarından yararlanılarak, çığ zararlarını önleyici yapıların yerleri, boyutları ve miktarı belirlenebilir. Çığ haritaları, topoğrafik haritalar ve hava 
fotoğraflarıyla geliştirilebilir. 

Meteorolojik parametreler, hava fotoğrafları, topoğrafik haritalar ile çığ haritaları yardımıyla elde edilen veriler coğrafi bilgi sistemi aracılığıyla bilgisayar 
ortamına aktarılır. Çığ haritalarında çığların izlediği yollar, çığların görülme sıklığı ve büyüklükleri saptanıp işlenmektedir. 

2.3. Sel ve Taşkınlar 

Atmosferik kaynaklı doğal afetler; seller, taşkınlar, fırtına ve tayfunlar, genellikle çok ani oluşmaları ve yüksek tahrip gücüne sahip olmaları nedeniyle, dünyanın 
birçok bölgesinde olduğu gibi ülkemizde de zaman zaman önemli boyutlarda can ve mal kayıplarına yol açmaktadır. 

Bu nedenle, meteorolojik parametrelerin zamansal ve yersel rasatlarının düzenli ve sürekli yapılması olası bir doğal afetin verebileceği zararları minimize etmek 
bakımından büyük önem taşımaktadır.

Bu tür meteorolojik kaynaklı afetler için akarsu yatak bölgeleri ve kıyısal alanlar büyük bir risk potansiyeli altındadır. Ancak, söz konusu afetlerin nerede ve ne 
zaman meydana gelebileceği değil, en küçük risk potansiyeli olan herhangi bir yerde ve zamanda meydana gelebileceği dikkate alınarak gözlem ve 
önlemlerin bu doğrultuda yapılması ve belirlenmesi gerekmektedir. 

Bir yandan artan nüfusun sosyal baskısı diğer yandan teknolojik imkânlara ve sanayi bölgelerine yakın olma arzuları insanları afet riski çok yüksek olan akarsu yatak bölgeleri, nehir vadileri ve kıyısal alanlarda yerleşime zorlamaktadır. 

Bu nedenle, sanayi bölgelerine ve özellikle başta İstanbul olmak üzere nüfus yoğunluğunun çok yüksek olduğu illere olan aşırı göçü engellemek, doğal taşkın 
yatakları üzerine inşa edilmiş yerleşim alanlarının genişlemesine engel olmak ve mevcut alanlarda stabilizasyon çalışmalarını başlatmak kısa dönemde yapılması gereken en önemli uygulamadır. 

Türkiye'de taşkın olaylarının meydana geldiği kritik nokta ve alanlar belirlenmeli, taşkın havzalarının detaylı hidrolojik, jeolojik ve topoğrafik etütleri yapılmalı ve riskli alanların düzenli ve kesintisiz meteorolojik gözlemleri sağlanmalıdır. 

Ülke genelinde meteorolojik kaynaklı afetler için tahmin ve uyarı sistemi geliştirilmeli ve afet öncesi, sırası ve sonrası için önlemler paketi hazırlanmalıdır. 

Taşkın havzalarında bulunan yerleşim alanları ve tarım topraklarının zarar görmelerini önlemek için üst havzalarda taşkın kontrol çalışmalarının derhal başlatılması büyük önem taşımaktadır. 

Sel, kuraklık, taşkın ve toprak kayması gibi meteorolojik kaynaklı afetlere zemin hazırlayan yanlış uygulamalara yasal önlemler getirilmelidir. Ormanların tarım alanına dönüştürülmesi, kaçak kesimi ve yangınlarla yok edilmesi, mera alanları nın erken ve aşırı otlatılması ve tarla açılması, tarım alanlarının ise tarımsal amaçlar dışında kullanılması mutlaka önlenmelidir. 

Doğal afetler konusunda uluslararası işbirliğine gidilmeli ve meteorolojik kaynaklı verilerin değişimi ve değerlendirilmesinde koordinasyon sağlanmalıdır. 

Havza amenajman çalışmalarına önem verilmelidir. 

Sel ve taşkınlar için erken uyarı sistemleri kurulmalı ve sediment tutulması ile ilgili mühendislik yapıları planlanmalıdır. 

Taşkın olaylarının en fazla meydana geldiği eğimli, sığ ve geçirimsiz toprak yapısına sahip alanlarda doğal bitki örtüsünün korunması ve geliştirilmesi gerekmektedir. 

Ülkesel ölçekte hidro-meteorolojik hizmetlerin birliği mutlaka sağlanmalı ve meteorolojik veri bankası oluşturulmalıdır. 

3. Sonuç 

Ülkemizde özellikle kırsal yerleşim alanlarında zaman zaman ortaya çıkan doğal afetler, değişik boyutlarda can ve mal kaybına neden olmaktadır. 
Bu nedenle yapılaşmanın, yerleşim düzenlemesinin ve fiziksel planlamanın doğal afetler, özellikle deprem açısından ele alınması ve denetiminin çok daha 
etkili duruma getirilmesi gerekmektedir. Bu görevleri Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ve bu bakanlığa bağlı olan Afet İşleri Genel Müdürlüğü ile Tarım ve 
Köy İşleri Bakanlığı yerine getirmelidir. Diğer bazı Kamu Kuruluşları, özellikle belediyeler yardımcı ve destek olmalıdır. Siyasi otorite bu dayanışmayı 
ve disiplini gerçekleştirmeye çalışmalıdır. 

Doğal afetler ve depremde ortaya çıkan can ve mal kaybını en az düzeye indirmek amacıyla hızlı göç, çarpık kentleşme ve yanlış yapılama önlenmelidir. 

Yoğun göçü önlemek amacıyla yapılacak olan kamu ve özel yatırımların, ekonomik tesislerin, eğitim kurumlarının belirli bölgelerde yoğunlaşması 
önlenerek ülkenin değişik kısımlarına yayılmalıdır. 

Bütün toplum ve yurttaşlarımız, doğal afetler konusunda korunma, kurtarma ve alınabilecek önlemler bakımından okullarda ve medya aracılığıyla eğitilmelidir. 

Ülkemizde; 

Doğal afetler ve Deprem nedeniyle ölüm tehlikesiyle karşılaşan insanları kurtarmak üzere yetiştirilmiş elemanlar son derece az, bilgi ve araç-gereç bakımından da yetersizdir. 
Doğal afetlerde tehlikeye uğrayanlara yardımcı olacak bilgilere sahip ilk yardım ve kurtarma ekip ve ekipmanları oluşturulmalıdır. 
Doğal afetler ve deprem konusunda araştırma, inceleme yapan çalışıma birimleri kurulmalı, gerekli elemanlar yetiştirilmelidir. 

Konu ile ilgili kuruluşlar arasında bilgi alışverişi ve koordinasyon sağlanmalıdır. 

Çarpık yerleşmeler, tarım topraklarının yerleşime açılması ve sağlam zeminlerin yerleşim yeri olarak, seçilmemesi, hatalı  yapılaşma, hızlı sanayileşme ve 
kentleşme doğa dengesi bozulmakta, doğal aletlere yol açmakta, can ve mal kaybını artırmaktadır. Doğal dengenin bozulmamasına özen gösterilmesi 
gerekmektedir. 

Kırsal yerleşim yerlerinin planlanmasında ve tarımsal yapı ve tesislerin kurulmasında; zemin etütlerinin ve diğer doğal afetler parametrelerinin göz önüne alınması zorunlu kılınmalı, uygulamalarda Ziraat Mühendislerinden de yararlanılmalı, aktif doğal afetler ve deprem kuşaklarında bulunan kırsal yerleşimlerdeki konut ve tarımsal tesisleri dayanıklı hale getirmek için kredi olanakları sağlanmalıdır. 

Doğal Afetler konusunda alınması gereken önlemler, öneriler, yapılması gereken işlemler kapsamlı bir yasal dayanağa kavuşturulmalıdır. 

Kaynaklar ;

Anonim, 2000. DPT Doğal Afetler Özel İhtisas Komisyonu Deprem Alt Komisyonu Raporu, Ankara. 
Fıstıkoğlu, O., Özkul, S., Harmancıoğlu, N., 1997. Taşkın Analizlerinde Çözüm Bekleyen Sorunlar, 
Meteorolojik Karakterli Doğal Afetler Sempozyumu Bildirileri, s, 36-47,Ankara. 
Gürer, G., 1992. Çığ Afetlerinin Karakteristikleri ve Analiz Yöntemleri (1992 gubat Ayı Çığları Çerçevesinde 
Olayın Değerlendirilmesi), Hacettepe Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Beytepe-Ankara. 
Okuroğlu, M.,Yağanoğlu, A.V., Örüng, G., 1998. Kırsal Yerleşim Tekniği, Atatürk Üniversitesi Ziraat 
Fakültesi Yayınları, No: 338, Erzurum. 
Okuroğlu, M., Yağanoğlu, A.V., 1999. Deprem ve Etkileri, DPT Doğal Afetler Özel İhtisas Komisyonu Deprem Alt Komiyonıı Üye Raporu, Ankara. 
Olguner, H., 1997. Doğal Afetler Konusunda Uluslararası Çalışmalar ve Türkiye’deki Durum, Meteorolojik 
Karakterli Doğal Afetler Sempozyumu Bildirileri, s, 26-35, Ankara. 
Turgutalp, Ü., 1982. Deprem Bölgelerindeki Tarımsal Yapılarda, Yapı Malzemesi ve Yapı Konstrüksiyonu Özellikleri, Dicle Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 
1(1) : 69-78, Şanlıurfa. 
Uluata, A.R., Yağanoğlu, A.V., 1984. Kırsal Yapıların Depreme Karşı Dayanıklılığının Artırılması, Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Kültürteknik Bölümü, Erzurum. 
Yağanoğlu, A.V., Okuroğlu, M., Öztaş, T., 1999. Çığ, Sel ve Taşkınlar, DPT Doğal Afetler Özel İhtisas Komisyonu, Meteorolojik Kaynaklı Doğal Afetler 
Alt Komisyonu Üye Raporu, Ankara. 
Yiğit, S., 1993. Kar Çığları ve Kırsal Alanlardaki Etkisi, Atatürk Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü ( Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi ), Erzurum. 



 ***

ORTA ASYA DA SU ANLAŞMAZLIĞI

ORTA ASYA DA SU ANLAŞMAZLIĞI 



Yeni Ufuk Dergisi 
KADİR CELEP..,
22 ARALIK 2018



“İnsanların başında olmak yerine suyun başında ol”

Kırgız Atasözü


“ Suyun her bir damlasında bir altın zerresi vardır”

Özbek Atasözü

Tamamen ikame edilemeyen bir kaynak olan su yaşayan bütün canlılar için en önemli doğal kaynaklardan biridir. İnsan kullanımı, eko sistem kullanımı, 
ekonomik kalkınma, enerji üretimi, ulusal güvenlik gibi suyun gerekli olduğu birçok sektör vardır. Son 20 yıl içinde artan insan nüfusu ve bunun sonucu 
olarak artan su talebi küresel bir su krizini gündeme getirmiştir. Bunun yanı sıra, hızla artan dünya nüfusu ve su talebiyle birlikte ekonomik, politik ve 
çevresel konulardaki mücadeleler ve çekişmeler çok daha yaygın ve ciddi boyutlara ulaşmıştır.

Dünya üzerindeki mevcut tatlı su kaynaklarının ihtiyaçları karşılayamayacak hale gelmesi üzerine tatlı su kaynaklarını (akarsular) paylaşan devletler arasında 
yaşanan soruna ” su sorunu” denmektedir. Genellikle iki veya daha fazla devletin topraklarından geçen akarsular (sınır aşan sular) üzerinde yaşanmaktadır. 

   Su sorunu uluslararası ilişkiler açısından özellikle gelecek yıllarda kriz ve kimilerine göre çatışma potansiyeli içeren bir sorun.

Dünya üzerinde birçok bölge ve ülkeler arası su itilafı yaşanmaktadır. 

Bunlar; 

Colorado ve Rio Grande Nehirlerinin ABD ile Meksika arasındaki işleyişi, İndus 
nehri ve Pakistan-Hindistan arasındaki sorun, Ortadoğu ülkeleri ile İsrail alasındaki sorunlar, Nil Nehri sebebiyle Mısır Etiyopya Sudan aralarındaki 
sorunları sayabiliriz.

Orta Asya için su, dünyanın diğer pek çok bölgesine kıyasla daha fazla öneme sahiptir. Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan ve 
Afganistan’ı kapsayan bu geniş coğrafyaya hayat veren başlıca su kaynakları Aral havzasında bulunan, tarih boyunca efsanelere konu olan Amu Derya (Ceyhun) ve Siri Derya (Seyhun), bugün bölge ülkeleri için hayat kaynağı konumundadır. 

Bölgenin her geçen gün kuraklık tehlikesiyle daha fazla yüzleşen geniş tarım alanları ve bölge ekonomilerinin hidroenerji ihtiyacı, bu iki nehrin önemini 
açıklar niteliktedir.

Su paylaşımı da, Sovyetlerin devlet sınırlarından sonra bırakmış olduğu “mirastan” birisidir. Sovyetler birliği döneminde ortak kullanım sistemi ile 
adeta Kırgızistan ve Tacikistan su kaynağı, Kazakistan’ı buğday, Özbekistan’ı ise pamuk tarlası olarak kullanan izlenen kota ve sistemizasyon, Orta Asya 
devletlerinin bağımsızlığı sonucu daha karmaşık ve gittikçe gerilimli bir hale gelmektedir. Su, ekonomik kalkınmadan etnik çatışma, göçlere kadar birçok 
sorunun oluşmasına zemin teşkil etmektedir. Bölgedeki Kırgızistan’ı hariç tutarsak hala devam eden otoriter devlet yönetimlerinin de bunda payları 
olduğunu söylemek çok da zor değildir.

Bölgedeki çatışmanın temelinde ise aşağı-kıyıdaş devletlerin (Özbekistan, Türkmenistan ve Kazakistan) suya ihtiyaç duyması, yukarı-kıyıdaş devletlerin 
(Tacikistan ve Kırgızistan) ise ellerinde bulundurdukları zengin su kaynaklarını kendi ulusal çıkarları çerçevesinde kullanmak istemesi yatıyor. Olayları 
dengeleyen kısım ise Kırgızistan ve Tacikistan ekonomilerinin diğer Orta Asya devletlerine göre daha kötü olmaları.

Yaz aylarında tarım amaçlı satılan suların karşılığında, Kırgızistan ve Tacikistan kış ayları için doğal gaz almaktadır. Bu takas yöntemindeki teknik ve 
siyasi nedenlerden dolayı gecikmeler yaşanmaktadır. İlk olarak teknik olarak Kırgızistan’daki su nakil hatlarının Sovyetler döneminde yapılmış hatlar 
üzerinden devam etmesi eski ve sorunlu olan taşıma borularından su kaybına sebebiyet vermektedir. Ortak su yönetimi konusunda da uzlaşası adımlar 
atılamamış olması sebebiyle su kayıplarının tek sorumlusu Kırgızistan olarak görülmektedir ve ne yazık ki su nakit hatlarının yenilenmesi gibi uzun, 
maliyetli bir projeye yatırım gücüne sabit olmaması bu sorunu daha da kişiselleştirmektedir.

Bölgede SSCB zamanından kalan 39 rezervuarın 22’si Seyhun nehri 17’si ise Ceyhun nehri üzerinde yer almaktadır. Bölge suları her 10 yılda bir ortalama yıllık akıştan 20 milyar m3 daha az su getirmektedir. Son araştırmalar Orta Asya’daki tarımsal su tüketiminin endüstrileşmiş ülkelerin yaklaşık iki katı olduğunu ortaya koymuştur. Bu büyük su tüketiminin en önemli nedeni sulama sistemlerinin eski ve hasara uğramış olmasıdır, bölge ülkelerinin su teknolojileri üzerinde herhangi bir çalışma ve ortak politika içinde olmamasından kaynaklanmaktadır. Bu sistemlerde son 10 yılda yapılan iyileştirme çalışmaları da çok yetersiz kalmıştır. Bu nedenle de su kaybının önlenmesinde yeterli ilerleme sağlanamamıştır. Bununla birlikte bölgede bazı ülkelerin çok su tüketen 
endüstrilerinde su tüketimini azaltmaya çalışmak yerine bu su talebini garanti etmeye çalışmaları da yüksek tüketimin devam etmesine neden olmaktadır.

İkinci bir sebep de Özbekistan ve Türkmenistan’ın su artırımı istekleri ve bu isteklerinin sağlanmamasıdır. Bölgedeki 30 milyon nüfusa ulaşan,  komşu ülkedeki dağılmış Özbek demografyası ile Özbekistan’ın daha fazla su talebinde bulunması, diğer bir yandan ise ekonomik olarak Özbeklere bağlı olan Tacikistan başka bir sorun oluşturmaktadır.  Diğer bir deyişle, Seyhun ve Ceyhun nehirleri üzerinde çeşitli politik ve ekonomik sebeplerle yarım kalmış ya da yapılması planlanan baraj ve hidroelektrik santrallerinin faaliyete geçmesi ihtimali, başta Fergana Vadisi olmak üzere bölgenin can damarına giden kanın azalacağı endişesini beraberinde getiriyor.

Orta Asya ülkeleri su meselesinin, kuraklığın ve su kaybının yoğun yaşandığı önemli bölgelerden birisi olup, bölgedeki problemlerin niteliği su politikaları 
açısından; gerek uluslararası ilişkiler gerekse yanlış tarım ve çevre uygulamaları sebebiyle çevre kirlenmesi açısından derin ve kalıcı etkilere neden olmaktadır. Bir zamanlar, Aral Gölü’nü besleyen bu iki nehrin sularının, yanlış sulama politikaları yüzünden aşırı şekilde kullanılması, göl sularındaki tuzluluk miktarını üç kat arttırmıştır. Modern tarım uygulamaları ve ekipmanların bulunmaması sebebiyle verimsiz su kullanımının önüne de geçilememiştir.

Amu Derya ve Siri Derya’da su seviyesinin düşmesi, bu nehirlerden faydalanan ve ekonomisi büyük çapta tarıma dayalı olan bölge ülkeleri için ciddi sıkıntılar 
oluşturmaktadır. Nüfus artışı su sıkıntısını arttıran diğer bir konudur. 1996’da Aral Havzası’nda 47 milyon olan nüfusun 2020 yılında yaklaşık 60 milyonu 
bulacağı tahmin edilmektedir. Aynı şekilde bölgede tarımda, sanayide ve evlerde kullanılan suya talep üç kat artmıştır. Dünya bankası raporlarında Türkmenistan 
su tüketimi yıllık ortalaması ABD’nin 4, Çin’in ise 13 katıdır. Bu artış, bir yandan suyun kalitesinde bozulmaya sebep olurken, diğer taraftan çöpler, tarım 
ve sanayi atıkları, zirai ilaç ve gübreler de su kaynaklarının kirlenmesine yol açmaktadır. Bu sebeple Dünya bankası gözlemcileri tarafından uyarılmaktadır.

Su, Orta Asya’da az bulunan bir kaynak olarak, bölge devletleri açısından büyük bir ehemmiyet taşımakta ve zaman zaman yaşanan gerginliklerle de önümüzdeki süreçte bölgenin ciddi bir sorunu olduğunun sinyallerini vermektedir. Artan nüfus ve tarım alanlarına paralel olarak artan su ihtiyaçları, ülkeler arasında paylaşım ve kullanım sorununu sebebiyet verirken, diğer taraftan bölgesel çevre sorununa da neden olmaktadır. Nitekim 1996’da Aral havzasında 47 milyon olan nüfusun 2020 yılında yaklaşık olarak 60 milyonu bulması beklenmektedir Bu aynı zamanda Aral’ın felaketi anlamına da gelmektedir.

Tablo.1 Orta Asya Ülkelerinin ülke dışından gelen sulara bağımlılık oranları

      ÜlkeÜlke Dışından Gelen Suya Bağımlılık Oranı
      Kazakistan%31
      Kırgızistan%0
      Tacikistan%16
      Türkmenistan%97
      Özbekistan%77

Aral havzasının en önemli nehri olan, Tacikistan, Kırgızistan ve Afganistan’ın Pamir Dağlarındaki buzullardan ve karlardan kaynağını alan Amu Derya, Karakum Çölü’nü aşarak yaklaşık 2.400 km. geçtikten sonra sularını Aral Gölü’ne boşaltmaktadır. Türkmenistan’a giriş yaptığı Kerki noktasındaki normal debisi 
1960’lı yıllara kadar 2.197 m3 olan Amu Derya nehrinin bugünkü debisi, Aral Gölü’ne aktığı nokta olan Karakalpakistan’daki Nukus şehrinde 1496 m3’e kadar 
düşmektedir. Bölgedeki su kaynaklarının çıkış yolu bulamaması nedeniyle, Amu Derya ve Siri Derya’da biriken sular Aral Gölü’nü oluşturmaktadır. Dünyadaki 
dördüncü büyük içme suyu gölü olan Aral Gölü’nde 1960’lı yıllardan beri pamuk ekimi ve hidroelektrik barajlarının inşaatı nedeniyle bir iç bozulma 
yaşanmaktadır.

Son zamanlarda Orta Asya’nın hemen hemen her ülkesinden geçen Amu Derya ve Siri Derya nehirleri üzerinde Kırgızistan ve Tacikistan’ın barajlar ve sarnıçlar inşa etmek suretiyle suyu kontrol altında tuttukları gözlemlenmektedir.

Kırgızistan ve Tacikistan’ın komşuları üzerinde siyasi ve ekonomik bir avantaj sağlamak için suyu önemli bir kart olarak kullandığı görülmektedir. Son yıllarda 
her iki ülkenin zaman zaman suyu geçici sürelerle kesmesinin, böylece pazarlık gücü oluşturup, Özbekistan ve Kazakistan’dan ucuz gaz, petrol ve tarımsal 
ürünler almalarının sağlanması kendileri açısından başarı sağladığını söyleye biliriz.

Topraklarının sadece %6’sını kendi öz kaynaklarıyla sulayabilme imkânına sahip olan Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan gelen suya yine en fazla bağımlı 
olan bölgedeki ülkelerden biridir. Dünyanın en büyük buğday ihracatçısı ülkelerinden biri olan Kazakistan’da son yıllarda su kıtlığı nedeniyle üretimde 
düşüş yaşanmaktadır. Bölgede su sorunları giderek derinleşmektedir. Eski Sovyetler Birliği coğrafyasında sahip olduğu su kaynakları zenginliği yönünden; 
Rusya’dan sonra ikinci Orta Asya’da ise birinci konumda olan Tacikistan, kendi topraklarından akan suyun tümünün esas sahibi olduğuna inanmakta ve 
Özbekistan’ın kullandığı su için ücret istemektedir. Kırgızistan ve Tacikistan bugün bölgedeki savaş halinden kaynaklanan sebeplerden dolayı silahlanma 
sürecine girmiş durumdadır.

Netice itibariyle ifade etmek gerekirse, 1990 sonrası eski Sovyetler Birliği’nin yapılanmasında ve niteliğinde ortaya çıkan değişme ve Orta Asya 
Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanma sürecinde görülmüştür ki çevre sorunları yalnızca kapitalist sistemin değil bütün sistemlerin ve insanlığın 
sorunudur. Özellikle Hazar ve Aral Gölü örneğinde Orta Asya’da ortaya çıkan çevresel felaketin boyutları bunu bir kere daha insanlığın görmesini 
sağlamıştır. Konunun çevresel boyutlarının ötesinde ekonomik ve siyasal içerikli jeopolitik ve jeostratejik nitelikler de taşıyor olması, uluslararası ve uluslar 
üstü bir yaklaşımı, çözüm arayışını da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin de bölgeyle olan tarihi ve coğrafi bağlarının yanında ekonomik, 
sosyal, kültürel ve siyasal içerikli ilişki potansiyeli açısından daha aktif bir rol alması gerekmektedir. Bölge ile ilgili olarak Türkiye’nin jeopolitik ve 
jeostratejik pozisyonuna uygun hareket etmesi, uluslararası ilişkiler sistemi ve küresel karar alma- uygulama mekanizmaları içerisindeki ağırlığını 
arttıracaktır. Çünkü bugün çevre ve ona ilişkin sorunlar, uluslararası ilişkiler boyutunun ötesinde hızla transnasyonel nitelikler kazanmaktadır.

Orta Asya’ya genel olarak bakıldığında bir kapalı bölge ve bu bölgede iç içe girmiş ülkeler görülmektedir. Bu durumun ülkeler arasındaki ilişkilerde 
işbirliğinin artması yönünde etkili olması beklenirken bunun yeterince oluşmadığı görülmektedir. Bu durumun bölgenin tarihsel geçmişi ve bugünkü 
jeopolitik durumu gibi içsel, dışsal ve bölgeye özgü birçok nedeni vardır.

Bu nedenlerle hem bölge ülkeleri arasında hem de bu ülkelerdeki gruplar arasında güven unsuru yeterince yerleşmemiştir. Bu durum bölgede karşılıklı işbirliği alanındaki ilerlemeyi de kısıtlamaktadır. Örneğin bölgede su yönetimi konusunda işbirliği organizasyonları bulunmasına rağmen sınır aşan sular konusunda işbirliği ve diyalog açısından birçok sorun yaşanmaktadır.

Devlet politikaları, o ulus içinde yaşayan bireylerin yaşam ve çalışma koşullarını düzenlemek için aldığı önlemlerin tümü olduğuna göre, söz konusu önlemler bölge ve ülke içi huzursuzlukların önlenmesi birincil adım olmalıdır. 

Bölgedeki su sorunun çözülememesi durumunda bölgedeki ülkelerde GSMH %11 azalması, önlenemez gıda ihtiyaçlarının artışlarının gerçekleşme durumu ve iş 
gücü ve kitleler halinde göçler öngörülmektedir. 

Su, Yaşam ve Ekonomi olduğuna göre çok da uç fikirler olmasa gerek.

Örneklerden de anlaşıldığı gibi, dünyanın birçok bölgesinde orta ve büyük ölçekte sınır aşan ve sınır oluşturan sularla ilgili pek çok sorun yaşanmaktadır. Bu sorunların önemli bir kısmında ise kriz noktalarına gelinmiştir.

Orta Asya’nın su sorununun çözümü için zamana ihtiyaç vardır. Bu zamanın kısaltılması mümkün ama zor görünmektedir. Ancak bu zaman süresinde sorunun artması ve kronik hale gelmesi önlenmelidir. Bu nedenle yakın gelecekte bölge ülkelerinin su konusunda bölge çapındaki projelerde ne yapması gerektiği değil kendi ülkesinde su kullanımında sürdürülebilir yönetim problemi nin artmaması için neleri yapmaması gerektiği daha önemli olacaktır. Bir diğer deyişle bu ülkeler öncelikle kendi ülkelerinde kendi çıkarları için suyu daha verimli kullanma konusunda somut adımlar atmalıdır. Orta Asya’daki su sorununa ben­zer şekilde, Türkiye’nin de güney komşuları ile geçmiş yıllarda sıkıntı­ları olmuş, Türkiye’den doğup Basra Körfezi’ne dökülen Fırat ve Dicle ne­hirlerinin sularının kullanımı konu­sunda bazı anlaşmazlıklar yaşanmış­tır. 

   Bu Sorunlar, tabiri caizse, Türki­ye’nin ustaca ve akıllıca yaklaşımları ve hak gözeten tutumu ile artık yaşanma­maktadır. 

Bölge devletlere bir yol ve uzlaşma sağlayıcısı olarak Türkiye’nin tecrübe ve teşebbüslerine ihtiyaç olduğu çok açıktır.

Kaynakça

İsmail Kapan, Büyük Ortadoğu Kavramı Ve Bölgemizdeki Su Meselesi, 2004

Arslan Zafer Gürler, Analitik Tarım Ekonomisi, 2012, Nobel yayınları.

Metin Duyar & Oğuzhan Öz çelebi, Ortadoğu’da Su sorunu,2012, Derin Yayınları

Gülay Kılıç, Orta Asya’da Su Sorunu: Bir Yılan Hikâyesi, Analist Dergisi, 2011 Ağustos.

Philip Micklin, “The Future of Water Management”, Central Asia and Caucasian Prospects, The Royal Instittue of International Affairs, 2000.

Mustafa Ökmen, “Türkmenistan’da Çevre Sorunları”, Avrasya Dosyası, Türkmenistan Özel, Sayı 2, 2001.

Mehmet Seyfettin Erol, Orta Asya’da Güvenlik Sorunları, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 1, 2000.

Stepnen Hodgson “Strategic Water Resources in Central Asia in Serach of a new İnternational legal order. EUCAM EU Central Asia Monitoring . No: 14 May 2010 
CEPS Centre for European Policy Studies.

TASAM, Yaşamın Ana Unsuru Ve Su Sorunu Dosyası

Hidropolitik Akademi, Orta Asyadaki Saatli Bomba Su,2014 Eylül

Dünya Bakası Su Raporu, http://www.worldbank.org/en/topic/water/x/eca

High and Dry : Climate Change, Water, and the Economy 
https://openknowledge.worldbank.org/handle/10986/23665

Uluslararası Kriz Heyedi, ICG Asia Report No 4, May 2002

Tablo Kaynak: FAO http: //www. fao. org/nr/water/aquastat/data/query/results. html


https://www.yeniufukdergisi.com/2018/12/22/orta-asyada-su-anlasmazligi/


***

Yemen de İnsancıl Durum,

Yemen de İnsancıl Durum, 


Uluslararası Toplum Açısından Çıkarımlar. 
Dr. Öğr. Üyesi Çağrı Emin DEMİRBAŞ
XI. Uluslararası Uludağ Uluslararası İlişkiler Kongresi
Yemen'de İnsancıl Durum: Uluslararası Toplum Açısından Çıkarımlar
Dr. Öğr. Üyesi Çağrı Emin DEMİRBAŞ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Dr. Öğr. Üyesi Çağrı Emin DEMİRBAŞ,
Bayram Altuğ  
20.10.2018




   Yemen’de 2015 yılında Suudi Arabistan güçlerinin askeri müdahalelerini takiben başlayan insancıl kriz, içinde bulunduğumuz yılların en ciddi insancıl krizlerinden birini meydana getiriyor olmasına rağmen, büyük ölçüde Suriye krizinin gölgesinde kalmaktadır. 

   Yemen krizinin uluslararası toplumun gündemine yerleşmiyor oluşu yalnızca Suriye krizinin ehemmiyeti ve büyük güçlerin Suriye konusuyla daha fazla
haşır neşir olmalarıyla ilgili değildir. Aynı zamanda Yemen’de yaşanan kriz ABD ve İngiltere’nin de Suudi Arabistan’ın askeri müdahalelerini desteklemelerinden de kaynaklanmaktadır. Suudi müdahalesi bu çerçevede ülkede düzeni tesis eden bir müdahale olarak lanse edilmiş fakat ortaya çıkardığı insancıl tablo gözlerden uzak tutulmak istenmiştir. Bugün Yemen BM İnsancıl Meseleler Koordinasyon Ofisi ( United Nations Office for the Coordination of Humanitarian Affairs – OCHA) tarafından kıyamet benzeri bir durum (apocalypse) olarak tanımlanmaktadır.

   Çatışma kaynaklı sivil ölümleri bir tarafa bırakılırsa, ülkedeki insancıl krizin en önemli boyutu salgın hastalıklar, açlık, temiz içme suyuna ulaşılamama gibi hayati sorunlardır. 27 milyonluk ülke nüfusunun 2 milyonu yerlerinden edilmiş, 17 Milyonu gıda sorunuyla başbaşa kalmış, 14 milyon civarındaki bir kesim ise temiz içme suyuna ulaşamaz duruma gelmiştir. Bu genel rakamlar dahi Yemen’deki insancıl krizin ehemmiyetini gözler önüne sermektedir. Bu çalışmada Yemen’deki insancıl krize ilişkin tablo çeşitli insan hakları örgütleri ve insancıl yardım kuruluşlarının verileri kullanılarak analiz edilmekte ve Yemen’deki krizin ciddiyeti gösterilmek istenmektedir. 

    Bu noktadan hareketle uluslararası politikanın dinamikleri ve Yemen’deki krizin ortaya çıkmasında ve önlenememesinde hangi ölçüde pay sahibi olduğuna 
ilişkin çeşitli değerlendirmeler yapılmaktadır. Ayrıca uluslararası toplumun insancıl krizlere yönelik müdahaleleri, bu tarz müdahalelerin hukuksal mercii olan BM  çerçevesinde ele alınmakta ve Yemen başta olmak üzere insancıl krizlerde gösterilen etkinlik açısından değerlendirilmektedir.


'Yemen'de 14 Milyon sivil ölüm riskiyle karşı karşıya kalacak'
2014'te patlak veren iç savaş nedeniyle Yemen'de son yüzyılın en büyük açlık ve insani krizlerinden biri yaşanıyor. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 75'i insani yardım ve korumaya ihtiyaç duyuyor.

Bayram Altuğ  
20.10.2018


https://www.aa.com.tr/tr/dunya/yemende-14-milyon-sivil-olum-riskiyle-karsi-karsiya-kalacak/1287591


***

8 Mayıs 2020 Cuma

Silahlı İnsansız Hava Araçlarının Uluslararası Alanda ve İç Güvenlikte Sevk ve İdaresine İlişkin Hukuki Saptamalar. BÖLÜM 2

Silahlı İnsansız Hava Araçlarının Uluslararası Alanda ve İç Güvenlikte Sevk ve İdaresine İlişkin Hukuki Saptamalar. BÖLÜM 2



3. SİHA’ların İç Güvenlikte Kullanımına İlişkin Tespitler 

İHA’ların iç güvenlikte kullanılmaya başlanması son on yılda gelişme göstermiş tir. Hâlihazırda ABD’de farklı tip ve modelde İHA’lar; ülkenin güneyinde sınır güvenliğinde, keşif maksatlı özel harekât operasyonlarında, suç mahallinin analizinde, kalabalıklar arasında suç takibinde, yangınlara müdahale ve arama kurtarma faaliyetlerinde, kritik altyapıların izlenmesinde, afetlerde yardım ve acil tıbbi malzemelerin uzak yerlere taşınmasında, kentlerde trafik sıkışıkları nın izlenmesinde yoğun biçimde kullanılmaktadır (Graham, 2011: 18; Pejic, 2015: 1; Homeland Security, 2017; Tucker, 2017; Margaritoff, 2017; Alderton, 2018). 

Özellikle İHA’ların istihbarat, gözetleme, keşif maksatlı kullanılıyor olması vatandaşlara gözetleniyor hissi yarattığından olumsuz psikolojik etkisi olduğu 
konusunda eleştiriler getirilmektedir. Özellikle ABD ve Avrupa Kıtasında etik bağlamda mahremiyet haklarını veya AİHS'ni ihlal edip etmediği konusunda 
kaygılar dile getirilmektedir (Pilkington, 2014; Stanley, 2017; Holloway vd., 2018: 42). 

Diğer taraftan modern devletin ayrıcalığı olan özgürlük imkânlarından çoğunlukla terör ve örgütleri de yararlanır. Ülkelerin demokratik yapısından gizlilik içerisinde faydalanmayı ve suistimali arzulayan terör ve suç örgütlerinin modern devletleri önümüzdeki on yıllarda daha rahatsız edeceği ve demokratik devletlere özgü bir sorun olarak kalmaya devam edeceği açıktır. Bu bağlamda SİHA’ların terörle mücadele başta olmak üzere iç güvenlikte kullanılması, uluslararası alanda kullanılmasında karşılaşılan benzer tartışmalar gibi yeni bir süreçtir (Woodhams & Borrie, 2018: 2). 

   SİHA’ların teröre maruz kalan ülkeler tarafından, terörle mücadele yöntemlerinden birisi olarak gerek mekânsal boyut gerekse zaman ve ateş üstünlüğü bakımından kullanılması kuşkusuz asimetrik bir avantaj yaratır. Özellikle kent, kasaba gibi yerleşim yerleri dışında kırsal bölgelerde siviller ile teröristlerin ayrılmasına imkân sağlayan ve terör faaliyetleri gösteren örgütlerin daha kolay tanınabileceği yerlerde yeni mücadele tekniği olarak görülebilmekte dir. Hukuk, demokrasi, birey ve insan hakları merkezli değerler sistemine sahip olan toplumlarda, terörle mücadele ancak bu değerler ölçüsünde yapılması 
gerektiğinden devletlerin bu konuda en önemli gücü, haklılığı ve meşru olmasıdır. 

Bu nedenle güvenliğin sağlanması için alınan tedbirlerin amacı, hem devletin kendi varlık ve bütünlüğünün hem de vatandaşlarının psikolojik ve fiziksel 
kazanımlarının zarar görmesini engellemeye yönelik olmalıdır (Ergül, 2014: 71). 

Modern bir devlette bir ülkenin egemenlik sınırları dâhilinde iç güvenliğin sorumluluğu kolluk kuvvetlerindedir. Devlet bu sorumluluğa istinaden kabul ettiği uluslararası sözleşmeler, anayasa, oluşturduğu kanunlar ve buna bağlı alt mevzuatı ile kolluk kuvvetlerine zor kullanma ve silah kullanma yetkisi verir. Bunun ölçüsünün sertliği ve serbestliği veya yaptırım gücünün genişliği ve çeşitliği o ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel ortamına göre çeşitlilik gösterir, devletin vatandaşlarının haklarının korunmasına ilişkin teminatlara göre değişebilir. SİHA’nın iç güvenlikte kullanımı ve kolluk açısından bir yöntem olarak belirlenmesi en nihayetinde siyasi iradenin bir tercihidir ve niyet beyanı göstererek araçların sınırlılıklarını belirleyebilir. 

Ülkesinde terörle mücadele eden bir devlet açısından uygulanacak hukuki standartlar çatışmaların şiddetine bağlı olmakla birlikte üç seviyeye ayrılabilir. İlk durum, sınırlı olay ve çapta eylemlere yönelik hayatın normal akışı içinde insan hakları hukukunun uygulanarak mücadele edilmesidir. İkincisi, devletlerin 
olağanüstü hal durumuna geçmesi, insan haklarını korumak ve temin etmekle birlikte daha sınırlayıcı tedbirleri yürürlüğe koyması ve mücadele tedbirlerini 
genişletmesidir. Üçüncü ise, ülke içinde silahlı çatışma şartları oluşması ve uluslararası silahlı çatışma/insancıl hukukun uygulanabilir olmasıdır. Bu aşamalar aslında iç çatışmanın şiddeti ve ülke içerisinde mücadele edilirken uygulanacak insan hakları ile insani/çatışma hukukunun kullanım şekline göre 
derecelendirilmesidir. Günümüzde birçok devletin mücadele yöntemi, terör örgütleriyle insan hakları hukuku bir diğer deyişle anayasası bağlamında hazırlanan ceza hukuku ve cezai adalet modelidir. Ülkeler, terör örgütlerine meşruiyet kazandırmamak ve bir siyasi aktör olarak muhatap olunmaması için silahlı çatışma hukuku yerine mevcut insan hakları hukukuna bağlı kalmayı tercih ederler. Diğer taraftan bu değerlendirmelerin, her iki hukuki çerçeveye yönelik uluslararası antlaşmaları imzalayan ülkeler açısından geçerli olduğu da unutulmamalıdır.8 

İkinci Dünya Savaşı sonrası 1940’lı yıllarda silahlı çatışma hukuku ile insan hakları hukukunun hazırlık seyri izlenirken insan hakları hukukunun, silahlı 
çatışma durumunda uygulanamayacağı öngörüsü ile 1948 yılı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 1949 yılı Cenevre Sözleşmeleri birbirlerinden ayrı olarak hazırlanmıştır. Genel olarak, 1949 yılı Cenevre Sözleşmelerinin ortak yazılmış 3. Maddesinde işaret edilen hususlar 9 ile temel insan hakları gereksinimleri arasında örtüşme olmasına rağmen silahlı çatışma hukukunun daha çok eski sömürge toplumları ve BM çerçevesinde kaderlerini tayin hakkını kullanmak isteyen SSCB ile Afrika topluluklarına yönelik benimsenmesi görüşü hâkim olmuştur. Günümüze kadar İngiltere-IRA, İspanya-Bask, Fransa-Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi veya Rusya-Çeçenistan arasında terör tehditleri oluşmuş, bunlar silahlı çatışma/insani hukuk kapsamında görülmemiş ve iç güvenliği ilgilendiren olaylar olarak kabul edilmiştir (Ökten, 2015, 2-19). 

Bu kapsamda iç güvenlikte terörle mücadeleye ilişkin uygulanacak insan hakları hukukunun ve mücadele yönteminin, uluslararası alanda onaylanan 
mevzuata, anayasaya ve kanunlara uygun silah kullanma yetkisi ile düzenlendiği söylenebilir. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), AİHS’de 
belirtilen devletin kullanacağı ölümcül gücü ayrıntılı bir yaklaşımla yorumlamasına rağmen,10 AİHS’nin 2.maddesi11 kolluğun, koşulları belirli durumlarda ölümcül güç kullanmasını meşru görmektedir. Bu yetkinin sınırları uluslararası sözleşmeler, Anayasa ve kanunlar çerçevesinde oluşturulurken, temel haklarla ilgili sınırlamalarda da kanunla belirlenir. Silah kullanma, ancak kamu düzenini ve güvenliğini bozacak nitelikteki gerçek bir tehlikenin varlığı halinde, kesin zorunluluk söz konusuysa meşru ve mazur görülebilir. BM Kanun Adamlarının Zor ve Silah Kullanmalarına Dair Temel Prensipler 9.maddesinde ölümcül güç kullanma yetkisine genel olarak kolluk kuvvetlerinin kendilerinin ve başkalarının öldürülmelerine veya ağır bir biçimde yaralanmalarına yönelik yakın bir tehlikeye karşı müdafaa halleri ile yaşama karşı ağır bir tehdit içeren ağır nitelikteki özel suçların işlenmesinin önlenmesi amacıyla silah kullanılmasını öngörmüştür (Sevük, 2012: 248-255). Tehditlerin yakınlığı ve hayati tehlikelerin işlenmesinin önlenmesi gibi hususlar ile meşru müdafaa gereksinimlerinin ne olunduğunun bilinmesi SİHA kullanıcı ve karar vericiler için önemlidir. SİHA’nın kullanımında kolluk, sahip olduğu diğer silah kullanma yetkileriyle benzer şekilde terörle mücadele ve olağanüstü hâl kanunlarına uygun biçimde gereklilik, ölçülülük ve orantılılık usullerine uygun meşru müdafaa gereksinimlerini karşılamalıdır.12 Gereklilik, teröristin ölümcül tehditlere sebep olacak şekilde tehdidin yakın tehdit olmasıdır (Pejic, 2015: 37; Holloway vd., 2018: 39). 

Ayrım ilkesi, aracın teknolojik özelliklerinden faydalanılarak hedefin doğruluğunun tespiti yanında, terörle mücadele edilen bölgenin vatandaşların günlük yaşamını sürdürdüğü coğrafyalardan güvenli alan ve benzeri yöntemlerle ayrı tutulması ile sağlanabilir. 

Ölçülülük ilkesi ise, tespit edilen hedefin elindeki silahlar ile yaratacağı olumsuz etkinin değerlendirilmesine göre belirlenmektedir. 

Sonuç 

Günümüzde SİHA’ların keşif, gözetleme ve bir silah sistemi olarak zaman ve mekâna sahip olma avantajı, asimetrik etki ve uygun maliyet açısından ülkelere 
önemli üstünlük kazandırdığı inkâr edilemez. Bunun en önemli kanıtı; geçen yıllar içerisinde bu araçların istenen performans ve işlevlerine bağlı olarak farklı boy ve ebatta tasarlanmaları, taşıdıkları silah ve mühimmatın çeşitliliğine göre araç ailesinin genişletilmesidir. 
SİHA’ların ülke politikaları ve askeri operasyonları için can kaybı ve ciddi ekonomik maliyet yaratmaması ülkelerin kamuoyları tarafından da olumlu karşılanmaktadır. SİHA’ların devletlere sağladığı bu imkânlar sayesinde  kullanımının önümüzdeki yıllarda daha da teşvik göreceği açıktır. Araçlara gösterilen bu ilgiye rağmen hukuki ve etik bağlamda değerlendirmeler daha yavaş bir seyir izlemektedir. Bu ilginin azlığı, uluslararası alanda çatışmaların değişen özellikleri, SİHA’ların devletler için terörle mücadele seçenekleri başta olmak üzere politik ve askeri kullanım çeşitliliğine yol açması ve teknolojinin hızlı seyir izlemesidir. 

SİHA’ların kullanımıyla ilgili tartışmalar şimdilik muğlak bir zeminde ilerlemektedir. ABD’den Çin’e İsrail’den AB ülkelerine kadar fiili normlar 
yaratılarak emsaller oluşmaktadır. Önümüzdeki dönemde uluslararası, ulusal ve iç güvenlik alanında bu araçların kullanımı ve bilinerbilirliğinin artması, hem kuvvet kullanımına karar verme açısından hem de hedef ve yöntem belirleme bağlamında tartışmalara çözüm bulunmasına katkı sağlayacaktır. 


Son Not : 

1 SİHA’lar ve özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için ayrıca bakınız: T. Ak (2017). Günümüzün Değişen Çatışma Koşullarında İnsansız Savaş Araçları ve Etik Tartışmalar, Sistem Ofset Yayıncılık, Ankara. 

2 SİHA kullanımında farklı karar mekanizmaları ve işlevleri için ayrıca bakınız: T. Ak (2018). Silahlı İnsansız Hava Araçlarının Kullanımında Karar Mekanizmaları, 
Güvenlik Bilimleri Dergisi, 7 (1), 111-130. 

3 BM Antlaşmasının 2, 33 ve 37’nci maddeleri konuya ilişkin maddeleridir. 

4 Ancak uluslararası barışın ve güvenliğin tehdit altında olup olmadığının tespiti, 39. Madde ile BM Güvenlik Konseyi'ne verilmiştir 
(BM Antlaşması, 1945; Çakmak, 2014:186). 

5 Yukarıda da belirtildiği gibi BM sisteminde amaçlanan, kuvvet kullanımının devletler açısından tek taraflı bir seçenek olmamasının sağlanmasıdır. BM Şartının 51.Maddesi ise kuvvet kullanma yasağının meşru müdafaa hakkının ortadan kalkması şeklinde yorumlanamayacağını belirterek devletlerin istisna hallerinde, yani meşru müdafaa durumunda kuvvete başvurabileceklerini dolaylı olarak kabul etmektedir. Maddede dikkat çeken nokta meşru müdafaa tedbirlerine başvurulabilmesi için bir silahlı saldırının meydana gelmiş olması gerektiğidir. 

Yani ortada henüz bir silahlı saldırı yoksa meşru müdafaa hakkının ortaya çıktığından bahsedilemiyor olması gerekmektedir. Bir diğer önemli sınırlama da bu meşru müdafaa halinin ancak BM Güvenlik Konseyi’nin harekete geçmesine kadar devam ediyor oluşudur. Meşru müdafaanın genel çerçevesine bakıldığında, verilen karşılığın saldırı ile orantılı olmasının gerektiği de söylenebilir. Bir başka koşul da saldırıya uğrayan devletin, aldığı meşru müdafaa tedbirleri ile ilgili olarak BM’yi bilgilendirmesi zorunluluğudur. Meşru müdafaanın bir hak olarak ortaya çıkabilmesi için ise gereklilik ve orantılılık ilkelerinin yerine getirilmesi 
gerekmektedir (Çakmak, 2014:191-192). 

6 2013 yılında Raportör Bem Emmerson tarafından hazırlanan “Terörizmle Mücadelede İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Teşvik Edilmesi ve 
Korunmasına İlişkin Özel Rapor”a ve Uganda’nın Demokratik Kongo Cumhuriyeti toprakları üzerinde 1998 yılından itibaren işgal, askeri faaliyet ve eylemlerine 
ilişkin olarak Uluslararası Adalet Divanı tarafından hazırlanan Uganda ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti arasındaki “Kongo Toprakları Üzerinde Askeri 
Eylemlere İlişkin Dava Raporuna ayrıca bakınız: UN (2013). Report of the Special Rapporteur on the Promotion and Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms While Countering Terrorism, A/68/389, 18 September 2013, 
https://unispal.un.org/DPA/DPR/unispal.nsf/0/2DAADAFC4682762585257C0B0060 

7 Savaşın yasaklanması ya da en azından savaşın doğurduğu zararların en aza indirilmesini amaçlayan ve Birinci Dünya savaşına kadar olan dönemde 
gerçekleştirilen sözleşmeler, 1856 yılı Paris Deniz Hukuku Beyannamesi ile başlamış ve 1864 yılında Cenevre’de imzalanan Savaş Alanında Yaralıların 
Durumunun İyileştirilmesi Sözleşmesi ve müteakiben diğer sözleşmelerle devam etmiştir. La Haye sözleşmeleri ise 1899 yılında oluşturulmaya başlanmış, 1907 
yılında da yeni metinler eklenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönem ile savaş sonrası dönemlerde sözleşmelerin hazırlanmasına devam edilmiştir. Silahlı çatışma hukuku kapsamı içerisinde sayılan La Haye, Cenevre ve New York sözleşmelerinin neler olduklarına ilişkin ayrıntılı bilgi için ayrıca bakınız: Y. Aslan 
(2008). Savaş Hukukunun Temel Prensipleri, TBB Dergisi, (79), 235-274. 

8 Örneğin Türkiye, 1949 yılı Cenevre Sözleşmelerini 10 Şubat 1954 tarihinde onaylamış, bu sözleşmelere ek olarak hazırlanan 1977 yılı Ek I. Protokole (2 
Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerine Ek Uluslararası Silahlı Çatışmaların Mağdurlarının Korunmasına İlişkin Protokol) ve II. Protokole (12 Ağustos 1949 
tarihli Cenevre Sözleşmelerine Ek Uluslararası Olmayan Silahlı Çatışmaların Mağdurlarının Korunmasına İlişkin Protokol) taraf olmamıştır. 2005 yılında 
imzalanan III. Protokolü (12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerine Ek ve İlave Bir Ayırt Edici Ambleme İlişkin Protokol) I. ve II. Protokollere taraf 
olmadığını hatırlatan bir bildirim eşliğinde 7 Aralık 2006 tarihinde imzalamıştır. Ayrıntılı olarak bakınız: M.B. Yamaner, E. Öktem, B. Kurtdarcan, M.C. Uzun 
(2008). 12 Ağustos 1949 Tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve Protokolleri, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları Nu:42, İstanbul. 

9 1949 yılı Cenevre Sözleşmeleri ortak 3.maddesinde milletlerarası mahiyette olmayan bir silahlı anlaşmazlıkların taraflardan birinin topraklarında olması 
halinde çatışmaya doğrudan iştirak etmeyenlerin korunmasına yönelik maddeleri içermektedir (Yamaner vd, 2008: 2-26-50). 

10 AİHM, güvenlik güçlerinin benzer güç kullanımları sırasında meydana gelen ölüm olaylarının soruşturulmasını sıklıkla ele alınmaktadır. Bu kapsamda, 
kararlarında güvenlik güçleri tarafından yürütülen operasyonlar sırasında meydana gelen ölümlerde güvenlik birimlerinin yetersiz planlama, tedbirsizlik, dikkatsizlik, orantısız, öldürücü olabilecek güç kullanımına işaret etmiştir. AİHM, suikast hazırladıklarından şüphelenilen üç IRA teröristinin güvenlik güçlerince 
öldürülmesinin söz konusu olduğu McCann/İngiltere davasında operasyonun zora başvurma gereğini imkân ölçüsünde asgariye indirecek surette hazırlanıp 
hazırlanmadığı hususunu incelemiştir. Mahkeme, olayda terörist olarak tanınan kişileri zararsız hale getirmekle görevli asker kişilerin, kendilerine verilmiş 
bulunan bilgiler ışığında, teröristlerin uzaktan kumandalı bombayı patlatarak çok sayıda insanın ölümüne neden olmalarını önlemek için bu kişilere ateş açmanın 
mutlak surette gerekliliğine inanmıştır. Üstlerinden aldıkları emirlere uyarak, başkalarının hayatını korumak için bunun mutlak zorunluluk teşkil ettiği inancıyla görevlerini yerine getirdiği düşüncesindedir. Mahkeme, somut olayda görevlilerin olay anında karşı karşıya kaldıkları ikilemin göz önünde tutularak, kolluk görevlilerinin sadece o andaki fiillerini değerlendirmek suretiyle madde hükmünün ihlali konusunda bir sonuca varmanın yeterli olmadığını, aynı zamanda bütünü içinde antiterörist operasyonun AİHS 2.madde gereklerine uygun şekilde hazırlanıp hazırlanmadığının da incelenmesinin önemini vurgulamıştır. Bu husus askerlere verilip uygulandıklarında ölümle neticelene bilecek kuvvet kullanımını kaçınılmaz kılan talimat ve bilgilerin, olayda yer alan üç teröristin yaşam hakkını gereğince göz önünde tutup tutmadığı sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu olayda Mahkeme, başkalarının hayatını korumak amacıyla üç teröristin öldürülmesinin mutlak gereklilikle kuvvete başvurma teşkil etmediği böylece 2.madde hükmünün ihlal edildiği sonucuna varmıştır. 
AİHM, kolluk görevlilerince operasyon planlanırken, öldürücü yöntemler ve öldürücü olmayan yöntemler arasında bir ayırım yapılarak öldürücü olmayan yöntemlere başvurulacağı, şüphelileri canlı olarak yakalamanın yolları ve teslim olma konusunda nasıl anlaşma yapılacağı gibi hususların belirlenmesini istemiş tir. Aksi durumda teslim olmaya gönüllü olabilecek kişilerin yaşamlarının tehlikeye atılmış olacağını değerlendirerek bu durumda da müdahalenin orantılı olmadığını kabul etmiştir (European Court of Human Rights, 1995; Cengiz, 2011, 387; Sevük, 2012: 274). 

11 AİHS’nin Yaşam Hakkı başlıklı 2.maddesinde herkesin yaşam hakkının yasayla korunması belirtilmekle birlikte, ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması sırasında zorunlu olanı aşmayacak şekilde güç kullanılması sırasında oluşan ölüm gibi durumların madde ihlali olmadığı vurgulanmaktadır 
(Council of Europe, 2010: 6). 

12 Terörle mücadelede meşru müdafaaya ilişkin örnekler için bakınız: H. Y. Sevük (2012). Kolluk Görevlilerinin Silah Kullanma Yetkisi ve Yaşam Hakkı, 
Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2 (2), 274. 



Kaynakça: 

Kitaplar; 

Ak, T. (2017). Günümüzün Değişen Çatışma Koşullarında İnsansız Savaş Araçları ve Etik Tartışmalar, Sistem Ofset Yayıncılık, Ankara. 

Çakmak, C. (2014). Uluslararası Hukuk: Giriş, Teori ve Uygulama Bir Uluslararası İlişkiler Yaklaşımı, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa. 

Graham, S. (2011). Kuşatılan Şehirler Yeni Askeri Kentçilik, çev. Levent Aydeniz, Nota Bene Yayınları, Ankara. 


Makaleler; 


Ak, T. (2018). Silahlı İnsansız Hava Araçlarının Kullanımında Karar Mekanizmaları, Güvenlik Bilimleri Dergisi, 7 (1), 111-130. 

Aslan, Y. (2008). Savaş Hukukunun Temel Prensipleri, TBB Dergisi, (79), 235-274. 

Batır, K. (2011). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Amerikan Müdahaleciliği ve Uluslararası Hukuk, Yönetim Bilimleri Dergisi (Journal of Administrative 
Sciences), 9 (1), 115-134. 

Bethlehem, D. (2012). Principles Relevant to the Scope of a state’s Right of Self Defense Against an Immenent or Acyual Armed Attack By Non State 
Actors, The American Journal of International Law, Notes and Comments, 106:000, 1-8. 

Cengiz, S. (2011). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Yaşam Hakkı, TBB Dergisi, (93), 383-404. 

Dönmez, S. (2017). Kuvvet Kullanma Kapsamında Ön Alıcı ve Önleyici Saldırı Kavramları, Balkan ve Yakın Doğu Sosyal Bilimler Dergisi (Balkan and 
Near Eastern Journal of Social Sciences), 3 (3), 8-15. 

Ergül, E. (2014). Özgürlük ve Güvenlik Dengesi Bağlamında Uluslararası Terörle Mücadele Stratejileri, EÜHFD, 18 (1–2), 63-98. 

Pejic, J. (2015). Extraterritorial targeting by means of armed drones: Some legal implications, International Review of the Red Cross, 10.1017/S181 
63831140 00447, 1-40. 

Sathyamoorthy, D. (2015). A Review of Security Threats of Unmanned Aerial Vehicles and Mitigation Steps, The Journal of Defence and Security, (6). 

Sevük, H. Y. (2012). Kolluk Görevlilerinin Silah Kullanma Yetkisi ve Yaşam Hakkı, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2 (2), 239-286. 

Vogel, R. J. (2011). Drone Warfare and The Law of Armed Conflict, Drone Warfare and the Law of Armed Conflict, Denver Journal of International 
Law and Policy, 39 (1), 101-139. 


Belgeler/Raporlar; 


Council of Europe (2010). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Council of Europe Publishing. 

Davis, L. E., McNerney M. J., Chow J., Hamilton T., Harting S. & Byman D. (2014). Armed and Dangerous? UAVs and U.S. Security, The RAND 
Corporation, USA. 

Holloway, A. MP, Gupta A., Molyneux C. (2018). The UK’s Use of Armed Drones: Working with Partners. All Party Parliamentary Group on Drones 
Inquiry Report, London. 

Homeland Security (2017). Unmanned Aircraft Systems Addressing Critical Infrastructure Security Challenges, https://www.dhs.gov/sites/default/files/ 
publications/uas-ci-challenges-fact-sheet-508.pdf (erişim tarihi: 25.01. 2019). 

International Court of Justice (2005). Armed Activities on the Territory of the Congo (Democratic Republic of the Congo v. Uganda), Judgment, I.C.J. 
Reports. 

International Human Rights (IHR) and Conflict Resolution Clinic (CRC) (Stanford Law School) & Global Justice Clinic (NYU School of Law) (2012). Living 
Under Drones: Death, Injury, and Trauma to Civilians from US Drone Practices Pakistan. 

Melzer, N. (2009). Interpretive guidance on the notion of direct participation in hostilities under international humanitarian law. International Committee 
of the Red Cross (https://bit.ly/1WjvRb3). 

Ökten, T. (2015). Uluslararası İnsancıl Hukuk ve PKK Örneği, https://www. academia.edu/34367728/Uluslararası_İnsancıl_Hukuk_ve_PKK_Örneği 
(erişim tarihi: 25.01.2019). 

Schaus, J. & Johnson, K. (2018). Unmanned Aerial Systems’ Influences on Conflict Escalation Dynamics, CSIS Briefs, 
https://csisprod.s3.amazonaws.com/s3fspublic/publication/180808_SchausJohnson_UnmannedAerialSystems_UPDATE_0.pdf?ANfx9oj8wvgykmZ8Qz1fJvgAfhGvtC1I 
(erişim tarihi 18.01.2019). 

Quintana, E. (2008). The Ethics and Legal Implications of Military Unmanned Vehicles, The British Computer Society, Royal United Sevices Institute for 
Defence and Security Studies, Occasional Paper. 

UK MoD (2017). Joint Doctrine Publication 0-30.2 Unmanned Aircraft Systems, The Development, Concepts and Doctrine Center, Ministery of Defence, 
Wiltshire, UK. 

UN (2013). Report of the Special Rapporteur on the Promotion and Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms While Countering Terrorism, 
A/68/389, 18 September 2013, 
https://unispal.un.org/DPA/DPR/unispal.nsf/0/2DAADAFC 4682762585257C0B00609364. 

US The White House (2002). The National Security Strategy of the United States of America, Washington DC, USA. 

US DoD (2013). Unmanned System Integrated Roadmap FY 2013-2038, Washington DC, USA. 

Woodhams, G. & Borrie, J. (2018). Armed UAVs in Conflict Escalation and Inter-State Crisis, The United Nations Institute for Disarmament Research 
(UNIDIR), Geneva, Switzerland. 

Yamaner, M.B., Öktem, E., Kurtdarcan, B., Uzun, M.C. (2008). 12 Ağustos 1949 Tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve Protokolleri, Galatasaray Üniversitesi 
Hukuk Fakültesi Yayınları Nu:42, İstanbul. 


İnternet Kaynakları; 


Alderton, M. (2018). To the Rescue! Why Drones in Police Work Are the Future of Crime Fighting, Apr 13 2018, 
https://www.autodesk.com/redshift/drones-in-police-work-future-crime-fighting/ (erişim tarihi: 28.01.2019). 

BM Antlaşması (1945). Birleşmiş Milletler Antlaşması, https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/3-30.pdf (erişim tarihi: 28.01.2019). 

European Court of Human Rights (1995), Case of Mccann and Others v. The 
United Kingdom, 
https://hudoc.echr.coe.int/eng#{"itemid":["001-57943"]} 
(erişim tarihi: 24.05.2019). 

Margaritoff, M. (2017). Drones in Law Enforcement: How, Where and When 
They're Used, October 13, 2017, 
http://www.thedrive.com/aerial/15092/drones-in-law-enforcement-how-where-and-when-theyre-used (erişim tarihi: 28.01. 2019). 

Tucker, Patrick (2017). Look for Military Drones to Begin Replacing Police 
Helicopters by 2025, August 28, 2017, https://www.defenseone.com/ 
technology/2017/08/look-military-drones-replace-police-helicopters-
2025/140588/ (erişim tarihi: 28.01.2019). 

Pilkington, E. (2014). ‘We see ourselves as the vanguard’: The Police Force Using Drones to Fight Crime, 1 Oct 2014, https://www.theguardian.com/world/ 
2014/oct/01/drones-police-force-crime-uavs-north-dakota (erişim tarihi: 
28.01.2019). 

Stanley, J. (2017). Police Chiefs Issue Recommendations on Drones; A Look At 
How They Measure Up, August 17, 2012, 
https://www.aclu.org/blog/privacy-technology/surveillance-technologies/police-chiefs-issue-recommendations-drones-look?redirect=blog/technology-and-liberty/police- 
chiefs-issue-recommendations-drones-look-how-they-measure   (erişim tarihi: 28.01.2019). 


***

Silahlı İnsansız Hava Araçlarının Uluslararası Alanda ve İç Güvenlikte Sevk ve İdaresine İlişkin Hukuki Saptamalar. BÖLÜM 1

Silahlı İnsansız Hava Araçlarının Uluslararası Alanda ve İç Güvenlikte Sevk ve İdaresine İlişkin Hukuki Saptamalar. BÖLÜM 1 



Tarık AK *
Tekin AVANER**
* Dr., Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, 
tarikak@jandarma.gov.tr, 
ORCİD No: 0000-0001-8452-1601 

** Dr.Öğr. Üyesi, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, 
tekinavaner@jandarma.gov.tr, 
ORCİD No:0000-0003-4014-0131 


Geliş Tarihi/Received : 08.02.2019 
Kabul Tarihi/Accepted : 09.09.2019 
Araştırma Makalesi/Research Article 
DOI: 10.17134/khosbd.641536 

Özet; 

Günümüzde Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA)’nın zaman ve mekân üstünlüğü, asimetrik etkisi, ekonomikliği, kullanıcısının çatışma bölgesinden uzaklığı veya ölme riski taşımaması ülkeler tarafından önemli bir avantaj olarak görülmektedir. Ayrıca, SİHA operasyonlarının cana ve mala ilişkin herhangi bir ilave maliyet yaratmaması bu ülkelerin kamuoyları nezdinde yürütülen politikalara tolerans ve destek sağlamaktadır. Bu silahlı araçları diğerlerinden ayıran temel özellikler için ise şunlar söylenebilir: 

(ı) Karar vericilerin, SİHA atışlarının nerede ve nasıl yapılacağına ilişkin süreci takip edebilmeleri ve katkı sağlayabilme imkânı, 

(ıı) İnsanlı uçağa göre hedef üzerinde daha uzun kalma avantajı sayesinde sivil kişilere olan zayiatı en aza indirebilme imkânı. 

Bu makale, SİHA’ların önümüzdeki yıllarda daha da fazla kullanılması durumuyla karşılaşılacağından, hukuki bağlamda tespitler yaparak bugünü anlamayı 
amaçlamaktadır. 

Bu sayede, SİHA’lara ilişkin hem ulusal güvenliğe hem de iç güvenliğine yönelik yeni yaklaşımların ortaya konulmasına fayda sağlanabileceği değerlendirilmektedir. 

Bu araçların uluslararası ve ulusal alanda kullanımına ilişkin öngörülerde bulunmak, modern toplumun hayatına giren bu teknolojilerin etkilerine hazırlıklı olmaya katkı sağlayacaktır. 

Giriş 

   Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA)’nın kullanımının üzerinden on beş yıldan fazla zaman geçti. İlk defa 2001 yılında ABD’nin İHA’ları silahlandırmasıyla başlayan süreç, İsrail’den Çin’e AB ülkelerinden Hindistan’a kadar dünya ve bölge siyasetinde aktif rol almak isteyen ülkelerce vazgeçilmez bir konuma getirildi. Geçen yıllar içerisinde araçlar; istenen performans ve işlevlerine bağlı olarak farklı boy ve ebatta tasarlandı, taşıdıkları silah ve mühimmatın 
çeşitliliğine göre araç ailesi genişletildi (US DoD, 2013: 4-6; UK MoD, 2017:18). 

Günümüzde SİHA’ların zaman ve mekâna sahip olma avantajı, asimetrik etkisi, ekonomikliği, kullanıcısının çatışma bölgesinden uzaklığı ile öldürülme riski 
taşımaması gibi hususlar, ordular açısından temel üstünlük kazanımları olarak görülmektedir (UN, 2013; Ak, 2017: 7). Hatta SİHA’ların çatışma alanlarında 
kullanım kolaylığı, bu araçların dünyada mevcut çatışmaları daha da arttırdığı yönünde eleştirilere de sebep olmuştur (Woodhams & Borrie, 2018: 2). Diğer 
taraftan, devletlerin yoğun talep gösterdiği bu araçlara terör ve suç örgütleri de ilgi göstermişlerdir. Terör ve suç örgütlerinin daha çok; 

(ı) Arazi açısından ulaşılması zor alanlara saldırabilmek 

(ıı) Verebilecekleri zayiatlarda ölüm oranını arttırmak 

(ııı) Saldırının uzaktan yapılabilmesi sayesinde gizlenebilmek 

(ıv) Makul fiyatlı bir teknolojiye ulaşabilmek 

(v) Alçaktan uçuş gerçekleştirerek ülkelerin hava savunma sistemlerinden kurtulabilmek 

(vı) Toplumda daha kolay korku ve panik yaratabilmek adına bu araçlara yöneldiği görülmektedir (Sathyamoorthy, 2015). 

   Günümüzde; 

ABD, Birleşik Krallık, Rusya, Çin gibi ülkelerin İHA ve SİHA’larının kullanım usullerinde uluslararası hukukun evrensel normlarını aşındıran, devletlerin 
egemenlik ve eşitlik ilkelerini olumsuz yönde etkileyen fiili durumlar yarattıkları söylenebilir.  Örneğin ABD’nin SİHA ve İHA’ları dünyada Afganistan gibi ülkelerde bu ülkenin izni ile hava operasyonları gerçekleştirebildiği gibi, kendisine karşı yanıt verme yeteneğinin sınırlı olduğu ülkelerde izin 
alınmadan hava operasyonları da yapabildiği görülmektedir. Bu bağlamda ABD’nin fiili durum yarattığı hareketlere şu şekilde örnekler sıralanabilir. 

(ı) ABD’nin, ülkelerin kendi hava sahası içerisinde operasyon izni vermeyen ve olması durumunda karşı taarruzla cevap verme kabiliyetine sahip olan ülkelerin 
hava sahasında SİHA operasyonları gerçekleştirebilmesi. Buna örnek olarak Pakistan verilebilir. ABD’nin Pakistan’da sivillerin ölümüne neden olan SİHA 
operasyonlarına Pakistan tarafından egemenlik haklarının ihlal edildiği yönünde karşı çıkılmaktadır. Pakistan, ABD’nin ülkesinden havalanan SİHA’ların 
Afganistan dışında Pakistan’da kullanılması durumunda karşılık verileceğini beyan etmiş, ancak ABD Afganistan’da kendi üslerine yönelik saldırılar yapmak amacıyla teröristlerin Pakistan sınır bölgelerinde örgütlendiklerini iddia ederek operasyonlarına devam etmiştir. 

(ıı) Diğer bir hususta, ABD’nin müttefik ülkelerinin yardım talebi üzerinden gerçekleştirdiği hava operasyonlarıdır. Buna örnek olarak Mali’de gerçekleştirilen hava operasyonları vurgulanabilir. 
Mali, ülkesinde terörle mücadele kapsamında Fransa’yı işbirliği için davet etmiş, Fransa ise bu mücadelede ABD’den yardım talep etmiştir. 

(ııı) Bir başka İHA ve SİHA uçuşlarına örnek ise ABD’nin Çin ile karşılıklı rekabeti nedeniyle Güney Çin denizinde Çin sınırına yakın uluslararası hava sahasında uçuşlar gerçekleştirmesidir. Burada ABD ile Çin arasında hasmane hareketler benimsenmesine rağmen eylemsel bir saldırı gerçekleştirilmemekte, gözetleme ve keşif devriyeleri icra edilmektedir. Özellikle son yıllarda Çin’in Güney Çin Denizi’nde yer alan adalar ve doğal kaynaklar üzerindeki egemenlik ve hak 
iddialarında bulunması iki ülke arasında rekabeti tırmandırmıştır (Schaus & Johnson, 2018: 3-9). 

Söz konusu örneklerde de vurgulandığı üzere SİHA’lara ilginin her geçen gün arttığı bu günlerde bu çalışma ile araçların kullanımlarının hâlihazırda nasıl bir 
seyir izlendiğinin anlaşılması ve kullanımı nedeniyle ortaya çıkan etik ve hukuki beklentilerin saptanması hedeflenmiştir. Bu maksatla çalışma içerisinde, ilk olarak SİHA’ların uluslararası alanda kullanım usulleri incelenecek ve hukuki bağlamda tartışılacak, müteakiben de iç güvenlikte görevlendirilmelerine ilişkin 
değerlendirmeler yapılacaktır. 

SİHA’lar insansız savaş araçları ailesi içinde geçen, uzaktan komuta ile kontrol edilebilen, silah ve mühimmatları sayesinde öldürücü olan mürettebatsız 
araçlardır. İnsansız bir uçak, bu uçağı kontrol etmek için gerekli ekipman, altyapı ve personeli içeren bileşenlerden oluşan araç ve sistemlerinin ortak adıdır. 

Bu araçlar; 

(ı) Operatör veya diğer araç ve sistemler ile irtibatı sağlayan iletişim sistemleri, 

(ıı) Araçlarda kullanılan yanmalı motor, gaz türbini, güneş pili ve benzeri motor veya itiş gücü teknolojisi, 

(ııı) Taşıdığı yük kapasitesi, ebat ve ölçüsü, 

(ıv) Taşıdığı silah tipi ve sayısına göre farklılaşmaktadır1 (Quintana, 2008: 5-6; Ak, 2017: 21-29). 

SİHA’ları kullanan ülkeler açısından bu araçlar üç hususta avantaj sağlayabilir. Bunlar; kullanıcı ölümlerini azaltması, ekonomikliği ve toplumsal itibar kazandırmasıdır. SİHA pilotlarının vurulma riskinin olmaması kullanıcı açısından insan zayiatını ortadan kaldırmıştır. Üstelik tedarik ve kullanım maliyeti insanlı araçlara göre çok daha uygundur. Ayrıca SİHA operasyonlarının can ve mal açısından herhangi bir ilave maliyet yaratmaması bu ülkelerin kamuoyları nezdinde siyasilerin yürüttükleri politikalara müsamaha ve destek sağlanmasına imkân vermektedir (Pejic, 2015: 3; Schaus & Johnson, 2018: 3). 

1. SİHA ile Diğer Silah ve Sistemler 

SİHA’lar yasaklanmış bir silah veya sistem değildir. Ancak, uluslararası anlaşmalarda diğer silah ve sistemlere uygulanan sınırlamalar SİHA’lar için de 
geçerlidir. Nitekim, SİHA’lar, kimyasal ve biyolojik başlıklı veya misket bombaları içeren mühimmatların yüklenmesi ile mühimmatın ağırlığı ve menzili gibi konularda 1983 yılı Belirli Konvansiyonel Silahlar Sözleşmesi ve 1987 yılı Füze Teknolojisi Kontrol Rejimine tabidir (Pejic, 2015: 4; Davis vd., 2014: 23). 

SİHA’lar, insanlı ve insansız araçlar ile aynı yasa ve politikaları takip ederken ilk yıllarda belirli bir hedefe yüzlerce kilometre öteden füze atan sistemlere de 
benzetilmiştir (Pejic, 2015: 3). SİHA’ları diğer silah ve sistemlerden ayıran özellikler için şunlar söylenebilir: 

(ı) Komutanların ve siyasi karar vericilerin, SİHA saldırılarının nerede ve nasıl olacağına ilişkin düşünce veya risk hesaplamalarını kullanıcılar ile birlikte 
yapabilmesi 2 (Schaus & Johnson, 2018: 5). 

(ıı) İnsanlı uçağa göre hedef üzerinde daha uzun kalma avantajı, hedefi tanımlama sürecine daha fazla zaman ayırabilmesi ve bu sayede sivil insan zayiatının en aza indirilebilmesi dir. Sivil kayıpları en aza indirebilme avantajı, diğer silah ve sistemlerle kıyaslandığında insanlı uçaklarda daha zor iken uzun menzilli füzelerde uygulanabilmesi gerçekçi değildir. 

SİHA’ların dünyada hasım ülkeler arasında kullanılırken düşürülme sıklıklarının artması, bu araçların insanlı uçaklar ile aynı kategoride değerlendirilebilir olup olmaması hususunda tereddüt oluşturmuştur. Örneğin ABD, İnsansız Hava Araçları (İHA)’nı askeri uçak olarak kabul ederek, İHA'larının bir saldırıya maruz kalması durumunda insanlı bir uçağa yapılan saldırıya benzer bir cevabın verilmesini öngörmüştür. İnsanlı bir uçağa saldırı, kışkırtıcı bir hareket veya muhtemel bir çatışma girişimi olarak değerlendirilebilir iken bir İHA’nın düşürülmesinin insanlı bir uçağa saldırmak kadar kışkırtıcı olup olmadığı yoruma açıktır. Nitekim son yıllarda, politikacıların ve komutanların hem İHA'yı kaybetmenin getirdiği düşük risk düzeyinden faydalanarak hem de yurt 
içinde kamuoyu ve yurt dışında toplumsal kesimlerin baskısından kurtulmak için yüksek riskli görevlere insanlı uçak yerine sık sık İHA'ları tercih ettikleri de bir 
gerçektir. Şimdilik, ABD’nin yaklaşımı hariç tutulursa İHA'ya yönelik saldırıların nasıl algılandığı konusunda belirsizlik hâkimdir. 

Bu nedenle;

 (ı) Bir İHA'ya saldırı yapıldığında, insanlı bir sisteme yapılan saldırı ile aynı seviyede mi karşılık verilmelidir? 

(ıı) İHA’lar insanlı bir uçaktan düşük riskler taşıdığından saldırıya orantılı alternatifler mi aranmalıdır? 

(ııı) Hasımdan gelen İHA saldırılarına hiç bir yanıt verilmez ise hasmın daha sonraki insansız araçlara yönelik muhtemel saldırıların düzeyi ve miktarı artar mı? 

Soruları ortadadır ancak yakın zamanda karşılık bulacakları açıktır (Schaus & Johnson, 2018: 5). 

2. SİHA´ların Uluslararası Alanda Kullanımına İlişkin Hukuki Tartışmalar 

SİHA’ların sağladığı politik ve askeri avantajlar dikkate alındığında, araçların günümüzde daha da rağbet göreceği kuşku götürmez. Ancak bu araçlara 
ilişkin etik tartışma ve hukuki saptamaların gerçekleştirilmesi, kullanımına oranla daha yavaş bir seyir izlemekte, hatta gereken ilgiyi görmemektedir. SİHA’ların 
kullanımında etik tartışma ve yasal çerçeve gereksinimleri için ilginin azlığına yönelik şunlar söylenebilir (Holloway vd., 2018: 42). İlki; ABD ve Çin gibi 
uluslararası ortamda güçlü ve baskın ülkelerin hâlihazırda bu araçları aktif bir şekilde kullanmasına rağmen etik ve yasal tespitler konusundaki tartışmalara 
çekimser duruşlarıdır. İkincisi; araçların kullanımına ilişkin politik hedeflerin kazanımları ile askeri açıdan işlevsel çeşitliliğinin hâla yaşanmaya devam ediyor 
olmasıdır. Nitekim ABD’nin kendi terörle mücadele siyaseti kapsamında meşru müdafaa gayesiyle dünyada savaş ve çatışma bölgeleri haricinde de SİHA’ları 
kullandığı ülkelere rastlanmaktadır ya da ülkelerinde teröre maruz kalan ülkeler iç güvenliğinin sağlanmasında bu araçlara başvurabilmektedir. Üçüncüsü ise; 
SİHA’ların önümüzdeki on yıllarda yapay zekâ teknolojilerinde gelişmelerle birlikte kazanacağı tam otomasyon yeteneğinin etik ve hukuki tartışmaları kökten değiştirebileceğine duyulan ortak inançtır. 

Günümüzde SİHA’ların politik ve askeri gerekçelerle kullanımının uluslararası hukuk açısından değerlendirmeye muhtaç olduğu açıktır. Özellikle 
SİHA kullanımının devletlerin egemenlik ve eşitliği bağlamında, kuvvet kullanma, insan hakları ve insancıl hukukun işlerliği açısından zorlayan bir etki yaptığı 
söylenebilir. Uluslararası alanda ülkeler tarafından kabul gören devletlerin egemenliği ve eşitliği ilkesi, genel ilke olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası BM’nin 
de öncülüğünde her devlete, diğer devletlerin tam saygılı olmasını ve sistemin hukuk kurallarına karşı eşit koruma sahibi olmasını sağlayacak bir yaklaşım olarak kabul edilmiştir. Bu sayede her zaman bir ihtimal dâhilinde olan ve uluslararası sistemi tehdit eden savaşlar, bir devlete karşı kuvvet kullanma hali olarak yasaklanmış ya da belirli şartlara bağlanmıştır. BM üyesi bir devletin, herhangi bir devletin siyasi bağımsızlığına ve ülke bütünlüğüne yönelik tehdit etme ve kuvvet kullanmaktan kaçınmak zorunda olması genel ilke olarak benimsenmiştir.3 Kuvvet kullanma yasağının önemli bir istisnası meşru müdafaadır. Uluslararası barış ve güvenliğin tehdit altında olması4 halinde BM Antlaşması 51.madde ile meşru müdafaa hakkı kabul görmüştür 
(BM Antlaşması, 1945; Çakmak, 2014: 29-185). 

Meşru müdafaa olarak tanımlanabilecek durumlarda devletlerin tek taraflı olarak kuvvete başvurabilecekleri BM Antlaşması’nda açık bir şekilde ifade edilmekte dir.5 
Bu nedenle günümüzde SİHA’lar, meşru müdafaa kavramı ile birlikte sık sık bir arada kullanılırken işitilebilir. Nitekim SİHA’nın dünya gündeminde öne çıkışı, ABD’nin 11 Eylül saldırılarına maruz kalması sonrasında küresel ölçekte başlattığı terörle savaşı ile birlikte olmuştur. 

Bu süreçte ABD; 11 Eylül olayları sonrasında terörizmle savaş amacıyla BM Antlaşması’na istinaden meşru müdafaa hakkı beyanıyla, El Kaide bağlantılı örgütlere ve barındıkları ülke olan Afganistan’a müdahale etmiştir. 

Ardından önleyici meşru müdafaa hakkıyla Irak’a operasyon başlatmıştır. Müteakip süreçlerde ise dünya ölçeğinde Pakistan, Yemen, Suriye gibi ülkelerde askeri ve istihbarat operasyonlarını sürdürmüştür (Batır, 2011: 128-132). 
Dünyada bu savaş ve operasyonlar sürdürülürken SİHA’lar, temel silah sistemleri olarak geliştirilmeye ve kullanılmaya devam etmiş, ABD’nin 
yeni askeri stratejilerinin bir aracı haline gelmiştir. ABD, bu yıllarda Soğuk Savaş zamanının Sovyetler Birliği ve müttefiki ülkelere uyguladığı çevreleme ve 
caydırma politikasını terk etmiş, yeni tehditlerin asimetrik ve değişken özelliklerini dikkate alarak 2002 yılında ulusal güvenlik stratejisini değiştirmiştir. ABD, 2002 yılı Ulusal Güvenlik Strateji dokümanında uluslararası hukukta tartışmalı olan ön alıcı (preemptive) ve önleyici (preventive) müdahale kavramlarına yer vermiş, ön alıcı müdahale ile terör örgütleri gibi organizasyonları hesaba katarak bir hasım tarafından yapılmakta olan saldırı hazırlığına karşı saldırı yapmayı, onu etkisiz hale getirmeyi ve inisiyatifi ele geçirmeyi amaçlamıştır. Burada en önemli husus, düşmandan gelecek saldırının çok yakında ve kaçınılmaz olarak gerçekleşecek olmasıdır. 

Önleyici müdahale ile düşmanın tehditlerinin bilinmesiyle birlikte tehditlerin çok yakın veya belirginleşmiş olmadığı, bu nedenle kaçınılmaz duruma gelen bir çatışma öncesi ilk vuran olma kaygısı bulunduğu ancak uzun vadede düşmandan önce saldırıya geçme düşüncesini hâkim olduğu bir yaklaşımdır. 

Nitekim ABD’nin Afganistan’a operasyonu ön alıcı müdahale, Irak’a operasyonu önleyici müdahale kapsamında gerçekleştirilmiştir (US The White House, 2002: 15). 

ABD’nin benzer yaklaşımları terörle mücadele ettiği Pakistan, Yemen, Suriye, Somali, Cibuti gibi ülkeler ile Güneydoğu Asya ülkeleri olmak üzere dünyanın 
çeşitli coğrafyalarında SİHA operasyonlarıyla devam etmektedir. Uluslararası ortamda, ABD’nin müdahale hukuku bağlamında alan açarak öngördüğü bu 
doktrin ve yaptığı eylemler uluslararası hukuk açısından meşru savunma kapsamında kuvvet kullanmayı yasal kılan bir gerekçe olmadığı görüşü hâkimdir. 
(Vogel, 2011: 106; IHR & CRC, 2012: 11-12; Woodhams & Borrie, 2018: 18). 

Zira 2005 yılında meşru müdafaa ile SİHA kullanımının nasıl yapılacağıyla ilgili BM ve Uluslararası Adalet Divanı, hedeflerin ev sahibi ülkeye isnat edilmesi ve 
ilgili ülke tarafından barındırılması durumunda bu saldırıların gerekçe olabileceğini böyle bir durum olmaması durumunda ise ev sahibi ülkeden izin alınması ya da BM Güvenlik Konseyi ile iş birliğine yönelinmesi gerektiğine ilişkin karar ve raporlar oluşturmuştur6 (International Court of Justice, 2005: 85-105; Bethlehem, 2012: 7; UN, 2013). 

Ancak genel olarak uluslararası terör ve suç örgütlerinin başarısız devletler ile çöküş sürecine girmiş devletlerde barınmaları neden gösterilerek, önceden tedbir alma anlamına gelen müdahale hukuku meşrulaştırıla bilmektedir. Bu yaklaşım, günümüzün dünyasında geleneksel ulus devletlerin egemenliği anlayışını içeren Westfalya döneminin koşullarının artık değiştiği, terör yuvalarını topraklarında barındıran ülkelerin egemenlik kavramının arkasına saklanamayacağı, eğer tehdit varsa bu devlete karşı ön alıcı müdahale olarak operasyon yapılabileceği düşünceleriyle desteklenmektedir (Dönmez, 2017: 10-14). 

ABD, her ne kadar SİHA kullanımının çatışma ve hukuk açısından konumunun belirlenmesinde istekli olduğu yönünde sözler sarf etse de, SİHA’lar vasıtasıyla gerçekleştirdiği bu operasyonların uluslararası hukukun seyrini değiştirmeyecek sadece ad hoc/amaca özel ihlaller olarak kalması yönünde temayülü olduğu görülmektedir. ABD’nin kuvvet kullanımında kendisine esneklik sağlayacak bu gibi durumların uluslararası hukuki metinlere girmesine ya da uluslararası teamül kuralları olmamasını istememesinin en önemli nedeninin, başka ülkelerin bu nedenleri kullanıp benzer müdahaleler gerçekleştirmesini önlemek 
olduğu açıktır (Batır, 2011: 132). Nitekim Birleşik Krallığın ABD’yle birlikte yaptığı müşterek SİHA operasyonlarında duyduğu çekinceler ve rahatsızlıklar 
bununla anlaşılabilir. Birleşik Krallık içerisinde farklı siyasi taraflar, ABD tarafından kabul gören meşru müdafaa hakkının geniş yorumlanmasıyla amacını 
aştığını değerlendirmektedir. Bu nedenle Birleşik Krallığa, ABD ile terörle mücadele için müşterek icra edilen SİHA operasyonlarına katılım sağlanması 
durumu ve burada görev alan Birleşik Krallık askeri personelinin risk aldığı yönünde eleştiriler getirilmektedir (Holloway vd., 2018: 36). 

Uluslararası hukuk açısından kuvvet kullanılması sırasında ifade edilmesi gereken diğer bir konu da kullanılan silah ve sistemlerin ister SİHA veya başka bir silah sistemi olsun, bir operasyonda hedeflerin yasallığı ve meşruluğu konusudur. 

Bunlar, uluslararası silahlı çatışma/insani hukuk kapsamında gelişen ve sivillerin korunmasının uygunluğunu benimseyen hukuki çerçevelerdir. Bu hukuki metinler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın insancıllaştırılması yönünde adımlarla daha fazla hız kazanmıştır. Hukuki metinler açısından La Haye sözleşmeleri, silahlı çatışmaların sevk ve idaresi, işgal ve tarafsızlık hukuku kurallarına ilişkin mevzuatı oluştururken; Cenevre Sözleşmeleri içerisinde, silahlı çatışmalar nedeniyle savaş esirleri, yaralı ve deniz kazazedeleri, ölüler, sağlık ve din personeli gibi savaş mağdurları ile ilgili hususlar düzenlenmiştir. New York’ta yapılan sözleşmeler ise, BM Antlaşması ile BM Teşkilatı kapsamında ortaya çıkan metinlerdir.7 Günümüze kadar gerçekleştirilen mevzuata bakıldığında, silahlı çatışma kavramının; 
Devletler arasında gerçekleşen ve savaşın niteliğini de kapsayıcı bir kavram olarak kullanılması yanında, taraflardan birinin uluslararası örgüt olduğu silahlı 
çatışmalar, bir devletin hükümet kuvvetleri ile hükümete karşı gelen silahlı gruplar arasındaki silahlı çatışmalar ya da bir devlet içerisinde değişik silahlı gruplar arasındaki silahlı çatışmaların hepsinin içine alan bir yapıya dönüştüğü ifade edilebilir. 

Bu çerçevede çatışma şekillerine göre silahlı çatışmalar; 

(ı) Devletlerin topyekûn mücadelesine karşılık gelen savaş boyutu ve 

(ıı) Bu düzeyde savaşa varmayan sınırlı silahlı çatışmalar olarak ikiye ayrılmaktadır. Nitekim, bu kapsamda hazırlanan 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin 2’nci Maddesinde yukarıda ifade edilen bu çatışma halleri için insancıl hukuk kuralları esasa bağlanmıştır (Aslan, 2008: 25; Yamaner vd., 2008: 2-26-50). 

Hukuki çerçevesi belirlendiği üzere, silahlı çatışma hukuku, bir silah sistemi ve aracı olarak SİHA’ların kullanım şeklini ve alanlarını da doğrudan etkilemekte  dir. Ancak günümüze kadar gelen süreç içerisinde SİHA’lar, hem bir silah ve sistem olarak hem de silahlı çatışma hukuku ya da devletlerin iç hukuku  bağlamında tanımlanmamıştır. Özellikle SİHA’ların; 

(ı) Tank, Obüs, Top ve Nükleer başlıklı silahlar gibi topyekûn savaşta kullanılan ve konvansiyonel etkisi olan bir savaş aracı olarak görülmemesindeki yatkınlık ve 
(ıı) Doğrudan bireysel bir eyleme ya da düşmanca örgütlü bir çabaya ani ve sınırlı müdahale edebilirliği silahlı çatışma hukuku gibi mevzuata uygunluğunu zorlaştırmaktadır. Silahın kullanım yeri ve amacı hukuki tespitler açısından önemlidir. Zira bu hukuki tespitler, modern devletlerin hukuk devlet sistemine etki edebilmektedir. Buna örnek olarak ABD’nin SİHA operasyonları gösterilebilir. Modern devletlerde teamüller gereği yurt dışında askeri güç kullanımının yasal onayı için parlamentodan yetki alınmaktadır. Ancak son yıllarda ABD ve Birleşik Krallık gibi ülkelerin Afganistan, Irak, Libya ve Suriye gibi iç çatışmaların yaşandığı bölgelerde SİHA’ların kullanımına ilişkin parlamentolarından yetki almama eğilimi gösterdikleri bilinmektedir. Bu durumlar ise; Birleşik Krallık ve ABD’nin müşterek hareket edilen SİHA operasyonlarının gözetim ve hesap verilebilirliği açısından kendi kamu oylarında eleştirilere sebep olmaktadır (Holloway vd., 2018: 35). 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın yıkıcı etkilerinin tekrarının yaşanmaması için 2 Ağustos 1949 tarihinde Cenevre Sözleşmeleri ve bu sözleşmelere ek olarak 1977 yılında oluşturulan silahlı çatışma ve uluslararası olmayan silahlı çatışmalarda mağdurların korunmasına ilişkin protokoller hazırlanmıştır. İlki, devletlerarasında silahlı kuvvetlerin çatışmasına karşılık gelirken; ikincisi, bir devlet ile örgütlü silahlı grup veya iki ve daha fazla örgütlü silahlı gruplar arasındaki şiddetli silahlı çatışmalara ilişkindir. SİHA’ların kullanımına ilişkin usuller her ikisi için de geçerli olmakla birlikte dünyada en tartışılır hali, bir devlet ile örgütlü silahlı grup veya iki ve daha fazla örgütlü silahlı gruplar arasındaki şiddetli silahlı çatışmalara ilişkin olan durumudur. 

Son yıllarda Birleşik Krallığın ABD ile birlikte dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştirdiği SİHA operasyonlarının kendi içerisinde tartışmasının nedeni de budur. 

Birleşik Krallığın Afganistan, Irak ve Suriye’de DEAŞ’la yapılan mücadelelerinin silahlı çatışma hukuku açısından uluslararası olmayan silahlı çatışmalara yönelik olduğu kanaati hâkimdir. Birleşik Krallıkta; farklı siyasi taraflar ABD ile müşterek yapılan SİHA operasyonlarına ilişkin olarak, eylemlerin küresel ölçekte birden çok ülkeyi hedef alması, bu ülkelerde herhangi bir uluslararası çatışma ve savaşın olduğu yönünde BM’nin kararının bulunmaması ve uluslararası bir uzlaşmanın sağlanmaması konularında endişelidir. 

Bu açıdan kendilerinin ABD ile müşterek icra ettikleri SİHA operasyonlarında hedefler açısından temel alınacak mevzuatın 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerine Ek Uluslararası Olmayan Silahlı Çatışma Mağdurlarının Korunmasına İlişkin 2 Numaralı Protokol olması gerektiği savunulmuştur 
(Holloway vd., 2018: 37-38). 

Silahlı çatışma hukukunda temel prensip, kimlerin hedef olacağı ve bunun için savaşanlarla sivillerin ayırt edilebilirliği olan ayrım ilkesidir. Ancak Afganistan, Irak ve Suriye’deki SİHA operasyonlarında bu silahlı grupların tespiti ile sivillerin ve savaşçıların ayırt edilmesinde zorlanıldığı bir gerçektir. Terörist grupların gevşek organizasyon yapısı, üniforma kullanmamaları, sivilleri de kasıtlı olarak kalkan yapmaları bu ayrım ilkesinin uygulanabilirliğini zorlaştırmaktadır. 
Yine de SİHA’ların gelişmiş gözetim yeteneklerinin kullanarak tespit ve tanımlama standartları geliştirmeleri ve bunun için yeterli zamanı sağlayabilme leri önemli bir avantaj olarak görülmektedir (Holloway vd., 2018: 38). 

Hukuki açıdan kimin silahlı bir grubun üyesi olduğuna ilişkin olarak Uluslararası Kızıl Haç Komitesi, savaşta sürekli bir işlevi olanların silahlı bir grubun üyesi kabul edilebileceğini belirtmektedir. Bunun için hedeflerin belirlenirken doğrudan katılım sağlayanlara yönelik kanıtlara odaklanılmasını önermektedir. Bu sayede örgütle doğrudan bağlantılı olanların akrabaları ve örgütle dolaylı bağlantısı olanların korunabileceği kabul edilmektedir. Sivillerin doğrudan saldırılara karşı korunması gerektiği, düşmanlık yapmadıkça veya bu eylemi belirli bir süre yapanların düşmanlıkta yer almadıkları süre içerisinde hedef alınmaması görüşü savunulmaktadır. Uluslararası Kızıl Haç Komitesi, eğitim ve lojistik desteğe katılanların meşru hedefler olmadığı, ayrıca doğrudan bir saldırıya katılsa bile hedeflenen zamanda eylemde bulunmayanların hedef olamayacağını değerlendirmektedir (Melzer, 2009: 32-33; Holloway vd., 2018: 38). 

Ancak bu kriterlerin belirsizlikleri ortadır. Nitekim buna muhalif değerlendirmeler de bulunmaktadır. Örneğin, İsrail Mahkemeleri 2006 yılında fiziksel saldırı dışında yardımda bulunan, istihbarat bilgisi toplayan, ulaştırma faaliyetlerinde bulunanlar gibi düşmanca eylemler içine katılanların SİHA hedefi olabileceği konusunda hukuki boyutu genişletmiştir (Ak, 2017: 43). 

Diğer taraftan, Birleşik Krallık içerisinde yer alan siyasi taraflar silahlı çatışmalar ın olmadığı ülkelere yapılan SİHA operasyonlarının silahlı çatışma hukukuna yükümlü olamayacağını, bu haliyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) imzalamış bir ülke olarak AİHS'ye yükümlü kılınması gerektiğini vurgula maktadırlar. İfade edilmek istenen, eğer operasyon silahlı çatışma içerisinde değerlendiriliyor ise silahlı çatışma hukuku geçerlidir. Eğer bu sayılmıyor ise, kuvvet kullanımlarına ilişkin kuralların uluslararası insan hakları hukuku bağlamında kabul edilmesi önerilmektedir. AİHS’nin 2.maddesi yaşamın kasıtlı olarak yoksun bırakılmasını yasaklamaktadır ve öldürme yetkisi silahlı çatışma hukukuna göre daha sınırlıdır (Holloway vd., 2018: 41). 

AİHS'nin 2. Maddesi, devletin birisini yanlış şekilde öldürdüğü iddia edildiğinde bağımsız ve tarafsız bir soruşturmayı gerekli kılmaktadır (Council of Europe, 2010: 6). Bu nedenle, AİHS’nin insansız hava saldırıları için geçerli kılınması durumunda, Birleşik Krallığı yerel mahkemeler veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önemli miktarda tazminat talep etme ve sözleşme hükümlerini ihlal ettiğine ilişkin kararlara maruz bırakabilir (Holloway vd., 2018: 38-41). Günümüzde SİHA’ların uluslararası alanda kullanımıyla ilgili olarak sözü edilen ve var olan tartışmalar iç güvenlik boyutuna taşınarak da devam edilebilir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***