2 Eylül 2016 Cuma

Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi., BÖLÜM 1






Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi  BÖLÜM 1



HAZIRLAYAN,
Melih Yeşilbağ  

Giriş

Bu makale Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 yılında iktidara gelişinden bu yana inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin geçirdikleri dönüşümleri ve Türkiye ekonomisinde artan rollerini konu edinmektedir. Çalışmanın temel tezi, inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin AKP’li yıllardaki yükselişlerinin dünyada neoliberal dönemde belirginleşen gayrimenkul ve finansa dayalı büyüme dalgasıyla birlikte mümkün hale  geldiği ancak AKP iktidarlarının hayata geçirdikleri “ Hegemonya Projesinin ” Siyasal ve ideolojik saikleriyle şekillendiği dir. 

Bu tez etrafında örülen makalede öncelikle inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin sosyal bilimler literatüründe nasıl ele alındığına dair teorik bir tartışma yürütülecek, ardından bu teorik tartışma ışığında AKP döneminde söz konusu sektörlerin somut durumlarına odaklanılacaktır. Bu kapsamda önce inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin büyüme performansı verilerle ortaya konulacak ardından söz konusu yüksek performansın AKP hükümetlerinin sistematik ve stratejik hamleleri sayesinde mümkün olabildiği savunulacaktır. 
Bu argümanı AKP hükümetlerinin inşaata dayalı stratejik seçimlerinin ekonomik, siyasal ve ideolojik motivasyonlarına dair bir tartışma izleyecektir. Son olarak, inşaat ve gayrimenkul sektörlerinin güncel durumuna ve olası kriz dinamiklerine dair bir değerlendirme yapılacak ve makalenin bulguları sonuç bölümünde özetlenecektir.

1. Literatürde İnşaat Sektörü, Gayrimenkul Piyasaları ve Kentsel İktisat İnşaat sektörü ve gayrimenkul piyasalarının sosyal bilimler literatüründe yakın zamana kadar önemli bir odak konusu olduğunu söylemek mümkün değildir. Çeşitli disiplinler içerisinde gayrimenkul piyasalarının farklı veçhelerine dair belirli yaklaşımlar geliştirilmiş olsa da söz konusu alanın bütünlüklü bir değerlendirmesine yoğunlaşan bir araştırma gündemi ancak yeni yeni oluşmaktadır. Bunda şüphesiz kurumsallaşmış disipliner ayrımların rolü bulunmaktadır. 
Söz gelimi, ana akım iktisat literatüründe gayrimenkul piyasaları kendinde ilgiyi hak eden, başlı başına bir araştırma nesnesi olarak ele alınmamış ve tipik olarak tali bir sektör muamelesi görmüştür. İktisat literatüründe konut meselesinin yerini inceleyen makalesinde Charles Leung, literatürde köşe taşı olarak ifade edilebilecek katkıların hiçbirinin konut meselesini gündeme almadığını ve alandaki ders kitaplarının konut meselesine herhangi bir tüketim malı düzeyinde ilgi gösterdiği saptamasında bulunur (Leung, 2003: 250). Ana akım iktisatta makro ekonomik göstergelerle gayrimenkul piyasaları arasında ilişki kurma çabası taşıyan sınırlı sayıda çalışma “gayrimenkul balonu” olgusuna ilgi göstermekle birlikte bu tür çalışmalar büyük oranda neoklasik paradigma etrafında şekillenmiştir. 

Sonuç olarak, bu çalışmalar gayrimenkul piyasalarında oluşan çöküş ve kriz örüntülerini açıklarken “ Enformasyon Hataları ”, “ Finansal Derinleşe meme ”, “ Aşırı Devlet Düzenlemesi ” gibi tipik neo liberal temalara başvurmuşlar ve bu olguları rekabetçi serbest piyasadan sapmanın bir çıktısı olarak nitelendirme eğiliminde olmuşlardır.1

Gayrimenkul piyasaları ve ekonomik krizler arasındaki ilişkiye dair akademik ilginin ilk olarak 1997’de patlak veren Asya krizinin ardından ivmelendiğini gözlemlemek mümkündür. Kriz öncesinde “ Doğu Asya Mucizesi ” tanımlamasına kaynaklık etmiş, büyüme performanslarıyla  “ Kaplan ” olarak nitelendirilen Güney Kore, Malezya, Tayvan gibi ülkelerin nasıl olup da bir anda büyük bir finansal krizle yere çakıldıklarını  açıklama çabası etrafında örülen iktisadi literatürün bir parçası olarak bazı araştırmacılar kriz dinamikleri arasında gayrimenkul piyasalarına  sistematik ve merkezi bir önem atfeden çalışmalar gerçekleştirmeye başlamışlardır. Söz gelimi Mera ve Renaud, sekiz Doğu Asya ülkesini  kapsayan çalışmalarında gayrimenkul balonlarının krizin tetiklenme sinde önemli bir paya sahip olduğunu tespit etmişlerdir. 
Kriz öncesinde konut sektöründe olağanüstü bir hareketliliğin, krizin baş göstermesiyle iflas eden inşaat şirketleri, yarım kalan gökdelenler ve büyük ölçekli projeler ve bu projelere finansman sağlayan batık bankalar şeklinde tezahür eden bir gayrimenkul balonu patlamasının Doğu Asya Krizi’nde yaygın bir örüntü olduğunu gözlemleyen yazarlar, bu olguyu söz konusu ülkelerin 1980’lerdeki hızlı finansal serbestleşme ardından küresel sermaye yatırımlarının en yoğun şekilde yönlendiği bölge olmasına, bu yatırımların artık her biri 
“ Küresel Şehir” olma yarışındaki metropollerde konut ve ofis alanı talebini kontrolsüz bir şekilde arttırmasına ve bu kontrolsüz artıştan beslenen, gerçekçi olmayan kar beklentilerine dayalı ve riskli yatırımlara bağlamaktadırlar. Mera ve Renaud’un bulguları inşaat sektörü ve gayrimenkul piyasalarının imalat sektörünün aleyhine bir şekilde geliştiği örneklerde yaşanan ekonomik krizlerin daha derin ve daha maliyetli olduğunu ortaya koymaktadır. Gayrimenkul patlamalarının sonuçları ise ülkeden ülkeye büyük değişiklik gösterebilmektedir 
(Mera ve Renaud, 2000: 8-24). Bu noktada, gayrimenkul finansman enstrümanlarından arazi hukukuna, devletin konut üretimindeki rolünden, gayrimenkul ve finans piyasalarındaki düzenleyici mekanizmalara kadar bir dizi kurumsal değişken devreye girmektedir.

Dolayısıyla, Asya Krizi’nden çıkarılacak bir ders tek tip bir “ Balon Ekonomisi ” nden bahsedilemeyeceğidir. 

Bir başka deyişle, balonun büyüme örüntüsü, nedenleri, patlama şekli ve sonuçları vakadan vakaya değişiklik gösterebilmektedir. 
Mera ve Renaud’un öncü çalışmaları Asya bağlamında gayrimenkul piyasalarını bir araştırma gündeminin odak noktasına yerleştirmesi ve bu piyasaların kriz dinamiklerine dikkat çekmesi açısından anaakım iktisat literatürü için önemli bir adım olmakla beraber günümüz dünyasında gayrimenkul piyasalarının genişleyen konumunu kapitalizmin tarihselliği izleğine oturtma ve bütüncül bir yaklaşımla ele alma açısından belirgin zayıflıklar taşımaktadır.

Ana akım literatürün söz konusu zayıflıkları, aşağıda detaylandıracağımız gibi gayrimenkul piyasaları konusu için bir dönüm noktası olan 2008 krizine dair analizlerde de görünür hale gelmektedir. 2008 krizinin neden olduğu ve boyutları ile kapsamı ancak Büyük Bunalım’la karşılaştırılabilecek olan küresel çöküş, anaakım yaklaşımdaki hakim neoklasik varsayım, model ve paradigma ların inandırıcılığını büyük ölçüde sarsmış olsa da,2 bu yaklaşımın kapitalizmin sistemik kriz dinamiklerini tartışmaya açmaktan genellikle kaçındığını gözlemlemek mümkündür. Sözgelimi, Demyanyk ve van Hemert (2011), krizi ABD gayrimenkul piyasalarında yaşanan olağan çevrimsel düşüşle açıklama eğilimindedir. Bir başka sorunlu açıklama biçimi genel olarak finans sermayesi nin ve özel olarak da gayrimenkul kredisi satan finansal kuruluşların yönetim kademelerindeki kişilerin “açgözlülüklerini” krizin başlıca nedeni olarak görme eğilimidir. Bu minvalde yapılan çalışmalar,3 büyük finansal kuruluşlardaki cömert kota ve teşvik sistemlerinin hem yöneticileri hem de sıradan çalışanları, gelir düzeyi düşük ya da düzenli bir iş sahibi dahi olmayan toplumsal kesimlere, geri ödenemeyeceğini ve bu durumun yaratacağı feci sonuçları bile bile riskli krediler sağlama konusunda cesaretlendirdiğini vurgulamıştır. Krizi açgözlülük vb. psikolojik unsurlara havale eden bu tür çözümlemelerdeki temel problem, ezelden beri var olduğu söylenebilecek butür psikolojik unsurların neden başka zamanlarda değil de 2008 yılında kapitalizmin tarihindeki en büyük ikinci krizine yol açtığı sorusuna bir cevabı olmamasıdır. Andrew Kliman’ın (2011: 1) 
bu konuda artık meşhur olmuş sözleri, söz konusu problemi sarih bir şekilde ifade etmektedir: “ Krizin nedeninin açgözlülük olduğunu söylemek, bir uçak kazasının nedeninin yerçekimi olduğunu söylemek gibidir. Yerçekimi hep vardır ancak uçaklar her zaman düşmez.”

Benzer bir yüzeysel çözümleme, krizden “ Yanlış Ekonomi Politikaları ”nı sorumlu tutma eğilimidir. Buna göre, genel itibarıyla neoliberal paradigma nın hakimiyetindeki ekonomik karar mercileri, krizin beşiği ABD özelinde de FED Başkanı Alan Greenspan, serbest piyasanın erdemlerine inançları ve devletin ekonomideki rolünün en aza indirilmesi yönündeki ideolojik kanaatleri nedeniyle, finansal piyasalarda deregülasyon politikası gütmüş ler ve bu politikalar sayesinde bir anlamda dizginlerinden boşanan finans sermayesi gayrimenkul sektörüyle birlikte kaçınılmaz sona, yani krize koşar adım ilerlemiştir (Johnson, 2013; Taylor, 2009).4 Başka bir deyişle, aslında doğru politikalarla  öngörü lebilecek ve önlenebilecek olan kriz, karar vericilerin “ İdeolojik bağnazlıkları ” nedeniyle vuku bulmuştur. Söz konusu yaklaşımdaki temel handikap, neoliberalizmi bir ideolojik kurgudan ibaret görme ve neoliberal dönemde gerçekleşen siyasal/kurumsal dönüşümlerin yarattığı yapısal faktörler ile bunların karar mercilerin üzerinde oluşturduğu basıncı yok sayma eğilimidir. Nitekim, bu yaklaşım, neo liberalizmin  ideolojik hegemonyasının büyük bir prestij kaybına uğradığı, kendi kendini düzenleyen piyasaların “erdemlerinin” yoğun biçimde sorgulanmaya başladığı 2008 yılından bu yana krizin kaynağı olarak görülen küresel finansal mimaride neden hiçbir değişikliğe gidilemediğini 
açıklayamamaktadır.5 
Özetle, Anaakım literatürde finans ve gayrimenkul sektörlerinin yarattığı risklere dair yükselen bir farkındalıktan söz etmek mümkün olsa da, bu literatür söz konusu riskleri kapitalizmin tarihsel gelişim seyri bağlamında açıklama ve sistemik kriz dinamikleri çerçevesinde değerlendirme konusunda yetersiz kalmaktadır.

Anaakım iktisat literatüründe ancak Asya krizi sonrasında ve çok sınırlı bir düzeyde araştırma nesnesi haline gelen gayrimenkul piyasalarının eleştirel ekoller tarafından da yakın zamana kadar dört başı mamur bir şekilde ele alındığını söylemek mümkün değildir. 

Engels’in (1992) “ Konut Sorunu ” adlı öncü ve ufuk açıcı çalışması, Lefebvre’in (2014) kapitalizmin yeniden üretiminde mekânın rolüne dair özgün katkıları gibi bazı tekil istisnaları saymazsak eleştirel siyasal iktisat olarak adlandırılabilecek geniş gelenekte gayrimenkul piyasaları ve kentsel birikim konuları dört başı mamur araştırma gündemleri haline gelememiştir. 1990’lı yıllarda “küresel şehir” teması etrafında gelişmeye başlayan literatür FIRE (Finans, Sigorta ve Gayrimenkul) sektörlerinin günümüz kapitalizminde sınai üretim aleyhine 
geliştiği saptamasıyla yeni bir açılım sağlasa da gayrimenkul piyasalarının başlı başına bir ilgi odağı haline gelmesi 2008 yılında patlak veren muazzam ölçekli finansal kriz sonrasına denk düşmüştür. (Saseen, 1991; Robinson, 2002)

Bunda şaşılacak bir durum yoktur zira bilindiği gibi krizin bir anlamda başlangıç noktası olan ABD’li finans devlerinin ardı ardına çöküşünde eşik altı gayrimenkul kredisi (subprime mortgage) piyasalarının ve bu piyasalardan türetilen karmaşık finansal enstrümanların çok önemli bir payı bulunmaktadır (McNally, 2010: 97-112; Harvey, 2010: 2-4; Dymski, 2012: 76-78). 

Krizin tetikleyici unsurunun gayrimenkul kaynaklı olması doğal olarak günümüz kapitalizminde gayrimenkul piyasaları ve finansal sistem arasındaki girift ilişkileri yeni ve hayati bir araştırma gündemi haline getirmiştir. Bu minvalde oluşan literatürde David Harvey’in çalışmaları öncü bir rol kazanmış ve tartışmanın temel paradigmasını belirler hale gelmiştir. Bu noktada belirtilmelidir ki Harvey’in çalışmaları, Lefebvre’nin 1974 tarihli “ Mekânın Üretimi ” çalışmasının ardından gelişmeye başlayan Marksist kentsel çalışmalar literatürünün bir parçası konumundadır. Söz konusu literatür, aşağıda detaylan dırılacağı üzere 2008 krizine kadar Marksist ekonomi politik literatüründeki ana araştırma güzergahlarından birisi konumuna gelememiş olsa da, kapitalizmin mekânsal yeniden üretimi, kapitalist kentleşme dinamikleri,
kentsel eşitsizlikler, kentsel tarih, kentsel toplumsal hareketler ve kent hakkı gibi konularda zengin bir birikim sağlamıştır.6 
Bu literatürün ayrıntılı bir bilançosunu çıkarmak bu çalışmanın kapsamının dışındadır. Bunun yerine, literatürde ayrıcalıklı bir yeri olan David Harvey’in çalışmalarına odaklanılacaktır. Bunun sebebi, Harvey’in çalışmalarının kentsel çalışmalar alanının disipliner sınırlarının ötesine geçmesi, kent meselesini kapitalizmin tarihsel dinamikleri tartışmasının merkezine yerleştirmesi ve geniş kapsamı ve içeriğiyle farklı disiplinlerdeki eğilimleri etkileyebilmesidir. Harvey’in konumuzla ilgili katkıları kabaca şöyle özetlenebilir.

En temel olarak sanayi üretimini, Marx’ın Kapital’deki formülasyonuyla sermayenin birincil çevrimini merkeze koyan tarihsel çerçevesiyle “ Mekânın yeniden üretimi ” sorunsalını önemsizleştiren ve dolayısıyla kentsel iktisada en iyi ihtimalle tali bir yer atfeden klasik tarihsel materyalizmin eksik kalacağını vurgulayan Harvey, kentsel iktisat meselesini kapitalizme dair tarihsel bir çözümlemenin olmazsa olmazı haline getirmeyi önerir. Bu anlamda Lefebvre’nin açtığı kuramsal hattan ilerleyen Harvey, konut sorunu, altyapı yatırımları, kentsel rant, inşaat ve gayrimenkul sektörleri gibi kategorileri içerisinde barındıran bir alan olarak kentsel iktisadın kapitalizmin gelişme örüntülerini ve 
kriz dinamiklerini anlamak açısından elzem olduğunu öne sürer.

Zira kentsel iktisat yalnızca sanayi üretiminin mekânsal ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan bir tali alan (ikincil çevrim) değil aynı zamanda bizatihi bir artık sermaye soğurma aracı olarak işlev görmektedir (Harvey, 2013: 45- 47). 
Aşağıda detaylandıracağımız gibi, bunda inşaat ve gayrimenkul  sektörlerinin finans ile çok yakın bir ilişki içerisinde olmasının büyük bir payı vardır. Dolayısıyla, kapitalizmin kriz dinamiklerine dair teorik ve tarihsel bir çerçeve sanayi üretimiyle sınırlı kalmayıp kentsel iktisadı da içermek zorundadır.
Üst soyutlama düzeyinde kentsel iktisadı kapitalizmin gelişme dinamiklerine dair bir analizin olmazsa olmaz parçası olarak değerlendirenHarvey’in ikinci önemli katkısı, günümüz kapitalizminin özgünlüklerini dünyatarihsel bir bağlama oturtma çabası içinde kentsel iktisadın rolüne dair bir açıklayıcı çerçeve geliştirmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, bu çerçeve kentsel iktisadın kapitalizmin evrensel ve genel geçer bir dinamiği olmanın ötesinde günümüz kapitalizminde merkezi öneme sahip bir kriz dinamiği haline geldiğini öne sürmekte ve 2008 krizini böyle bir perspektiften değerlendirmektedir (Harvey, 2010: 172-174). Kabaca özetlemek gerekirse, dünya ölçeğinde kapitalizmin 1970’lerdeki 
kârlılık bunalımına cevabı bugün neoliberalizm olarak adlandırdığımız politikalar demeti olmuştur. En temelde sermayenin emek üzerindeki iktidarını restore ve tahkim etmeyi amaçlayan bu politikalar, emeğin savaş sonrası dönemde elde ettiği toplumsal ve siyasal kazanımları geri almayı ve sermayenin önündeki yasal ve kurumsal engelleri ekarte etmeyi amaçlıyordu (Harvey, 2005: 31; Dumenil ve Levy, 2011: 7-10)

Burada söz konusu dönüşümün konumuzla ilgili iki veçhesine değineceğiz. Birincisi, sermayenin küresel ölçekte hareketinin önündeki engelleri aşmanın en kritik halkası finansal serbestleşme olmuştur (Harvey, 2005: 157; McNally, 2010: 88-92). Finansal serbestleşme tüm dünyada bir bütün olarak finansal kuruluşların etkisini ve gücünü kayda değer düzeyde arttırmıştır. 

Bu durum finans sermayesinin üretici sermayeye oranla gücünün artması, finansal işlemlerin dünya ekonomisi içerisinde toplam hacminin ve payının yükselmesi, finansal enstrümanların ve kuruluşların nüfusun çok daha geniş kesimleriyle ilişkilenmesi şeklinde tezahür etmiştir (Lapavitsas, 2009). Öyle ki günümüz kapitalizminin özgünlüğünü tasvir etmenin bir yolu olarak birçok araştırmacı “ Finansallaşmış kapitalizm, Finans odaklı kapitalizm” gibi adlandırmalar önermişler ve buradan “finansallaşma” temalı zengin bir literatür ortaya çıkmıştır.7 

Neoliberal dönemin diğer bir veçhesi emeğin yaratılan artık değerden aldığı payın ve dolayısıyla alım gücünün azaldığı bir dönemde artı sermayenin değerlenebileceği alanlar bulmakta zorluk çekmesidir. Yapılı çevre yatırımları (konut, alışveriş merkezi, altyapı) işte bu dönemde tüketimi pompalamayarak bir büyüme çevrimi sağlamanın belki de daha önce hiç olmadığı kadar önemli bir aracı haline gelmiştir. Bir başka deyişle, kentleşme yoluyla sermaye birikimi tüm dünyada kapitalizmin krizini ötelemek için mekânsal bir çözüm aracı (spatial fix) 
haline gelmiştir (Harvey, 2001).Yapılı çevre yatırımları, özellikle de büyük ölçekli projeler, karakteristik olarak uzun sürer ve yüksek oranda finansmana ihtiyaç duyarlar. Neoliberal dönem, bu nedenle sermayenin en akışkan formu olan finans ile (coğrafyaya bağlı olma anlamında) en katı formu olan gayrimenkul sektörü arasında ilginç bir ittifaka sahne olmuştur. Albers (2012), bir dönemin önemli tartışması olan askeri-sınai kompleks adlandırmasına referansla bu ittifakı sermayenin giderek güçlenen bir fraksiyonu olarak “ Emlak-Finans Kompleksi ” olarak adlandırır. Genel olarak yapılı çevre üretimi dünya ölçeğindeki finans kuruluşları için kârlı bir yatırım haline gelirken, özellikle gayrimenkul sektörü kullanım ihtiyacından bağımsızlaşarak spekülatif bir yatırım aracı haline gelme eğilimi göstermiştir.

Bu durum özellikle küresel şehir adı verilen finans ve ticaret merkezlerinde arsa, konut ve ofis fiyatlarında muazzam bir yükselişe neden olmuş, bir tür “ Gayrimenkul Furyası ” başlamıştır. Söz konusu dönem, birçok yerde ev sahipliğinin bir devlet politikası olarak desteklenmesine, devletlerin kamu harcamalarında altyapı yatırımlarının payının artmasına, yoğun bir gayrimenkul spekülasyonuna ve küresel şehirlerin en görkemli gökdelene sahip olmak konusunda birbirleriyle bitmek bilmeyen bir yarışa girmelerine tanıklık etmiştir.

Bu furya elbette bir dizi riski beraberinde getirmiştir.

2008 krizi bir açıdan gayrimenkul ve finans sektörlerinin ittifakına dayanan küresel ekonomik sistemin dünya ölçeğinde çöküşü anlamına gelmiştir (Lippit, 2014: 143-145). Krizin yukarıda tartıştığımız gibi, ABD’deki eşik altı gayrimenkul kredileriyle ilişkili zehirli fonların batmasıyla açığa çıkması bunun en belirgin göstergesi olmakla beraber, mesele kesinlikle sadece ABD’nin gayrimenkul ve finans piyasalarıyla ve bu piyasalarını kurumsal özgünlükleriyle ilgili değildir. Zira söz konusu piyasalar tüm dünyada  birbirleriyle çok sıkı bir şekilde entegredirler (Harvey, 2013: 53-54 ). Kaldı ki, İrlanda ve İspanya gibi Avrupa ülkelerinin de krizden sonra bir tür emlak balonu yaşadıkları tescillenmiştir (Kelly, 2009; Garcia, 2010). 

Özetlemek gerekirse, Harvey’e göre, kapitalizmin 1980 sonrası girdiği neoliberal evrede kentleşme yoluyla birikim olarak tarif edilebilecek süreç tüm dünyada çeşitli düzeylerde belirgin bir eğilim haline gelmiş ve günümüz kapitalizminin hem tarihsel bir özgünlüğü hem de çok önemli bir kriz dinamiği olarak ortaya çıkmıştır.

Harvey’in sermaye çevrimlerini merkeze koyan teorik çerçevesi günümüz kapitalizminde gayrimenkul ve inşaat sektörlerinin kazandığı önemi 
açıklamakta faydalı bir giriş noktası oluşturmaktadır. Öte yandan söz konusu önem artışının verili bir ulusal ölçekte ne düzeyde, nasıl ve hangi saiklerle gerçekleştiğine dair somut bir analiz böyle bir çerçevenin sınırlarıyla yetinemez. Zira bu sektörlerin iş yapma pratikleri, tabi olduğu düzenleyici mekanizmalar ve onların dönüşümü, bu süreçte devletin ve düzenleyici organların değişen rolü, 
sektördeki büyük ölçekli aktörler ve sektörün çıktıları çok farklı politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerin ve süreçlerin bir araya geçtiği ve en genel anlamıyla sermaye çevrimlerinin işlevsel ihtiyaçlarına indirgenemeyecek bir karmaşıklığın ürünüdürler  (Jessop, 2006: 161; Penbecioğlu, 2011: 63). Dolayısıyla somut bir analiz için faydalı bir giriş noktası olan sermaye çevrimleri çerçevesinin 
ötesine geçip meseleyi verili toplumsal formasyonun bütünlüğü içerisine yerleştirmek gerekmektedir. Bu, söz konusu sektörlerin AKP döneminde geçirdikleri dönüşümleri ve artan rollerini bu farklı düzeylerle bağlantılarıyla birlikte değerlendirecek bir kuramsal çerçeveyle gerçekleştirilebilir. Aşağıda detaylandıracağımız gibi, “ Hegemonya Projesi ” kavramının böyle bir çerçeve için işlevsel olduğunu savunuyoruz.

Tarihsel materyalist gelenek içerisinde kapitalizminin tarihsel özgüllüğünün değer-biçiminde (value-form) ve “ bir ilişki olarak sermaye ” mefhumunda yattığına dair genel bir kabul vardır. Kapitalist ilişkilerin yeniden üretimi de bir ilişki olarak sermayenin yeniden üretimi, yani  sermaye birikim süreci tarafından koşullanır. Öte yandan, saf anlamıyla değer-biçimi ve sermaye mantığı kapitalizmin tarihsel dinamiklerini  açıklayan yegane dinamik olarak görülemez (Jessop, 2005: 155). Zira doğası gereği kaotik bir süreç olan sermaye birikimi, ancak sermaye mantığına dışsal bir dizi faktörün varlığında gerçekleşebilir. En basit şekilde örneklendirmek gerekirse, piyasaların işleyişi mülkiyet haklarının garanti altına alındığı bir hukuki sistemi, metaların dolaşımı verili coğrafya üzerinde kabul gören bir para birimi ve finans sistemini, emek gücünün kontrol altına alınması ve yeniden üretimi ile sınıf mücadeleleri belirli bir siyasi otoriteyi zorunlu kılar. 
Tekil sermayelerin üstesinden gelemeyeceği bu zorunluluklar, temelde kapitalist devlet aygıtı tarafından üstlenilmek durumundadır. 
Bu anlamda, kapitalizmin gelişim dinamiklerine dair bir tarihsel analiz, sermaye mantığını merkeze koymadan gerçekleştirilemeyeceği gibi, salt sermaye mantığına ve onun işlevsel ihtiyaçlarına indirgenerek de gerçekleştirilemez. Sermaye birikim süreci, bu nedenle sermaye mantığıyla ilişkili ancak ona indirgenemeyecek bir dizi politik ve ideolojik kerteyi de barındıran çok katmanlı bir süreç olarak görülmelidir.
Antonio Gramsci’nin (1971) ortaya attığı ve sonrasında Bob Jessop’ın (1997; 2005) çalışmalarında en yetkin ifadesini bulan “ Hegemonya Projesi ” kavramı sermaye birikim süreçlerinin ekonomik, politik ve ideolojik kerteleri arasındaki bağların ortaya konulması açısından işlevseldir. 

Hegemonya projesi, sınıf bağlantılı bir siyasi aktörün, sermaye birikim sürecinin bekası adına hem egemen sınıf içerisindeki fraksiyonlar arası ilişkileri, hem de egemen sınıf ve tabi sınıflar arasındaki ilişkileri bir siyasi, ideolojik önderlik etrafında örgütlemesi olarak tanımlanabilir (Jessop, 2005: 171). 

Bu yönüyle hegemonya projesi, kapitalist ilişkilerin verili bir ölçekte nasıl yeniden üretildiği meselesine ekonomi-dışı politik ve ideolojik süreçleri de dahil ederek, somut analiz için daha elverişli bir çerçeve sunar. Bu makalede böyle bir çerçevenin izinden giderek AKP döneminde Türkiye’deki inşaat ve gayrimenkul sektörlerini irdeleyeceğiz.


2 CÜ  BÖLÜM  İLE DEVAM EDECEKTİR..

.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder