12 Eylül 2016 Pazartesi

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE BOP BÖLÜM 1





YENİDEN ŞEKİLLENEN  ORTADOĞU VE  BOP BÖLÜM 1 



19.10.2014 Trabzon Haber Ajansı İnternet Gazetesi,


Orta Doğu coğrafyası yirmi birince asrın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu günlerde tekrar yeniden şekillenmeye başlamıştır.
On sekizinci asrın başlarında sanayileşmeye başlayan Avrupa devletleri enerji ihtiyaçlarını karşılamak üzere gözlerini Osmanlı idaresi altında bulunan ve halkının çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Orta Doğu coğrafyasına dikmişlerdir…
İngiliz siyaseti de denilen tabirin sahibi olan İngiltere bu hususta liderliği kimseye bırakmamıştır…
Denizin ortasında ada devleti olan İngiltere üzerinde güneş batmayan BİRLEŞİK KRALLIK adı altında sömürgeler imparatorluğunu kurarken hep bu İngiliz siyasetinden yararlanmıştır…
İngiliz siyaseti dediğimiz olgu öyle bir olgudur ki “Aslanı kediye” mahkum eden bir siyasettir…
İngiliz sömürgeler bakanlığı kendi bünyesinde oluşturduğu birimlerde sömüreceği ülkelerin yönetim kademesindeki insanların dublörlerini oluşturarak, o insanlar gibi giyim ve kuşamlarını tanzim ederek, onlar gibi yedirip içirerek hatta aile ortamını dahi sağlayarak uzaktan düşünce okuma sanatını dahi geliştirmişlerdir.
Bir vali ve çevresindeki birkaç korumasından oluşan küçük bir İngiliz’le koskoca bir vilayeti sömüren İngiliz siyaseti gücünü bu durumdan alıyordu…
Mısır’da oturan İngiliz valisine Osmanlı 1.000 asker ile kanalı geçse Mısır’ı nasıl savunacaksınız diye sorulduğunda verdiği cevap dikkate şayandır:
Savunmayız, bırakıp gideriz. Ama biz hiçbir zaman Osmanlının değil 1.000, on asker bile Mısır’a sevk edeceğine fırsat vermeyiz demiştir…
Bir asır önce Orta Doğu coğrafyasını İngilizler böyle dizayn etmişlerdi…
Bu hususta kimlerden nasıl ve ne şekilde istifa ettiklerini isim isim saymaya gerek yok…
Bazen şeyh kılığında, bazen idareci şeklinde, bazen asker konumunda, bazen tüccar bazen, bazen v.s. girmedikleri şekil ve kılık İngiliz menfaati için kullanmadıkları yöntem kalmamıştır…
Günümüzde ise İngiliz siyasetinden beslenen ABD Orta Doğu cofrafyasını tekrar şekillendirmeye çalışmaktadır…
ABD 2005-2009 yılları arasında Dış İşleri Bakanlığı yapan ve bakanlık görevinden önce Beyaz Saray sözcülüğünde bulunan Condoleezza Rice 2002 yılında Fas’tan-Afganistan’a 26 İslam ülkesinin sınırları değişecek ifadesini kullanmıştı…
Adına önceleri GOP sonraları değiştirilerek BOP denen Orta Doğu Projesi kapsamında “EŞBAŞKANLIK” görev taksimleri dahi yapılmıştı…
Bakanlığı döneminde bu değişikliğin alt yapısını oluşturan Bayan Rice sınırları değişecek olan İslam ülkelerinde etnitise ve mezhepçilik adı altında oluşumlar ortaya çıkararak dış müdahalenin yerini içeriden müdahale ile çözmeye çalışmışlardır…
Arap baharı ile başlayan süreç işte böyle bir çalışmanın ürünüdür…
Türkiye, Arap baharı ile başlayan süreçte İslam ülkeleri yöneticilerini hep zalimlikle suçlayarak, yönetime isyan eden muhaliflerin yanında yer almıştır.

Mısır’da önceleri kısmı başarı elde edilmiş gibi gözükse bile sonraları “Müslüman Kardeşler” yönetimden uzaklaştırılınca Türkiye burada yalnızlığa itilmiş oldu…

Diğer taraftan bütün çalışmalara rağmen Suriye’de ÉESAD” yönetimi devrilemeyince oradan gelen yaklaşık 2.000.000 mülteci de Türkiye’nin başına büyük bir sıkıntı oldu…
ESAD muhaliflerinden olan “EN_NUSRA” cephesi içerisinden çıkan ve kendilerini “IŞİD” olarak isimlendiren grup en acımasız şekilde Orta Doğu’da Müslüman katliamına çıkarak bu coğrafyayı kan gölüne çevirmişlerdir.
“IŞİD” grubu İslam’ın sembolü olan “Kelime-i Tevhidi” bayraklaştırarak İslam adına ortaya çıktıklarını iddia etmelerine rağmen günümüzde İslam’a en büyük zararı vermektedirler…
Aslında bunlar kutsalı ilahlaştırarak aşırı giden ve ilahlarına insan kurban adayan kaldanililerden de daha aşırı bir durumdadırlar…
Tam da böyle bir ortamda Türkiye’de yeni kurulan hükümetin Başbakanı “Yeni Türkiye” ismini dillendirmeye başladı… “Osmanlı modeli” ifadeleri kullanılarak TV kanallarında “Lozan antlaşması, 1924 anayasası, cumhuriyet” gibi kavramlar tartışma konusu yapılmaya başlandı…
Orta Doğu kaynayan bir kazan haline geldi. İçerisine giren yanmaktadır…
Türkiye bir taraftan bu kaynayan kazanın içerisine girmek için bütün emeğini harcarken diğer taraftan kendi içerisinde de “ KOBANİ ” desteği adı altında bölünme niyetli isyan denemeleri ile karşı karşıya kalmaktadır…
Bir taraftan Orta Doğu yeniden şekillenirken diğer taraftan TÜRKİYE CUMHURİYETİ de yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır…
Bu gidişat tersine çevrilmez ise 2023 yılında üniter yapısı içerisinde bir TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ kalmayacaktır…




DİĞER BİR BİLİMSEL GÖRÜŞÜ  OKURLAR İLE PAYLAŞALIM..,






Türkiye’nin Suriye Politikası 



Doç. Dr. Mesut Özcan 


Bugün “Türkiye’nin Suriye Politikası” hakkında konuşacağız. Güncel 
gelişmeleri anlatmadan önce tarihi arka planla ilgili biraz bir şeyler 
söylemek gerekir, sonrasında güncele kadar geleceğiz. 

Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkilerin tarihsel seyrine baktığımız zaman 
cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 1999-2000 yılına kadar gayet sorunlu 
bir ilişkimizin olduğunu görüyoruz. Bunun çeşitli tarihsel nedenleri 
var. Şöyle enteresan bir bilgiyle başlayayım. Mesela, 2004 yılına kadar 
Suriye’den devlet başkanı düzeyinde Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleşmiş 
değil. Burada iki komşu ülkeden bahsediyoruz, bunun nedenleri nedir 
diye baktığımız zaman tarihsel bazı sıkıntılar olduğunu görüyoruz. Bu 
bakımdan, iki ülke arasında sorunların daha belirleyici olduğu bir ilişkiden 
bahsedilir. 

    1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, bugünlerde 
adını sıklıkla duyduğumuz Sykes-Picot Antlaşması çerçevesindeki Osmanlı 
topraklarının bölünmesi bağlamında bugünkü Suriye ve Lübnan 
Bölgesi’nde Fransızların etkisi altında bir yönetim kuruluyor. Fransızların 
o bölgeye yönelik politikasına baktığımız zaman ise Suriye’de çok 
farklı küçük yapıların kurulduğunu görüyoruz. Bugünkü Suriye’yi altıya 
bölüyorlar ve daha küçük yapılar içerisinde idari yapılar oluşturuyorlar. 

2. Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde de belirli aralıklarla Suriye’deki 
Fransız yöneticilerinin ya da yüksek temsilcilerinin sıklıkla değiştiğini 
farklı yöneticilerin farklı politikalar, farklı öncelikler çerçevesinde siyaset 
izlemeye çalıştığını görüyoruz. Bu bakımdan da burada geçiş sürecinde 
bir istikrarsızlık söz konusu. Suriye’den biraz daha farklı olarak yine 
eski Osmanlı toprağı olan Irak’ta İngilizlerin hâkimiyeti var. İngilizlerin 
etkisi altında bir devlet inşa edilmeye çalışılıyor. Fakat Irak’da en azından 
kral var. Irak’ın bağımsızlık ilanı 1932’de ama ondan önce gerek 
İngiliz mandası döneminde gerek bağımsızlık “bağımsız olup da İngilizlerin 
siyasi etkisinin devam ettiği” dönemde biraz daha süreklilik söz 
konusu. Çok sıklıkla idari yapıda büyük değişiklikler ortaya çıkmıyor. 
Döneme baktığımız zaman, 1.Dünya Savaşı’nda imparatorluğun dağılıp 
Türkiye’de cumhuriyetin kurulup Suriye’de Fransız mandasının oluşmasından 
sonraki dönemde, Türkiye Suriye ilişkilerinde, Türkiye’nin o 
dönemdeki en temel amacı yeni kurulan cumhuriyeti sağlamlaştırmak, 
içerideki reformları yapmak. Aynı zamanda bu savaşın getirdiği yıkımlar 
sonrasında ortaya çıkan olumsuz sonuçları ortadan kaldırmak. Türkiye 
açısından bakıldığında 1. Dünya Savaşı’ndan önce başlayan bir mücadele 
söz konusu. Trablusgarp ile başlayıp, Balkan Savaşları ile devam 
eden 1. Dünya Savaşı ile zirvesine çıkıp, Kurtuluş Savaşı ile sona eren 
yaklaşık 10 yılı aşan bir savaş sürecinden bahsediyoruz. Türkiye’de 
1922’nin sonuna gelindiğinde Kurtuluş Savaşı bitmiş 1923’de cumhuriyet 
ilan edilirken sadece 1. Dünya Savaşı ve sonrası diye bakmayınız. 
10 yılı aşan bir savaş ve seferberlik hali ve bunun sonucunda çok büyük 
bir yıkım, insan kaybı söz konusu. O yüzden mümkün olduğu ölçüde 
herhangi bir şekilde bu yıkımın olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak 
ve yeni kurulan cumhuriyetin önceliklerini sağlamlaştırmak için bir 
politika izlendiğini görüyoruz. O dönemde Suriye’de zaten Fransızlar 
var ve bugün Fransa yine önemli bir güç; BM Güvenlik Konseyi daimi 
üyesi, nükleer güç, AB’nin önemli üyesi. Bugünden farklı olarak o dönemde 
Avrupa ülkelerinin hala çok büyük bir etkinlikleri var ve bunların 
aynı zamanda dünya üzerinde çeşitli sömürgeleri var. O dönemdeki 
İngiltere ve Fransa bugün Amerika’nın oynadığına benzer bir rolü, 
düşmekte olmakla beraber oynayan ülkeler olarak görüyoruz. O yüzden 
de Türkiye-Suriye ilişkileri dediğimiz zaman biraz da Türkiye-Fransa 
ilişkileri denilmesi gerekiyor. Bu ilişkilerin o dönemdeki denge siyaseti, 
o dönemdeki dünya üzerindeki gelişmelerle birebir ilişki olarak değerlendirilmesi 
gerekiyor. 1920’li yıllar boyunca Türkiye-Fransa ilişkileri 
bağlamında değerlendirilmesi gerekiyor. O dönemden bugüne kadar 
gelen Türkiye-Suriye arasındaki ilişkileri etkileyen birkaç faktör var. 

Birincisi, herkesin bildiği Hatay konusudur. Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye 
katılmasıyla sonuçlanan ama Suriyeliler açısından bakıldığı zaman Suriye toprağının Fransızlar tarafından Türkiye’ye verilmesi anlamına gelen, Türkiye açısından bakıldığı zaman bir vatan toprağının başka bir yerde 
kalmasının engellenmesi ve Misak-ı Milli’de ilan edildiği şekilde ülke 
sınırlarına katılması ile ilgili olan bir sorundan bahsediyoruz. İkincisi, 
git gide artan bir şekilde özellikle tarımsal amaçlar çerçevesinde suların 
daha fazla kullanılması ve alt yapı yatırımları ve nehirlerin daha fazla 
kullanımı çerçevesinde özellikle Suriye açısından Fırat, Suriye ve Irak 
olarak bakılırsa Fırat ve Dicle’nin sularının kullanımı ile ilgili olarak 
bazı anlaşmazlıklar olduğunu görüyoruz. Daha sonraki süreçte aşamalı 
bir şekilde bunun için ideolojik ayrışmanın özellikle Türkiye’nin NATO 
müttefiki olması, Suriye’nin ise daha fazla Sovyetler Birliği ile irtibatlı 
bir ülke olmasının da getirdiği çeşitli sorunlar var. Tarihsel olarak bak-
tığımız zaman çoğu kez sorunlar çerçevesinde şekillenen bir ilişkiden 
bahsediyoruz. Bir taraftan etnik süreklilik söz konusu Hatay’a gittiğiniz 
zaman, Türkiye’de başka bir yer Mardin’e ya da Antep’e gittiğiniz zaman 
bir etnik devamlılığın olduğunu, oradaki sınır çizgisi dolayısıyla her ne 
kadar yeni bir devlet yapısı ortaya çıkmış olsa da bu manada bazı etnik 
sürekliliklerin olduğunu ve bu etnik sürekliliklerin de ikili ilişkileri etkileyen 
bir diğer faktör olduğunun bilinmesi gerekiyor. 

1920’li ve 1930’lu yıllarda ikili ilişkileri etkileyen bir diğer faktör Avrupa’daki 
siyasi gelişmelerdir. İki dünya savaşı arası dönem, herkesin 
bildiği üzere 1. Dünya Savaşı’nın bitişi, 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcı 
arasındaki yaklaşık 20 yıllık dönem. Bu süreç bir savaştan diğerine geçiş 
ve diğer savaşın hazırlığının yapıldığı, arada bir de 1929 Ekonomik 
Buhranı’nın yaşandığı oldukça dalgalı ve istikrarsız bir dönem. Türkiye 
açısından bakıldığı zaman, Avrupa içerisindeki dengelerin ve gelişmelerin 
oldukça yakından takip edilmesi gereken bir dönemdir. Çünkü 1. 
Dünya Savaşı’nın mağlupları revizyonist devletler de denilir, 1. Dünya 
Savaşı’nın sonuçlarından memnun olmayan İtalya, Bulgaristan gibi bazı 
devletlerin bu şartları yeniden değiştirmeye çalıştıkları bir yapı var. 
Özellikle Bulgaristan belki Balkanlar için önemli bizim için önemsiz 
ama İtalya Akdeniz politikaları ve Ortadoğu’daki gelişmeler bakımından 
da önemli. O yüzden Türkiye’nin Fransa ile daha yakın bir temas sür
dürmeye çalıştığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu manada çok da fazla 
gerginliğe yol açmaksızın görüşmeler yoluyla, Türkiye’nin Hatay’ın 
anavatana katılmasını sağlamaya çalıştığını görüyoruz. Oradaki süreçte 
de Suriye’deki gelişmeleri belirli ölçülerde takip etmeye çalıştığı ama 
mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştığı bir yapıdan bahsediyoruz. 
Gerek Irak gerek Suriye için şunu söyleyebiliriz; İmparatorluk dağıldıktan 
sonra orada Irak örneğinde Şeref Hüseyin oğlu Faysal getirilip 
kral ilan ediliyor ve yeni bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor etrafında. 
Suriye’de ise Fransızlar İngilizlerden farklıdır. Fransız ve İngiliz sömürgeciliği 
politikaları biraz farklıdır. İngilizler tamamen çıkarları çerçevesinde 
hareket edip ekonomik çıkarlarını sağladıktan sonra yönetimde 
kim var kim yok veya bu devletler ne türden politikalar izliyor bunlara 
çok fazla önem vermezler. Ama Fransızların medenileştirme misyonu 
diye bir kavramları var. Bunlar tabiri caizse ‘adam etmek’ üzerine 
Ortadoğuluları veya Suriyelileri adam etmek üzerine bazı politikaları 
var ve bunların üzerine bazı programlar yapıyorlar. Fakat buna rağmen 
1920’li ve 1930’lu yıllarda bundan sonraki devlet yapısını kendi ayakları 
üzerlerinde duracak şekilde çok da fazla siyasi partilerin kurulması, sivil 
toplumun oluşmasına yönelik destekleyici politika izlediklerini söylememiz 
mümkün değil. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu dağılmış olsa 
da o dönemdeki bürokratların önemli bir kısmı İstanbul’da, Türkiye’de 
eğitim görmüş eski Osmanlı tebaası insanlar. Yani bunlar Arap kökenli 
ama imparatorluk dağıldıktan sonra yeni kurulan Suriye yönetiminde 
Suriye devletinde görevler alıyorlar. İnsanların soyadlarından bile Türk 
kökenli oldukları Türkiye ile ilişkileri olduklarını görebiliyorsunuz. Bu 
yüzdende ilk kurulduğu dönemlerde o eski Osmanlı bürokratlarının bir 
kısmı Türk kökenli bir kısmı Türkiye’de eğitim görmüş bürokratların 
üst düzeylerde görev aldıklarını görüyoruz, bu manada bir süreklilik var. 
Ama aşamalı bir biçimde yeni kurulan okullardan yetişen ve yeni kurulan 
devletin ideolojisi çerçevesinde ona göre bir endoktrinasyon sürecinden 
geçen bir yeni bürokrat zümrenin de yavaş yavaş yetişip görev almaya 
başladığını görüyoruz. Irak ve Suriye mukayese edilecek olursa İngilizler 
yönetimi oraya bırakıp çekilmeye, dolaylı bir kontrol yürütmeye yönelik 
bir politika izlerken, Fransızlar daha doğrudan bir tavır takındılar. İngilizlerin 
Irak’ta bulundurdukları asker sayısı ile Fransızların Suriye’de 
bulundurdukları asker sayısına bakılırsa Fransızların çok daha fazla 
asker bulundurmak zorunda kaldıklarını ve daha doğrudan bir kontrol 
uyguladıklarını görüyoruz. Bu süreç 1941’e kadar devam ediyor. 1941’de 
bağımsızlıklarını ilan ediyorlar ama kolay olmayan bir geçiş süreci var. 
Fransa’dakiler buna çok da izin vermek istemiyorlar Suriyeli milliyetçiler 
her ne kadar tam bağımsızlık isteseler de esas olarak, 1946’dan sonra bağımsız 
bir Suriye’den bahsetmek mümkündür. Bu manada 1946’dan önce 
Türkiye açısından 1938’de Hatay’ın bağımsız bir devlet olması 1939’da 
Türkiye’ye katılması önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye açısından 
bakılınca vatan toprağının Türkiye ile birleşmesi olarak görülürken Suriye 
açısından Arap toprağının veya Suriye toprağının Türklere peşkeş 
çekilmesi ya da satılması olarak görüyorlar. Neden Fransa o dönemde 
böyle bir toprağın Türkiye’ye verilmesine izin veriyor? İngiltere için 
Fransa için ve diğer ülkeler için mümkün olduğu ölçüde özellikle 1929 
Ekonomik Buhranı’nın oluşturduğu çok büyük bir ekonomik sıkıntı söz 
konusu. Buraları bu yüzden sömürge olarak kullanıp gelir elde etmek 
istiyorlar. Ama bir yandan burada milliyetçilik hareketleri var ve çok daha 
fazla sayıda asker bulundurmak zorunda kalıyor, Suriye’nin Irak kadar 
çok petrolü yok; maliyet denge hesabı yapıyor Fransa, getireceği çıkarla 
harcayacağı para, yaptığı masraf, bulundurduğu asker… Bunlara bakıldığı 
zaman çok karlı bir durum söz konusu değil. Daha yumuşak bir geçişle 
ve Türkiye’nin de savaşa giden süreç içerisinde karşı kampa itilmesini 
engellemek, Almanlarla doğrudan doğruya yakınlaşmasını engellemek 
için Türkiye’ye olumlu bir tavır izlemek, Fransa için de tercih edilen bir 
politika olmuştur. Arap kaynaklarına, Suriyeli kaynaklara bakıldığında 
bazı iddialar görülür. Toprağımızı sattılar, plebisit yapılırken Türklerin 
oradakilere sahte kimlikler verdiği, Türkiye’den oralara insan taşındığı bu 
manada oradaki gelişimi etkilemek için Türkiye’nin çeşitli girişimlerde 
bulunduğu ve bunun sonucunda Hatay’ın Türkiye’ye katılmayı kabul 
ettiği iddia ediliyor. O yüzden yakın döneme yani 2000’li yıllara gelene 
kadar bunu hiçbir şekilde tanımadı. De facto olarak tanımadı fakat Asi 
Nehri üzerine yapılacak baraj ve diğer konulardaki bazı uygulamalarla 
kabul etmiş oldu. Normal anlamda hiçbir şekilde tanımadı. Hala Suriye 
hava durumunu gösterirken Hatay’ı göstermeye devam etmektedir. 
Bununla ilgili çeşitli platformlarda tartışmalar olurken Suriye’nin bu 
durumdaki belirsizliği sürdürdüğü görülmektedir. Suriye yönetimi bunu 
hiçbir zaman kabul etmedi, çünkü hukuki yükümlülük altına girmek 
istemiyor, girmemek için elinden gelen çabayı harcıyor. 

2. Dünya Savaşı’ndan sonraki Türkiye ile Suriye ilişkilerine baktığımız 
zaman Hatay meselesi Suriye açısından kolay kabullenilecek bir konu 
değil. Bunun yanına git gide artan bir ideolojik rekabet girmeye başlıyor. 
Özellikle Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden tehdit algılayıp da Batı’ya 
doğru daha fazla yakınlaşması, 1946’dan itibaren çok partili seçimler, 
1949’dan itibaren Avrupa Konseyi’nin üyesi olması, 1952’den itibaren 
NATO’nun üyesi olması Türkiye’nin daha bağımsız ya da daha tarafsız 
bir dış politikadan ziyade Sovyet tehdidiyle beraber Batı kampının bir 
parçası haline gelmesi, Suriye’nin ise o dönemlerde etkili olmaya başlayan 
bağlantısızlık, milliyetçilik politikaları ve belirli ölçülerde hızlı 
kalkınma amaçlı olarak daha sosyalist daha 3.Dünyacı bir tavrın içine 
girmesiyle beraber bir de bunun içine ideolojik ayrışma girmeye başlamaktadır. 
Bunun sonucunda da o ideolojik kamplaşmanın ikili ilişkilere 
daha fazla yansıdığını görüyoruz. Niye önemli? Şu açıdan önemli, ideolojik 
kamplaşma ve Soğuk Savaş Dönemi; 1945-1991 yılları arasındaki 
siyasetin belirleyicisi ideolojik rekabetlerdi. Soğuk Savaş mantığı pek 
çok ayrışmanın, pek çok faktörün üstünü örtüyor. Yani kültürel faktörlerin, 
etnik faktörlerin, belirli ölçülerde dini faktörlerin üzerini örtüyor. 
Bu ideolojik rekabet Doğu ile Batı arasında Amerika ve Sovyetler Birliği’nin 
liderliğini yaptığı iki kamp arasındaki bu rekabet, dış politikada 
belirleyicidir. Bir yandan şöyle bir istikrar öngörülebilir. Moskova ve 
Washington’un tavırları dış politikayı belirliyor. Çünkü bu iki ülke dış 
politikadaki büyük aktörlerdir. Bu iki ülkenin yanında kümelenen, onların 
etrafında yer alan diğer aktörlerin tavırlarını da etkiliyor. Çünkü 
düşünce şu, eğer bu iki kamp arasında herhangi bir sorun çıkarsa bunun 
hiçbir şekilde büyümesine izin verilmez. Niye? Çünkü bunun 3.Dünya 
Savaşı’nı tetiklemesi veyahut büyük bölgesel veya küresel çatışmaları 
beraberinde getirmesi söz konusu olabilir. Bu hiçbir şekilde istenmeyen 
bir durum olacağından taraflar bu durumu engelleyecektir. Bu yüzden 
de Soğuk Savaş’ın etkili olduğu bir dünya siyaseti var. 

2.Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



****



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder