18 Eylül 2016 Pazar

SAVAŞ.., BÖLÜM 1







SAVAŞ.., BÖLÜM 1


Savaş 
Doç. Dr. Haldun Yalçınkaya 


    Merhaba arkadaşlar. 




     Yazın bu sıcağında sizleri burada bir derse katılırken görmek çok güzel. Bir hoca olarak yaz aylarında derse girmeye istekli böyle seçkin 
öğrencilerle bir arada olmak açıkçası bir ayrıcalık. 

Bugün Derse bir soru ile başlayalım! 

- Soru şu, Basın, Yayın ya da başka kanallar aracılığıyla duyduğunuz en yakın silahlı çatışma hangisi? 

+… 

- Evet, Irak’ta olan çatışma hangisini en son duydun? 
- IŞİD’in saldırıları evet. 
- Ukrayna’da askeri uçağın düşürülmesi evet, başka? 
- IŞİD ne yaptı peki? Türk başkonsolosluğunu bastı. 
- Rehine olayı dışında başka ne yaptı Musul’da? 
- Musul’u da ele geçirdi. 
- IŞİD’in açılımı neydi? Şöyle tartışmalar da var onunla ilgili, Reuters’ta ortaya çıkan en son tartışma örgütün adının IŞİD değil de ILID 
olduğu yönünde. 
Değişen “Ş” ve “L” harfleriyle kastedilen Levant bölgesi, hani daha büyük bir bölge vs. Bizim anlayışımızda bunun karşılığı Osmanlı’nın Şam eyaleti; ve biz aynı bölgeden bahsederken farklı yer ismi kullansak dahi aynı bölgeyi kastediyoruz. 

Irak ve Suriye’de IŞİD kaynaklı süregitmekte olan çatışmalarda önemli bir husus ortaya çıktı: “Bir örgüt bir devletin şehrini ele geçirdi!” Bunu 
nasıl analiz edebiliriz acaba? 

+... 

- Bayağı Planlamışlar evet. 

+ Almanların Yıldırım taktiği gibi direkt olarak girdiler. Koridor halinde ortalığı bayağı bir ele geçirdiler. 

+ Planlı Organizasyonun dışında o devletin orada anarşik bir kaosta olduğunu gösteriyor. 

- Çok güzel. Bu durum çok önemli bir eşik aslında. Şöyle ki; bir örgütle bir devlet karşı karşıya geldi ve bu karşı karşıya gelmede örgüt galip geldi, bir toprağı fethetti. Şimdi acaba bir örgütün bir devlete karşı gelmesi ve o toprakları fethetmesi nasıl olabilir? Ya o devlet çok güçsüz olabilir, ya o örgüt çok güçlü olabilir değil mi? Ya da Khalesi (Game of Thrones) gibi o örgütün iki tane dragonu (ejder) olması lazım. Değil mi? Popüler kültürden bu örneğin çerçevesin de duruma şöyle bir açıklama getirelim. 

Gerçekte Musul’da meydana gelen olan aslında çok iyi bir örnektir. Konuya oradan devam edelim, daha güzel olur. Daha sonra geriye flashbackler 
(dönüşler) yaparız diye düşünüyorum. Şöyle ki, basının aktardığı bilgilere göre iki tarafa baktığımızda bir tarafta kabaca 800 ya da 1000 kişi vardı. Öbür tarafta 30.000 kişiden oluşan, 2 tane Irak tümeni vardı ve bu iki tümende her türlü teçhizat bulunuyordu. Fakat örgüte, belki de yakın gelecekte terörist demeyeceğiz (!), Bir devletin kurtuluş savaşçıları diyeceğiz(!) her neyse, örgütün temsilcilerinde hafif silahlar var. Hafif silahlar dediğimiz taşırken ağır gelebilir ama bunlar Kalaşinkof ya da ağır makineli tüfekler ya da taşınabilir roketatarlar. Bunlar hafif silah olarak geçiyor. Yani sonuçta hava gücü, helikopter vesaire yok. İkisinin karşı karşıya gelmesinde beklenen sonuç devletin galip gelmesidir. 

Bu tabii ki bir Çanakkale muharebesi değil. Çanakkale’de olan neydi, Yahya Çavuş gibi kahramanlar, topçular ve karşılarında dünyanın en iyi ikinci modern donanması diyebileceğimiz donanma vardı. 1800’lü yılların sonunda silahlanma yarışında kullanılmış İngiliz donanmasının önemli filoları bir araya gelmiş ve dünyadaki en iyi ikinci donanma olarak Türk Boğazlarından geçmek istiyordu. Bu durum buna benzetilemez; çünkü burada başka bir durum var. O da şu: şimdiki örneğimiz Musul’un bir örgüt tarafından bir devletin elinden fethedilmesi! 

Bu çok önemli bir şeydir. 

Çatışma analizi bakımından dünyada son iki ayda çok önemli iki vaka yaşandı. Bunlardan bir tanesi Ukrayna’da oldu. 

Birisi de Irak’ta oldu. 

Ukrayna’da olanı bir kenara bırakıp Musul’da olana bakıyoruz şimdi. Ukrayna’da olan şuydu: Toprak kazanımı. Ukrayna’da bir devlet başka bir devletten toprak kazandı! Musul’da olan ise bir örgütün başka bir devlete karşı galip gelmesi ve toprak fethetmesidir! Bunun olmaması gerekiyordu. Bunun olması aslında eşyanın tabiatına aykırı gibi gözüküyor. Neden? IŞİD hakkında çok fazla bilgi sahibi olmak zorunda değiliz şu anki analizimizi yapmak üzere. Çünkü yapacağımız analiz devlet dışı bir organizasyon ile devletin karşı karşıya gelmesi hususu. İkisinin karşı karşıya gelmesinde devlet dışı organizasyonun nasıl başarıya ulaştığı sorunsalıdır. Şimdi devlette ne var? Irak devletinde ne var ya da ne olması bekleniyor? 

+ Zayıf bir merkezi otorite var. 
+ Halk kendi içerisinde bölünmüş. 
+ Enerji var. 

- Güzel, Enerji Kaynakları var. 

+ Aşiretler var Amerikan işgalinden kalan ve devletle savaşan. 
+ Devlete yönelik güvensizlik söz konusu. 
+ Yanı başında devam eden Suriye krizi var. 

- Güzel. Komşusunda bir çatışma var değil mi? Ve güvensizlik var. Şöyle, 


Irak’ta bir Ordu var mı? 

+ Kendini Oturtamamış bir ordusu var. 

    - Şimdi biz iki ay öncesine gidelim. İki ay öncesine baktığımızda Irak’ta bir ordu var mıydı? Vardı değil mi? Hepsi Rayban gözlük takıyordu, hepsi Hummer jiplere biniyor, bayrakları falan var, Irak askerleri Amerikan askerlerine
öykünerek silahlarını aşağıya doğru tutuyorlardı. Başka bir ifadeyle bayağı bir caydırıcılardı! Dizlik falan takıyorlardı. Irak ordusunun verdiği görüntü iyi bir ordu resmediyordu, değil mi? 

Peki Irak’ta bir hükümet var mıydı? 30 Mayıs 2014’te seçimler yapılmıştı. Peki, Irak’ta kaç siyasi parti seçime girse çok olur? 

+ Kürtlerin 3 tane falan vardı, Türkmenlerin... 

- Soruyu anlamadınız, Irak’ta Mayıs 2014 seçimlerine kaç tane parti bulunsaydı bu rakam sizi şaşırtırdı? 

+ Yüz küsür herhalde. 

-Kesinlikle! Şöyle açıklayayım: Irak siyasette, henüz konsolide olmamış vaziyette. Toplum ve dolayısıyla siyasi oluşumlar bir araya gelmedikleri 
için çok büyük bir bölünmüşlük yaşıyor. Aslında analizimizde, bu noktada karşımıza çok önemli bir üçleme çıkıyor. Irak’ta yaşanan çatışmalar söz konusu olunca hükümetine, ordusuna ve halkına bakmamız gerekiyor. Tabii herhangi bir politik unsurda da bu üçleme kullanılabilir. Halk her zaman Ulus-devlet olmak zorunda değil. Sonuçta o savaşta o unsuru destekleyen insan faktörü olur. Bu özellik; bir Ulus-devlet özelliği olabilir, vatandaşlık bağı altında olabilir, etnik kimlik bağlamında olabilir vesaire. 

Ancak bir halk kitlesinden bahsediyoruz. İkincisi hükümet. Hükümet derken anladığımız anlamda illaki demokrasi olması ve bir bakanlar kurulunun her hafta toplantı yapması şeklinde olmasına da gerek yok. Yönetecek olan bir politik unsurun bulunması gerekliliği ve bir de ordu. 
Ordu ise çeşitli şekillerde olabilir. Bazen Kurtuluş Savaşı yıllarındaki gibi TBMM ordusu gibi olabilir. Sovyetler birliği dönemindeki kızıl ordu gibi olabilir. Ya da hatta 1994 yılında Angola’nın kullandığı gibi özel ordu dahi olabilir 

Analizimizin bu noktasında bir parantez daha açalım. Özel ordu ile kastedilen nedir? Bir devletin ihaleye çıkarak bir kiralık orduyu yüklenici şeklinde (outsource) kiralamasını kastediyorum. Angola örneğinden yola çıktığımızda, bir devlet diyor ki benim Musul diye bir şehrim var ve bu şehrin savunulması hizmetini satın almak istiyorum. Yemek almak gibi, ihaleye çıkarsın. En iyi teklifi veren ihaleyi kazanır. Bu örneği olabilecek en akıl dışı yöntemlerinde dahi mümkün olduğunu göstermek için verdim. Burada parantezi kapatıyorum. 

Nihayetinde ne şekilde olduğu bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren şey halkın olması, hükümetin olması ve ordunun olması çok önemlidir. Bunlara 
sahipse o aktör ve bunlar arasında bir denge varsa; o zaman savaşta / çatışmada başarıdan söz edilebilir. 
Başarının yanında başarısızlığın nereden geleceğini bu üç unsur arasındaki dengeden bulabiliriz. 

Peki IŞİD’de hükümet var mı? Yok. Ordu var mı? İnsanlar bir araya gelmiş, hafif silahları var ama planları falan yok. Silahlı grup diyebiliriz. 

Halk var mı? Yok. Peki nasıl başarılı olabilir? 

+ Oradaki Sunni gruplardan destek aldığına yönelik bilgiler var. 

- Doğru. Şimdi, biraz daha ileri götürelim analizimizi. Halk; bu analizde halkı, hükümeti ve orduyu kullanıyoruz çünkü halkı kullanırken düşündüğümüz şey şu kin, ihtiras ve savaşın verdiği nefret vesaire gibi duygular. İnsanların, halkın ona sahip olması ya da olmaması. Halkı, savaş yaparken bu duygulara sahip olup olmadığını incelemek için kullanıyoruz. Ordu için ise olasılık hesaplarını hatta ve hatta şans faktörünü ortaya koyan unsuru değerlendiriyoruz. Analizimizde hükümet ise rasyonel karar alma faktörünü bize getiren unsurdur. Benim size sunduğum üç unsur, üç değişik faktörü sembolize ediyor. Sonuncusu ise rasyonel karar alma güdüsü. Şimdi IŞİD’e gelince halk, hükümet, ordu ile ilgili 
bir şey bulamıyoruz. Fakat faktör analizi yaparsak karşımıza ne çıkıyor? 

Irak halkında, Sünnilerde bir itilmişlik, dışlanmışlık mevcut, bu katkı sağlıyor. Bir de IŞİD özelinde başka bir şey var, bütün dünya genelinden toplanıyor. Kendine göre meşruiyeti olan mantık mekanizması var. Bir sürü insan geldiğine göre hırs, istek, arzu var. Küçümsemek çok rasyonel olmaz. Çünkü herkes akıllı, herkes kendine göre rasyonel bir karar veriyor. Bu aşamada bu duyguların meşruiyetini tartışmıyoruz; şununla ilgileniyoruz: Onların bir araya geldiklerinde arzu ettikleri, hırslandıkları ve çabaladıkları bir şey var mı? Var. Irak ordusunda ya da halkında var mı? Yok. Böyle bir şey olmadığı açık. Musul’da bulunanlar onlara kurtarıcı gözüyle bakıyor çünkü merkezi yönetim Şii. Sekteryan bir 
bakış açısı var. 

Gelelim ikinci unsura: Ordu. Ordu, olasılık hesapları ve şans faktörünü barındırıyor. Bu konuda klasik bir hikâye vardır. Napolyon iki general 
seçecekmiş, iki aynı özelliklere sahip aday varmış. O da şansı olanı seçmiş. Şansta bir faktördür. Merkezi Irak ordusunda olmadı ama değil mi bu, Maliki’ye olan tepkiyle direkt orayı bıraktılar. Hükümet, orada var mıydı? Rasyonel karar alma süreci, çok önemli. IŞİD rasyonel karar alıyor mu? Şimdi IŞİD’in Musul’u hedef almasında rasyonel bir süreç var değil mi? Geriye gelelim Suriye’de yaşanan çatışmalara. Orada Kamışlı’nın sınırına kadar geldi peki Türkiye’ye saldırdı mı? Hayır. Süleyman Şah Türbesine saldırdı mı? Hayır. Irak’a girdiğinde Musul’da bulunan merkezi Kürt yönetimi ile çatıştı mı? Hayır. Çünkü orada güçlü bir devlet ve ordu var. Kendine cephe açacak diğer unsurlara doğru gitmiyor. Örgütün bu davranışı kendine göre bir rasyonalitesi olduğunu gösteriyor. Bu süreci doğru bir şekilde uygulamamış olsaydı şu ana kadar yok olurdu. 
Aslında bütün Irak ve Afganistan harekâtı ile 11 Eylül olayları öncesinde Birleşmiş Milletler adına Lahtar Brahimi bir rapor hazırlamıştı. O raporda 
çok önemli bir şey ortaya çıkmıştı. Brahimi’nin raporuna göre yabancı kuvvetler, Barış Güçleri bir yere gittiğinde ne yapması lazım? 

Cevap: 

“ Gönülleri ve zihinleri kazanmak ” (Winning hearts and minds). Sonrasında yaşanan Afganistan ve Irak harekâtlarında yürekleri ve zihinleri kazanmak çok önemli oldu. IŞİD gittiği her yerde bunu yapmayı çalışıyor. 

Bu da bir rasyonalite ama çatışma açısından rasyonalite arıyorsak; ikinci cephe, üçüncü cephe açmaması bunun önemli bir göstergesidir. 

+ Katliamlar yaparak uluslararası örgütleri karşısına alması yeni bir cephe açmak değil midir? 

- Bilmiyoruz, şu anda bilgiler çok taze. Bu yüzden bu bir propaganda olabilir, olmaya da bilir. 

Örgütün kendisi de propaganda yapıyor olabilir. Saddam’ın akıllarda kalan bir görüntüsü vardı, hatırlarsanız. Askerler yürüyor, Saddam izlerken tüfeğini alıp havaya ateş ederek onları selamlıyor. Hatırlıyor musunuz o görüntüyü? 

Caydırıcılık, dosta güven düşmana korku salma. 

Bilmiyoruz belki de şu an bize gelen görüntüler inanılmaz vahşet içeriyor. Fakat bu bir psikolojik propaganda mı bilemiyoruz. 1700 Şii teslim alındı deniyor. Eğer bunu gerçekten vahşet için yapıyorsa o zaman rasyonalitesini kaybetmeye başlamıştır ve yok olmaya doğru gidecektir. Hayatta kalamayacaktır. Hayatta kalmak için o rasyonaliteye girmesi lazım. 

Şimdi analizimiz için üçlememize geri dönelim: Halk, hükümet, ordu. Şöyle diyelim hırs faktörü çok, rasyonalite az olabilir. Olasılık düşük olabilir. Üçü arası vektörel farklılıklar olabilir. Bu vektörel farklılık çatışmanın niteliğini değiştirir. Gerilla tarzı bir yapılanma ya da düzenli orduların olduğu çatışmalara götürebilir sizi. Hepsinde eşit derece 0.3 kuvvete sahip olan f vaktörleri olup, onların eşit dağılımı vesaire gibi bir durum söz konusu değil. Bu örnek olayda olduğu gibi hangi faktörleri ele almanın doğru olacağından yola çıktık. Aslında size kullanmış olduğum bu üç unsur savaşı tanımlamak için ortaya atılan önemli bir üçleme. Clausewitz’in on dokuzuncu yüzyılda sunduğu “Savaş Üzerine” başlıklı kitabı 
savaşın teorisini ortaya koyan önemli bir eserdir. Bu eser, Prusyalıların ve Rusların dâhil olduğu Napolyon savaşları tecrübelerine dayanıyor. 

Bu savaş periyodu içerisinde yer almış olan Clausewitz Prusyalı bir general. Savaş sonrasında Prusya Askeri Akademisinin başına geçiyor. 

1834 yılında öldükten sonra eşi tarafından bu notları toparlanarak kitap halinde basılmıştır. Bu dönemde kitabı moda oluyor. 19.yy sonlarında tekrar popüler haline geliyor. Öte yandan 1830’lu yıllar aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu nda Vaka-i Hayriye olayının olduğu yıllar. Bu dönem Osmanlı’da ordunun yeniden yapılanması dönemidir. Burada önemli bir husus ise 1.Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Ordusunun oluşturulmasında Prusyalıların çok büyük etkisinin olmasıdır. Bu dönemde Prusyalılar arasında ve dolayısıyla Osmanlı’da Clausewitz son derece popüler oluyor. Sonra kesiliyor, 1950’lere kadar kimse ilgilenmiyor. 

Bunun nedeni ise 1. Dünya Savaşının yaşanmasıdır.   

1. Dünya Savaşı biliyorsunuz topyekûn bir savaş, yani devletler bir araya gelip karşılarında bulunan devletler grubuna karşı bütün güçlerini ortaya koyup, karşı tarafı tamamıyla hedef alıyor. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık yirmi yıl sonra 2. Dünya Savaşı meydana geliyor. Esasen ikisi birbirini takip eden 
savaşlar. 2. Dünya Savaşında yaklaşık 60 milyon kişi hayatını kaybedince topyekûn savaş tekrar sorgulanıyor. Sonrasında NATO, BM kuruluyor. 

Bu dönemden sonra da Batılı devletler kendi aralarında savaşmamaya başlıyor. Hatta Brezinski bunu batının kendi arasındaki iç savaşı olarak tanımlıyor. 500 yıldır devam eden, Yüzyıl Savaşlarıyla başlayıp 1945 yılına kadar giden dönemi bir iç savaş olarak tanımlıyor. Clausewitz ise bir anlamda dünya savaşlarının sorumlusu olarak görülüp, topyekûn savaşı insanlığa getiren isim olarak anılıyor. 

1960’larda King’s College London’da, War Studies Department kuruluyor. Oxford’tan Sir Michael Howard adlı İngiliz bir profesör, Peter Paret, ve Lawrance Freedman’la bir araya geliyor. Lawrance Freedman Birleşik Krallığın Irak işgaline karşı başlatılan soruşturma ile gündeme gelen ve dönemim İngiltere Başbakanı Tony Blair’in sorgulandığı Iraq Inquiry’i yöneten kişidir. Bu akademisyenler departmanı kurduktan sonra Clausewitz’in kitabını tercüme ediyorlar. 1970’li yıllarda ise Savaş Üzerine’nin savaş kuramını en iyi açıklayan bir kitap olduğu görülüyor. Akademisyenler ve askerler bu dönemden sonra analizlerinde bu kitap üzerinden gidiyorlar. Savaş Üzerine, esasen, dokuz farklı kitaptan oluşuyor. 

Bizi ilgilendiren kısmı 28 maddeden oluşmaktadır ve “ Savaş nedir? ” başlığıyla sunulan paragrafta anlatılan savaş kuramı. 

Bu noktada bir açıklamada bulunmam gerekiyor. Türkçe’de sadece savaş kelimesi ile betimlenen, ama İngilizce’de iki kavramla ifade edilen war 
ve warfare açıklamam gerekiyor. War, Politik olarak devletler arasında gerçekleşen ve bugünkü dersimizde bizim ilgilendiğimiz kavram. Bunun 
Türkçe karşılığı ise bildiğiniz üzere SAVAŞ kelimesidir. Warfare ise savaş sırasında olanları kapsayan savaş halidir. Yüzü boyama, silah kullanma, 
ray ban gözlük kullanma, dizlik takma, atlama, zıplama, taktik intikal, geri hareketler, savunma ve taarruz gibi askerleri ilgilendiren olaylar savaş halinin içine dâhildir. İlk kısımdaki devletlerin siyasetin bir aracı olarak kullandığı kavram ise war’ı ilgilendiriyor. Diğerleri ise warfare’i ilgilendiriyor. Dolayısıyla genel olarak Uluslararası İlişkilerin çalışma alanı “ war ” kısmıdır. Askerlerden çok Uluslararası İlişkilercilerin alanıdır. 

Çünkü savaş, diplomasi gibi devlet dışı aktörlerin uyuşmazlığı çözme aracıdır. Diplomasi biraz yumuşak bir yöntemdir, savaş ise çok daha sert bir araçtır. Clausewitz’in Savaş Üzerine kitabının bahse konu ilk kısmı “ war,” geri kalan diğer sekiz alt kitabı ise “ warfare ” hakkındadır. 

Yetmişli yıllarda bu kitapla ilgilenmek ve savaşın teorisini onunla açıklamak çok önemli hala geldi. Clausewitz’in kuramında en bilinen düşünce “ Savaş, Politikanın başka Araçlarla devamıdır. ” Şeklinde ifade edilmiştir. İkincisi, savaşın; eldeki bütün güçlerle karşıdakinin bütün güçlerini ortadan kaldırması; Üçüncüsü ise halk, hükümet, ordu üçlemesidir. Kitabın Türkçede ki durumuna baktığımızda çevirisinin İngilizce dilinden daha iyi olduğunu ve kitaba daha çok saygı gösterildiğini görüyoruz. İlk tam Türkçe çevirisi 1905 yılında yapılıyor. Sonra 1975’te yapılıyor, direkt Almancadan. İngiliz dilinin Alman diline nazaran etimolojik olarak karmaşıklığı ve sığlığı aslında birçok konunun tartışılmasına neden oluyor. Askerlik ve savaş kuramında, diğer çevirilerin aksine Türkiye’de durum daha iyi. Sebebi 19.yüzyıldaki Prusya etkisi. Köklerin oradan alınmasın dan kaynaklanıyor. Akademik açıdan bakıldığında İngiliz dilini kullananlar kitabı hala tartışmakta. Kitabı aşırı derecede sevenler ise neredeyse bir kutsal kitap gibi okur ve tartışırlar. 


Savaş kuramının, Uluslararası İlişkiler teorisi içerisinde gelişimini anlatmaya çalışıyorum size. Clausewitz’in kuramı 1990’lı yıllara gelindiğinde çokça eleştirildi. 1989’da Berlin duvarı yıkıldı. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldı ve soğuk savaş bitti. Bununla birlikte soğuk savaşın bitiş dönemi sırasında Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etti. Bu dönemdeki ikinci önemli olay ise eski Yugoslavya’nın dağılması. 1990 -95 arası inanılmaz bir dönem oldu dünyada. Çünkü bir sistem değişikliğiyaşandı ve dolayısıyla uluslararası sistemde güç boşluğu oldu. Bundan dolayı ‘kurt puslu havayı sever’ deyişinden yola çıkarak bu belirsizlik ortamında herkes emellerini gerçekleştirmeye başladı. Afrika’da hayli 
miktarda çatışma çıktı. Bu çatışmaların nedenleri yine Avrupalı devletler oldu. Oradaki sömürgeleriyle ilişkilerini kopardılar. Onlar ise yüzme bilmeyen çocuğun suyun ortasında kalması gibi çırpındılar. De-kolonizasyonun ardından, Afrika’da aynı olaylar 90’lı yıllarda tekrar yaşandı. 

Afrika’da, Güneydoğu Asya’da hatta Yugoslavya gibi Avrupa’nın bazı yerlerinde çatışmalar yaşandı. Ruanda’da Hutular ile Tutsiler arasında herkes birbirini öldürüyor, 800 bin insanın kafası kesiliyordu. ‘Bu acaba politikanın başka araçlarla devamı mı?’ şeklinde Clausewitz’in teorisiyle eleştirilmeye başlandı. İkinci husus eldeki bütün imkânlarla karşıdakinin bütün imkânlarına karşı savaş açılması. Srebrenitsa’da olan bu değildi. Orada BM güvenli bir bölge ilan etti. Barış gücü güvenliği sağlamakla görevlendirildi, içerideki insanlardan ‘sizin güvenliğiniz sağlandı’ denilerek silahları alındı, sonrasında Sırp çeteler geldiğinde ise BM güçleri binanın içine girdi, Sırp çeteler ise Srebrenitsa’ya girip kendisini savunma imkanı olmayan insanları katletti. Bir gece, iki gün içinde 30 bin kişiyi öldürdüler. ‘Bunun eldeki mevcut imkânlarla karşıdakinin mevcut imkânlarına topyekûn saldırmakla ne ilgisi olabilir.’dendi. 

Üçüncü olarak ise Clausewitz’in halk, hükümet, ordudan müteşekkil üçleme eleştirildi. Denildi ki, ne halk ne hükümet ne de ordu var. London School of Economics’ten Mary Kaldor, New or Old Wars başlıklı bir kitap yazdı. Bu kitap ile yeni savaş tartışmalarını ortaya çıkardı. Kaldor ile aynı düşünceye sahip Martin van Kreveld ve Alexander Lindt eski ve yeni savaşlar arasında ayırım yapan diğer akademisyenler oldular. 

Bunlar yeni savaş tanımını ortaya koydular. Şunu açıklamaya çalıştılar: 
Eski savaşlar demode oldu. Yeni bir dünyaya girdik ve yeni dünyanın kuralları yeni kuramlarla açıklanabilir. Eski kuramlar tarihte görülmemiş yeni dönemin çatışmalarını açıklamakta yetersiz. Bu görülmemişlik içinde eski kuramlar ve özellikle Clausewitz’in görüşleri; yeni dönemi açıklamaya yeterli değil dediler. Bu şekilde yeni kuramcılar ortaya çıktı. Bu ne zamana kadar devam etti? Yaklaşık olarak ABD’nin Afganistan’a müdahalesi ve etkilerinin ortaya çıktığı 2000’li yılların ortasına kadar yeni savaş kuramcılarının teorileri kabul gördü ve yeni savaş kuramcıları ön plana çıktı. Daha sonra ise COIN’ciler popüler hale geldi. COIN counterinsurgency ifadesinin kısaltılmış halidir. COIN ise insurgency’e 
karşı gerçekleştirilir. Bu noktada belirtmeliyim ki insurgency’nin Türkçe karşılığı farklı şekillerde kullanılmaktadır: direniş, ayaklanma veya isyan gibi. Henüz Türkçe’de bu konuda yeterince akademik tartışma yapılmadığı ve kavramın Türkçe karşılığı tartışmalı hususlar barındırdığı için bu derste tartışmaya girmeyerek kavramın İngilizce karşılığını bilinçli bir şekilde kullanıyorum. 

ABD ordusunda subay olarak çalışmış ve sonrasında Oxford Üniversitesi’nde doktora yapmış olan John Nagl, Fransız-Cezayir savaşı ile ilgili yazmış olduğu bir kitabı bulunan David Galula ve İngilizlerin Malaya’daki çatışmalarıyla ilgili yazdığı bir kitabı olan Frank Gitson; bu tartışmaları başlatanlar oldu. Son iki yazarın iki kitabı da counterinsurgency ile ilgilidir. Nagl’ın doktora tezi ile bu konu üzerine son dönemde çalışmaya başlayan kişi oldu. John Nagl ABD West Point Harp Okulundan 1989 yılında mezun olmuş, görev yaptığı yerlerden tanışıklığı olan, çok sevdiği Patreus adında (kamuoyunda da son yıllarda yakınan tanınan) bir komutanı vardı. Patreus ilerleyen dönemde general oldu, John Nagl’ı Oxford’a gönderdi, ve o da bu çalışmayı yaptı. Sonra 2000’li yıllarda ordudan emekli oldu. Bu dönemde de General Patreus Afganistan’daki birliklerin komutanı oldu. 

ABD ordusu şu anda savaşan bir ordu. ABD ordusu 1990 yılından beri savaş yapıyor ve uluslararası sistem kuramcılarına göre hegemonya savaşı veriyor. ABD ordusu bütün dünyaya yayılmış vaziyette. Mesela Türk ordusu Türkiye coğrafyasına yayılmış, Türkiye’yi korumakla görevli. 

ABD ordusu bütün dünyada konuşludur. Asya, Avrupa, Afrika’da komutanlıkları var. Örneğin Türkiye’nin 1. Ordu Komutanı İstanbul’da oturuyor ve bütün Marmara bölgesinden sorumlu gibi. Örneğin Tekirdağ’a gittiğinde önce Tekirdağ valisini ziyaret ediyor. ABD ordusunda bir general ise örneğin Afganistan’a gittiğinde önce Afganistan Devlet Başkanı ile görüşüyor. Bu gizli bir bilgi değil, bütün dünya tarafından biliniyor. Savaşan orduların en büyük özellikleri şudur, karargâhta olanlar değil, cephede olanlar önemlidir. Dünyada karargâhta oturan generaller değil, cephede olanlar ismen tanınır. Atatürk’ü Atatürk yapan Anafartalar savunmasıdır. Cephede olduğu için inanılmaz sükse yapmıştır. Tuğgeneral iken elde ettiği başarı onu yükseltmiştir. Savaşan ordularında cephedeki adamı önemlidir. ABD’de de durum aynı. General Patreus Afganistan’daki birliklerin başına geçtiğinde önemli adamdı. Pentagon’da oturan herkesten daha önemliydi. Bu yüzden onun dedikleri yapılıyordu. 
Ve emekli olduktan sonra adamı John Nagl’a, bütün ABD ordusu için geçerli olan, Counterinsurgency Manual başlıklı talimnameyi sipariş etti. Bu çalışma talimname olarak basıldıktan sonra, Nagl aynı çalışmayı kitap olarak bastı,” Çorbayı Bıçakla İçmek” adı altında. (Eating Soup With a Knife) yayımladı. Ve bu yayım, ABD’nin dünyada savaşan en büyük ordu olması nedeniyle diğer orduları da etkiledi. Dolayısıyla bu çalışma genel doktrini değiştirdiği için önemlidir. Daha sonra bütün dünyada tartışılmaya başlandı. Türkçesini söylemememin sebebi; daha önce ifade ettiğim gibi hala dilimizde şu counterinsurgency’nin ne olduğu ile ilgili bir tartışma başlamadı bile. Çünkü bu karmaşık bir durum. 

Olay PKK ile ilişkilendirilir diye endişe ediliyor, ama kanımca buna gerek yok. Mana olarak direniş, kalkınma ve ayaklanma kelimeleri karşılıyor. 

Bakış açısına göre değişecek şekilde adlandırılıyor. 

+ Insurgency isyan diye de geçiyor ama... 

- Çok doğru söyledin, direniş, kalkınma, ayaklanma ve isyan. 

+ IŞİD’in Irak’ta yaptığı BBC’de insurgent diye geçiyor. 

- Çok güzel. Ama biz Türkçe literatürde henüz insurgency’e ve insurgent’a kalkışma mı, ayaklanma mı, direniş mi diyeceğimize karar veremedik. 
Konumuz şu, şu söylendi: “Savaş lisans öğrencisinin çalışma konusu ise, insurgency bir doktora öğrencisinin çalışma konusudur.” dediler. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

**********

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder