2 Eylül 2016 Cuma

AB 2009 İLERLEME RAPORU TÜRKİYEDEKİ SİYASİ KRİTERLER BÖLÜM 2





AB 2009 İLERLEME RAPORU TÜRKİYEDEKİ SİYASİ KRİTERLER BÖLÜM 2



Medeni ve Siyasi Haklar., 

Hükümet, işkencenin ve kötü muamelenin önlenmesi amacıyla yasal güvencelere uygunluğun sağlanması yönündeki çabalarını sürdürmüştür. 

İstanbul Protokolünün 9 daha iyi uygulanmasına yönelik olarak, sağlık çalışanları ile hâkim ve savcılara, işkence ve kötü muamele vakalarında etkili soruşturma ve belgelendirme eğitimi verilmesine 2008 yılında başlanmıştır. 
Polis ve jandarmanın ifade alma odalarının işitsel ve görsel kayıt sistemleriyle donatılmasına yönelik çabaları devam etmiştir. 

Vatandaşların polis, jandarma ve sahil güvenlik hizmetlerine ilişkin şikâyetlerinin soruşturulması amacıyla bağımsız bir ulusal mekanizma oluşturulması hazırlıkları Haziran ayında sonuçlandırılmıştır. Hâlihazırda, söz konusu birimin kurulmasına yönelik kanun taslağının tamamlanarak TBMM’ye sunulması için İçişleri Bakanının kararı beklenmektedir. 

Avrupa Konseyi İşkencenin Önlenmesi Komitesi (CPT) 10  Haziran 2009’da Türkiye’de geniş çaplı bir misyon yürütmüştür. 
Bu ziyaret, Hükümetin sıfır tolerans politikasının incelenmesi bakımından önemlidir. 
Zira, son yıllarda, insan hakları STK’ları, daha fazla işkence ve kötü muamele iddiaları ile karşılaşmışlardır. CPT, kolluk kuvvetleri (polis ve jandarma) tarafından gözaltına alınan kişilere yapılan muameleye ve yabancılar için gözaltı yerlerinde tutulan yasadışı göçmenlerin içinde bulundukları koşullara özellikle dikkat etmiştir. CPT aynı zamanda mahkûmlara sunulan sağlık hizmetleri ve imkânlar da dâhil olmak üzere, cezaevlerine ilişkin pek çok konuyu detaylı bir şekilde incelemiştir. 2009 yılında gerçekleşen bu ziyaretin raporlarının 
yayımlanmasına izin verilmesi, Hükümetin işkenceye ve kötü muameleye karşı benimsediği sıfır tolerans politikasına olan bağlılığını gösterecektir.11 

İşkenceye Karşı BM Sözleşmesinin İhtiyari Protokolünün (OPCAT) onaylanması 2005’ten beri gerçekleşmemiştir (Bkz. Uluslararası İnsan Hakları Hukukuna Riayet). 

İşkence veya kötü muamele iddiasında bulunan kişilere yönelik olarak kolluk kuvvetleri tarafından karşı davalar sıkça açılmaktadır. 
Söz konusu davalar, şikâyetler bakımından caydırıcı olabilmektedir. Bu davaların mahkemelerce hızla görüldüğüne dair kanıtlar bulunmaktadır. 

Adalet Bakanlığı bünyesinde bulunan Adli Tıp Kurumu haricindeki adli tıp doktorları mahkemelerce kabul edilmemektedir. 
Bu fiili tekel, ülkedeki etkili ve bağımsız adli tıp hizmetlerinin gelişimini engellemektedir. Ayrıca, doktorların güvenlik nedeniyle, bir kolluk kuvvetinin muayenede hazır bulunmasını talep ettiği durumlarda, avukatların da adli tıp tarafından yapılan muayenede hazır bulunmasına izin verilmelidir. 

İnsan hakları ihlallerinin cezasız kalmasıyla mücadele konusunda, Engin Çeber’in gözaltında ölmesinden sorumlu tutulan 60 görevli hakkında suç duyurusunda bulunulmuştur. Bu konudaki dava Ocak 2009’da başlamıştır ve halen sürmektedir. 

Bununla birlikte, insan hakları ihlallerinin cezasız kalmasını azaltmaya yönelik çabaların artırılması gerekmektedir. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu tarafından Ocak ayında kabul edilen işkence ve kötü muamele hakkındaki raporda, İstanbul Emniyet Müdürlüğünden 431 görevliye karşı açılan işkence ya da kötü muameleye ilişkin 35 davanın hiçbirinin mahkûmiyetle sonuçlanmadığı belirtilmiştir.12 İnceleme Komisyonu, bu durumun kolluk kuvvetleri hakkında başlatılan davaların etkililiği konusunda şüpheye yol açtığı sonucuna varmıştır. Aynı rapora göre, işkence ve kötü muamele iddiaları hakkında yürütülen idari soruşturmalar sonucunda, polis memurlarının sadece % 2’sine disiplin cezası uygulanmaktadır. İnceleme Komisyonu, söz konusu soruşturmaların 
çalışma arkadaşları olan polis memurları tarafından yürütülmemesi gerektiğini belirtmiştir. 

Ahmet Kaymaz ve 12 yaşındaki oğlu Uğur’u Kasım 2004’te “meşru müdafaa sınırlarını aşarak öldürdükleri” iddiasıyla yargılanan dört polis memuru Yargıtay kararıyla Haziran ayında beraat etmiştir. Kaymaz ailesi, AİHM’ye başvurmuştur. 

Sonuç olarak, yasal çerçeve, işkence ve kötü muameleye karşı geniş kapsamlı tedbirleri içerse de, bunların uygulanması ve Hükümetin işkenceye karşı sıfır tolerans politikasının tam olarak uygulanması sınırlı kalmıştır. İşkence ve kötü muamele iddiaları ve faillerin cezasız kalması kaygı kaynağı olmaya devam etmektedir ve bu konudaki iyileştirme çalışmaları Türk yetkililerin öncelikli konusu olmalıdır. 
Bu alandaki ilerlemenin doğru bir şekilde değerlendirilmesi bakımından, Türk makamlarının Avrupa Konseyi İşkencenin Önlenmesi Komitesi (CPT) raporunun yayımlamasına ivedilikle izin vermesi yararlı olacaktır. 

   Adalete erişim, gözaltındaki kişilerin gözaltına alındıktan hemen sonra avukata erişebildikleri kentsel bölgelerde görece daha kolay olmuştur.
  Öte yandan, sanıkların avukata erişiminin kentsel bölgelerle eşit koşullarda gerçekleşmediği kırsal alanlarda, özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesinde sıkıntılar yaşanmıştır. Aynı şekilde, gösterilere katıldıkları gerekçesiyle Terörle Mücadele Kanunu uyarınca gözaltına alınan 15-18 yaş arası çocukların, gözaltına alındıktan hemen sonra avukata erişmeleri her zaman mümkün olmamıştır. Genel olarak, etkili bir adli yardım sınırlıdır ve bazı sanıkların temsil edilmemesi durumu devam etmektedir. Ücretsiz adli yardım olanaklarına ilişkin sanık 
bilinci artırılmalıdır. 

Türkiye, birkaç yıldır cezaevi koşullarını ve altyapısını iyileştirmeye yönelik iddialı bir cezaevi reform programı yürütmektedir. 
Yeni cezaevlerinin inşa edilmesi ve günümüz koşullarına uygun olmayan bazı küçük cezaevlerinin kapatılmasıyla, bu programın uygulanmasında daha fazla ilerleme kaydedilmiştir. 

Cezaevi personeline yönelik hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimi veren dört merkez bulunmaktadır. Beşinci merkez yapım aşamasındadır ve bu yılın sonuna kadar tamamlanacaktır. Sürecin bu yılın sonuna kadar tamamlanması amacıyla, Temmuz ayında 6.000 ilave cezaevi personelinin istihdam edilmesine başlanmıştır.13

Ancak, cezaevi reformu eşit düzeyde uygulanmamaktadır. Örneğin, yetersiz kaynağa sahip küçük cezaevlerinde reformun uygulanması zordur. Cezaevlerinin, mahkûmlar için ortak faaliyetler ya da rehabilitasyon programları düzenlemesini engelleyen yetersiz kadrosu da bu zorlukları artırmaktadır. Mahkûmların, ortak faaliyet gerçekleştirmekten halen yoksun olduğu yüksek güvenlikli F-tipi cezaevlerinde de durum böyledir. 

Birkaç yılda iki katına çıkan mahkûm sayısındaki hızlı artış, gittikçe artan aşırı bir kalabalıklaşma sorununa yol açmaktadır 14.   
Ayrıca, tutuklu yargılananların sayısının yüksek olması, çözülmesi gereken bir konudur15 (Bkz. Yargı Sistemi). 

Cezaevleri denetimine ilişkin ulusal mevzuat, İşkenceye Karşı BM Sözleşmesinin İhtiyari Protokolünün (OPCAT) koşullarını tam olarak karşılamamaktadır (Bkz. İşkence ve Kötü Muamele). Tutuklu bulunan çocuklar konusunda endişeler bulunmaktadır (Bkz. Çocuk Hakları). 

Telefonlarda Türkçe dışında başka bir dilin kullanımına yönelik kısıtlamaların azaltılması amacıyla yeni bir usul oluşturulmuştur. Kanunla düzenlenen ziyaret etme koşulları, makul herhangi bir güvenlik gerekçesiyle getirilenlerden çok daha sınırlayıcıdır. 

Bazı davalarda, sürekli tedavi gerektiren ciddi hastalıklar tahliye gerekçesi olarak kabul edilmemiştir. Sağlık hizmeti kaynakları ve psikiyatri kaynakları yetersizdir. Cezaevlerinde düzgün tıbbi bakımın gerçekleşmesi için gerekli olan 250 mahkûm için bir doktor oranına Türkiye’de ulaşılamamaktadır. Cezaevi görevlileri tarafından yapılan kötü muamele vakaları bildirilmiştir 

(Bkz. İnsan Hakları İhlallerinin Cezasız Kalması). 

Sonuç olarak, eğitim ve altyapının iyileştirilmesi ve ilave cezaevi personeli alınması konularında bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. Ancak, aşırı kalabalıklaşma ve tutuklu yargılananların yüksek oranda olması çözülmesi gereken sorunlar olarak kalmıştır. 

İfade özgürlüğü konusunda, Türk Ceza Kanununun (TCK) 301’inci maddesi artık ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasına yönelik olarak sistematik bir şekilde uygulanmamaktadır. Bu maddede yapılan değişiklik, önceki yıllara kıyasla kovuşturma sayısında belirgin bir düşüşe yol açmıştır.16 

Anayasa Mahkemesi, 2006 yılında bir önceki Cumhurbaşkanı tarafından yapılan başvuruyu müteakip, Terörle Mücadele Kanununun, medya patronlarını terör propagandası yapan yayınlardan ve teröre övgüden sorumlu tutan hükümlerini iptal etmiştir. 

Değişiklikler, diğerlerinin yanı sıra, 301’inci maddeye dayanarak ceza soruşturması açılabilmesi için Adalet Bakanından izin alınması mecburiyetini getirmiştir. Değiştirilmiş maddenin yürürlüğe girmesinden sonra Adalet Bakanı beklemekte olan 914 dosyayı (kovuşturma ya da dava safhasında olan) incelemiş ve 77 ceza soruşturmasının devamına karar vermiştir. 
Adalet Bakanı ayrıca, 301’inci maddenin tadil edilip 8 Mayıs 2008 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra başlatılan 210 soruşturmayı incelemiş ve bunlardan sekiz tanesine (yani Adalet Bakanına sunulan soruşturmaların % 3’ü) izin vermiştir. 

200 Türk aydını tarafından imzalanan, “1915’te Osmanlı Ermenilerinin uğradığı Büyük Felaketin inkâr edilmesini” reddeden ve Ermenilerden özür dileyen dilekçe internet ortamında paylaşılmıştır. Kampanyada yaklaşık 30.000 imza toplanmış ve bu durum belli başlı yayın organlarındakiler de dâhil olmak üzere geniş çaplı tartışmalara yol açmıştır.17 Ayrıca, medyada, Kürt meselesi, genel olarak azınlık hakları, ordunun rolü ve Atatürk’ün mirası gibi Türk kamuoyu tarafından hassas olarak algılanan diğer konularda yoğun tartışmalar gerçekleşmiştir. 

Ancak, yasal çerçeve halen ifade özgürlüğüne ilişkin yeterli güvenceyi sağlayamamaktadır ve sonuç olarak hâkim ve savcılar, ifade özgürlüğünü dar bir şekilde yorumlamaktadırlar. 

Halen 301’inci maddeyi temel alan bazı kovuşturmalar yapılmakta ve mahkûmiyet kararları verilmektedir. 
Ayrıca, TCK’nın onur, şeref ve saygınlığa karşı işlenen suçlar (TCK’nın 125 ila 131’inci maddeleri), kamu düzeni (214’üncü, 216’ncı, 217’nci, 218’inci ve 220’inci maddeleri) devlet güvenliği (305’inci maddesi), anayasal düzen 
(312’nci ve 314’üncü maddeler), müstehcenlik (226’ncı maddesi) başta olmak üzere, diğer birtakım hükümleri ifade özgürlüğünü kısıtlamaktadır. 
Ayrıca, TCK’nın 318’inci maddesi (halkı askerlikten soğutmak), Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun, Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun18 uyarınca kovuşturmalar ve mahkûmiyet kararları devam etmektedir. Bu hukuki belirsizlik, gazetecileri, yazarları, yayıncıları, siyasetçileri, akademisyenleri ve diğer meslek gruplarını soruşturma, kovuşturma, mahkûmiyet ve hapis tehlikesiyle karşı karşıya bırakmakta ve dolayısıyla oto-sansüre neden olabilmektedir. 

Terör faaliyetlerinin artması sonucu 2006 yılında kabul edilen Terörle Mücadele Kanununda yapılan değişiklikler bazı süreli yayınların durdurulmasıyla sonuçlanmıştır. Anayasa Mahkemesi, savcıların on beş günden bir aya kadar yayınları yasaklamalarına izin veren Terörle Mücadele Kanununun hükümlerine karşı önceki Cumhurbaşkanı tarafından 2006 yılında açılan davayı reddetmiştir. 

Önde gelen ulusal medya gruplarından biri olan Doğan Medya Holding grubuna karşı iki vergilendirme prosedürü başlatılmıştır. 
Gelir İdaresi Başkanlığınca uygulanan büyük vergi cezaları, potansiyel olarak Grubun ekonomik gücünü zayıflatmakta ve bu nedenle uygulamada basın özgürlüğünü etkilemektedir. Vergilendirme prosedürlerinde orantılılık ve tarafsızlık ilkelerine uyulması ihtiyacı bulunmaktadır. 

Siyasetçiler, kişisel haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle yayıncılara, gazetecilere, yazarlara veya diğer siyasetçilere karşı bazı hukuk davaları açmışlardır. Genelkurmay, Güneydoğu Anadolu Bölgesinde gerçekleşen olaylarla ilgili gizli bilgilerin açıklanmasına ilişkin davalar açmıştır. Gazeteciler, soruşturmaların mahremiyetini ihlal etmek ya da adil yargılamayı etkilemek iddiaları yüzünden sıklıkla kovuşturmalarla karşı karşıya kalmışlardır (sırasıyla TCK’nın 285’inci ve 288’inci maddeleri). Gazeteci akreditasyonunu talep eden bazı medya kuruluşlarına karşı ayrımcılık yapılmıştır. Önde gelen siyasi liderler, Doğan Medya Holding’in sahip olduğu gazeteleri ve televizyon kanallarını boykot etmişlerdir. 

İnternet sitelerinin sıkça yasaklanması endişe kaynağı olmaya devam etmektedir. Hukuki ve idari kararlar, istenmeyen içeriğin filtrelenmesi 
yerine tüm internet sitesini bloke etmektedir. 

YouTube, Mayıs 2008’den beri yasaklanmıştır. Facebook ve Google internet sitelerine ve diğer sitelere karşı devam eden davalar bulunmaktadır. 

Sonuç olarak, Türk kamuoyunda, geleneksel olarak hassas kabul edilen konular da dâhil olmak üzere, serbest ve açık tartışmalar artmaktadır. Artık, Türk Ceza Kanununun 301’inci maddesi ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasına yönelik olarak sistematik bir şekilde uygulanmamaktadır. Ancak, Türk Ceza Kanununun diğer birtakım maddelerine dayanan kovuşturma ve mahkûmiyetler mevcuttur. 
Türk hukuku, AİHS ve AİHM içtihatlarıyla uyumlu bir ifade özgürlüğü için yeterli güvenceyi sağlamamaktadır. Medya üzerindeki siyasi baskı ve hukuki belirsizlikler uygulamada basın özgürlüğünü etkilemektedir. 

Toplanma özgürlüğü konusunda yasal çerçevenin uygulanmasına yönelik daha fazla çaba harcanmıştır. Kasım 2008’de, İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan bir genelgede (Bkz. İşkence ve Kötü Muamele), güvenlik güçlerince orantısız güç kullanımını engellemek için yakalama ve gözaltı usullerinin doğru uygulanmasının gerekliliği vurgulanmıştır. Polis şiddeti söz konusu olduğunda kimlik tespitinin kolaylaştırılması amacıyla, gösterilerde görevlendirilen polis memurları kasklarının üzerinde görünür rakamlar taşımaktadırlar. 

Bu önlem artık ülke genelinde uygulanmaktadır. 

Bununla birlikte, gösteriler esnasında güç kullanımı sorununun çözümlenmesi için, Türk polisinin zor çalışma koşulları iyileştirilmelidir. 
Bu anlamda, eğitim yardımı da alınacak önlemlere dâhildir. Ayrıca, 2007 yılında kabul edilen Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununun birtakım hükümleri, yaşama hakkının korunmasıyla ilgili bazı endişeleri de beraberinde getirmektedir. 
Halen, söz konusu yasanın uygulanmasında karşılaşılan zorluklar bildirilmekte dir. Rutin kimlik kontrollerinde kötü muamelenin gerçekleştiği vakalar bulunmakta dır. Aşırı güç kullanımına karışan güvenlik güçleri mensuplarına karşı açılan hukuki ve idari soruşturmalar etkili bir şekilde yürütülmemektedir (Bkz. Cezasız Kalma). 

Önceki yıllarda polis şiddeti yüzünden gölgelenen Nevruz ve 1 Mayıs gösterileri çoğu yerde barış içinde gerçekleşmiştir. Ancak, ülkenin güneydoğusundaki gösterilerde şiddet ön plana çıkmaya devam etmiştir. Özellikle ülkenin doğu ve güneydoğusunda, STK faaliyetlerinin güvenlik güçleri tarafından görüntülü kayıt altına alınması ve soruşturulması olayları halen bildirilmektedir. 

Örgütlenme özgürlüğü konusunda, dernek ve üye sayısı artmaya devam etmiştir. Vakıflar Meclisinin ilk seçimleri Aralık 2008’de gerçekleşmiştir. Yeni Vakıflar Meclisi, vakıf kurmak için gerekli olan malvarlığı miktarının önemli ölçüde düşürülmesine karar vermiş ve böylelikle vakıf kurma koşullarını daha fazla kolaylaştırmıştır. 

Danıştay, öğretim üyelerinin dernek kurma hakkını kısıtlayan Genelgeyi iptal etmiştir. YÖK tarafından Kasım 2008’de yayımlanan Genelge, üniversitelerinin onayı olmadan öğretim üyelerinin meslek örgütlerinde, vakıf ya da derneklerde görev almalarını engellemekteydi. 

Yargıtay, Nisan ayında lezbiyen, eşcinsel, biseksüel, transseksüel ve travesti (LGBTT) Lambda İstanbul Dayanışma Derneğinin kapatılması kararını bozmuştur. 

Bununla birlikte, Yargıtayın kararı derneğin meşruluğunu, “bu tür seksüel eğilimleri yayma amacıyla lezbiyen, eşcinsel, biseksüel, travesti ve transseksüel davranışları teşvik etmeme” 

koşuluna dayandırmıştır ki, bu, AB’nin homofobiyi reddetmesi ve ayrımcılıkla mücadele standartları ile uyumlu değildir. Ayrıca, Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (Özgür-Der) aleyhine bir kapatma davası açılmıştır. Dava, Derneğin Kasım 2008’de yayımladığı ve okullarda milli güvenlik derslerinin subaylar tarafından verilmesine karşı çıktığı bir basın açıklamasından kaynaklanmaktadır. 
İnsan Hakları Derneği İstanbul şubesi aleyhindeki adli soruşturma devam etmektedir. Her iki kapatma davası da İstanbul Valiliğince yapılan suç duyurularından sonra açılmıştır. 

Bazı yasal hükümler dernek faaliyetlerine aşırı yük getirmektedir. Dernekler Kanununa uyulmaması hâlinde yüksek para cezaları ya da ağır cezalar gündeme gelmektedir.19 
Yurtdışından mali destek alınmadan önce ilgili makamlara bildirimde bulunma yönündeki yasal zorunluluk dernekler üzerine yük getirmektedir. AB fonları dâhil olmak üzere yurtdışından mali destek alan sivil toplum kuruluşlarının bazen orantısız denetime tabi tutulması ve bazı basın organlarında olumsuz şekilde tasvir edilmesi diğer bir endişe kaynağı olmaya devam etmektedir. 

Özellikle başta uluslararası sivil toplum kuruluşlarının yerel temsilcilikleri olmak üzere, dernekler ve vakıfların kayıt edilmesi konusunda sıkıntılar hâlâ devam etmektedir. Büyük uluslararası STK’lara (“International Crisis Group” ve “the Raoul Wallenberg Institute”) ilişkin olarak en az iki dava bir yıldan uzun bir süredir beklemededir. 

Sendikalar, toplu gösteri düzenleme haklarını kullanma konusunda engellerle karşılaşmaya devam etmektedir. Polis müdahalesi her zaman kamu düzenine gerçek bir tehdidin görüldüğü durumlarla sınırlı kalmamıştır. 

Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin mevzuatın değiştirilmesine yönelik ilerleme kaydedilmemiştir (Bkz. Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü). 

Sonuç olarak, derneklere ilişkin yasal çerçeve Avrupa standartlarıyla uyumludur. Bununla birlikte dernekler, faaliyetlerinin bazı hallerde adli soruşturma açılmasına varan orantısız denetimi ile halen karşılaştıkları için uygulamaya ilişkin önemli miktarda ilerleme kaydedilmelidir. 

Sivil toplum kuruluşlarının, AB’ye katılım süreci de dâhil olmak üzere, kamu kurumları ve genel olarak kamuoyunda üstlendiği önemli role ilişkin artan bir farkındalık gözlenmektedir. 

Buna karşılık, danışma usullerinde karşılaşılan bazı güçlükler kamu kurumları ve sivil toplum kuruluşları arasındaki güven eksikliğini yansıtmaktadır. Sivil toplum kuruluşları için yardım toplanması ve vergi muafiyetine ilişkin yasal çerçeve, sivil toplum kuruluşlarının mali sürdürülebilirliğini geliştirmek amacıyla AB iyi uygulamalarıyla uyumlu şekilde güçlendirilmelidir. 

Din özgürlüğü konusunda, ibadet özgürlüğüne genel olarak saygı gösterilmesine devam edilmektedir. Şubat 2008’de kabul edilen Vakıflar Kanununun uygulanması na Rapor döneminde sorunsuzca devam edilmiştir (Bkz. Mülkiyet Hakkı ve Örgütlenme Özgürlüğü). 
Türkiye’de çalışmak isteyen yabancı uyruklu din adamlarının çalışma izni almaları konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. 
Özellikle, Aralık 2008’de Ekümenik Patrikhane’nin çalışma izni başvuruları olumlu şekilde yanıtlanmıştır. 
Dışişleri ve İçişleri Bakanlıklarından temsilcilerin de dâhil olduğu Türk makamları 2009 ilkbaharında sorunlarını tartışmak üzere gayrimüslim cemaatleri ziyaret etmiştir ve bu cemaatlerin temsilcileri de yazın Başbakan ile görüşmüştür. 

Aralık 2008’de Kültür Bakanı, ilk Alevi Enstitüsünün açılışına katılarak geçmişte devletin yol açtığı acılar nedeniyle Alevilerden özür dilemiştir. 

Ocak 2009’da Başbakan geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Alevilerin iftar yemeğine katılmıştır. Hükümet, Alevilerin sorun ve beklentilerinin açıkça tartışılmasına yönelik çalıştaylar düzenlemiştir ve bu girişim Alevi cemaatince olumlu karşılanmıştır. Kamu yayın kuruluşu, Alevilerin Muharrem 18  kutlamaları üzerine bir dizi program yayımlamıştır. Diğer bir sembolik jest olarak Kültür Bakanlığı, 1993 olaylarının 19  mağdurları anısına Sivas’ta Madımak Oteli içinde bir kültür merkezinin kurulmasını tartışmaya açmıştır. Üç belediye meclisi, cemevlerini ibadet yerleri olarak tanımıştır ve cemevlerine camilere tanınan aynı mali kolaylıkları sağlamıştır. Antalya, Ankara ve İstanbul’daki idare  mahkeme leri, Alevi öğrencilerin zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden muaf tutulmaları yönünde karar vermiştir. İzmir İdare Mahkemesince verilen benzer bir karar Danıştay tarafından onanmıştır. 

Bununla birlikte, Anayasanın 24’üncü maddesi ve Milli Eğitim Temel Kanununun 12’nci maddesi uyarınca din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri ilk ve orta dereceli okullarda halen zorunludur. Ekim 2007’de AİHM, bu derslerde dinlere genel bir bakış sağlanmakla kalınmayıp, kültürel haklar da dâhil olmak üzere İslam inancının temel ilkelerinin öğretildiğine karar vermiştir. Mahkeme, Türkiye’den 
müfredatını ve mevzuatını AİHS’nin 1’inci Protokolünün 2’nci maddesi ile uyumlu hale getirmesini istemiştir. Bu kararın uygulanmasına ilişkin olarak hâlâ Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin kararı beklenmektedir. 

Dini grupların örgütlenmiş yapıları niteliğindeki gayrimüslim cemaatler, tüzel kişiliklerinin olmamasından kaynaklanan sorunlarla halen karşı karşıyadır. Din adamlarının eğitimi konusundaki kısıtlamalar devam etmektedir. Türk mevzuatı, bu cemaatler için özel yüksek din eğitimi imkânı tanımamaktadır ve kamu eğitim sisteminde de bu yönde bir imkân bulunmamaktadır. Rapor döneminde, yeniden açılması geniş kapsamda tartışılmış olmasına rağmen Heybeliada (Halki) Rum Ortodoks Ruhban Okulu hâlâ kapalıdır. 

Ermeni Patrikhanesi’nin Ermeni dili ve Ermeni din adamlarının eğitimi için üniversitede bölüm açılması önerisinin değerlendirilmesi birkaç yıldır devam etmektedir. Süryaniler, yalnızca, resmi okullar bünyesinde olmayan gayriresmi eğitim sunabilmektedir. 
Türkiye’de çalışmak isteyen yabancı uyruklu din adamlarının çalışma izni almaları konusunda kaydedilen ilerlemeye rağmen, genel olarak bu süreç yavaş ve zor işlemeye devam etmektedir. 

Ekümenik Patrik, “ Ekümeniklik ” unvanını her durumda kullanamamaktadır. Haziran 2007’de Yargıtay, Patrikhane seçimlerine katılan ve seçilen kişilerin Türk vatandaşları olmaları ve seçim sırasında Türkiye’de çalışıyor olmaları gerektiğine hükmetmiştir. Buna karşılık, Türk vatandaşları ve yabancı uyruklu kişilerin, AİHS ve AİHM içtihatlarına uygun olarak, din özgürlüğü haklarını örgütlü dini 
cemaatlere katılmak suretiyle kullanabilmeleri hususunda eşit muamele görmeleri gerekmektedir. 

Kimlik kartları gibi kişisel belgelerde ayrımcı uygulamalara neden olabilecek din hanesi hâlâ bulunmaktadır. 


İbadet yerleri konusunda, gayrimüslim cemaatler sıklıkla ayrımcılığa ve idari belirsizliğe maruz kaldıklarını bildirmektedir; ibadet yerleri tahsis edilmesi için ilgili makamlara yapılan başvurular reddedilmektedir ve mevcut Protestan kiliseleri ve Yehova şahitlerinin ibadet yerleri dava konusu olmaktadır. Alevi ibadethanelerine (cemevleri) ilişkin olarak birisi Danıştay’da olmak üzere mahkemelerde bekleyen iki dava bulunmaktadır. Cemevleri üç belediye meclisi tarafından ibadet yeri olarak tanınmasına rağmen, bu evlerin ibadet yeri olarak 
tanınmaması yönündeki genel politika değişmemiştir. 

Dini azınlık grupları mensupları ibadetlerinin güvenlik güçlerince izlendiğini ve kaydedildiğini iddia etmiştir. 

3 CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.



.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder