Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması BÖLÜM 2
En çok tartışılan öneri ise askeri önlemler alınmasıdır.
Kapsamlı bir uluslararası müdahale çok zor gözükse de Libya benzeri bir müdahale tarzının Suriye’ye uygulanabileceği öne sürülmektedir.
Ancak bu seçenek de hali hazırda Libya’ya uluslararası müdahaleyi mümkün kılan koşulların Suriye’de oluşmamış olması nedeniyle mümkün gözükmemek tedir. Milliyetçi ideolojisi ile farklı toplumsal grupların desteğini almaktadır. Azınlık toplulukları açısından Sünni Arap çoğunluğun eziciliğine karşı kapsayıcı bir ideolojiye sahip seküler Baas ideolojisi daha tercih edilir kabul edilmektedir. Yönetim ayrıca ülkede istikrarı savunan üst sınıf Sünni Araplar arasında da desteğe sahiptir. Bu açıdan Suriye rejimini tamamen bir azınlık iktidarı olarak tanımlamak doğru olmayacaktır. Otoriter bir devlet olmakla birlikte toplumun bazı kesimlerinin desteğini alan bir yönetim olarak görmek daha doğrudur.
Suriye’de ekonomik yaşama baktığımızda büyük ölçüde devlet kontrolünde bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Biraz önce bahsedilen siyasi, askeri seçkinlerin bu ekonomik yapının devamı yönünde ciddi çıkarları vardır.
Özellikle güvenlik birimlerinin en önemli noktalarını elinde bulunduran yöneticiler, sistemin çöküşüyle sonuçlanabilecek bir ekonomik açılım
hareketinden çekinmektedir. Çünkü, “devlet burjuvazisi” adı verilen bu kesim, üretim ve yatırım araçları üzerindeki kullanım haklarından yararlanarak
toplumsal mülkiyet üzerinden zenginleşmektedir. Siyaset ve ekonominin, siyasetçi ve işadamlarının iç içe olduğu, birbirini desteklediği bir yapı mevcuttur. Ülkenin en zengin işadamları aynı zamanda üst düzey bir yetkilinin yakını durumundadır. Örneğin Suriye’deki protesto gösterilerinde halkın en fazla tepki gösterdiği ülkenin en zengin ismi olan Rami Maluf, Beşar Esad’ın anne tarafından kuzenidir. Suriye’de değişim, sadece statüleri, mezhep temelinde şekillenen siyasal iktidarı değil ekonomik ilişkileri da tehdit etmektedir. Bu da Suriye’de değişimin önündeki en önemli engellerden biridir.
Suriye’de Halk Ayaklanması
2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan Arap halk ayaklanması hareketi Mart 2011 ayı ortasında Suriye’ye sıçramıştır, böylece Ortadoğu’yu saran
isyan dalgasının son durağı Suriye olmuştur. Suriye’de protesto gösterileri durdurulamamakta ve artarak devam etmektedir. Yönetimin olayları
sert biçimde bastırması rejimin meşruiyetini her geçen gün azaltmaktadır.
Suriye’de 15 Mart 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanmasının birinci yılını doldurduğu 2012 Mayıs ayı itibarıyla 15 000 ’in üzerinde sivil hayatını kaybetmiştir. Kayıp ve akıbeti bilinmeyen insanların sayısı ise daha fazladır. Birinci yılın sonunda ortaya çıkan gerçek Suriye’de iktidar mücadelesinin tam bir bilek güreşine dönüştüğü ve hem rejim hem de muhalefetin pozisyonlarından geri dönmesinin çok zor olduğudur. İşte bu noktada Suriye’ye ilişkin olarak yanıtı en fazla merak edilen soru Suriye’deki olayların nereye varacağı, Tunus, Mısır veya Libya örneklerinden birinin yaşanıp yaşanmayacağıdır. Arap Baharı’nın yaşanmasının temelinde siyasal baskı, ekonomik kaynaklarının adil bir şekilde dağılmaması, etnik-mezhepsel farklılıklar gibi faktörler yatmaktaydı. Suriye, ilk kısımlarda anlatıldığı üzere bu açılardan iktidar değişimlerinin
yaşandığı Mısır ve Tunus ile benzer özellikler taşımaktadır. Buna rağmen Suriye’nin sosyal, siyasal yapısındaki bazı farklılıklar diğer örneklerdeki
gibi kısa sürede bir iktidar değişiminin yaşanmasına engel oldu. Bunlar arasında Suriye toplumunun heterojen yapısı, ordu ve diğer güvenlik yapılanmasında bir mezhepsel azınlık grubunun etkin olması, Irak tecrübesinin yarattığı iç savaş korkusu, örgütlü muhalefetin yokluğu, bölgesel (İran) ve küresel (Rusya ve Çin) düzeyde rejime destek veriliyor olması bu faktörler arasında sayılabilir. Suriye’yi; Mısır, Tunus ve uluslararası müdahaleye maruz kalan Libya’dan farklı kılan bir diğer özellik Suriye rejiminin belli kesimler arasında belli bir meşruiyete sahip olmasıdır.
Baas Partisi’nin siyasi alandaki tekelinden rahatsızlık olsa da rejimin “Arap milliyetçi ve seküler” ideolojisi birçok kesim için ülke güvenliği ve istikrarının garantisi olarak görülmektedir. Bu durum şehirleşmiş, üst sınıflar ve azınlık toplulukları için kısmen geçerlidir. Aksi bir yönetim anlayışının heterojen yapıya sahip Suriye halkı arasındaki mezhepsel ve etnik çatışmaları körüklemesi riski bulunmaktadır. Rejimin sunduğu en büyük “hizmet” güvenliktir. 2003 işgali sonrası yaşanan Irak tecrübesi, güçlü bir merkezi otoritenin ortadan kalkmasının nasıl sonuçlanacağı konusunda Suriye halkına kötü bir örnek sunmuştur. Irak’ta yaşanan terör, güvenlik problemleri, siyasal istikrarsızlık, etnik ve mezhepsel çatışmalar insanların en temel ihtiyacı olan güvenlik talebini diğer isteklerin önüne geçirmiştir. Bu nedenle Irak tecrübesi Suriye halkını “özgürlük ya
da kaos” seçimine zorlamaktadır. Bu kaygı da yönetimin meşruiyetini bahsedilenkesimler arasında artırmaktadır. Suriye’yi Mısır ve Tunus’tan farklı kılan en önemli faktör güvenlik birimlerinin yapısıdır. Siyasi yapı kısmında anlatıldığı üzere Suriye’de güvenlik birimleri bir açıdan rejimin kendisi demektir. Sivil ve askeri güvenlik birimlerinin kilit noktalarında Arap Alevilerin bulunuyor olması nedeni ile güvenlik birimleri rejime yönelik başkaldırıyı kendi varlıklarına tehdit olarak algılayacak ve tamamen Esad yönetiminin yanında yer alacaktır. Dolayısıyla Suriye ordusunun Mısır ve Tunus’tan farklı olarak liderin yanında bir bütün olarak yer alması daha büyük ihtimaldir. Bu da rejim değişikliği ihtimalini
zayıflatan bir faktördür. Şu aşamada doğrudan bir askeri müdahale sadece bazı Suriyeli muhalifler tarafından dile getirilmektedir. Olası bir müdahalenin başarı şansının düşüklüğü ve müdahalenin bölgede yeni bir Irak veya Afganistan yaratacağı düşüncesi herkesi kaygılandırmaktadır.
Ayrıca olası bir savaşın bölgeselleşeceği hatta uluslar arası boyut kazanması olasılığı mevcuttur. Müdahalenin Suriye içi istikrarı olumsuz etkilemesi söz konusu olabilir. Uzun süreli gerilla tarzı direniş hareketleri, terör örgütlerinin alan bulması gibi sonuçlar doğabilir. Dolayısıyla Suriye sorununun nasıl çözüleceği konusu büyük bir soru işareti konumundadır.
Önerilen seçenekler; uygulanmasının zorluğu, sonuçlarının kestirilemiyor olması, mevcut durumdan daha kötüsünü üretebileceği, sonuç alma şansının düşük olması gibi nedenlerle hayata geçirilememektedir. En çok tartışılan öneri ise askeri önlemler alınmasıdır. Kapsamlı bir uluslararası müdahale çok zor gözükse de Libya benzeri bir müdahale tarzının Suriye’ye uygulanabileceği öne sürülmektedir. Ancak bu seçenek de hali hazırda Libya’ya uluslararası müdahaleyi mümkün kılan koşulların Suriye’de oluşmamış olması nedeniyle mümkün gözükmemektedir.
Libya’da müdahaleyi mümkün kılan Kaddafi rejimi içinde ciddi ayrışımların yaşanması, önemli siyasi ve askeri figürlerin muhalif kampa geçmesi, merkezi otoriteye karşı mücadele yürütebilecek nispeten organize homojen bir siyasi ve silahlı muhalif yapının varlığı, bu yapının uluslararası meşruiyet kazanması ve hepsinden önemlisi bir bölgenin kontrolünün tamamen muhaliflerin eline geçmesi yani Bingazi gibi bir güvenli bölgenin oluşmasıydı. Suriye örneğine bakıldığında ise bu etkenler açısından hiçbirinin tam anlamıyla gerçekleşmediği görülmektedir.
Suriye yönetimi içinden yaşanan kopuşlar şimdiye kadar nitelik ve nicelik açısından düşük seviyede kalmıştır. Siyasetçi ve bürokratlar arasından
bazı milletvekilleri ve diplomatlar dışında önemli bir kopuş gerçekleşmemiştir. Esad rejiminin devlet yetkilileri üzerinde halen kontrole sahip olduğu görülmektedir. Güvenlik birimleri içinden kopuşlar nispeten daha fazla olmakla birlikte bu da Suriye ordusu ile silahlı muhalefet arasındaki dengeyi muhalifler lehine bozacak çapta değildir. Şimdiye kadar Suriye ordusundan en üst rütbeli kopuş 2012 yılının başında Türkiye’ye sığınan Tuğgeneral Mustafa Ahmed El-Şeyh olmuştur. Onun dışında Suriye ordusundan kopan subayların oluşturduğu “Özgür Suriye Ordusu”na (ÖSO) mensup subayların sayısının 15 bin civarında olduğu örgütün yetkilileri tarafından dile getirilmektedir. ÖSO’nun liderliğini ise albay rütbesindeki bir subay yürütmektedir. Siyasi muhalefete baktığımızda da halk ayaklanmasını yönlendirebilecek, protestocular üzerinde doğrudan
etki ve yönlendirme kapasitesine sahip bir muhalefetin oluşamadığı görülmekte dir. Homojen bir siyasal ve askeri muhalefet açısından baktığımızda da sorunlu bir durum karşımıza çıkmaktadır. Askeri muhalefet olarak ÖSO ön plana çıksa da, Türkiye’deki liderliğin içerdeki yapı üzerindeki etkinliği ve içerdeki birimlerin kendi aralarındaki koordinasyonu konularında eksiklikler olduğu görülmektedir. Ayrıca Askeri Konsey gibi, ÖSO’dan farklı bazı askeri yapılanmaların da ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Siyasal muhalefet açısından da homojenlik sorunu mevcuttur.
Her ne kadar Suriye Ulusal Konseyi öne çıksa da Suriye içinde faaliyet gösteren ve farklı yaklaşımlara sahip “Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Komitesi” gibi alternatif yapılar da mevcuttur. En önemlisi ise Suriyeli muhalifler belli bir bölgenin muhaliflerin kontrolüne kalıcı olarak ele geçirememiş yani Libya’daki Bingazi tarzı bir güvenli bölge oluşturamamıştır. Her ne kadar ÖSO; Humus, Hama, Idlib ve hatta Şam’ın kenar mahallelerinde kontrolü ele geçirse de bu kalıcı olamamakta ve şehirlerin tamamına yayılamamaktadır. Söz konusu
nedenlerle Suriye’de değişimi savunan aktörler Suriye yönetiminin hareket tarzını etkilemek için sırasıyla; ekonomik yaptırım, diplomatik baskı, muhalefete siyasal destek gibi dış politika araçlarını hayata geçirmiştir.
Diğer taraftan ÖSO her ne kadar sınırlı imkanlara sahip olsa da muhalefetin güçlü olduğu Şam’ın banliyöleri, Hama, Humus, Dara, Idlib ve Deyr ez Zor gibi vilayetlerde halktan da aldığı destek ile kontrolü ele geçirmeyi başarabilmiştir. Ancak Suriye yönetimi şehirlere orduyu sokarak söz konusu bölgelerde sırasıyla kontrolü geri almıştır. Bu durum Suriye’de değişimi savunan aktörler arasında, baskıları dikkate almayan Esad yönetimine karşı daha sert askeri önlemlerin alınması düşüncesini güçlendirmiştir.
Suriye’de Değişim ve Türkiye
Türkiye-Suriye ilişkileri 1999 yılından bu yana kademeli olarak gelişmiş ve son olarak vizelerin kaldırılmasıyla toplumsal, ekonomik bütünleşme yolunda önemli bir adım atılmıştı. Ancak 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçrayan “Arap Baharı” bu süreci tersine çevirdi. Bunun temel nedeni Türkiye’nin uzun zamandan beri dış politikanın merkezine “meşruiyet ve değer merkezli dış politika” kavramlarını oturtmasından kaynaklanmıştı. Bu yaklaşım Türkiye’nin Ortadoğu’daki değişim dalgasında “demokrasi” taleplerinin yani bölge halklarının yanında yer almasını gerektirmekteydi. Aksi bir tutum söylem ile eylem arasında çelişki yaratarak Türk dış politikasında meşruiyet krizi yaratabilirdi.
Ancak reel politikanın gerekleri Türkiye’nin bazı sorunlarda hızlı adım atmasına engel olmuştu. Suriye bu açıdan en çarpıcı örneklerden biri oldu. Türkiye 2000’ler boyunca Suriye’ye yönelik ABD’nin sertlik yanlısı politikalarına karşılık uzun vadeye yayılmış, iç dinamikler yoluyla sağlanacak bir değişimi savunmuştu. Bu anlamda bazı alanlarda sonuç da alınmıştı. Suriye’nin Batı ile ilişkileri Türkiye sayesinde nispeten düzelmiş, Suriye içindeki reformcu kanat güçlenmişti. Ancak “Arap Baharı” bölgede hızlı ve köklü bir değişim talebini beraberinde getirdi.
İşte bu durum Türkiye’nin uzun yıllardır başarmaya çalıştığı ve mesafe kat ettiği Suriye’de değişim sürecini çok kısa bir süreç içinde gerçekleşmesi zorunluluğunu beraberinde getirdi. “Değer merkezli dış politika ve reel politika” ikilemi içinde kalan Türkiye son 10 yılda yakın ilişkiler kurduğu Esad yönetimine karşı eleştirel bir tavır almak durumunda kaldı.
“ Rejim Bekası ” sorunu ile yüzleşen Suriye yönetimi Türkiye’nin sorunu “ Sivil halkın meşru talepleri ” olarak tanımlamasından rahatsızlık duydu.
Buna karşılık Türkiye, uzun yıllardır desteklediği Esad yönetimine ilettiği reform telkinlerinin dikkate alınmamasından “ hayal kırıklığı ” duyduğunu açıkça ifade etti. Türkiye belli bir süre daha “ Suriye’den umudunu kesmediğini ve halen reform yapabileceğine olan inancını” dile getirmişti. Ancak Suriye ordusunun Humus, Deyr ez Zor ve özellikle Hama’ya düzenlediği askeri operasyonlar Türkiye’nin umutlarının neredeyse tükenmesine yol açtı. Hama operasyonunun 1982 yılındaki “ Hama Katliamını ” hatırlatması ve Başbakan Erdoğan’ın daha önce “yeni Hama’lar istemiyoruz” açıklamasını yapmış olması, operasyonun Türkiye açısından bir dönüm noktası olmasına neden oldu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu da daha sonraki açıklamalarında“Hama’da başlayan olayların kendilerini derinden etkilediğini, Hama’da yaşanan olayların yönteminin ve zamanlamasının kabul edilmesinin mümkün olmadığını” ifade etti. Türkiye operasyonlar sonrasında, Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “sabrının sonuna geldi.” Bu sert dış politika söylemi “Suriye’nin olayları şiddet yoluyla bastırmaya devam etmesi durumunda Türkiye’nin hangi yeni dış politika araçlarını hayata geçireceği” sorusunu beraberinde getirmişti. 10 yılı aşkın bir sürede kurulan çok boyutlu ve derin ilişkiler birkaç ay içinde yukarıda özetlenmeye çalışılan süreçte hızla gerilemiştir. İşte böyle bir ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin mesajlarını ve beklentilerini iletmek üzere 9 Ağustos 2011 tarihinde Şam’a kritik bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Suriye lideri Beşar Esad arasında gerçekleşen görüşme, Türkiye-Suriye ilişkileri açısından dönüm noktası olmuştur. Türkiye her ne kadar halk ayaklanmasının bastırılış şekline eleştirel yaklaşsa da olaylar başladığı tarihten bu yana Batı ile Suriye yönetimi arasında bir “Kalkan” vazifesi görmüştür. Daha hızlı ve somut adımların atılmasını bekleyen, atılmaması durumunda uluslararası baskının artmasını ve yaptırımlar uygulanmasını savunan Batı, Türkiye’nin Esad yönetimini ikna edebileceği beklentisi nedeniyle daha yumuşak bir tavır sergilemiştir.
Ancak Esad-Davutoğlu görüşmesinde gündeme gelen beklentilerin karşılanmaması ile Türkiye’nin Batı ile Suriye arasında kalkan olma
durumu sona ermiştir. Böylece Türkiye, Suriye’ye yönelik olarak “baskı ve izolasyon” politikası uygulamaya başlamıştır. Suriye yönetiminin
Türkiye’nin telkinlerini dikkate almayarak sorunu güç yolu ile çözmeye çalışmasının Türkiye açısından doğuracağı en büyük risk istikrarsızlığın uzun süreye yayılacak olmasıdır. Sorun devam ettikçe Türkiye açısından siyasi, güvenlik ve ekonomik maliyetler artacaktır.
RAPOR NO; 38 ,
Mayıs 2015
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORSAM ORTADOĞU YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI
Yayına Hazırlayan,
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2
GOP Çankaya/ANKARA
Tel: 0 312 431 21 55
ISBN: 978-605-4615-89-6
ANKARA - Mayıs 2015
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48
www.orsam.org.tr,
orsam@orsam.org.tr
****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder