22 Eylül 2016 Perşembe

ORTADOĞUDA İran İç ve Dış Politikası, BÖLÜM 1




ORTADOĞUDA  İran İç ve Dış Politikası,
BÖLÜM 1 



Pınar Arıkan 


Ben sizlere İran’dan, İran’ın siyasal sisteminden, iç dinamiklerinden, biraz tarihinden ve biraz dış politikasından bahsedeceğim. İran, tabii tanım itibariyle Orta Doğu’nun çok da merkezinde yer almamasına rağmen coğrafi olarak, geniş Orta Doğu tanımına ancak dahil edilebilen bir ülkedir. 

    Ancak siyaset itibariyle modern Orta Doğu’nun her zaman merkezinde yer alan bir ülkedir. Bunun nedeni İran’ın tarihinin uzun yıllara dayanan bir emperyal geçmiş üzerine kurulmuş olması, dolayısıyla devlet geleneğini sürdürüyor olması, büyük bir ülke olması, doğal kaynaklara sahip olması, doğal gaz ve petrol rezervleri bildiğiniz gibi, nüfusu vs gibi nedenlerle Orta Doğu’nun siyasi olarak her zaman merkezine oturan bir ülkedir. İran haritada gördüğünüz gibi kuzeyde ve güneyde denizle çevrili yanlarda sıradağlar vardır. Yani İran coğrafyası aslında büyük bir platodur. Buraya İran platosu diyoruz. Çok eski yıllardan beri, milattan öncesi devirlerden beri büyük imparatorluklar, büyük devletler kurulmuş ve pek çok kavmin geçiş noktası olmuş bir coğrafyadır. Milattan önce 550’li yıllarda Büyük Kuroş, Ahameniş imparatorluğunu kuruyor ve bu tarih bugünkü modern İran devletinin de kendini dayandırdığı tarih olması sebebiyle, 2500 yıllık İran tarihi mitinin kökünü teşkil ediyor. Daha sonra, MS 200 yılında bu coğrafyada büyük bir Sasani İmparatorluğu kurulmuş. Sasani İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte, İran’ın İslam öncesi tarihi sona eriyor. Çünkü Sasani imparatorluğunu İslam orduları yıkıyorlar, o da milattan sonra yedinci yüzyıldadır. Bundan sonra ise İran’ın İslam sonrası tarihi başlıyor. İran’ın, İslam sonrası tarihinde en önemli devlet veya imparatorluk Safevi İmparatorluğudur. 1501 yılında kurulan Safevi İmparatorluğu’nun önemli olmasının sebebi Safevi İmparatorluğu, İran coğrafyasında ilk Şii devlet olarak karşımıza çıkıyor. 

Öğrenci: Hocam özür dilerim ama Safevi İmparatorluğu İran devletine ait değil. Safevi’ler tamamen Türk’tür ve Azeri devletidir. 

-Bu çok ayrı bir bir tartışma konusu. Buna isterseniz değinirim sonra şimdi genel bir tarihten bahsediyorum. Yani onun öyle olmasının sebebi İran kültürünü devam ettiriyor olmasıdır. Bu zaten bugün İran’ın bugüne kadar ki sürekliliğini de sağlıyor. Her ne kadar coğrafyada farklı imparatorluklar, hanedanlıklar kurulmuş olsa da özellikle dil ve din açısından kültürün devamı söz konusudur. Buna yapacak bir şey yok, tarihçiler bunu böyle anlatıyorlar. Ama tartışabiliriz daha sonra. 

Öğrenci: Devamı dediniz ama tamamen Türk kültürü ve hatta şöyle söyleyeyim kurucusudur. 

-Evet, aynı dönemde Osmanlı sarayında da Farsça şiirler yazılıyor. Bu çok ayrı bir tartışma konusu, bunu daha sonra tartışalım. Safevi İmparatorluğu dediğim gibi, Şii bir devlet Anadolu’dan gelen Türkmen kabileleri tarafından kuruluyor, o noktada arkadaşımız haklı. Ancak o zamana kadar Sünni geleneği ya da İran’ın yerel dillerini devam ettiren bir coğrafyada, merkezi bir Şii devleti kuruyorlar. Bunu da Lübnan’dan getirdikleri ulemalar yoluyla yapıyorlar. Bir anlamda toprakları Şiileştirmiş oluyorlar. Safevi hanedanlığının bir diğer özelliği de o zamana kadar yer yer merkezi büyük imparatorluklar kurulmuş olsa da sürekli bir devlet söz konusu değil. Safevi imparatorluğu hem Şii olması, hem 
de merkezi imparatorluk olması nedeniyle çok büyük. Bu devlet 1722’de yıkılıyor ve aynı zamanda haritada gördüğünüz gibi bugünkü İran’ın sınırlarını da Safevi imparatorluğu çizmiş oluyor. Bu devlet yıkıldıktan sonra İran platosunda 1722’den 1794’e kadar küçük küçük beylikler dönemi başlıyor. 1794’de Kaçar Hanedanlığı burada bir devlet kuruyor. 1924’te ise 1979’a kadar hüküm sürecek olan Pehlevi Hanedanlığı kuruluyor. 
Pek çok kavmin geçiş noktası olan bu plato bugün dahi pek çok etnik kimliği içerisinde barındırıyor. Her ne kadar İran’ı biz Fars bilsek de, aslında egemen kültür Fars ama pek çok etnik kimlik yaşıyor Kürtler, Azeriler, Farslar, Araplar, Beluclar (5.20), Türkmenler, Kaçkar gibi pek çok etnik kimliğin bulunduğu ve pek çok yerel dilin konuşulduğu bir coğrafyadır. Modern İran siyasi tarihini ise 1800’lü yılların sonundan başlatıyoruz. Bu dönem, İran’da ilk modernleşme hareketlerinin başladığı dönemdir. Modernleşme hareketlerinin ise İran’da iki ayağı oluyor.

Birisi devlet eliyle gerçekleşiyor, diğeri ise entelektüeller yoluyla gerçekleşiyor, aydınların fikirleri yoluyla gerçekleşiyor. 

Devleeliyle gerçekleşen modernleşme biraz Osmanlı’ya benziyor aslında, üst üste alınan yenilgilerden sonra Kaçar askeri modernleşme çabalarına giriyorlar. Bu arada tabii devlet zayıfladığı için, hazine doldurmak için imtiyazlar vermek zorunda, size tanıdık gelecek, yabancılara imtiyazlar verilmeye başlıyor. Ama aynı dönemde yine batı ile etkileşimin artması nedeniyle İran’dan entelektüeller Avrupa’ya ve Rusya’ya gidiyorlar. Oradaki modernleşmeci fikirleri alıp İran’da yaymaya başlıyorlar. 

Bunlar neticesinde 

İran’da pek çok grubun çekişme içinde siyaseti etkilemeye çalıştığı bir dönem başlıyor. Bu çekişmenin ilk örneği, ilk patlak verdiği nokta Tütün Boykotu oluyor. Tütün Boykotu yine Kaçar devletinin imtiyazları nedeniyle ortaya çıkan bir halk ayaklanmasıdır. Bir tütün alma satma ve işleme hakkını bir İngiliz’e vermesiyle ilk patlak veren bir olaydır. Tabii bu İran’lı tütün üreticilerinin zararına bir durum olduğu için protestolar başlıyor. Bu noktada İran’da ilk defa ulemanın da bir protestoya destek verip, ulema dediğimiz din adamları sınıfıdır, protestoya destek verip halkın ve üreticilerin yanında yer almasıyla, şahın 1890 Tütün Boykotu’nda bu büyük imtiyazdan vazgeçtiğini görüyoruz. Bu bize hem 
İran’da bir elit hareketinin iktidara karşı durabildiğini, hem de yabancılara karşı bir duruşun başladığı yani bütün bu emperyalistlere ve iktidara karşı modern İran tarihi boyunca çıkan ayaklanmaların ilk örneğini gösteriyor. Daha sonra tabii Osmanlı meşrutiyetinin de etkisiyle, İran’da da 1906’da bir anayasa devrimi gerçekleşiyor. Az önce bahsetmiştim, entelektüeller batıya gidiyorlar, batı fikirlerini İran’a getiriyorlar, bu arada Şah’ın imtiyazları yerel üreticileri engelliyor. Entelektüeller ve egemen pazar sınıfı bu böyle olmaz biz şahın yetkilerini kısıtlamalıyız, bir taraftan da Osmanlı’da meşrutiyet hareketi anayasa hazırlıkları padişahın yetkilerinin kısıtlanması durumu söz konusudur. İran’da da benzer bir şey 1906 anayasa devrimi ile yaşanıyor. Burada bir kurucu meclis toplayıp anayasa yapıyorlar, anayasa Şah’ın yetkilerini kısıtlayacak bir anayasa, meclise bir takım Şah’ı denetleme yetkileri veriliyor. Ancak tabii iktidar her zaman iktidara sımsıkı sahip çıktığı için Şah’lar da bunu çok güler yüzle karşılamıyorlar, özellikle anayasa devriminin yapıldığı sıradaki Şah’ın vefatı ve bir sonraki Şah’ın tahta geçişi meclisin kapanmasıyla sonuçlanıyor ve 1911’de anayasa hareketi İran’da bir süreliğine sona ermiş gibi görünüyor. Bu arada tabii bu ayaklanmalar Şah’a karşı durma, anayasa hazırlama, meclisin kapatılması beraberinde birçok sosyal iç karışıklığı da getiriyor. Bu durum aslında Kaçar Hanedanı’nın sonunu getiriyor. Bu karışıklık döneminde 1924’te Rıza Pehlevi’nin iktidarı ele geçirip, Pehlevi hanedanını kurduğunu görüyoruz. 1924’te Rıza Şah dönemi başlıyor İran’da ve Rıza şah entelektüellerin fikri Osmanlı’daki modern batılaşma hareketi derken, Atatürk tabii bu arada Türkiye’de başa geçiyor ve modern devlet kuruyor, Rıza Şah da benzerini İran’da yapıyor. Bir Ulus-devlet inşası sürecine başlıyor, o da tabii İran’da merkezileşme ve modernleşme, merkezi otoritenin kurulması dönemi olarak adlandırılıyor. İran’da ulema ve pazar esnafı güçlü sosyal sınıfları oluşturur ve halk hareketlerinin önderliğini yaparlar. Başa gelen iktidarın hem pazarla, hem ulemayla iyi ilişkiler içinde olması gerekiyor, onların çıkarlarına ters düşecek bazı hamleler yaparlarsa bu iki sınıf birleşip iktidara karşı duruyorlar. Rıza Pehlevi de iktidara gelirken ulemanın 
desteğini alıyor, ancak sonra bu modernleşme merkezileşme çabalarıyla birlikte ulema sınıfının yetkilerini kısıtlayacak bazı reformlar yapıyor. Mesela medeni kanunu değiştiriyor daha seküler bir medeni kanun, dini eğitim yapan kurumların yanında seküler kurumlar açıyor, ondan sonra medrese öğrencileri o zamana kadar askerlikten muafken Rıza Şah döneminde askere gidiyorlar, çünkü merkezi devlet kuruluyor ve otoriteye tabi olmaları gerekiyor. Böyle gelişmeler olunca 1941’de 

2. Dünya Savaşı’nda Rusya ve İngiltere de, İran’ı iki taraftan kuzeyden ve güneyden işgal etmesiyle Rıza şahın otoritesi iyice sarsılıyor. Zaten güçlü sınıfların desteğini arkasına almaktan uzak olan Şah, İngiliz ve Rus işgaliyle beraber 1941’de tahttan indiriliyor. Ama bu işgal, sınırlı bir işgal ve İran’da hiçbir zaman tam anlamıyla bir batı işgali veya kolonileştirme dönemi olmuyor. 

Rıza Şah’tan sonra oğlunu tahta geçiriyorlar. 

1941’den 1979’a kadar Muhammed Rıza Pehlevi dönemi başlıyor. Muhammed Rıza da yine babası gibi ulema ile işbirliğine giderek iktidarını kuruyor. Ancak onun döneminde ,1950 ve 1960’lı yıllar dünyada kolonileşmeye sömürgeleşmeye karşı olan hareketlerin popüler olduğu yıllardır. İran’ın da milli kaynakları var, petrol o dönem en önemli kaynak ve petrol yabancılar tarafından işletiliyor. Dolayısıyla İran’da Muhammed Rıza Şah döneminde en önemli gelişme olarak İran petrolünü millileştirme hareketi ortaya çıkıyor. İran petrolünü millileştirmeye çalışan da 1949’da meclise seçilen Muhammed Musaddık’tır. 1951’de petrolün millileştirilmesi yasasını meclisten geçiriyor. Petrolün bütün gelirinin, işleme hakkının vs yerli halkta olması, emperyalist güçlerin bundan hiçbir şekilde pay alamayacak olmaları kabul edilebilir bir şey değildir. 
Ama bu sadece emperyalist güçler değil ülke içinde de petrol satışı üretimi vs. zorluklara düşünce gelirlerde azalma oluyor. Yine bir karışıklık dönemi başlıyor ve bundan yararlanan batılı güçler de bir darbeyle Musaddık’ı tahttan indiriyor lar, hatta o dönem Rıza Şah ülkeyi terk ediyor, kısa bir süreliğine onu geri getiriyorlar ve Rıza Şah iktidarına devam ediyor. O arada büyük güçlerle bir anlaşmaya varıyorlar. Bu olaydan sonra 1963’te modern İran tarihini en çok etkileyen olaylardan biri Muhammed Rıza Şah’ın reform paketidir. Bu reform paketi daha sonradan Ak Devrim olarak adlandırıyor bu da son derece merkezi hükümeti desteklemeye, sekülerleşmeye yönelik bir reform paketidir. Kadınlara 
seçme ve seçilme hakkı verilmesi, toprak reformu, büyük toprak sahiplerinin iktidarını kırmak adına yapılan toprak reformu, ormanların ve endüstrinin millileştirilmesi vs gibi iktidarı ve kaynakları devletin elinde toplamaya yönelik ama aynı zamanda daha seküler bir toplum da yaratmaya yönelik bir harekettir. Tabii bu tahmin edeceğiniz üzere İran’daki güçlü sınıflar tarafından çok da hoş karşılanmıyor. 1960’lara geldiğimizde ismini belki çok duyduğunuz İran devrimi lideri Humeyni’nin Muhammed Rıza Şaha karşı protestoları başlıyor. Bu protestoların en önemli sebebi, 1961 toprak reformu ve 1963’te Ak Devrim, bunlar olurken bir yandan 1964’de Şah, ABD vatandaşlarına da yasal dokunulmazlık tanıyor. Bu durumu, Ulema için ve başka o dönem İran’da aktif olan sosyalist gruplar için kabul edilebilir bir şey değil, bu durum bir ABD vatandaşının suç işlese dahi sorgulanmayacak yargılanmayacak olmasıdır. 

Böyle olunca Humeyni protestoların başını çekerek Şah’ı, hem anayasayı, hem Kuran’ı ihlal etmekle suçlayıp etrafında büyük kitleler toplayıp protesto gösterilerine başlıyor. 
Humeyni tabii cevapsız bırakılmıyor, tutuklanıyor, Şah Humeyni’yi İran’dan sürüyor. Humeyni, 4 Kasım 1964’te önce Türkiye’ye geliyor, Bursa’da 1 yıl yaşıyor ondan sonra Necef’e gidiyor. Necef’te uzun süre medresede dersler veriyor Humeyni, Necef’ten sonra Paris’e gidiyor ve Paris döneminde İran İslam devriminin, hem fikirsel olarak hem de sürekli gönderdiği teyp kasetleriyle halka fikirlerini yaymak suretiyle devrimin alt yapısını hazırlıyor, alt yapısını bu dönemde hazırlıyor. Tabii Şah’ın tek baskı uyguladığı grup ulema veya Humeyni ve yandaşları değildir, solcular da Şah batı kampında olduğu için o dönemde herhangi bir Rus etkisi kabul edilebilir bir şey değil ve İran’ın solcuları Şah tarafından hapislere atılıyor. 
Toplumda büyük bir jurnalcilik var herkes birbirini ispiyonluyor, herkes komşusunu solcu diye bildirdiğinde hapse atılıyor böyle durumlar 
söz konusu . 

Dolayısıyla bir sosyal karışıklık, belirgin bir muhalefet derken 1979’a geldiğimizde bu sürecin bu karışıklığın doruğa çıktığını görüyoruz. 1979’da orduda yine bazı olaylar var. 

1979’da 15 Ocak’ta artan gerginlikler sonucu pek çok gösteriler kanlı olaylar yaşanıyor. 

Protestoculara Şah’ın askerlerin ateş açmasıyla 15 Ocak’ta Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor. Onun ardından da 1 Şubat’ta Humeyni Paris’ten, İran’a 
dönüyor ve daha geleneksel grupların ortaya çıkması İran Devrimi’nin İslamcı tonunun da belirgin olmasında en önemli nedenlerden biridir. 

Diğer bir neden de daha önce bahsetmiş olduğum Şah’ın Ak Devrimi. 11 Şubat 1979’da Humeyni ve arkasındaki büyük devrimci koalisyonla birlikte İran Devrimi’ni ilan ediyorlar. Tabii devrimin pek çok nedenleri var. Ama
bunların en önemlileri yaşanan bu reform ve modernleşme çabaları sonucu köyden kente önemli miktarda bir göç dalgası yaşanmasıdır. Köyden kente göç de tabii şehirlerin sosyal yapısını değiştirdi. 

Kentte kırsal değerlerin hakim olması ve daha geleneksel grupların ortaya çıkması, İran devrimini İslamcı tonunun da belirli olmasında en önemli nedenlerden biridir. Diğer bir neden de Şah’ın Ak Devrim’inden bahsetmiştim pazar esnafının güçlü bir sosyal grup olarak İran’da aktif olduğundan, pazar esnafı Ak Devrim sonucu imtiyazlarını kaybettiğinden onlar da şaha karşı muhalefetin yanında yer alıyorlar. Tabii bu arada Şah’ın artan baskıcı uygulamaları halkı muhalefette birleşmeye itiyor ve entelektüeller de yine İran’ın entelektüelleri diktatör şah rejimine karşı devrimcilerin yanında yer alıyorlar. Ordu da devrimcilerin yanında yer alıyor 1979 öncesinde şaha karşı büyük bir koalisyon kuruluyor. Dolayısıyla Şah ülkeyi terk edip, Humeyni ülkeye döndüğünde İslam Devrimi’nin zaferini ilan edebiliyorlar. Tabii bu dönem daha İslam devrimi değil İran devrimi, İslamileşmesi daha sonra olacaktır. Devrime katılan gruplar içinde din adamları, radikal İslamcılar, liberaller yer almakta ve 
önemli ölçüde destek alan bir grup, milliyetçi gruplar, solcu gruplar hepsi Şah’a karşı birleşmiş durumdalar. Uzun bir süre Humeyni Fransa’da ikamet etmişti. Fransa’da İran’lı öğrencilerle birlikte bir devrim konseyi kurmuştu. Humeyni, devrim olduktan sonra da bu konsey İran’a gelerek İran’ın kurucu meclisini oluşturmak için çalışmalara başlıyorlar. Referandum yapılıyor. 30 - 31 Mart’ta halka İslam cumhuriyeti isteyip istemedikleri soruluyor. İlk defa İslam cumhuriyeti burada telaffuz ediliyor. 

Halk da kabul ediyor, yüzde 98.2 çoğunlukla ile İslam cumhuriyetine evet diyor. Daha sonra kurucu meclis anayasa taslağı hazırlıyor ve halkoyuna sunuluyor, anayasa taslağı ve yüzde 98 oyla yine anayasa kabul ediliyor. Anayasada neler var? İslam Devrimi’ni dini yapan unsurlar da devrimci ve halkçı yapan unsurlar da anayasada yer almaktadır. 

Bunların en önemlisi velayet-i fakih kurumudur. 

Velayet-i fakih kurumu Humeyni’nin tamamen Şii düşüncesine getirdiği yeni bir yorumla, ulemanın daha önce doğrudan iktidarda olmayı reddeden ulemanın, iktidarda olması gerektiğini, çünkü adil bir yönetimin yokluğunda bu adaleti maksimum düzeyde ancak ulema düzeninin sağlayabileceğini iddia ederek, din adamlarının bilfiil yönetimde olması teorisine dayanan ve İran sistemini İslamileştiren bir teoridir. Anayasada siyasal sistemin en tepesinde bir kurum olarak karşımıza çıkıyor ve bir din adamı tarafından işgal edilen bir pozisyondur. 
Görevleri çok fazla dediğim gibi zaten sistemin tepesindedir. Rehber yani velayet-i fakih kurumunu işgal eden rehber adı verilen kişi ulemadan olan kişi devletin genel siyasetini belirlemeden yasama, yargı, yürütme arasındaki ilişkiyi kontrol etmeye, silahlı kuvvetlere komutanlık etmekten, savaş-barış-seferberlik ilanı gibi düşünebileceğiniz devlete ait bütün genel siyaseti belirleme yetkisine sahiptir. 
Ancak fakih de kendinden menkul bir şekilde o makama çıkmıyor onu seçen bir uzmanlar şurası var. Uzmanlar şurası halkoyuyla seçilen bir şuradır, sekiz yıllığına seçilen şura, uzmanlar şurası ve müçtehidlerden oluşuyor, yani din adamları, bu şura da rehberi velayet-i fakih kurumunu işgal edecek ulemayı belirliyorlar. İran sistemi hem İslami, hem halkçı daha doğrusu cumhuriyetçi, hem dini meşruiyete dayanıyor, hem halkın oyundan aldığı meşruiyete dayanıyor. Dolayısıyla birbiriyle çatışan kurumların bir arada işlemeye çatıştığı bir sistem. Velayet –i fakih zaten dini meşruiyetin en belirgin olduğu ve bize bunun böyle olduğunu anlatan kurum. Daha sonra uzmanlar şurası da 
her ne kadar halkoyuyla seçilse de din adamlarından oluşuyor ve onlar aralarında toplanıp, en tepedeki kişiyi belirliyorlar, bu da dini bir kurum. 

Koruyucular şurası seçilmeyen bir grup, bir kurum altı kişiden oluşuyor, bu şura meclisin yasalarını denetliyor, İslami bir anayasaya uygun olup olmadığını denetliyor ve seçim yapılacağı zaman da seçimlere katılacak adayların onayını veriyor. Yani koruyucular şurasının seçilmemiş bir organın onayını almadan hiçbir kişi seçimde aday olamıyor böyle bir tezatlık var. İslami şura meclisi sistemin en halkçı kurumlarından birisi çünkü doğrudan halkoyuyla seçilen dört yıllık süre için iş başına gelen ve kanunları yapma yetkisine sahip kurum. 
İslami şura meclisinin başında cumhurbaşkanı var, cumhurbaşkanı da yine halk egemenliğinin en iyi temsil edildiği kurumlardan birisi çünkü o da doğrudan halkoyuyla seçiliyor, 4 yıllık süre için yürütmenin başı, hem meclisin, hem rehbere velayet-i fakih kurumuna karşı sorumlu ve ülkenin iç ve dış politikasını yürüten kişidir. 

Yargı biraz daha karışık yargı erki görevine atanırken İslami ölçütler göz önüne alınıyor. Tabii bu sistem bu şekilde oluşturulduktan sonra da devrimin liderin önderi ve devrim sürecini yönetmiş devrimi yapmış ve sistemi kurmuş olan kişi Ayetullah Humeyni ilk rehber olarak İslam cumhuriyetinin lideri seçiliyor. Hem seçilmiş, hem atanmış ve hem halkın belirlediği,hem ulemadan gelen kurumlar olunca bu kurumların bir arada işlemesi zaman zaman çok zor bir hal alıyor. Örneğin meclis yasayı yapıyor ama onu onaylayacak olan din adamlarından oluşan atanmış bir kurum var Koruyucular Şura’sı, arada tabii çatışmalar çıkıyor. 

Dolayısıyla bu sistemi daha işler kılmak için düzenin yararını teşhis heyeti diye de bir kurum oluşturmuşlar. Bu da iki kurum arasında yasaların yapılması konusunda çıkan anlaşmazlıkları çözmek için başvurulan ve kararının nihai olduğu yani onların onaylıyoruz dediği yasanın onaylandığı bir ara bulucu kurumdur. Ülkenin güvenlik ve dış politikasını özellikle güvenliğe dayalı siyasetini ise güvenlik konseyi belirliyor. 

Bunun da lideri rehber. Dış politikaya baktığımızda yine anayasaya göre gidiyoruz, anayasaya göre her türlü tahakküm ve tahakküm altına girmenin 
reddiyle prensip olarak başlıyor. Bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün korunması temel hedef. Bütün Müslümanların haklarının savunulması anayasada olan bir maddedir. Savaş yanlısı olmayan devletlerle karşılıklı barışçıl ilişkiler kurma prensibi de anayasal bir politika prensibidir. Tabii bir devrim yapıldığı için ülkenin kaynaklarını korumak bir de emperyalist güçlere karşı mücadele eden bir gelenek var, ülkenin doğal kaynaklarını korumak, iktisat, kültür ve diğer konularda yabancı tahakkümüne yol açan her türlü anlaşmayı yapmak uygula mak anayasada yasaklanmış durumdadır. Diğer bir dış politika prensibi de başka milletlerin iç işlerine karışmamak ancak ezilenlerin ezenlere karşı hak 
mücadelesini yeryüzünün her noktasında desteklemek. Çok sosyalist görünen bir prensip, bir nebze öyle çünkü İran’da bir önemli grup da sosyalist İslamcı gruplardır. Bu gruplar bu ilkeyi sonuna kadar destekliyorlar ama bu ilke, aynı zamanda devrim sırasında bütün devrimci koalisyonun desteklediği bir ilkedir. İran devrimini de ezilmiş halkın ezen diktatöre karşı başkaldırısı olarak yorumluyorlar dolayısıyla İran devrimini yapanlar devrimci idealle bütün dünyada biz ezilenleri ezenlere karşı destekleyeceğiz diyorlar. Dış politika yapımında etkili olan aktörler dışişleri bakanlığı, cumhurbaşkanı, yüksek güvenlik konseyi, meclis ama hepsinin tepesinde de rehberdir. Anayasal sistemde de aynı şey geçerlidir. 

Biraz da devrim sonrası siyasi gelişmelerden bahsedelim. 

Devrim sonrası 79-89 arasında, 1989 Humeyni’nin ölüm yılıdır, Humeyni’nin iktidarında her ne kadar başbakan ve cumhurbaşkanı seçilse de ülkede karizmatik kişiliğinden ve devrimci liderliğinden ötürü bütün politikayı belirlediği bir dönemdir. 79-81 ve 81-89 iki farklı dönemdir İran’da. İlk üç yıl 79-81 arası biraz daha ılımlı bir politika izleniyor çünkü o yıllarda bütün devrimci koalisyon üyeleri ülke siyasetinde aktifler. 

Dolayısıyla bir plüralizm var toplumda herkesin söz söyleyebildiği herkesin farklı fikirlerinin yarıştığı bir dönemdir. 81-89 arası ise radikal dönem diye adlandırdık çünkü artık devrimci fikirler bir takım gelişmelerle yavaş yavaş siyaset sahnesi dışına atılıp, İslam ulemanın din adamlarının otoritesinin keskin bir şekilde yerleştiği yıllardır. Bu dönemde devrimci gruplar arasında bahsetmiştim bir İslami dine dayalı gelenek var, bir de halka dayalı gelenek var. 79-89 arsında da bu iki gelenek çok canlı yaşıyor. Çünkü Elitist ve halkçı eylemler görüyoruz. 
Elitist daha muhafazakar geleneksel sağ nihai egemenlik Allah’a ait, din adamları dini esasları en iyi bilen kişiler dolayısıyla halkın üzerinde yönetme yetkisine sahip kişilerdir. Ülkede şeriatın katı bir yorumu uygulansın diyorlar. 

Ekonomik alanda ise bana çok ilginç gelmişti bana, özel mülkiyeti savunuyorlar bunu da dine dayandırarak savunuyorlar çünkü din özel mülkiyeti destekler. Dolayısıyla bu gruba göre halkçı politikalar biraz geri plandadır. Halkçı eğilim ise tam tersine İslam devletinin temeli vatandaşları ile devlet arasındaki anlaşmaya dayalı diyen gruptur. Buna göre vatandaşlar egemenlik haklarını yasaları yapacak olan seçilmiş temsilcilere devrederler. Radikaller daha çok anayasal cumhuriyet vurgusunu yapıyorlar İran İslam Cumhuriyeti’nin daha merkezi 
devlet, zenginliği bütün halka eşit yayan zenginden alıp fakire veren bir siyaset güden bir devlet olsun istiyorlar. Sosyal ve kültürel konularda ise İslam’ın katı yorumunu isteyenlere göre biraz daha ılımlı, daha açık sosyal politikalar savunuyorlar. Humeyni döneminde dış politikaya baktığımızda yine iki döneme ayırmak mümkündür. 79-81 yılları, burada tabii devrim yapıldı, eski iktidar batı bloğundaydı ama yeni iktidar tam bağımsız olacak, böyle bir ideal var. Batı bloğundan çıkılacak, bağlantısızlık hareketiyle bağlantıya geçiyorlar. Ne doğu,ne batı, İslam cumhuriyeti temel sloganıdır. Bu dönemde Anti- emperyalizm çok vurgulanan bir dış politika vizyonudur. 81-89 arasında ise yine anti emperyalizm, soğuk savaş dönemi, doğuya da batıya da ait değiliz, biz kendimize özgü bir devrim yaptık, biz ilk defa İslam devrimi yaptık ve İslam cumhuriyeti kurduk dolayısıyla iki tarafla da işi olmayan bir politika izliyoruz iddiası söz konusudur. Dolayısıyla bu biraz yalnızlığı getiriyor ama Bağlantı sızlar Hareketi ile olan ittifakları da üçüncü dünya ile politikaların benimsenmesini getiriyor. Devrimin idealizmiyle beraber çok önemli bu yıllarda İslam devriminin diğer tüm Müslüman ülkelere örnek olması gerektiği yönünde bir düşünce var. Çünkü adil düzeni kurma çabası tam bir idealizm dolayısıyla bizim bu devrimimiz bütün Müslüman ülkelerine ihraç olacak ve diğer Müslüman ülkeleri de bizim gibi toplumla barışık bir İslam cumhuriyeti kuracaklar ideali var. Bu dönemin en önemli olayı İran- Irak savaşıdır. İran yönetimi, bunu devrimci savaş olarak adlandırıyor. Bu savaş ülke güvenliği vatandaşların güvenliği söz konusu olduğu için topraklara doğrudan bir saldırı olduğu için rejimin kendini konsolide etmesine neden oluyor. Bu savaş sayesinde önemli ölçüde toplumdaki liberal, solcu diğer gruplar siyaset sahnesinin dışına atılıyorlar ve savaşı idare eden komutanlarla beraber ulemanın iktidarı tamamen sağlamlaşmış oluyor. 1989’da ise Humeyni’nin ölmesiyle artık rehberin değil cumhurbaşkanlığının ülkedeki genel durumu daha fazla belirlediği bir dönem başlıyor. Rafsancani ilk cumhurbaşkanı,Humeyni öldüğü için yerine bugünkü rehber Hamanei seçiliyor, Hamanei özellikle o dönemde ulemanın içinde güçlü bir insan olmadığından dolayı oldukça zayıf kalıyor ve Rafsancani daha agresif bir şekilde ülkenin siyasetini yönlendirmeye başlıyor. Bugün artık öyle değil Hamanei’de iktidarını 
sağlamlaştırarak çeşitli gruplarla koalisyonlar kurarak bugün daha belirgin bir konuma gelmiş durumdadır. Ama 89-97 arasında Rafsancani savaştan çıkan ülkenin yeniden yapılandırılmasına dair bir vizyonla cumhurbaşkanı seçiliyor. Yeniden yapılandırma devletin ekonomide ağırlığını getiriyor, 5 yıllık kalkınma planları hazırlanmaya başlanıyor, ülke tamamen savaş yüzünden yıkılmış mahvolmuş durumdadır ve bu süreci onarmak istiyor. Rafsancani’nin bu dönemde İran siyasetinde çeşitli görüşleri var. 

2 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder