Çatışma Çözümleri
Yrd. Doç. Dr. Talha Köse
Çatışma çözümleri nedir? Ne işe yarar? Nereden çıkmış ve nasıl gelişmiştir? Bugün uğraştığı meseleler nelerdir?
“ Çatışma Çözümleri ” için yaklaşık 50-60 yıldır var olan bir disiplin, bir alan denilebilir. Modern olarak çalışılması belki 100 senedir devam ediyor ama Türkiye’de hala popüler olan bir alan değil. Dünya’nın geneline bakıldığında kendi etnik çatışmasını yaşayan Sri Lanka, Kuzey İrlanda, İspanya, Avrupa’daki diğer ülkeler, İngiltere gibi çatışmaların yaşandığı ülkelere bakıldığında son derece revaçta olan ve üzerinde akademik problemler olan bir konu. Aslında bu konunun zamanla daha da öne çıkmasının bazı sebepleri var. Bugün dünyada ve Türkiye’nin etrafındaki çatışma profillerini çıkarttığımızda ortaya çıkan manzara çok şey ifade etmektedir. Ortadoğu’daki çatışmaları nasıl tarif edebiliriz? Mezhepsel çatışmalar; Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de Şiiler ve Sünniler, aynı zamanda bunun bir parçası olarak dinsel çatışmalar da var. Başka nasıl çatışmalar var?
Irkçılık.
Avrupa’ya bakıldığında özellikle Müslümanların olduğu yerlerde 11 Eylül sonrasında artan bir ırkçılık görüyoruz. Tarihi olarak Hıristiyanlar ile Yahudiler, Yahudiler ile Müslümanlar arasında yabancı düşmanlığının özellikle Hollanda, İngiltere, Almanya ve diğer batı ülkelerinde ciddi bir ırkçılık problemi olduğu görülmektedir. Son Avrupa Parlamento seçimlerine bakıldığında da Avrupa’da yükselen bir ırkçı trendi olduğunu ve eskiye benzemeyen bir çatışma anlayışı olduğunu görüyoruz. Daha başka ise, Doğal kaynakların paylaşımı, su gibi petrol meselesi kavi bir meseledir. 1960-70’li yıllara bakıldığında Ortadoğu siyasetinin temel dinamiği petrolken bugün petrolden daha ziyade etnik
sekteryen çatışmalar hatta İslamcılar ile Selefiler, İslamcılar ile Sekülerler arasındaki gerilimler. Yine Ukrayna’ya bakıldığında orada yaşanan daha
karmaşık bir meseledir. Olayın etnik boyutu olduğu gibi Ukrayna’nın kendi kimliğini tartışma meselesi de var. Yani Doğu’nun (Rusya’nın) siyasi, kültürel uzantısı mıyız, yoksa Batı’nın (Avrupa Birliği’nin) bir uzantısı mıyız? Türkiye’ye bakıldığında sadece Türkiye ile ilgili değil bölgede ciddi bir kürt meselesi var. Genel olarak bakıldığında 11 Eylül sonrasında Avrupa’da artan ırkçılık ve terörizm meselesinin olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla dünyadaki güvenlik ve sorunları, çatışmaları tanımladığımızda eskiye hiç de benzemeyen bir profil ortaya çıkmaktadır.
Ortadoğu’da belli siyasi entiteler, devletler ve bu devleti oluşturan halklar var. Birincisi bu devletin elitleri ve halklar arasında problem var.
İkincisi de bu devletler son derece yapay devletlerdir. Yani içinde bir sürü etnik, mezhepsel grubu içeren ve doğrudan sömürgeciler tarafından önceden oluşturulmuş sınırlar ve bu sınırları ancak otoriter lider oluşturarak sağlamışlardır. Halklar da artık otoriteye karşı isyan ediyorlar. Bu
durum yalnızca Ortadoğu’da değil Ukrayna’da, Tayland’da, Filipinler’de, Brezilya’da, Arjantin’de yani dünyanın birçok yerine bakıldığında görüyoruz
ve sadece otoriteye değil devlete karşı toplumsal hareketler var. Toplumsal hareketleri, etnik mezhepsel çatışmaları, ortaya çıkan yeni ırkçılık tarzı trendleri anlamak için klasik uluslararası ilişkiler temel kavramlarını özellikle Soğuk Savaş sonrasının temel meselelerini açıklamaya yaramadığını görüyoruz. Dolayısıyla bütün bunlar olurken, bir yandan devlet otoritesinin zayıfladığı bir yandan da kimliksel meselelerin ön plana çıktığı, kültürün ve dinin ön planda olduğu bir çerçeve var. Bu çerçeveyi anlama konusunda uluslararası ilişkilerde inşacı bir teori türetildi. İnşacıların popüler olması 1990’lardan sonradır ama ondan çok daha önce 1960lı yıllarda insan kimliğini ve insan ihtiyaçlarını çok daha
temele alan başka bir paradigma vardır. Bu da çatışma çözümleri veya literatürde barış çalışmaları olarak da ifade edilebilir. İkisi birbirinden farklı trendler. Uluslararası ilişkilerden daha önce bunu merkeze alan bir çalışma sahası vardı ve toplumlarla gruplar arasındaki ilişkileri daha fazla temele alıyordu. Kendi içerisinde bir değişim yaşadı ve hala aslında uluslararası ilişkilerdeki temel kavramların, açıklama biçimlerinin işe yaramadığı noktalarda daha da popüler hale gelen bir disiplin var.
Dolayısıyla dünyada muhatap olduğumuz çatışmalara bakıldığında bunlar tam olarak büyük güçler, devletler arasındaki çatışmalar değil devletlerin
muhatap olduğu vekâlet savaşlarıdır. Yani devletler içerisindeki farklı etnik mezhepsel grupların farklı dini grupların siyasi akımların başka ülkeler tarafından yönlendirildiği daha kimlik merkezli çatışmalar ön plandadır. Bu çatışma türünü daha fazla anlamamıza yardımcı olacak temel kavramsal çerçevesi ile özellikle devletlere bakıldığında, farklı devlet türlerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Yani işleyen devletler, çöken devletler, yarı devletler gibi. Yani Afganistan gibi, çok etniksel çok mezhepli çok dinli devletler Sudan, Irak, Lübnan gibi buralarda artık standart Vestfalya düzenindeki algıladığımız şekilde bir devlet yapısının olmadığı ve bunları anlamaya ve yönetmeye yönelik yeni perspektifler
geliştirmek gerektiği görülmektedir.
Çatışma çözümleri sadece uluslararası ilişkilerle ilgili bir alan değildir. Disiplinler arası veya disiplinler üstü bir alan da denilebilir. Çatışma çözümleri diğer disiplinlerden farklı olarak, çatışmayı temele alan ve çatışma hangi düzeyde olursa olsun örneğin işçi – işveren ilişkiler, Batı’da özellikle alternatif çatışma çözümleri denilen arabuluculuk, hakemlik gibi enstrümanların ön plana çıkması, bir yandan da devlet inşasından ulus inşasına kadar karmaşık konuları ilgilendiren bir alandır. Dolayısıyla çatışma çözümleri denilen alan, disiplinler arası veya disiplinler üstü bir alan olarak tanımlanır. Çatışma çözümlerinin, ekonomi ve siyaset kimliğinden farklı olarak, belli disiplinleri, belli kavramları vardır. Dolayısıyla disiplin üstü alan olarak adlandırılabilir. Çatışma çözümleri ortaya çıktığı günden beri insan merkezli bakmaya çalışan, uluslararası
veya etnik çatışmaları anlamaya çalışırken de insan ihtiyaçlarını insanın temel kaygılarından yola çıkarak ve bunların dönüşümünden hareketle kavramsal çerçeve oluşturan ve bu çatışmaları çözümleme yönünde yeni kararlar almaya çalışan bir disiplindir. Dolayısıyla devlet dışı aktörler çatışma çözümlerinde daha merkezdedir. Hangi düzeyde olursa olsun bir çatışma çözümlenmek isteniyorsa bunun altında yatan insanın temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. İnsanların arasındaki etkileşimin sağlanması gerekmektedir ve bu ihtiyaç ve etkileşimi engelleyen temel yapılanmayı bunlar zaman zaman kurumlar da olabilir. Bununla mücadele etmemizi sağlayan bir disiplindir. Diğer bir özelliği sadece soyut kavramsal bilgi üretme değil ürettiği kavramlar ve ürettiği enstrümanlar daha çok pratikten ortaya çıkan bir alandır.
Dolayısıyla teorik–pratik etkileşimi çatışma çözümleri açısından çok genel bir meseledir. Teorik–pratik etkileşimi derken; pratikte etkisi olmayan şeyleri çok da fazla ön plana çıkarmayan, pratikte ortaya çıkan şeyleri kavramsallaştırmaya çalışan ve bu belli kavramları belli pratikleri küçük grup çalışmalarında focus gruplarla deneyen ve o gruplardan çıkan sonuçları başka alanlarda uygulayan teorik ve pratik arasındaki çok yoğun etkileşimin olduğu bir alandır. Dolayısıyla teori arka planı çok sağlam olan ama pratik karşılığı olan kavramları üretmeye çalışıyor. Yani çatışma çözümleri temel ilgi alanlarına bakıldığında bunlar arabulucu, hakemlik, müzakere, müzakere teknikleri, barış inşası, barış gücü gibi bütün bu kavramları ve çalışma sahaları teorik – pratik etkileşimi yoğun olduğu ve aslında teorisyenlerin pratik yaptığı, pratisyenlerin de teori geliştirmeye çalıştığı bir alan ve-bunu merkeze koyan bir alandır. Dolayısıyla bugün özellikle Batı’daki kurumlara bakıldığında kalkınma ajanslarının, barış inşa ajanslarının çoğunun bu konuda önemli bir rol aldığını görmekteyiz. Oradan çıkan pratik sonuçların teoriyi etkilediğini, teorik çıkarımların pratikte yeniden
şekillendiğini görüyoruz. Dünyadaki genel trendler, çatışma trendleri bu pratiğin niteliklerini de etkilemektedir. Tarihsel olarak bakıldığında, Soğuk Savaş Dönemi’nde nükleer gerilimin yaşandığı dönemlerde dahafazla nükleer gerilimi engellemek için ne şekilde müzakereler geliştirilebilir üzerine müzakere literatürü vardır. Çatışmaların olduğu alanlarda devletlerarası gruplar arası arabuluculuk ön plana çıktı. 1960’lı yıllarda sorun çözüm atölyeleri, 11 Eylül’den sonra ise daha farklı dinsel çatışmaların ön plana çıktığını görüyoruz. Ve buradaki genel trendlere uygun olarak da kavramsal çerçeve geliştirilmeye çalışılıyor. Tabii diğer sosyal bilimlerden farklı olarak, yani sosyal bilimlerin genel olarak biz sahaya bakarız, olanı inceleriz gibi bir yaklaşımı vardır. Çatışma çözümleri genel perspektifi veya barış çalışmaları genel perspektifinde normatif olarak olaylara nötr bakılmadığını görüyoruz. Bir kere “barış iyi bir şeydir, biz barışın bilimini yapabilir miyiz acaba?” diye bakıyor. Dolayısıyla, bu işin içine giren insanların çoğu çok iyi bilim adamları olmakla birlikte bir çoğu aslında barışı nasıl inşa edebiliriz, barışa nasıl katkı sağlayabiliriz ön kabulüyle araştırmalar yapmışlardır. Yani hedeflerinden bir tanesi budur. Dolayısıyla bizim bu trendi, bu sahayı etkileyen bilim insanları haricinde de Amerika ve İngiltere’de, pasifist grupların bu alana ciddi manada katkı sağladığını biliyoruz. Ve bilim yaparken bir yandan da barışı sağlamaya yönelik enstrümanlar ve bilimsel çerçeve geliştirilmeye çalışıldığını da görüyoruz. Dolayısıyla çatışma çözümleri, çatışma analizleri diğer disiplinlerden farklı olarak biraz disiplinler üstü, hangi alanlarda olursa olsun çatışmayı biraz merkeze alan ve çatışmaların önlenmesini, barışın aslında önemli bir şey olduğunu ve bilim adamlarının görevinin de birazcık bunu sağlamak olduğu ön kabulünde bulunan ve pratiği de
aslında pratiği de disiplinin temeline alan -belki diğer alanlarda biraz daha merkezde olabilir- ama çatışma çözümlerinde gerek araştırma gerekse
kavram geliştirme daha çok pratiğe yönelik, pratikten gelen deneyim geri bildiriminin de teoriyi geliştirdiğini görüyoruz. Bu açıdan biraz diğer disiplinler den farklı ama pratik karşılığında önemli ölçüde bugünkü uluslararası sistemin dönüşmesine katkıda bulunduğunu da biliyoruz.
Mesela 1990’lı yıllarda Boutros-Ghali tarafından ortaya atılan “an agenta for peace” aslında BM’nin bir sonraki aşamaya geçmesinde işte barış gücü, barış inşası gibi temel fonksiyonlarını yeniden konumlandırdığı, aslında orada inşa edilen temel dönüşüm, BM’nin kendi içerisindeki temel dönüşümü, aslında çatışma çözümlerinden gelen bir geribildirimdi. Yine 2000’li yıllarda bu milenyum gelişme hedefleri aynı şekilde çatışma çözümlerinin temel kavramlarıyla alakalıydı. Yani uzun vadede barış inşa edeceksek bunun ancak ekonomik altyapı ve yapıların ortaya çıktığı bir çerçeveyle oluşabileceğini öngören, çatışma çözümlerinin temel çerçevesiyle son derece paralel haldeydi. 2005’e geldiğimiz de, kadınların, özellikle çatışmalardan daha fazla etkilenen kadınların, çatışma çözüm süreçlerine daha fazla entegre edilmesi gerektiğini söyleyen yine çatışma çözümlerinin temel alanıydı. Yine 2000’li yılların sonunda kültürel çatışmalar, ırkçılık ve kültürel hoşgörüsüzlük gibi konuları ele alan yine çatışma çözümlerinin temel kavramsal algılamasıyla paralel gidiyordu. İsterseniz biraz çatışma çözümlerinin temel kavramlarına bakalım. Bu bakış bize aynı zamanda bu alanın genel karakteristiği üzerine de bir fikir verecektir.
Ben çatışma çözümlerini bu konuda ki bakış açısını vermem gerekirse: Şöyle düşünün Balkanlar’da, Afrika’da, Kongo’da, Ruanda’da etnik soykırım yaşadığında veya geniş kapsamlı bir çatışma yaşandığında bunların en büyük mağdurlarından birinin kadınlar olduğunu görüyoruz. Cinsel istismardan tutun da birçok konuda sahada çalıştırıldıklarını bir yandan da çatışma sonrasındaki dönemde de o toplumu yeniden inşa etmeye çalışan ve o toplumdaki yeni gelen nesillerin yetiştirilmesinde de kadınların rolü olduğunu görüyoruz. Barış anlaşmaları barış görüşmeleri çoğu zaman kadınları dışlayan bir şekilde yapıldığı için, özellikle 2000’li yıllardan sonraki süreçlerde kadınların daha merkezde olduğu barış girişimlerinin daha başarılı olabileceğine dair çok çalışma yapıldı. Bugün mesela soykırım sonrası Ruanda’da, Haiti’de, Balkanlar’da kadınların
daha ön planda olduğunu görüyoruz. Bunların birkaç sebebi var. Birincisi o dönemde şiddeti yapanların çoğunluğunun erkekler olduğunu dolayısıyla bu insanların daha sonraki süreçte biraz dışlanması gerektiğini görüyoruz. Bir şekilde belki o şiddeti yapanlar hak ettiği şekilde cezalandırılmadı ama en azından yeni yüzler kadınlardı. İkincisi yeni nesli etkileyecek olan onlar, üçüncüsü de aslında mağduriyeti yaşamış ve kendi aralarında ilişki geliştirmeye daha müsait olduğunu görüyoruz kadınların. Dolayısıyla 2000’li yıllardan sonra özellikle çatışma yaşanmış bölgelerde kadınların daha ön plana çıktığını görüyoruz. Ve bunlar yine eğer uluslararası ilişkiler perspektifinden bakıldığında biraz tepeden aşağı perspektif geliştiriyorlar. Yani barış anlaşmasını kimler yapıyor, barış anlaşmasını savaşanlar yapıyor. Ama barışı kimler yapabilir, barış
inşa edecekler o toplumun temelindeki insanlardır. Çatışma çözümleri tepeden aşağı değil de aşağıdan yani toplumun temelinden toplumun katmanlarından inşa edilebileceğini öngördüğü için bu konuda kadınlar, sivil toplum daha ön planda oluyor. Uluslararası ilişkilerde siyasetin baktığı gibi temel siyasi eğilimlerden ziyade toplumu daha temelden etkileyebilecek bu insanların daha ön planda olduğunu görüyoruz.
Peki, şunu sorayım size “ Çatışma nedir? ” “ Ne zaman Çatışma olur? ”
Birincisi en azından iki grup olması gerekiyor. İki insan olabilir, iki grup olabilir, iki devlet olabilir. En az iki aktörün değer ve çıkarlarının uzlaşmaz olduğunu algılamalarıdır. Buradaki algı çok önemli, çünkü çoğu çatışma aslında aktörler arasındaki iletişim kopukluğundan dolayı birbirlerinin çıkarlarını ve değerlerininin uyuşmaz olduğunu algılamalarından kaynaklanıyor. Mesela kıt kaynaklar söz konusu olduğunda, bu gerçekten algının ötesinde olabilir ama insan ilişkilerin deki çatışmalara bakıldığında çoğu zaman bunun algısal olduğunu görüyorsunuz. Mesela bir ülkede çok ciddi otoriter bir rejim olabilir, o insanlar dünyadaki diğer gelişmeleri takip edemediklerinde kendilerinin yaşamış olduğu şeyin normal olduğunu algılayabilirler. Bu şekilde algıladıklarında zaten o insanlar için normal bu ise bu çatışmaya neden olmayabilir. Veya bir ülkede ciddi bir ekonomik kalkınma vardır ve insanlar geçmiş on yıla göre ciddi anlamda zenginleşmiş olabilirler.
Ama bu ülkedeki bazı gruplar bu gelişimden yeterince faydalanamadıklarını, kendilerinin çıkarlarının diğerleri ile uyuşmaz olduğunu algıladıkları zaman çatışma ortaya çıkar. Dolayısıyla temelde elbetteki kaynaklar, çıkarlar önemlidir, değerler önemlidir. Ama insanların kafasındaki bu uyuşmazlık algısı değiştirilmediği sürece çatışma da devam eder. Bu algıyı yönetmemiz gerekiyor. Dolayısıyla çatışma çözümlerinin temelindeki şeylerden bir tanesi insanların ve grupların çıkar ve değer uyuşmazlıkların daki o algısal yönetimi de yapmamız gerekiyor. Belki 16. yüzyılda kölelik normal bir şey olarak algılanırdı ama bugün için köleliğe benzer uygulamalar, onu andırabilecek en ufak bir uygulama bile çatışma çıkarma potansiyelin sahiptir. Dolayısıyla, buradaki çatışma çözümleri disiplini algı yönetimini çok ön plana alan bir yaklaşımdır. Bazen taraflar arasındaki ilişkiler tarafların çıkarları arasında uyuşma olsa bile bazı algısal manipülasyonlar ile taraflar çatışmaya götürülebilir. Ve kaynakları dağıtmak, değerleri tartışmanın ötesinde bu algı süreçlerini de yönetmemiz gerekiyor. Geçen hafta Türkiye’de yaşanan olayları hatırlayın, bir buçuk yıldır Türkiye’de sıcak çatışma olmamıştı ve Lice’deki bayrakla alakalı olay bir anda toplumdaki çatışma algısını tekrar ortaya çıkardı. 90’lı yıllara dönersek, o dönemin sıcak çatışmasını düşündüğümüzde bu belki çok marjinal bir durum olabilir ama gerçekten o algı ile oynamak, onun manipülasyonu insanların içindeki çatışma hissini de besleyen ve o algıyı oluşturduktan sonra artık insanlar bütün olguları o çatışma anlayışını destekleyecek şekilde algılamaya başlarlar. Bütün haberleri o şekilde algılamaya başlarlar.
Bu da kendi kendine yeniden üreten tarzda bir manipülasyona dönüşebilir. Dolayısıyla çatışma çözümünde algı ve algı yönetimi en az olgular kadar önemlidir. Sadece kaynakları dağıtmak, sadece gücü dağıtmak burada yeterli değildir.
Peki, çatışma iyi bir şey midir? Çatışma eğer iyi yönetilebilirse, şiddet olmadan olabilirse, çatışmayı ortaya çıkaran şeylerden bir tanesi o toplumda, değişen toplumda değişen şartlarda bazı şeyler değişmiyorsa mesela Arap Baharı’nı ortaya çıkaran süreç içerisinde otoriter sistem değişmiyorsa, insanların beklentileri karşılanmıyorsa çatışma ortaya çıkabilir. Çatışma bir şekilde yönetilebilirse sıkıntı yok ama çatışma kendi içerisinde illa kötü bir şey değildir. O çatışmayı ortaya çıkaran toplumsal adaletsizlikler, uluslararası adaletsizlikler ve bunları engellemeye yarıyorsa iyi bir şey olabilir. Ancak bu adaletsizlikleri daha da kötü bir noktaya götürüyorsa bu kötü bir şeydir. Burada çatışma çözümleri kendi içerisinde çatışmayı kendi başına olumsuz bir şey olarak algılamaz. Belki size garip gelebilir ama çatışma bazen tıkanmış bazı adaletsizlikleri çözmek için olumlu etkiler bırakabilir. Ancak burada kaçınılması gereken şey şiddettir. Çünkü şiddet o çatışmanın daha sonraki nesillere,
daha farklı gruplara yayılmasını ve bunu ufak bir şeyden başlayabilir ama çok daha karmaşık bir hale gelmesine neden olabilir. Dolayısıyla çatışma eğer olumlu şekilde yönlendirilebilirse, şiddetsiz bir şekilde yönlendirilebilirse bazı toplumsal dönüşümleri ve adaleti tekrar inşa etmeye yardımcı olabilir. Ancak bu toplumun daha fazla geneline yayılıp da çatışmaya ve şiddete neden olursa son derece sıkıntılı bir hal alabilir. Dolayısıyla çatışma çözümlerinde illaki çatışma kötü bir şey değildir ancak şiddet kötü bir şeydir. Çünkü şiddet aynı şekilde kendini
yeniden üreten ve bunu daha da genele yayan bir hal alabilir diyebiliriz.
Peki “barış nedir? Çatışma dedik barış veya istikrarı nasıl tanımlayabiliriz?” Çatışma tanımına dönersek çıkar ve değerlerin uyumsuzluğu algılamasıdır.
Barışın da birkaç tane tanımı olabilir. Çatışmasızlık durumu çoğu zaman barış olarak algılanabilir. Ama biz çatışma çözümlerinde bu şekilde tanımlamıyoruz. Yani çatışmasızlık durumunu, şiddete bulaşmamayı yalnızca barış olarak tanımlayamayız. Biz bunu negatif barış olarak tanımlıyoruz. Çatışma çözümlerinde asıl barış bundan daha derin bir olgudur. O çatışmayı ortaya çıkarabilecek bir algıdan bahsediyoruz. Bu algılar kültürden kaynaklanabilir. Toplumda belli adaletsizlikler vardır, yapısal eşitsizlikler vardır. Toplumda kaynaklar yanlış dağıtılıyordur, güç yanlış dağıtılıyordur ve bunu sonucu olarak ortaya çıkan bir şiddet vardır. Bazı durumlarda şiddet ortada olmayabilir. Çok otoriter bir ülkede, mesela Kuzey Kore’yi düşünün çok otoriter bir ülkedir. Bu ülkede şiddet doğrudan belki yoktur ama bunun atında işleyen çok daha eşitsiz
bir durum vardır. Dolayısıyla biz burada barış var diyemeyiz. Barış ortaya çıkabilmesi için bunun altında yatan değerlerin, yapıların ve insani
etkileşimin de birbiri ile uyumlu hale gelmesidir. Dolayısıyla, biz buna pozitif barış diyoruz. Çatışma çözümlerindeki amaç, belki diğer alanlarda çatışmasızlığı hedefleyebilir, kendi aralarında bir şekilde uzlaşmalarını hedefleyebilir ama bizim amacımız yalnızca çatışmasızlık ve uzlaşma değil bu çatışmaların altında yatan kültürel algılamaları, bu çatışmaların altında yatan adaletsizlikleri, mekanizma ları ve yapıları ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla çok daha derine, toplumun tabanına yani elitlerin kendi aralarında çatışmasızlık konusunda anlaşmış olmaları barış olarak tanımlanamaz. Bizim hedefimiz o elitlerin altında yatan etnik gruplar, dini gruplar mesleksel grupların da kendi aralarında anlaşmalarını
ve iletişim geliştirmelerini ve değerlerini yeniden algıladıkları bir ortam oluşturmak ve bu kötü algılamalar, bu değer çatışmalarından ortaya
çıkan belli mekanizmaları, yapısal adaletsizlikleri sağlayan toplumdaki gelir dağılımını yanlış yönlendiren mekanizmalarla muhattap olmadan
doğrudan bir barış olmayacağını dolayısıyla bunları dönüştürmeye yönelik, o toplumu yeniden eğitmeye barış şartlarını yeniden inşa etmeye yönelik bir şey olmadan barış olmaz diyoruz. Dolayısıyla çatışma çözümlerindeki hedef, çatışmasızlık ve negatif barış değildir. Elbette bu çok önemlidir ama eğer bunun altında yatan algılamaları, bunun altında yatan çatışma kültürünü ve bunun altında yatan çatışmayı yöneten mekanizmalarla muhattap olmazsak bu durum ileriki zamanda tekrar çatışma oluşturacaktır. Dolayısıyla pozitif barışı ortaya koyan tarzda müdahale etmemiz gerektiğini ve bunun da aslında toplumun geneline, insanların hayatına nüfuz edecek tarzda bir müdahale ile olabileceğini
ve burada da barış eğitimi, elitler ve toplumsal iletişimin çok daha üst düzeyde olması gerektiğini ve bunun da uzun vadede bir dönüşüm gerektirdiğini
düşünüyoruz. Dolayısıyla bugün barış olarak algıladığımız şeylerin çoğu aslında barış değil çatışmasızlıktır. Ve çatışmasızlık da ideal bir durum değildir. Çünkü bazen o toplumun altında yatan yapısal sıkıntıların ortadan kalkmasını engeller bu çatışmasızlık durumu. Ve insanlarda belki 50 yıl sonra, belki 100 yıl sonra, belki daha yakın dönemde daha farklı sıkıntılara neden olabilecek bir durum üretebilir. Buradaki hedefimiz çatışmanın özünde yatan temel meseleleri tespit etmek ve bunlarla yüzleşmek ve buna da toplumun tamamını kapsayacak şe-
kilde bir çözüm yöntemi bulmaktır. Yine burada çatışma çözümlerinin en temel aldığı ve engellemeye yönelik dediğim gibi çatışma kendince kötü bir şey değildir ama eğer bu çatışma şiddet üretmişse bu şiddet de uzun vadede daha başka bir şiddet üretir. Dolayısıyla bir yerde bir şiddet üretilmişse bu mutlaka toplumun farklı bir kesiminde ya da tarihin ileriki bir döneminde şiddete neden olabilir. Atalarının yaamış olduğu şiddeti bazı gruplar tekrar hatırlayabilir. Mesela Bosna’da yaşanan soykırımda 600 yıl önce Kosova Savaşı’nda yaşanan olaylar Miloseviç ve milisleri tarafından hatırlatılarak yapılmıştır. Ruanda’daki soykırım, sömürge döneminde ve daha sonra kabile yapısının dönüştürülmesi ile
ilgili yapılanların tekrar gündeme gelmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla burada şiddet tanımına da bakmamız gerekiyor. En sıradan şiddet tanımı aslında gördüğümüz insanların birbirlerini öldürmek, yaralamak şeklindeki şiddet tanımıdır. Biz buna doğrudan şiddet diyoruz. Doğrudan şiddet aslında şiddetin en kötü formu değildir. Doğrudan şiddet haricinde iki temel şiddet tanımından bahsedebiliriz: Yapısal şiddet ve kültürel şiddet. Yapısal şiddet; insanları, grupları doğrudan öldürmek yerine çok daha sistematik, çok daha yapısal şekilde adaletsizlikler oluşturan sistemlerdir.
Mesela kast sistemi kendi içerisinde bir yapısal şiddettir denilebilir.
Mesela bugün Afrika’daki bazı ülkelerde, ortalama insan hayatı 40 senedir. Ama Japonya’da Amerika’da bu 70’e 80’e yakındır. Veya Amerika’yı örnek verirsek zenci erkeklerin ortalama hayat süresi 55-56 civarındadır, beyazlar için bu süre 75-76’dır. Yani insanlar belki doğrudan ölmüyorlar ama öyle bir yapısal adaletsizlik vardır ki bu yapısal adaletsizlik sonucunda bazı insanlar doğrudan değil dolaylı olarak şiddete maruz kalırlar. Kapitalizmin ürettiği bazı eşitsizlikler vardır, sömürgeciliğin ürettiği bazı eşitsizlikler vardır dolayısıyla yapısal şiddet dediğimiz artık köklemiş, insanları doğrudan değil dolaylı olarak mağdur eden, hayatlarını kötüleştiren hatta yasal ya da sınıfsal olarak, kötü muameleye
uğramalarına neden olabilir. Mesela, İsrail’in bugün Filistin’e uyguladığı yapısal şiddettir. Yani insanlar belki her gün ölmüyorlar ama Gazze’de insanlar sıkıştırılmış, hapis hayatı yaşayan 1.5 milyona yakın insan vardır. Dünyanın birçok yerinde, Myanmar’da çeşitli etnik grupların maruz kaldığı kendi dillerini, dinlerini kullanamama, bu yapısal bir şiddettir ve o toplumları o insanları doğrudan yapısal şekilde insan hakları ihlaline neden olur. Bu çoğu zaman doğrudan şiddetten daha kalıcıdır. Yapısal şiddetin yanında kültürel şiddet vardır. Kültürel şiddet de bu insanların, bu grupların doğrudan şiddete maruz kalmalarını sağlayan ideolojik veya değer bazlı tanımlardır. Mesela mezhep çatışmasının olduğu bir noktada diğer mezhep mensuplarını gayrımeşru hale getiren veya 11 Eylül sonrasında özellikle Müslümanları terörist olarak ilan eden
veya ayrımcılık, ırkçılık, antisemitizm gibi bir takım insan grubuna eşitsizlik veya adaletsizlik uygulamayı meşrulaştıracak olan kültürel çerçevedir. Bunlar kitaplarla olur, din adamlarını vaazlarıyla olur, siyasetçilerin ırkçı söylemleri ile olabilir ama başka bir gruba şiddet uygulamayı meşrulaştıracak tarzdaki kültürel altyapıdır. Bu çok daha derindir. Yüzyıllar boyunca oluşan bir durum olabilir. Edebiyatla, şarkılarla, dini metinlerle üretilebilir. Ama bunların üstesinden gelmek hiç de kolay değildir. Bunlar bir oluşunca dönüştürmek kolay değildir. Bugün Şii-Sünni gerilimini düşünün. Aslında 14 asır önce olan Kerbela olayına referansla yaşanan öyle bir kültürel ayrım olmuştur ki bunlar zaman içerisinde
siyasi hedefler için kullanılmıştır. Bu kültürel şiddetin oluşturduğu algılama toplumu birbirinden ayırır ve yapısal şiddeti oluşturabilir. Toplumu kompartımanlara ayırır. Bunu sonucunda doğrudan şiddet çok daha meşru hale gelebilir. Dolayısıyla bu sınırlar, duvarlar, toplumsal anlatılar çok daha uzun vadede şiddet üretebilir. Bunlarla muhatap olmadan da gerçek bir barış ortaya koymak çok da mümkün değildir. Sadece 11 Eylül saldırıları ve ondan sonra yaşanan Irak, Afganistan ve dünyanın muhtelif yerlerinde oluşan İslamafobi aslında çok daha ciddi bir kültürel şiddettir. Siz aslında barışçıl bir Müslüman olsanız bile batıda artık size olan yaklaşım çok daha farklı bir hale gelmiş olabilir. Aynı şekilde İslam dünyasının da batıya bakışında özellikle Afganistan, Pakistan ve değişik ülkelerde bakış açısında da ciddi bir dönüşüm olmuştur. Ve bu çok daha karmaşık bir çatışmanın aslında kökeni, nüvesi gibi atılmıştır. Doğrudan şiddeti engelleyebilirsiniz. Tarafların ayırabilirsiniz veya taraflardan biri
kaybeder ya da kazanırsa doğrudan şiddet biter. Ama doğrudan şiddeti üreten bu tarz ideolojik mekanizmalar nesiller boyu aktarılır, nesiller boyu yeniden üretilir. Şarkılarda, filmlerde, dini metinlerde üretilir. Bunlarla muhatap olmak o kadar da kolay değildir. İnsanların nesiller boyu yeniden eğitilmesi gerekebilir. Aslında bununla muhatap olmanın güzel örnekleri de var. Fransızlarla Almanlar veya Avrupalılar yüzyıllar boyunca birbirleriyle kavga etmişlerdir. 30 yıl savaşlarında belki Avrupa nüfusunun %30’u ölmüştür. Protestanlar ile Katolikler birbirlerini kesmiştir. Hatta Avrupa tarihini 18. yüzyıldan 2. Dünya Savaşı’nın başına kadar geldiğinde herhalde kaç nesil birbirini kesmiştir. Savaşlar yaşanmıştır,
1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş gibi. Ama en sonunda Fransızlarla Almanlar bir şekilde bir araya gelip Avrupa Birliği’ni oluşturabilmiş tir. Bir sonraki nesli ders kitaplarından tutun da toplumsal etkileşimlerle yeninden inşa ederek bu kültürel şiddetle muhatap olmayı becerebilmişlerdir. Bunun iyi örnekleri de var ama genelde biz kötü örneklerle muhatap oluyoruz. 1915 olayları Türkiye’nin en büyük problemlerinden bir tanesidir. Belki Türkiye’yi doğrudan etkilemiyor ama uluslararası camiada etkileri var. Bu nefretle yetiştirilmiş, özellikle Diaspora’da yetiştirilmiş Ermeniler var. Türkiye’de buna karşılık veren aşırı milliyetçi tepkiler var. Bunlarla muhatap olmanın da gerçekten ortaya çıkan, yeniden üreten bir şiddet var ve bu sadece olgularla alakalı bir şey değil. Bu artık kendi kendini yeniden üreten bir şey ve bununla
muhatap olmanın yöntemlerini de bulmak durumundayız. Tarih boyunca bunlarla muhatap olmak çok kolay olmamıştır ama en azından barış süreci dediğimiz, “reconciliation” dediğimiz uzlaşı bunun iyi örneklerindendir. Çatışma çözümleri bir yandan da bu tarz kültürel uzlaşmazlıklarla muhatap olmayı deneyen, yöntemleridir. Türkiye’nin en son Başbakanın bu konudaki çıkışı, Dışişleri Bakanlığının Ermeni sorunu konusunda yaptığı çalışmalar bu toplumsal uzlaşmayı sağlamaya yönelik adımlar veya Yahudiler ile Araplar arasında yapılan müzakereler, workshoplar aslında çatışma çözümlerinin konusudur. Bu çatışmaların temelindeki kültürel algıyı dönüştürmeye ve bunu toplumun geneline sirayet ettirmeye çalışan bir perspektif de vardır. Aslında çatışma dediğimiz şey bu çatışmayı ortaya çıkaran, doğrudan şiddeti ortaya çıkaran
çatışmalar bu doğrudan şiddeti meşrulaştıran toplumsal algılar ve değerler ve bu doğrudan şiddet sonucunda ortaya çıkan yapılarla alakalıdır. Dolayısıyla çatışma çözümlerinin amacı da hem bu doğrudan şiddetle muhatap olmak hem bir yandan doğrudan şiddeti ortaya çıkaran daha derin yapılarla muhattap olmak ve bu daha derin yapıları da meşrulaştıracak toplumsal algıları ve kültürü de dönüştürmektir. Dolayısıyla çatışma çözümleri dediğimiz şey aslında toplumda bir yandan şiddeti engellemeye çalışırken bir yandan da o şiddeti açığa çıkaracak toplumsal dönüşüm sürecidir. Yani barış aslında bir süreçtir. Barış bir sonuç değildir. Bu sürecin sonucunda o barışın muhatabı olan, o çatışmaların muhatabı olan toplumları algılarıyla kültürleriyle dönüştürecek, bu barışı ortaya koymaya engel olan yapıları dönüştürmeye çalışan bunun önündeki engeller, yasalar, kurumlar bunlarla muhatap olmak ve bunun sonucunda ortaya çıkan aslında doğrudan şiddeti engellemektir. Ve dolayısıyla barış dediğimiz, çatışma çözümü dediğimiz şey uzun vadeli bir süreçtir. Toplumun temelini dönüştürmeyi hedefler ve aslında yapısal bir dönüşümü hedefler. Biraz pratik alana geçtiğimizde çatışma çözümleri dediğimizde çoğu insanın aklına ne gelir? Müzakere, arabuluculuk, barış gücü müdahalesi yapılması belki kalkınma yardımı. Aslında pratiğe bakıldığında çatışma çözümlerinin karşılığı bunlardır. Bunun altında ciddi bir toplumsal düşünce olduğunu görüyoruz. Birazcık bu disiplin nasıl ortaya çıktı nasıl gelişti bundan bahsettikten sonra soru cevap kısmına geçeceğiz. Ben kısaca bahsedeceğim. Aslına bakarsanız En ilkel toplumlardan beri, toplumsal yaşamın yani 3 kişinin olduğu bir ortamda
mutlaka bir çatışma olmuştur. Dolayısıyla çatışmalarla muhatap olma üzerine antropoloji literatüründen tutun da sosyal bilimlerin birçok alanında ciddi bir literatür oluşmuştur. Bu çatışmaları çözen insanlar özellikle o toplumlarda ya meşruiyetlerinden dolayı hakem olmuşlardır ya da bu sorunları çözerek o toplumda ciddi bir itibar kazanmışlardır. Genelde güçlü aktörler buna sahip olmuşlardır. Çatışma çözümleri elbette ki insanlararası, gruplar arası, devletlerarası birçok konuda çalışma yapmıştır. Ama modern sosyal bilimler olarak çatışma çözümlerinin ortaya çıkması özellikle 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı yaşandıktan sonra, bu çatışmaların yıkıcı etkisi yaşandıktan sonra bu barışın bir bilimi olabilir mi acaba sorusuyla ortaya çıkmıştır. Değişik bilim alanlarında, siyaset bilimi, ekonomi, psikoloji gibi alanlardan birçok sosyal bilimci bir araya gelerek biz bu çatışmalardan çok çektik, modern sosyal bilimin de bazı imkanları var, gerçekten bunu engellemeye yönelik bir bilim
kurabilir miyiz şeklinde ortaya çıkmıştır. İlk olarak bugün kullandığımız manadaki düşünce şekli biraz konsorsiyum şeklinde bu bilim adamlarının
bir araya gelmesiyle veritabanları oluşturmuşlar.1950’li yıllarda araştırma merkezleri kurularak,Michigan, Harvard, Columbia Üniversitelerinde
veritabanları oluşturarak biz devletlerin neden çatıştığı, devletlerin neden çatışmalarını çözemediğine dair veri toplarsak, bunlardan bilimsel çıkarımlar yaparsak belki barışın bilimini oluşturabiliriz diye bir davranışsalcı ekol ortaya çıkıyor. Tabii o zamanların sosyal bilim ekolü ile birlikte bu üniversitelerde önemli merkezler kurup veritabanları oluşturuyorlar. Aynı şekilde 1940’lı yıllarda bir yandan Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler’de bu olurken bir yandan da işçi-işveren ilişkilerinde tabii aynı dönemde dünyada bir komünizm korkusu var.
Devletlerin haricinde bu sınıfsal çatışmaları nasıl çözülebilineceğine, işçi-işveren sorunlarını nasıl yönetebilineceğine dair de önemli çalışmalar var ve bunların işçi-işveren müzakerelerine yönelik bazı araştırmalar yapılıyor ve bununla ilgili de ciddi bir toplu müzakere literatürü ortaya çıkıyor. Bu kazan-kazan gibi, arabulucuk gibi kavramların bir kısmı da ordan çıkıyor. 1960’lı yıllara gelince gerçekten bu konuda dergiler oluşmaya başlıyor. İlk dönemlerinde temel hedef Soğuk Savaş dönemi olduğu için, dünyada bir nükleer katastrofu nasıl önleyebilirize yönelik nükleer müzakereler ve silahsızlanma müzakerelerine yönelik arabuluculuk literatüründe önemli bir gelişme oluyor. 1960’lı yıllarda özellikle literatürün bunun üzerinden geliştiğini görüyoruz. Genel olarak çatışma profiline bakıldığında 1960’larda neler var? Bir yandan 68 Kuşağı var,
sınıfsal ve yeni toplumsal kimlik karakteri var. Küba krizi, silahsızlanma müzakereleri. Asya’da Afrika’da sömürgelerin, sömürge imparatorluklarının
tasfiye olduğu bir dönemdir. Cezayir savaşı yaşanıyor, Uzakdoğu’da İngiliz ve Fransız kolonileri bağımsızlıklarını ilan ediyorlar. Bu süreçler çok sıkıntılı ve kanlı bir şekilde yaşanıyor ve önemli ölçüde katliamlar ortaya çıkıyor. Bu dönemde özellikle Amerika’da ve İngiltere’de bu çatışmaları yönetmeye yönelik bazı sorun çözüm atölyeleri veya interaktif çözüm atölyeleri üzerine çeşitli çalışmalar yapılıyor. Devletlerarası çatışmalardan ziyade devlet içi çatışmaların yaşandığı bölgelerde bu çatışmaları yönetmeye yönelik interaktif çözüm atölyeleri geliştiriliyor. Harvard’da, Columbia’da, İngiltere’de çeşitli üniversitelerde bu ülkeleri temsil eden gazeteci veya kanat önderi, dini lider gibi bu aktörleri
bir araya getirip atölye çalışması için bir süre bir arada tutuyorlar. Çatışmaları tekrar tartışmalarını, çözüme yönelik bazı şeyler geliştirmelerini sağlayan görüşmeler yapılıyor. Bunların bir kısmı gerçekten çok başarılı oluyor. Daha sonra yapılacak olan barış görüşmelerinde ve uzlaşma süreçlerinde çoğu zaman bu atölyelerden alınan geri bildirim veya raporlar sonucunda önemli başarılar sağlanıyor. Dolayısıyla bu disiplinin çıkmasında sorun çözüm atölyeleri informel olarak aktörleri buraya getirme şeklinde oluşan birlikteliğin önemli etkileri oluyor ve bunun sonucunda da ilk akademik programlar kurulmaya başlanıyor. Londra’da, Harvard’da, Columbia’da, Michigan’da akademik programlar açılmaya başlanıyor, şu an dünyanın birçok yerinde çatışma çözümlerine yönelik çalışmalar var buna en büyük katkıyı bu atölyeler sağlıyor. Soğuk Savaş’ın
bitimiyle birlikte dünyanın birçok yerinde dondurulmuş etnik çatışmaların tekrar ortaya çıktığını görüyoruz. Somali’de, Balkanlar’da, Afrika’da tekrardan ciddi çatışmalar yaşanıyor. Bu dönemde çatışma çözümleri olarak BM’nin -eskiden, Soğuk Savaş döneminde güvenlik konseyinden dolayı fazla aktif rol alamazken- bu dönemde gerek çatışmaları dondurmaya gerekse barış süreçlerine yönelik barış gücünün ciddi çalışmaları olduğunu görüyoruz. Çatışma sonrasındaki seçimlerden tutun da o ülkelerdeki alt yapının tekrar oluşturulmasına yönelik çalışmalar gündeme geliyor. 2000’lerden sonra özellikle barış inşasının Irak – Afganistan’dan sonra biraz da devlet inşasına yönelik barışı biraz tepeden
inşa etmeye yönelik çalışmalar olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla dünyadaki çalışma trendleriyle son derece paralel gidiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra nükleer silahsızlanma müzakerelerine odaklanıyor, koloni sonrasındaki çatışmalara yöneliyor, Soğuk Savaş sonrasında etnik ve mezhepsel çatışmalarının, kabile savaşlarının önlenmesine yönelik 2000’lerden sonra da artık devlet inşası ve toplumların kurumsal kapasitelerini oluşturmaya yönelik çalışmalar yapılıyor. 11 Eylül sonrasında da yine dini çatışmaların öne çıktığını görüyoruz. Bizim bölgemize gelindiğinde de yeni bir çatışma türüyle karşı karşıyayız. Yine mezhepsel ve ideolojik çatışmaların bu bölgede ön planda olduğunu görüyoruz ve buna yönelik çalışmalar yapılıyor. Çoğu kişinin çatışma çözümleri denildiğinde akla gelen şey müzakere arabuluculuk ama bunun çok daha ötesinde barış gücü, devlet inşası, kalkınma yardımları, gençler arasındaki, iş adamları ve din adamları arasındaki etkileşimin sağlanması barışın en üst noktasına kadar sağlanması için çalışmalar başlatılıyor. Bunun aktörleri de devletlerden farklı olarak dünyanın birçok yerinde de kalkınma ajansları, çatışma çözümü ajansları, toplumları bir araya getiren barış ajanslarının önemli ölçüde ön plana çıktığını bazılarının devlet eliyle daha fazla yapıldığını görüyoruz. Özellikle Kanada, Finlandiya, Norveç, İsveç, Hollanda gibi ülkelerin kendi dış politikalarını temel olarak çatışma çözümleri üzerinden inşa ettiğini görüyoruz. Bazı ülkelerin de daha çok sivil toplum kuruluşları üzerinden etkileşimde bulunduklarını görüyoruz.
Peki, Türkiye açısından çatışma çözümleri nerede duruyor? Türkiye son 10 yıldır dış politikasında birkaç şeye önem veriyor. Bunlardan bir tanesi, ekonomik etkileşimin arttırılması, ekonomik diplomasidir. Bir tanesi kendi yumuşak gücünü attırmak öğrenci etkileşiminin Türkiye’nin kültür ürünlerinin sağlanması ve buna yönelik çalışmalar Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar, Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, TİKA gibi ajanslar bu konuda önemli. Dolayısıyla Türk Dış Politikası’nda yeni yeni şeyler ortaya çıkıyor. Bunlar özellikle son Suriye krizine kadar Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk, İran nükleer meselesinde arabuluculuk, Irak’taki Sünni – Şii kabileler arasındaki arabuluculuklardan
tutun da Bosna’da en son Sırplarla, Boşnaklar arasındaki arabuluculuk, Afganistan ile Pakistan arasındaki arabuluculuk, aslında dünyanın en aktif arabulucularından bir tanesi şu anda Türkiye. Belki son birkaç senedir görülmüyor ama Türkiye gerçekten arabuluculuk alanına çok ciddi önem veriyor. Finlandiya ile birlikte “Frenz of Mediation” adlı bir grup oluşturdu Birleşmiş Milletler’de ve 100’e yakın ülke buna katıldı. Yine Medeniyetler İttifakı üzerinde kültürel çatışmaların engellenmesine yönelik İspanya ile başlattığı bir süreç var. Bu da başka önemli noktadır. Daha çok toplumun temelini ayrımcılıkla kültürel anlaşmazlıklarla muhatap olmayı hedefleyen bir çalışma. Buna da 100’ün üzerinde ülke katıldı. Yine bu çatışma çözümlerinin önemli yapısal problemleri önlemeye yönelik kalkınma yardımları var ve bu konuda özellikle TİKA’nın
dünya ölçeğinde çok fazla yardımı yaptığını, Türkiye’nin bu konuya ağırlık verdiğini görüyoruz. Kosova’da, Afganistan’da, Somali’de sadece bu ülkelerdeki anlaşmazlıklar değil, bu barışın alt yapısını oluşturacak kurumları ekonomiyi tekrar inşa etmek yönünde Türkiye’nin önemli adımlar attığını görüyoruz ve Türkiye’nin son 10 yıldır özellikle uluslararası açıdan bakıldığında ön plana çıkan diplomatik başarı ve faaliyeti, barış inşasına yönelik, devlet inşasına yönelik, kalkınma ve arabuluculuğa yönelik faaliyetlerinin olduğunu görüyoruz. Sonuç itibariyle Türkiye çok aktif bir arabulucudur. Yine Türkiye’nin bu konuda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde çatışmaların önlenmesine yönelik faaliyetleri vardır. Suriye’nin ve Irak’ın dostları gibi grupları oluşturarak aktif rol oynamaktadır. Türk dış politikasından belkide son 10 yıldır gözükmeyen yüzünde birçok çatışma çözümünde rol aldığını ve giderek sistematik hale geldiğini görüyoruz. Mesela Lübnan’da barış güçlerine desteği bulunmaktadır. Afganistan ve Kosova’da devlet inşasına yönelik ciddi katkıları oldu. Polislerin eğitilmesinden askerlerin eğitilmesine STK’ların desteklenmesine kadar birçok faaliyeti var. Dolayısıyla aslında Türkiye’nin belkide daha önceki 80 yıllık dış politikasında daha ön olana çıkan yaklaşımın her alanda çatışma çözümleriyle alakalı olduğunu görüyoruz. Tabii ki içinde bulunduğumuz ve çatışmalar bir yandan bu
politikamızı sekteye uğratabiliyor. Ama her şeye rağmen Türk dış politikasında önemli bir enstrümanlardır. Türk diplomasisinde bu yönde yapılan çalışmaların, Kızılay, TİKA gibi kurumların çalışmalarının arttığını göreceğiz. Bu alan Türkiye’nin yanında dünyada da hızla yükselen bir trend olduğunu görebiliriz. Diplomasi yalnızca diplomatlar arasında yapılan bir olgudan ziyade toplumun tabanına yönelik, daha kalıcı bir etkiyle yeniden yapılandığını ve Türkiye’nin de bu noktada kapasitesini arttırdığını görüyoruz. Uluslararası ilişkiler ders kitaplarında bu yönde geliştirileceğini de göreceğiz. Çünkü artık çatışmalar devletlerarası bir çatışma olmadığı için devletlerarası müzakerelerle çözülemeyecektir. Yeni yöntemler gelişmekte ve bizlerinde bu yöntemler hakkında bilgi sahibi olması gerekmektedir.
***