Çerçevesinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çerçevesinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2015 Pazar

Muhtemel Tehditler Çerçevesinde 2020’li Yıllarda Türkiye’nin Ordu Yapılanması Nasıl Olmalı? 2






 Muhtemel Tehditler Çerçevesinde 2020’li Yıllarda Türkiye’nin Ordu Yapılanması Nasıl Olmalı? 2


e) Siber Güvenlik
İçerisinde bulunduğumuz bilgi ve teknoloji çağında gerek günlük hayatta gerekse devlet kurumlarında bilgisayarın ve elektronik sistemlerin kullanımı her geçen gün artmaktadır. İnsanoğlunun her geçen gün bilgisayara bağımlı hale gelmesi ve en ufak bir problemin günlük hayatımıza yansıması büyük aksaklıklara yol açabilmektedir. Bu yüzden hayatımızın önemli bir parçasını oluşturan bilgisayar sistemlerinin ve haberleşme altyapısının güvenlik altına alınması büyük önem arz etmektedir.
Devlet, kurumları arasında yapmış olduğu elektronik yazışmalarını, telefon vb. araçlarla yaptığı haberleşmelerini, kullanmış olduğu bilgisayarlı sistemlerini ve kamu hizmetlerini gidermek için kullanılan sistemlerini güvenli bir hale getirmelidir. Bu konuda geçtiğimiz haftalarda ortaya çıkan “ Ulusal Siber Güvenlik Stratejisinin” hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi gerekmektedir. Peki, ordu bu noktada ne yapmalıdır? TSK öncelikle kendi haberleşme ağını daha fazla koruma altına almak zorundadır. Bilgisayar altyapı sistemleri kullanılarak yapılacak olası bir saldırı için ordu içerisinde 7/24 hazır bir birim kurulmalıdır.
Çünkü hâlihazırda böyle birimin olmadığını, varsa bile yeterince performans gösteremediğini 13 Haziran 2012 günü ulusal basına yansıyan haberde görebilmekteyiz. 9
Siber Güvenlik önlemlerinin alınmadığı takdirde, siber saldırıyı gerçekleştiren teröristlerin ülkenin birçok sistemini devre dışı bırakabileceğini unutmayalım ve verdiği zararın ekonomik boyutunu da göz önüne alalım. Geçtiğimiz yıllarda ABD ve İsrail tarafından İran’ın nükleer santrallerini devre dışı bırakmak için geliştirilen Stuxnet virüsünün verdiği 800 milyon dolarlık zararı göz önüne alıp ülkemizdeki çalışmaların bu çerçevede yürütülmesi gerekmektedir.10 Çünkü nükleer enerjiye yönelen Türkiye’yi yakın gelecekte bu tür saldırılar beklemektedir. Ayrıca İsrail’in bu kez düğmeye Türkiye için basmayacağını hiç kimse garanti edemez.
Her geçen gün insansız hava araçlarının ve silah sistemlerinin geliştiği günümüz dünyasında, bu sistemlerin savaş sahalarındaki artan kullanım oranını dikkate alırsak, bu sistemlere yönelik bir saldırının gerçekleşmesi hayal bile değildir. Bu yüzden ordumuzun sahip olduğu kendi sistemlerini koruyacak olan, gerektiğinde ülkemizin ulusal güvenliğine yönelecek olan bütün siber tehditlere karşı koyabilecek bir üniteyi kurması gerekmektedir.
3) Yakın Havzamızdaki Askeri Gelişmeler
Türkiye olarak ülkemizin bulunduğu coğrafi konumdan dolayı üç kıta arasında ve istikrarsızlıklarla dolu bir coğrafyaya, nükleer yarışın var olduğu ve yakın havzamız itibariyle eski bir süper güce / günümüzün önemli bir küresel aktörüne komşu olmak hiçbir açıdan kolay değildir, ne siyasal, ne ekonomik, ne de askeri olarak. Büyük olayların, çatışmaların ve tehlikeli silahlanma yarışlarının ortasında kalan Türkiye için güçlü ve caydırıcı bir orduya sahip olmak her daim hayati bir gereklilik olmuştur. Hele ki 2023 yılına yönelik büyük vizyonların dile getirildiği bir dönemde ve dış politikada 2002 sonrası başlayan şahlanmanın arkasında duracak bir ordunun gerekliliği daha da ön-plana çıkmaktadır.
Kafkasya’dan Orta Doğu’ya, Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan alanda yer alan komşu devletler ise silahlanma adına hiç vakit kaybetmemektedirler. Geçtiğimiz aylarda Rusya Federasyonu Devlet Başkanlığına yeniden seçilen Vladimir Putin’in 20 Şubat 2012’de Rossiiskaya Gazeta’ya yaptığı açıklamalar Rusya’nın 2020’li yıllara yönelik ciddi planlara sahip olduğunun önemli bir göstergesiydi. Putin tarafından yapılan açıklamada 600 yeni nesil savaş uçağının yanı sıra 400 balistik füze, 8 nükleer denizaltı, 20 denizaltı ve 28 S-400 hava savunma sistemi, 2300+ modern tank, 1000’den fazla helikopter, 2000+ yeni nesil kundağı motorlu topçu sistemi ve 50’den fazla su üstü savaş gemisinin Rus Ordusunun envanterine dâhil edileceği belirtildi. Ayrıca Rusların Fransa’dan almakta Mistral sınıfı amfibik harekât gemilerini ve geçtiğimiz günlerde yapılan açıklamayla orta menzilli, nükleer başlık taşıma kapasitesine sahip taktik İskender füzelerinin seri üretime geçecek olmasını unutmamak gerekir. Putin’in yapmış olduğu konuşmasındaki diğer bir önemli nokta ise Rus Ordusunun profesyonelleştirilmesiydi. Rusya gibi çağın modern faaliyetlerini geriden takip eden bir ülke dahi ordusunu profesyonelleştirmeyi planları dâhiline almıştı. 2017 yılına kadar ordusunda görev alan bir milyon askerin % 70’i profesyonel asker olacaktı ve bu geri kalan 300 bin kişilik zorunlu askerlik hizmeti kapsamındaki personelinde 2020 yılına 145.000’e düşürülmesi hedefleniyordu.11
Bu verilerden yola çıkacak olursak Rusya’nın yakın gelecekte önemli bir şahlanış göstereceği ve ABD ile Çin’in arasında süren silahlanma yarışına dâhil olarak dikkatleri üzerine çekmesi beklenebilir. Peki, Rusya’nın yapacak olduğu bu atılım Türkiye için tehdit oluşturmakta mıdır? Bu soruya doğrudan yanıt vermek oldukça güç olacaktır, çünkü “Bizim hiçbir ebedi müttefikimiz yoktur ve hiçbir düşmanımız daimi değildir. Ebedi ve daimi olan çıkarlarımızdır ve bu çıkarları takip etmek bizim görevimizdir."12 diyen Lord Palmerston’un bu sözünü akılda tutarak bu sorunun cevabını bulabiliriz. Rusya’nın yapacak olduğu yeni alımlar içerisinde özellikle nükleer denizaltılarının ve Fransa’dan satın alacağı Mistral sınıfı amfibik harekât gemilerinin Karadeniz’e konuşlandırılıp Akdeniz’e açılması sağlanarak uluslararası sularda boy göstermesi Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sahip olduğu çıkarlarına gölge düşürebilir.
Kadim komşumuz İran’ın her sene yapmış olduğu füze tatbikatları ve nükleer araştırmaları Orta Doğu’dan Avrupa’ya kadar uzanan hatta birçok ülkeyi huzursuz etmektedir. Rahatsızlık duyan ülkelerin başında Orta Doğu’nun sorunlu devleti İsrail ve bölgenin jandarması konumunda bulunan ABD gelmektedir. Yakın gelecekte İran’ın sahip olacağı nükleer füzelerin tüm bölge için tehdit yaratacağını ve bu nükleer yarışın İsrail’in herhangi bir hamle yapmasına sebebiyet vereceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Gelecekte İran ile yaşanacak olası bir krizde İran’ın sahip olacağı füzeleri Türkiye’ye yöneltmesi durumunda ise ülkemiz büyük bir tehlikenin altına girecektir. Türkiye’nin şu an için yüksek irtifa hava savunma sistemine ve herhangi bir nükleer ya da orta / uzun menzilli balistik füzeye sahip olmayışı ülkemizin ulusal güvenlik yapılanmasında büyük boşluk yaratmaktadır.
Irak’a baktığımızda ise ülkemiz için şu an en tehlikeli güvenlik sorununu Irak’ın kuzeyinde var olan Özerk Kürt Bölgesi ile Irak merkez hükümeti arasında yaşanan gerilim oluşturmaktadır. Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkacak tam bağımsız bir Kürt devletinin yaratacağı sonuçların neler olacağının farkında olmamız gerekir. İran’ın merkezi hükümet üzerindeki etkisini ve Irak’ın parçalanmasının ülkemize ve Irak’ta yaşayan Türkmen varlığına büyük tehdit oluşturacağını da unutmamak gerekir.
Orta Doğu’daki en büyük rakibimiz olan ve geçtiğimiz sene Arap Baharı sürecinde önemli gelişmelere ev sahipliği yapan Mısır’ın yakın dönemde izleyeceği stratejileri oldukça yakından takip etmemiz gerekmektedir. Şu an için yakın ilişkilerimiz bulunan Mısır ile aramızda herhangi bir sorun bulunmayışı, bu sürecin uzun dönemde tersine dönmeyeceğine dair bir kanıt oluşturmamaktadır. Politik anlamda istikrarı yakalayacak olan bir Mısır’ın bölge içerisinde Türkiye’ye rakip bir güç olarak var olmak istemesi Türkiye’nin Orta Doğu’daki çıkarlarına ters düşebilir. Mevcut konjonktürde Mısır Hava Kuvvetlerinin ve Kara Kuvvetlerinin sahip olduğu modern savaş ve silah sistemlerini göz ardı etmemek gerekir. Bölgede Türkiye ve İsrail’den sonra en fazla F-16 uçağına sahip ülke olarak ortaya çıkan Mısır’ın, şu an yaşamış olduğu iç politik sorunların üstesinden gelmesinden sonra Doğu Akdeniz’de var olan hâkimiyet mücadelesinin parçası olmak adına deniz kuvvetlerini güçlendirme planlarını hesaba katmak gerekir. Çünkü Mısır’ın Doğu Akdeniz’de var olan hâkimiyet yarış adına kısa vadeli, bölgenin genel durumu adına ise uzun vadeli bir strateji izleyeceği düşünülebilir.
Bölgenin önemli siyasi ve askeri gücü İsrail ile olan ilişkilerimizde yaşanan petrol piyasalarına benzeyen inişli – çıkışlı ilişkilerden dolayı İsrail’in yapmış olduğu stratejik adımları iyi değerlendirmek gerekmektedir. İsrail’in Ege açıklarında yaptığı deniz tatbikatını ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile gelişen siyasi – askeri ilişkilerini Türkiye’nin Akdeniz’deki çıkarları adına es geçmemek gerekir. Bu noktada Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de izlemiş olduğu askeri politikalarını devam ettirerek artırması gerekmektedir. Devriye olarak dolaşan donanma güçlerimizin sayısının yakın geleceğe yönelik ve Türkiye’nin 2020’li yıllarda izleyeceği politikalara paralel şekilde güçlendirilmesi gerekmektedir. Unutmayalım ki, Afro-Avrasya coğrafyasının can damarlarından biri olan Akdeniz üzerinde egemenlik oldukça hayati çıkarlar taşımaktadır.
Ekonomik krizin ağır etkisine kapılan Yunanistan ve Arap Baharının ise hala çetin kış şartları şeklinde gerçekleştiği Suriye için askeri anlamda analiz yapmak şu an için yanlış sonuçlar doğurabilir. Bu yüzden bu ülkelerde var olan siyasal istikrarsızlıkların düzelmeye başlamasıyla birlikte bu coğrafyalar üzerindeki stratejik planlarımızı tekrardan gözden geçirmemiz gerekmektedir. Bu konu üzerine analiz yapmamamın sebebi bölge üzerine net bir strateji geliştirmenin her iki ülkede de var olan siyasal istikrarsızlıklara bağlı olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekir.
Türkiye’ye yakın bölge ülkelerinde ve komşu ülkelerde yaşananlara kısaca değindikten sonra ortaya çıkan tablo yine aynı şeyleri ortaya koymaktadır: Türkiye’nin güçlü, caydırıcı bir silahlı kuvvetlere sahip olması.
4) Öneriler
2012 Ocak ayı içerisinde Birleşik Devletler Savunma Bakanlığı tarafından yayınlamış olan “ABD’nin Küresel Liderliğini Sürdürmek: 21. Yüzyıl Savunma Öncelikleri”13 raporunda Birleşik Devletlerin önümüzdeki yıllarda izleyeceği savunma politikası ve yapılanmasına dair bir takım bilgiler verilmişti. Afganistan ve Irak’ta giriştiği savaşların maliyetini azaltmak için askeri personel indirimine giden Pentagon, yeni stratejisinde dünyanın çeşitli noktalarına yayılmış amfibik harekât gemileriyle ve bu gemilerde konuşlandırılacak olan Özel Kuvvetler unsurlarıyla nokta operasyonları gerçekleştirmeyi hedefliyordu.
Yine geçtiğimiz haftalarda İngiltere tarafından “Army 2020” olarak yayınlanan rapora göre İngiliz ordusu Tepki ve Uyum güçleri adı altında mobil kabiliyetleri ve ateş gücü yüksek, nokta operasyon kabiliyetine sahip, sonuç odaklı bir yapıya kavuşturulacaktı.
Ayrıca az önce yukarıda da bahsettiğim üzere Rusya’nın 2020’li yıllara yönelik politikası ise apaçık ortadaydı: Yeniden şahlanmak isteyen bir Rusya !
Değişen küresel eğilimleri yakalamak adına ordumuzun bu kapsamda 2020’li yıllara yönelik atacağı sağlam ve yenilikçi adımlar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 2020’li yıllara gelindiğinde çağın önde gelen ordularından olmasını sağlayacaktır. Bu noktada 2020’li yıllara yönelik stratejimizin İngiltere ve ABD’deki yeni stratejilerden yola çıkılarak - doğrudan tercüme
edilip şeklen uygulanmış bir aktarma yapmak yerine14 - iki ülkenin de stratejilerinin incelenip, bizim coğrafyamıza ve yakın havzamıza en uygun şekilde, etrafımızdaki mevcut ve muhtemel tehditlere karşı maksimum koruma ve caydırıcılık sağlayacak şekilde oluşturulması gerekmektedir. Bunun için aşağıda yer alan bir takım öneriler bulunmaktadır.
a) Kara Kuvvetleri İçin Öneriler
İngiltere’nin Tepki ve Uyum güçlerinden yola çıkarak kolordularımızın yapısını değiştirebiliriz. Kolordularımızın yapısını standart hale getirip, Kara Kuvvetlerinde yeni yapılanmalara gidilebilir. Bu birlikler 21.yüzyılın gerekli kılmış olduğu modern harp araç ve gereçleri ile donatılmış, yüksek seviyedeki teknolojik iletişim ve istihbarat (C4ISR) sistemleri ve özellikle genel maksat ile saldırı helikopterleri ile takviye edilmiş olarak oluşturulabilir.
Bölgesel kolorduların; Mekanize ve Zırhlı birlikler, Komando ve Piyade birlikleri, Topçu birlikleri, Kara Havacılık birlikleri ve Özel Kuvvetler birlikleri gibi muharip unsurlarınca desteklenmiş bir yapıya kavuşturulup Kara Kuvvetleri içerisinde yeniden yapılandırılması söz konusu olabilir.
Kara Kuvvetlerinin helikopter filosunun yeni yapılacak alımlara ilaveten ağır nakliye helikopteri alımıyla güçlendirilmesi gerekmektedir. (Mevcut alınacak olan CH-47’lerin ve personel taşıma helikopter sayısının yeterli olmadığı kanaatindeyim). Her ne kadar Türk mühendislerimizin yaptıkları başarılı çalışmalar ile modernize edilmiş dahi olsa artık UH-1 serisi helikopterlerin envanter dışına çıkarılması gerekmektedir.
b) Hava Kuvvetleri İçin Öneriler
Hava Kuvvetlerinde istihbarat ve keşif unsurlarının modern savaş teknolojilerinin gerekli kıldığı uydular ve İnsansız Hava Araçları (İHA) ile sağlanan bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir.
Hava Kuvvetlerinde muharip ve ulaştırma uçaklarının sayısı arttırılmalıdır. Savaşların büyük kara savaşlarından havaya doğru geçiş yaptığı 20. yüzyılın ikinci yarısı sonrası ortaya çıkan dönemde hava kuvvetlerinin vurucu güç kapasitesi büyük önem taşımaktaydı.
Bu önem 21.yüzyılda artarak devam etmektedir ve bu çerçevede adım atmak faydalı olacaktır. Nakliye uçaklarındaki sayının arttırılmasının temelinde ise stratejik ulaştırma unsuru bulunmaktadır. Düşman hattına ve muhtemel kriz bölgelerine yapılacak olan personel taşımasının hızlı ve yüksek kapasite ile gerçekleştirilmelidir.
Orta Doğu’daki mevcut silahlanma yarışı ve İran’ın nükleer programı göz önüne alınarak 2020’li yıllarda güçlü bir hava savunma ağı kurulmalıdır. Oluşturulacak hava savunma ağı için öncelik milli imkânlardan yana olmalıdır ve geçici boşluklar NATO uyumlu sistemler ile giderilmelidir. Çünkü Rusya’dan yapılacak bir S-400 Hava Savunma Sistemi, İran ile olası bir tehditte devre dışı kalabilir ve İran’ın geliştirmekte olduğu nükleer füzelere karşı boşluk yaratabilir. Fakat menzil itibariyle S-400 şu an sınıfının en iyisi olarak ön plana çıkmaktadır. Türkiye için günümüz tehditleri Batı yerine apaçık bir şekilde Rusya’dan Suriye’ye kadar uzanan hat boyunca Ermenistan, İran, Irak, Suriye gibi devletlerden gelmektedir – tabi İsrail’in nükleer füzeleri görmeden gelinemez. Bu yüzden orta ve yüksek irtifada güçlü bir hava savunma ağı yaratılmasının önemine kulak vermek gerekiyor.
Çağımızın en önemli unsurlarının başında gelen insansız hava araçlarına yönelik çalışmaların artırılması gerekmektedir. İHA filosu güçlendirilmelidir. Silahlı İHA’ların envanterimize katılmasına yönelik çalışmalar hızlandırılmalıdır.
CSAR kapasitemizi arttırmak adına sabit ve döner kanatlı hava filomuza yeni araçların temin edilmesi gerekmektedir.
c) Deniz Kuvvetleri İçin Öneriler
Deniz Kuvvetlerinde 2020li yıllar sonrasında caydırıcılık adına ve Doğu Akdeniz’deki hâkimiyet mücadelesini güçlendirmek adına uzun menzilli füze fırlatma kapasitesine sahip, nükleer reaktörle denizaltıların yanı sıra su üstü savaş gemilerimizin vurucu güç kapasitesini artırmak adına uzun menzilli güdümlü füze fırlatma kapasitesine sahip yeni nesil fırkateynlerin ya da Birleşik Devletler donanmasındaki Arleigh Burke sınıfı gemilerin donanmamıza dâhil edilmesi önemli bir artı olarak karşımıza çıkacaktır. Bu yönde atılacak olan adımlar Türk Donanmasını Yakın Deniz Havzasında oldukça güçlü kılacaktır.
Deniz Kuvvetleri bünyesinde oluşturulacak, bünyesinde LHA ya da LHD sınıfı amfibik harekât gemisi bulunduran, firkateyn ve denizaltılarla desteklenmiş olan bir daimi bir görev gücü ülkemizin caydırıcılık gücünü arttıracak olup, denizlerdeki hâkimiyetimizi
pekiştirecek ve olası kriz dönemlerinde hızlı müdahalede bulunmamızı sağlayacaktır. (Ekonomik imkânlar ölçüsünde 2. bir görev gücünün oluşturularak Aden Körfezinde devriye görevine çıkarılabilir ve böylece Hint Okyanusu üzerinde uluslararası sularda boy göstererek ticari faaliyetlerimizin güvenliği tesis edilip, uluslararası sulardaki varlığımız güçlendirilebilir). Peki, bu noktada Amerikan donanmasındaki gibi bir uçak gemisine ihtiyacımız var mı sorusuna yönelik, bu yönde yapılacak bir alımın Türkiye için tamamen gereksiz olacağı kanaatini taşımaktayım.
Kara Kuvvetlerinin stratejik füze kabiliyetini geliştirmeye yönelik çalışmaların deniz kuvvetlerinin kullanımına yönelik füzeleri kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekmektedir.
Ayrıca Deniz Kuvvetlerinde bünyesinde görev yapan Amfibi Deniz Piyade Tugayı’nın güçlendirilerek Tümen seviyesine çıkarılması düşünülebilir.
d) Genel Öneriler
Savunma Bakanlığımızın yapısının değiştirilerek bünyesine askeri uzmanlarla birlikte görev yapacak sivil (Uluslararası güvenlik, uluslararası ilişkiler, coğrafya, psikoloji, istihbarat ve terör alanlarında) uzmanların dâhil edildiği bir yapının tesis edilmesi gerekmektedir. Böyle bir yapıya sahip TSK’nın, 2020’li yıllarda karşılaşacağı muhtemel tehditlere karşı daha stratejik planlara sahip olması kaçınılmazdır.
Kara Kuvvetleri açısından Bosna-Hersek, Kosova, Azerbaycan, Afganistan, Filistin, Somali gibi bölgelerde BM ve NATO görevlerinden bağımsız üsler açılarak ikili askeri ilişkilerin geliştirilmesi yönelik adımlar atılmalıdır.
Yapılacak ikili antlaşmalar ile Somali, Malezya, Güney Kore eksenindeki hatta deniz üsleri kiralanarak bu hat boyunca deniz ticaretimizin güvenliği tesis edilmelidir.
Profesyonel askerliğe geçisin üzerinde çalışmalar yapılmalı, temel vurucu güç kapasitesine sahip birliklerin profesyonelleştirilmesi hızlandırılmalıdır. (Tankçı, Topçu ve Piyade Komando gibi). Ordumuzun profesyonel askerliğe geçişte aslında çağı yakalayamadığını söylemek yanlış bir ifade olacaktır. Çünkü 1980’li yılların ortasında başlayan uzman erbaş alımına yönelik çalışmalar çerçevesinde hazırlanan 3269 sayılı Uzman Erbaş Kanunu 18.3.1986 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 3269 sayılı Kanun uyarınca uzman erbaş istihdamına ise 1989 yılında başlanmıştır.15 Peki, neden hala gereken profesyonel yapıya kavuşamadığımızı cevabını ise ülkemizin 1990’lı yıllar boyunca siyasal ve ekonomik krizler içerisinde aramak doğru olacaktır. Ayrıca ülkemizde mevcut olan asker – millet ilişkisinin tarihsel kodlarını göz önüne alarak bu yapıya da zarar gelmemesi adına belirli birliklerde zorunlu askerlik uygulaması devam ettirilebilir. Burada verilecek olan eğitimler çok ağır askeri eğitimler olmak yerine vatandaşların askerlik sonrası dönemde sağlıklı bir bedene sahip olmaları adına spor ağırlıklı, temel silah ve hayat-ı idame eğitimlerini ön plana çıkaran bir eğitim olmalıdır. Ayrıca askerlik süresinin tüm vatandaşlar için aynı süreyi kapsayacağı 3 ya da 4 aylık bir süre oluşturulabilir. Tabii ki bu noktada Genelkurmay’ın belirleyeceği ihtiyaçlar ve gereken asker sayısı üzerinde elimizde derinlemesine detaylar olmadan konuşmak yanlış olabilir. Bu yüzden ordumuz için gerekli toplam asker sayısının Genelkurmay’ın yapacağı çalışmalarla, kendileri tarafından belirlenebilir.
Ayrıca Jandarma Teşkilatında sistemli bir küçülmeye gidilmeli ve küçülme sonrasında bünyesinde bulunan uzman personellerinin bir kısmının TSK bünyesine alınmasıyla birlikte “Profesyonel Ordu” dönüşüm sürecinde ortaya çıkması beklenen uzman asker açığının da bu şekilde giderilmesi sağlanabilir. Ayrıca Jandarma Teşkilatının tamamen ordudan bağımsız, doğrudan İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir kurum haline getirilmesi ülkemiz adına ordunun üstlenmiş olduğu güvenlik anlayışının sadece dış tehditlere odaklanması açısından pekiştirici nitelikte olacaktır.
Neden Böyle Bir Yapıya Gerek Var?
Mekanize ve Zırhlı birlikler uçak ve füze teknolojilerinin gelişmesine rağmen modern savaşların halen en kilit unsurlarının başında gelmektir. Sahada operasyon yapan birliklerinizi koruma ve düşmana etkin saldırıyı gerçekleştiren bu unsurlardır.
Dağ ve Komando Tugayları ise her türlü coğrafyada düşmanla nizami ve gayrinizamî taktiklerle savaşabilecek olacak birliklerdir.
Topçu birlikleri ise topun savaşlarda kullanılmaya tarihten itibaren muharip unsurların temel taşlarından birisi haline gelmiştir ve topçu roketleri olarak adlandırdığımız yeni teknolojilere paralel olarak varlıklarını hayati bir şekilde sürdürmektedirler.
Kara Havacılık unsuru olarak adlandırdığımız helikopter birlikleri ise nakliye ve saldırı amaçlı olmak üzere 2 farklı şekilde kullanılarak modern dönem ordularının önemli bir parçasıdır. Piyade ve Özel Kuvvet unsurlarını harekât sahasında hızlı ve güvenli bir şekilde intikal ettirme misyonunu üstlenen Kara Havacılık Birlikleri modern orduların başat unsurlarından birisi olmaya devam edecektir.
5) Sonuç
Yıllardır gerek kendi dilimizden gerekse Batılı devletlerin dillerinden düşmeyen Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu açıklamasının belki de ilk defa gerçek anlamda değer kazanacağı bir yüzyılın içerisindeyiz. 21. yüzyıl enerji ve su gibi iki önemli hayati kaynakların mücadelesine söz konusu olacak bir yüzyıl olacak. İleride yaşanacak olan rekabet, devletleri farklı terör örgütlerini ve silahlı grupları desteklemeye itecek, hayati öneme sahip enerji ve su havzalarında istikrarsızlar yaratılmaya çalışılacaktır. Bu kaynakların bir kısmına ve bazı enerji nakil hatlarına ev sahipliği yapması, aynı zamanda yüksek oranda hidrokarbon enerji kaynaklarına sahip ülkelere de komşuluk yapması Türkiye’yi her türlü saldırıya karşı koyabilen ve caydırıcı bir silahlı kuvvetlere sahip olmasını gerekli kılmaktadır.
Yukarıda bahsi geçen muhtemel tehditlerin yanı sıra, Türkiye Cumhuriyeti olarak, 2002’den sonra dış politikada yaşanan olumlu gelişmeleri – bazı olumsuz gelişmeleri hariç tutuyorum – göz önüne alırsak ülkemizin son 10 yılda önemli derecede mesafe aldığını görebilmekteyiz. Yaşanan bu gelişmeleri sürdürmek ve pekiştirmek için “ Davutoğlu Doktrini ”olarak adlandırılabileceğimiz günümüz dış politika sürecini tamamlayıcı nitelikte olan, 2020’li yıllarda ve sonrasında yaşanacak gelişmelere karşı çelikten bir kale kadar güçlü, modern çağa uygun, milli harp sanayi ürünleri ile donatılmış etki odaklı bir doktrine sahip caydırıcı bir ordumuzun bulunması gerekiyor.
Sonuç olarak, yapılacak bir reform sürecinin bir gecelik oldu-bitti ilişkisi içerisinde gerçekleştirilemeyeceği göz önünde bulundurulmalıdır ve mümkün olan en yakın zamanda bu sistem için adımlar atılması gerekmektedir. 2023 yılına, Cumhuriyetimizin 100.yılına gelindiğinde gerçek anlamda “ dosta güven, düşmana korku veren ” son derece etkin, hızlı, mobil ve sonuç odaklı bir orduya sahip olmalıyız.

2 http://time-demo.newscred.com/article/1a51632e75492bf9fffc6413a4743ebe.html/edit , Time Magazine, Erişim Tarihi: 15.07.2012

3 Bayar, F, Küreselleşme Sürecinde Türkiye’nin Gücü: Siyasi, Askeri Ve Ekonomik Açıdan Bir Değerlendirme, Güvenlik Stratejiler Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 4, ss 145

4 Şattülarap Su Yolu Sorunu hakkında detaylı bilgi için: http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/4005/iranin_irak_politikasinda_sattularap_suyolu_sorunu

5 Saltürk, M (2006), Orta Doğu’da Su Sorunu Ve Türkiye Açısından İncelenmesi, Güvenlik Stratejileri Dergisi Cilt: 2, Sayı 3, ss 21 - 38

6 Saltürk, M (2006), Orta Doğu’da Su Sorunu Ve Türkiye Açısından İncelenmesi, Güvenlik Stratejileri Dergisi Cilt: 2, Sayı 3, ss 21 - 38

7 John J. Mearsheimer & Stephen M. Walt, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, Küre Yayınları, 2009, ss 41

8 Steven, M, State Support For Terrorism, 2002, ss 21

9 http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/06/13/tskya-siber-saldiri Sabah Online, Erişim Tarihi: 23.07.2012

10 http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/05/30/iran-alev-alev Sabah Online, Erişim Tarihi: 23.07.2012

11 http://premier.gov.ru/eng/events/news/18185/ Erişim Tarihi: 10.07.2012

12 Lord Palmerstone ait, 1848 tarihinde Avam Kamarasında yapmış olduğu konuşmadan bir alıntı.

13 http://www.defense.gov/news/Defense_Strategic_Guidance.pdf ABD Savunma Bakanlığı, Erişim Tarihi: 24.07.2012

14 Doğrudan tercüme ile kastedilen 1950’li yıllarda ABD tarafından muhtemel Sovyet İşgaline karşı çıkması için Paramiliter güçlere rehber olması maksadıyla kaleme alınan Field Manual / FM 31-15, daha sonraları ülkemize Sahra Talimnamesi / ST 31-15 olarak doğrudan çevrilmiş ve bunu benimseyen bazı yasadışı yapılanmaların ülkemize vermiş oldukları zarar ortadır. Bu yüzden yapılacak yeni bir tercümenin doğrudan olmak yerine, ne demek istediği anlaşılarak ve ülkemizin sahip olduğu tehditlere yönelik yeniden kaleme alınacak şekilde bir savunma & güvenlik politikası oluşturulmalıdır.

15 http://www.askerihukuk.net/FileUpload/ds158941/File/madde_1_-_amac_ve_kapsam.pdf Erişim Tarihi: 25.07.2012

Son Güncelleme ( Salı, 31 Temmuz 2012 16:52 )

Our valuable member CaspianWeekly-AdminTR has been with us since Pazar, 12 Ekim 2008.

Bu Yazarın Diğer Yazılarını Görmek İçin Tıklayın


http://tr.caspianweekly.org/ana-kategoriler/turk-dis-politikasi/3695-muhtemel-tehditler-cercevesinde-2020li-yillarda-turkiyenin-ordu-yapilanmasi-nasil-olmali.html

.

Muhtemel Tehditler Çerçevesinde 2020’li Yıllarda Türkiye’nin Ordu Yapılanması Nasıl Olmalı? 1





Muhtemel Tehditler Çerçevesinde 2020’li Yıllarda Türkiye’nin Ordu Yapılanması Nasıl Olmalı?



SALI, 31 TEMMUZ 2012 16:28  
Giriş:
Devletler sahip oldukları toprakları üzerinde yaşayan vatandaşlarının sosyal, ekonomik ve askeri anlamda her türlü güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Devlet, onu oluşturan vatandaşlarını ulusal sınırlar içerisinde meydana gelebilecek herhangi bir tehdide karşı korumakla sorumlu olmanın yanı sıra onları ulusal sınırlar ötesinde de korumakla sorumludur. Vatandaşının güvenliğini sağlamakla sorumlu olan devlet, bu misyonu bünyesinde yer alan siyasi ve askeri kurumlar aracılığıyla yürütür. Ülkemizde iç güvenliğin tesis edilmesi Emniyet ve Jandarma Teşkilatlarına ait iken, devletimizin dış tehditlere karşı savunulması Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesidir. Gerek iç gerek dış tehditlere karşı bilgi akışının sağlanması, bilginin elde edilmesi gibi unsurlar ise istihbarat teşkilatının görevidir. İşte bu kapsamda 2020’li yıllarda ülkemizi bekleyen ulusal tehditler çerçevesinde ordu yapılanmasına yönelik bir değerlendirme yapılacaktır.
1) Güvenlik Tehditlerine Karşı Ordular
İnsanoğlunun tarih sahnesine çıkışını göz önüne aldığımız zaman, tarihsel süreç içerisinde ilk insan topluluklarının bir araya gelişi, sonrasında da sistemli bir organizasyon olan “ devlet ” kavramını yaratmalarıyla birlikte güvenlik insanoğlu için vazgeçilmez bir unsur haline gelmiştir. Günümüzden 5.000 yıl öncesinde Mezopotamya’ya gelerek tarihteki ilk imparatorluğu kuran Akadların kurmuş olduğu düzenli ordu sisteminin tarihçesi kadar eskilere götürebiliriz sistemli güvenlik yapılanmasını.
Önceleri tekil ya da 3-5 kişilik gruplar halinde dolaşan insanoğlu için güvenlik kavramı günümüzdeki kadar çeşitlilik arz etmiyorken, günümüz dünyasında insanoğlunun temel yapı taşını oluşturduğu devlet içerisindeki güvenlik kavramı oldukça karmaşık ilişkiler üzerine kurulu bulunmaktadır. Devlet, kendisini oluşturan vatandaşlarını içeride ve dışarıda her türlü tehdide karşı korumakla sorumludur. Günümüzde bu karmaşık yapının önemli taşlarından bir tanesi de ordu’lardır. Akadların kurmuş olduğu ilk düzenli ordudan bu yana devletin güvenliğinin sağlanmasında hayati bir önem sahip olan orduların günümüz dünyasında birden çok tehditle karşı karşıya olmalarından dolayı, geçmişe nazaran daha sistemli, daha teknolojik ve daha eğitimli bir yapıya sahip olmaları gerekmektedir.
1648 Westphalia sonrası oluşan Avrupa temelli dünya sisteminde ortaya çıkan ulus devlet kavramıyla birlikte, ordu, devletler için daha fazla önem taşıyan bir yapıya kavuşmuştur. Düzenli orduların sayısındaki artış, zamanla zorunlu askerlik gibi uygulamaların sisteme eklemlenmesiyle birlikte, ordu, devlet içerisinde gerek personel gerek ekonomik açıdan büyük pay sahibi olmaya başlamıştır. Bu düzen yaklaşık olarak 1900’lü yılların, diğer bir deyişle 20. yüzyılın ilk yarısında patlak verecek olan iki dünya savaşına kadar böyle sürmüştür. 1. ve 2. Dünya savaşlarında tarihte eşi görülmemiş şekilde cereyan eden çatışmalarda modern teknoloji, askeri eğitim, strateji ve taktik, harp sanatı gibi unsurlar oldukça önplana çıkmıştır. Çünkü 2. Dünya Savaşı esnasında eğitim, strateji ve taktik yoksunluğuna bağlı olarak ortaya çıkan coğrafi bilgi yoksunluğu 1944 Ocak ayında Korgeneral Mark Clark’a büyük bir yanlış yaptırmıştı. Korgeneral Clark’ın yanlış talimatıyla birlikte Amerikan piyade birliklerinin Rapido Nehrini (İtalya) geçmeye çalışırken, bu nehrin Almanlara sağladığı avantajı görmezden gelmesiyle birlikte Amerikalılar için trajik sonuç kaçınılmaz oldu: 2.000’den fazla ölü, yaralı ve esir.2
Yukarıda bahsi geçen örnekte görüldüğü üzere savaşlarda kullanılan silah ve araçlar arttıkça, savaşlar anakara’dan daha uzak coğrafyalarda gerçekleştiğinde iyi bir eğitim, stratejik ve taktik gibi unsurlar oldukça büyük önem taşımaktadırlar. Bunların bir tanesinin bile eksik olmasının ne kadar ciddi sonuçlar doğuracağı da ortadadır.
1970’li yıllara geldiğimizde Vietnam Savaşı sonrasında Amerikalılar için ortaya çıkan tablo oldukça vahim bir görüntü içeriyordu. Ordunun anakara’dan uzaklarda ne uğruna olduğu bile belli olmayan bir savaşta büyük kayıplar vermesi ve bu süreci uygun bir dille halka aktaramaması üzerine halkın verdiği tepkiler artmış, artan bu baskılarında bir sonucu olarak Amerika’da zorunlu askerlik Vietnam Savaşından sonra geri çekilmiştir. 1973 yılından sonra ise kademeli olarak “Profesyonel Askerlik” sistemine geçilmiştir.
Yine 1979’da Sovyetlerin Afganistan topraklarına girişi ve beraberinde 10 yıllık sürecek olan çatışmalarla ve büyük kayıplarla geçecek olan Sovyet İşgali dönemi askeri açıdan yine bir takım derslerin çıkarılmasına sebep olmuştur. 10 yıllık Sovyet İşgali döneminden çıkarılması gereken ders hızlı hareket etme anlamında zorluklar yaşayan, manevra kabiliyeti düşük olan bir ordunun direnişçilerle, milis güçlerle dolu bir coğrafyada nasıl başarısız olduğunun tablosuydu. Bu da ortaya milis güçlere karşı, harekât ve manevra kabiliyeti yüksek birliklerin oluşturulmasını gerekli kılıyordu.
Yıllar ilerledikçe, teknoloji geliştikçe orduların çağa ayak uydurabilir olması, iyi bir eğitime sahip olması her geçen gün önemini artırdı. 21.yüzyıla geldiğimizdeyse artık karşımızda bilgisayar altyapısına dayalı savaş araç ve gereçlerinin ağırlıklı olduğu ordular vardı. Bu ordular içerisinde eğitim çok daha önemli bir unsur olarak karşımıza çıkarken, strateji ve taktik gibi harp sanatının iki önemli kavramı her zaman olduğundan çok daha hayati boyutlara varan önem taşımaktaydı. Bilgiye ulaşmanın daha kolay olduğu bir dönemde, uzun uğraşlar ve planlamalar ile yapılmış olan bir stratejik planın ve taktiksel hareketlerin karşı güçler tarafından teknolojinin de sunmuş olduğu destek ile birlikte ele geçirilmesi kaçınılmazdı.
Enerji ve Su gibi iki hayati kavramın sorun haline geldiği, terör odaklı eylemlerin arttığı, nükleer yarışın hız kazandığı dönemde bu tür tehditlere karşı ordu yapılanmaları çok daha güçlü olmayı gerektirmektedir. Bu yüzden 21. yüzyıl orduları geçmişe göre, çok daha donanımlı olmayı gerekli kılarken, bunu sağlamanın koşulu da profesyonel bir askerlik sistemi ve modern bir ordu yapısı tesis etmekten geçiyordu.
2) Türkiye’yi İçin Yakın Gelecekteki Muhtemel Tehditler ve Ulusal Güvenlik Algılaması
a) Enerji Kaynaklarının ve Enerji Nakil Hatlarının Güvenliği
Önceleri enerji üretiminin kömür aracılığıyla sağlandığı dünyamızda, kömüre dayalı enerjinin yerini petrol, doğalgaz ve su gibi diğer doğal kaynaklar almıştır. Petrol ve doğalgazın II. Dünya Savaşı sonrasında artan kullanımı, küresel güçlerin ilgisi enerji kaynaklarının olduğu coğrafyaları çekmiştir. 1950’li yıllardan itibaren dünyadaki artan kentleşme ve sanayileşmeyle birlikte her geçen gün enerjiye olan ihtiyaç artmaktadır. Enerji ihtiyacına paralel bir şekilde enerji kaynaklarının tespit edilmesi ise başka bir sorun olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Enerjiye olan ihtiyacın her geçen gün artması ve enerji kaynaklarının konumlarına baktığımızda ise bu bölgelerin dünya üzerinde en çok silahlı çatışmaların yaşandığı, siyasal istikrarsızlıkların cirit attığı coğrafyalar olarak tabir edebileceğimiz Hazar Coğrafyasından Orta Doğu’ya kadar uzanan bir bölge üzerinde yer aldığını görüyoruz. Bu coğrafya üzerinde yer alan önemli bir projeden bahsedecek olursak, BTC iyi bir örnek teşkil edecektir. Eğer ki Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan arasında sorun bulunmuyor olsaydı BTC boru hattı Gürcistan üzerinden nakledilmek yerine Ermenistan aracılığıyla Türkiye’ye ulaştırılabilecekti. Fakat siyasal sorun, ülkeler arasındaki gerilimli ilişkiler projeye etkisi oyuncu değişikliğine sebep oldu. Böylece, Azerbaycan’dan çıkarılıp,Gürcistan üzerinden Türkiye aracılığıyla dünya’ya açılan enerji koridoru olan BTC Boru Hattının ne kadar stratejik bir bölgede yer aldığına tanık oluyoruz (Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki askeri gerilim, Türkiye – Ermenistan arasındaki siyasal gerilim). Ayrıca, BTC Boru Hattının gerek Azerbaycan ekonomisi için gerek Gürcistan ve Türkiye ekonomisi için ne kadar büyük önem arz ettiğini de unutmamak gerekiyor ve Ermenistan bu durumdan ne kadar zararlı çıktığını da görebiliyoruz. Bu tür enerji koridorlarının güvenlik altında bulunması gelecekteki projelere ev sahipliği yapmaya hazırlanan Türkiye’yi diğer projelere karşı güvenlik notu yüksek bir ülke haline getirecektir. Bu noktada Fırat Bayar’ın yaptığı tespiti de değinmek faydalı olacaktır:
Türkiye, dünya enerji kaynaklarının dörtte üçünün bulunduğu Orta Doğu ve Hazar Denizi havzasına yakın bir coğrafyada yer almakta; bu itibarla 21’inci Yüzyılın İpek Yolu olarak adlandırılan Doğu-Batı Enerji Koridorunda en önemli transit ülkeyi oluşturmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, Hazar Denizi petrol ve doğalgaz rezervlerinin Batılı enerji tüketicisi ülkelere taşınması açısından en kısa, maliyeti düşük, teknolojik ve çevresel açıdan uygun ve güvenilir seçeneği sunmaktadır.3
Bayar’ın tespitinden yola çıkacak olursak, düşük maliyet, ulaşım ve güvenlik gibi unsurlar Batılı devletlerin Türkiye’yi enerji koridoru haline getirmek istemelerinde başlıca unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu hattın sunmuş olduğu avantajlardan yararlanamayacak olan ülkeler ise boru hatlarının güvenliğini bozmak için her türlü yola başvurabileceklerdir. Bu yüzden hat boyunca ortaya çıkabilecek terör saldırılarına karşı tedbir almak ise dış tehdit çerçevesinde ordunun – yani Türk Silahlı Kuvvetlerinin - yapacak olduğu stratejik planlar dâhilinde bulunmalıdır.
NABUCCO ve TANAP gibi projelerin başarıyla tamamlanıp, aktif hale getirilmesiyle birlikte Türkiye’nin stratejik önemi daha da artacaktır ve bu süreci bozmak isteyen devletler / devlet destekli oluşumlar muhakkak bulunacaktır.
Ayrıca, İran’ın Türkiye’ye karşı enerji kartını kullanması durumunu göz önüne alarak Azerbaycan ile olan ilişkilerimizin artırılması gerekiyor. Yine İran’ın, yıllardır Türkiye’nin düşük yoğunluklu savaş kapsamında mücadele ettiği PKK ile tekrardan temas kurarak Türkiye için tehdit yaratabileceği hususunu da hesaba katmakta yarar var. Aynı şekilde enerji koridorundan pay alamayan bir Ermenistan’ın ise önümüzdeki yıllarda “ Sözde Soykırım ” iddiaları üzerine önceki dönemlere göre daha fazla düşerek Türkiye’nin enerjisini başka alanlara çekmeye çalışması muhtemel tehditler arasında değerlendirilmelidir.
b) Su Kaynaklarının Güvenliği
İnsanoğlunun dünyaya adım atım attığı ilk günden bu yana yaşamının en temel tüketim maddesi olan su, günümüz dünyasında da sadece insan sağlığı için vazgeçilmez bir tüketim maddesi olmanın ötesinde birçok değere sahip bulunmaktadır. Sanayileşmeye paralel şekilde kentleşmenin, kentleşmeye paralel şekilde de nüfus artışının hız kazandığı dünyamızda günden güne su kaynakları hızlı bir şekilde tüketilmektedir. Hızlı tüketim sadece nüfus artışına bağlı bir gelişme olmamakla birlikte, insanların bilinçsizce su tüketimi gibi başlıca etkenlerde bulunmaktadır.
Ülkemizin içerisinde yer aldığı Orta Doğu gibi bir coğrafya içerisinde su kaynaklarının önemi diğer bölgelere nazaran daha fazla ön plana çıkmaktadır. Çünkü istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bu coğrafyada II. Dünya Savaşı sonrası İngiliz hükümranlığının yerine ABD’nin geçmesi siyasal sorunları daha da alevlendirmiştir. Ayrıca, devletlerin su için gereken tartışmaları, önlemleri hala masaya yatıramadığını görmekteyiz. (Irak Savaşı, Arap Baharı gibi etkenler devletlerin şu an için dikkatini su meselesine yöneltmesini engellemektedir)
1950’li yıllara gelindiğinde Türkiye ve Suriye’nin Fırat ve Dicle üzerinde izlediği su politikalarına bağlı olarak ortaya çıkan su sorunu, zaman içerisinde bölge içinde yer alan diğer devletlerin de kendi aralarında sürtüşme konusu haline gelmiş önemli bir konudur. Bu konuda Orta Doğu’da nasıl bir sürtüşme yaşandığına dair Şattülarap Su Sorununa bakmak faydalı olacaktır4.
Şu an bölgede yer alan siyasal istikrarsızlıklardan dolayı gerek Irak’ın gerekse Suriye’nin su sorununa dair yoğun bir mesai harcadığını söylemek oldukça güç olacaktır. Fakat bu iki devletin yakın gelecekte iç sorunlarını halledip, siyasal istikrarlarını düzene soktuklarında, su sorunu tekrardan bölgenin en önemli sorunu haline gelmesi kaçınılmazdır. Irak’ın mevcut yapısı ve çözülmenin eşiğinde bulunması, su sorununun geleceğine dair başka aktörlerinde – ABD ve İran gibi - sürece dâhil olmasını ister istemez sağlayacaktır. Irak’ın kuzeyinde yer alan Kürt yönetimi ile güçlü ilişkileri olan İsrail, küresel ve bölgesel manada su ihtiyacının daha belirgin hale gelmesiyle birlikte bölgede var olan su sorununun önemli aktörlerinden birisi haline gelecektir. Bu konuda Stratejik Araştırmalar Enstitüsünden Metin Saltürk’ün önemli bir tespiti bulunmaktadır:
Kimi çevrelerce su savaşları olarak adlandırılan muhtemel senaryolar da 30-40 yıl sonrasının konjonktürel yapısı mevcut durum itibariyle değerlendirildiğinde; bölgede askeri, ekonomik ve teknolojik alanda baskın gücün İsrail olduğu görülmektedir. Bölgede suyun en fazla sorun olduğu veya olabileceği ülkelerden biri İsrail'dir. Bölge ülkeleri içerisinde İsrail’in dışında hali hazırda su yüzünden savası göze alacak ülkenin bulunmadığı düşünülmektedir.5
Saltürk’ün de belirttiği gibi şu an için İsrail’den başka su için doğrudan savaşa girişebilecek bir ülke bulunmamaktadır. Arap Baharına kapılan Suriye’nin ve siyasal parçalanmanın eşiğine gelen Irak’ın durumunu göz önüne aldığımızda, bölgede yer alan terör hareketlerini de hesaba katacak olursak “ Orta Doğu’da Suyun Geleceği ve Kullanımı ” adına sıcak günlerin yaşacağı görülüyor. İsrail gibi önemli bir aktörün Türkiye ile ilişkilerinde yaşadığı kara günler, İsrail’i Türkiye’nin yaralarına tuz basmaya itmektedir. İsrail’in PKK ile olan yakınlığı su sorununda terör kartını kullanmasını sağlayabilir. Bu tespitimizi güçlendirecek olan unsuru Saltürk’ün çalışmasında şu şekilde görebiliriz:
Suların kullanımı ile ilgili olarak bir devletin kendi iradesini kabul ettirmek için hedef ülkedeki barajlar, tüneller, boru hatları ve tuz arıtma tesisi gibi kritik noktalara tahrip ve sabotaj yapmaları ve Suriye örneğinde olduğu gibi o ülkede faaliyet gösteren terör örgütlerini desteklemek suretiyle çıkarılan alçak yoğunlukta çatışmalar kullanılabilmektedir.6
Görüleceği üzere bölgede aktif şekilde hazır bulunan bir terör örgütünün, İsrail’in su çıkarları için kullanılabilir olması kaçınılmaz gözükmektedir. Hâlihazırda Türkiye’nin terörle mücadelesi devam ederken ve somut anlamda bir sonuca ulaşılamamışken bu konu üzerine gidilmesi Türkiye için büyük önem arz etmektedir.
Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda nükleer enerjiyi devreye sokacak olması ve yenilebilir enerji kaynaklarını artırması durumunda, hidroelektrik santrallere bağlı elektrik üretimin azaltılarak su kaynaklarında tasarrufa gidilmesi sağlanabilir. Bu şekilde ülkemizde yer alan dere ve akarsular üzerinde birçok baraj oluşturularak suyun kontrol altına alıp Orta Doğu’ya yönelik güçlü bir kart olarak kullanılması muhtemel planlar dâhiline alınabilir.
c) Nükleer Silahların Yayılması
Orta Doğu coğrafyasında yer alan devletler, konvansiyonel olarak bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’ye karşı başarı elde edemeyeceklerinin bilincindedirler. Fakat devletlerin bu bilince sahip olmasının ötesinde konvansiyonel savaş dışında herhangi bir devlete karşı gerek Türkiye gerekse başka bir devlete karşı nükleer güç kullanabilecek bir devlet bulunmaktadır: İsrail.
İsrail, kuruluşundan bu yana her devlet gibi temel felsefesi varlığını sürdürmektir ve bu politikasını oldukça sert güvenlik politikaları takip ederek gerçekleştirmektedir. Orta Doğu’daki devletlerin Türkiye’ye karşı olan askeri dengeleri 1968 yılına gelindiğinde İsrail nükleer güce ulaşmasıyla birlikte ortadan kalkmıştı. Tarihler 1968 yılını gösteridiğinde, ‘CIA müdürü Richard Helms’in Beyaz Saray’a gelip Başkan Johnson’a Amerikan istihbaratının İsrail’in hâlihazırda bir nükleer güce ulaştığına dair bilgilendirmesi’7, Orta Doğu’da bozulan dengelerin göstergesiydi. Bugüne kadar Türkiye ile İsrail arasında herhangi silahlı bir krizin patlak vermemesi Türkiye ile İsrail arasında gelecekte herhangi bir sorunun yaşanmayacağı anlamına gelmiyordu. Peki, Orta Doğu’da nükleer tehlike sadece İsrail miydi?
1970’li yıllarda Fransa ile işbirliği yaparak ülkesini nükleer yarışa dâhil etmek isteyen Irak’ın inşa etmekte olduğu Oşirak Nükleer Tesisi 7 Haziran 1981 günü İsrail Hava Kuvvetleri tarafında bertaraf edilmişti. Diğer yanda çalışmalarını hız kesmeksizin, gerek İsrail gerek ABD tehditlerine boyun eğmeyerek Rus bilim adamlarının da desteğini alarak sürdüren İran bölge içerisinde nükleer güce sahip olmak isteyen 2. güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Ya Türkiye?
Türkiye şu an için NATO paylaşımlı B61 nükleer bombaları haricinde herhangi bir nükleer güce sahip değildir. Yeni dönem içerisinde yapılacak nükleer santral ile birlikte, bu santrallerin hayata geçmesini takip edecek dönemde Türkiye’nin nükleer silah konusunda çalışmalara yönelebileceği tahmin edilmektedir. Bölgede İsrail gibi nükleer silah sahibi, İran gibi nükleer silah sahibi olma yolunda ilerleyen serseri devletlere (rogue states) karşı, gerek Orta Doğu’nun istikrarı için gerekse devletinin varlığını sürdürmesi adına Türkiye’nin nükleer silaha sahip olmazı kaçınılmaz bir gerekliliktir. Nükleer silah sahibi bir Türk Silahlı Kuvvetlerinin caydırıcılık gücünün artmasıyla birlikte, Orta Doğu’da dengelerin Türkiye lehine değişeceği ve diğer devletlerin ise adımlarını daha dikkatli atacağı aşikârdır.
d) İstikrarsız Coğrafyalardaki Silahlı Gruplar & Terör Eylemleri
Lübnan’ın yıllardır siyasi istikrarı yakalayamaması, 2003 yılında Irak’ın işgali sonrasında ortaya çıkan tablo ve günümüzde cereyan eden Arap Baharıyla birlikte Orta Doğu coğrafyası oldukça tehlikeli bir süreçten geçmektedir. Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkelerde ortaya çıkan istikrarsızlık tablolarına bağlı olarak ülke içerisinde yer alan ayrılıkçı fraksiyonların mevcut durumdan yararlanıp ortamı gerçek bir anarşi ortamına çevirmesiyle birlikte durum daha da işin içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Gerçekleştirilen terör faaliyetleriyle birlikte Orta Doğu adeta barışın uzun bir süre daha uğramayı ertelediği coğrafya haline dönüşmektedir. İsrail’i huzursuz eden ve Lübnan’a yerleşik olan İran destekli Hizbullah, Irak’ın kuzeyinde yerleşik bulunan İsrail, Almanya, ABD gibi devletlerin desteğini alan PKK ve açık desteğini şu an için hangi devletlerden aldığı belli olmayan El-Kaide gibi terör grupları bölge ülkelerinin huzurunu ve dolayısıyla da ülkemizin varlığını tehdit etmektedir. Bu tür terör grupları arkasında var olan devlet desteklerinin önümüzdeki dönemlerde azalmadığı takdirde Orta Doğu coğrafyasının hak ettiği istikrara kavuşması daha da ertelenecektir. İsrail’in PKK’ya olan desteği, İran’ın Hizbullah’a olan desteği kesilmediği müddetçe devlet arasındaki güvensizlik artacak ve en ufak bir gerilimin daha büyük silahlı çatışmaya dönüşme riski artacaktır. Fakat teröre devletlerin desteğinin de ötesinde işin daha tehlikeli boyutlara ulaştığını Steven Metz’in State Support for Terrorism çalışmasındaki ifadesinde bulabilmekteyiz:
Günümüz dünyasında terör hareketleri kendilerini devlet desteği olmadan da finanse edebilmektedirler. Teröristler, işledikleri suçlar ya da yasal alanlardaki girişimlerle ve hayırlarla kendilerini finanse edebilmektedirler.8
İşte bu noktada terör faaliyetlerinin devlet kontrolünden çıkıp bağımsız bir hareket olarak ortaya çıkması, “nerede, ne zaman ve nasıl harekete geçeceklerine ve hangi hedeflere yöneleceklerine” karşı bir belirsizlik yaratmaktadır. Bu noktada terör, belirli bir devletle ilişkilendirilmekten sıyrılıp, küresel alanda hareket serbestîsi kazanmaktadır. Bu yüzden sınırlar ötesinden gelecek tehditlere karşı ordumuzun terörle mücadele politikalarını geliştirmesi, kısa, orta ve uzun vadeli stratejik değerler dâhilinde ele alması gerekmektedir.
Ayrıca az önce yukarıda bahsettiğim enerji ve su gibi iki önemli unsurun bu coğrafyanın temel taşı olduğunu da göz önüne alırsak, gelecekte bu kaynaklar üzerindeki hâkimiyet mücadelesinin artması da kaçınılmazdır. İşte bu noktada Türkiye olarak, terör grupları ile yürütülecek olan savaşlarda 30 yıldır PKK ile yürüttüğü mücadelede TSK’nin kazanmış olduğu tecrübeyi rehber edinip, sadece ve sadece terörle mücadeleye odaklanmış, harekât ve hareket kabiliyeti yüksek, asimetrik savaş unsurlarının gerektirmiş olduğu her türlü donanıma sahip, modern harp araç ve gereçleri ile donatılmış bir birimi ordu bünyesinde kurmamız gerekmektedir. Şu an var olan yapılanmamızın gözden geçirilip bu şekilde revize edilmesiyle birlikte ülkemiz sınırlarına yakın bölgelerde ortaya çıkacak ve ülkemize tehdit olarak yönelecek olan her türlü oluşumu yerinde yok etmek daha kolay olacaktır.


..