KIBRIS TA NELER OLUYOR..?
Kıbrıs'ta Neler Oluyor?
Yazar: İbrahim Kürşat Tuna
Geçtiğimiz günlerde Gaziantep Bağımsız Milletvekili Sayın Ümit Özdağ ile birlikte mevcut ve eski dönem MHP milletvekilleri ve bazı sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan bir heyet halinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde önemli üst düzey görüşmelerde bulunduk. Bu çerçevede, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, KKTC Başbakanı Hüseyin Özgürgün, KKTC Cumhuriyet Meclisi Başkanı Ersin Tatar, Kıbrıs TMT Mücahitler Derneği Başkanı Yılmaz Bora, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçimiz Derya Kanbay, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve KKTC Maliye Bakanı Serdar Denktaş’ı ziyaret ettik. Bu ziyaretler esnasında, yürütülen Kıbrıs Müzakereleri’ne ilişkin olarak çeşitli görüşmeler yaptık, fikir ve doküman alışverişlerinde bulunduk. Tarihe not düşmek adına, bu ziyaretten elde ettiğim izlenimleri ve bizlere aktarılan bilgilerin bir kısmını Cenevre’deki kritik görüşmeler bağlamında sizlerle paylaşmak istedim.
Kamuoyunca bilindiği üzere, Kıbrıs’taki iki kesim arasında Cenevre’de 09 Ocak'ta Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili üç gün süren ve altı ana başlık altında yürütülen müzakerelere, a 12 Ocak tarihinde garantör Ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımları ile devam edildi. Cenevre görüşmeleri öncesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Akıncı ve Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Anastasiadis arasında Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin yürütülen müzakereler belli bir aşamaya gelmiş durumdadır.
Ancak, bu kez alışılanın aksine yürütülen görüşmelerde alınan kararlar ve gelinen noktalar ile ilgili Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Basını’nda çok fazla bilgi bulamamaktayız. İşin diğer tarafı, KKTC içerisindeki siyasetçi ve halk da müzakerelere dair gelişmeleri Rum ve Yunan basınından takip etmek zorunda kalmaktan şikayetçi durumda.
Kısacası, Kıbrıs ziyaretimizde uzun bir istişare imkanı elde ettiğimiz Sayın Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve müzakereleri yürüten Özdil Nami Bey dışında görüştüğümüz herkeste çok ciddi bir tedirginlik ve karamsarlık havası hakim. Özellikle Güney basınında çıkan haberlerdeki bilgiler ile “ Yakınlaşma Tutanakları ” arasındaki tutarsızlık müzakereleri yürütenler tarafından Rum tarafına “ off the record ” sözlerin verilmiş olabileceği kaygısını doğuruyor.
Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Türkiye’nin Garantörlüğünün 15 yıl sonra gözden geçirilebileceğine ilişkin sözleri, KKTC’deki Türk Nüfusunun sadece 220.000 olarak belirtilmesi, nüfus için kabul edilen “4’e 1” oranı, Kıbrıs dışında yaşayan göç etmiş yada ettirilmiş Kıbrıs Türkleri’nin durumlarının belirsizliği, Ada’nın kuzeyine göç edecek yaklaşık 100.000 Rum’un adanın demografik ve siyasi yapısına etkisi, çapraz oy durumu, Cumhurbaşkanlığının iki dönem Rumlar’da, bir dönem Türkler’de olması, 28,2’lik Toprakta kalmanın kabul edilmesi, global takas yönteminin tamamen terki, yüksek tazminat yükü, KKTC tapularının ve işlemlerinin geçersiz duruma düşmesi, ekonomik ve sosyal yapının Ada’daki Türkler aleyhine bozulması riski, Garanti Antlaşması AB’nin birincil hukuku haline gelmişken varılacak antlaşmanın AB birincil hukuku kapsamında değerlendirilmemesi, Ada’da yaşayan ve çeşitli nedenlerle vatandaşlık alamamış kişilerin yaşayacağı olumsuzluklar, Ada çevresinde bulunan zengin petrol ve doğal gaz yataklarının işletilmesi konusu, Ada’daki Türk askeri varlığının kaldırılmasına ilişkin baskılar v.b pek çok sorun Türkiye ve Kuzey Kıbrıs kamuoyunda müzakerelere ilişkin kaygıları arttırmakta.
Ada üzerindeki egemenlik haklarımızın evrilme tarihine kısaca baktığımızda; II. Abdülhamit’ten bu yana Kıbrıs ile ilgili en büyük tavizlerin Osmanlı Devleti ve ardından Türkiye’nin bölgesel yada ülke içi önemli kriz zamanlarında verildiğini görüyoruz. Anlaşılan odur ki; Batı, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi, Türkiye’yi yaşadığı bölgesel ve içine sokulmak istenildiği ülke içi kriz ortamında sıkıştırarak Kıbrıs ile ilgili nihai hamleyi yapmak istiyor.
Bu hedef için gerekli ortam hazırlanmış, kritik bağlantılar kurulmuş ve senaryo uygulamaya konulmuş durumda. Müzakereler esnasında Anastasiadis Kilise ile birlikte ve daha bütüncül bir politikayla gayet kararlı bir biçimde hareket ederken, KKTC tarafında Akıncı, mevcut hükümeti ve ulusal çıkar odaklı unsurları müzakere masasında görüşülenlerden mümkün olduğunca uzak tutuyor. Cumhurbaşkanı Akıncı “mümkün olanı istemek” üzerinde bir kabullenişle müzakereleri yürütüyor. Oysa Rum Kesimi’nin görüşmelerde hep bir sonrasını talep ettiğini görüyoruz. Rum tarafı ısrarla Kilise mallarını gündeme getirirken, Türk tarafı Ada’nın en verimli ve stratejik topraklarını kapsayan mülhak Vakıf malları konusunu açık bir biçimde müzakere konusu etmekten kaçınmakta. Müzakere heyeti bu konunun daha sonra Taşınmaz Mal Komisyonu ile çözülebileceği inancında. Ancak her iki taraftan ikişer kişinin katılımı ile dört kişiden oluşacak komisyonun alacağı kararlarda eşitlik durumunda devreye sokulacak yabancı üye ile birlikte kararın yabancı üyenin reyi yönünde alınması söz konusu.
Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul topraklarını kaybediş şeklini akla getirmektedir. Hatırlanacağı üzere Lozan görüşmeleri sırasında kesin bir neticeye kavuşturulamayan Musul Meselesi’nin 9 ay içerisinde Türkiye ve İngiltere arasında bir sonuca bağlanması, bu gerçekleşmez ise kesin kararın Milletler Cemiyeti tarafından verilmesi imza altına alınmış idi. İngiltere ve Türkiye arasında yürütülen Haliç Konferansı’nda İngiltere sürekli yeni taleplerle Türkiye’nin karşısına çıkmış, böylece sürecin akim kalması neticesinde de konu MC’ye intikal etmiş ve nihayetinde de olumsuz olarak neticelenmiştir. Böylece, Türkiye’nin, özellikle bugün bölgede karşı karşıya kaldığı pekçok siyasi, askeri ve ekonomik sorunun esasını teşkil eden çok önemli bir kayıp yaşanmıştır. Benzer kayıplara yol açılmaması için, Vakıf malları gibi ana konuların ayrıca karar altına alınması, öngörülen yapıda teşkil ettirilecek bir komisyona daha tali ve bireysel konular ile ilgili (eğer global takas yapılamayacaksa) yetki verilmesi daha doğru olacaktır. Bu yapılmadığı takdirde, bir anlamda alınacak kararın şimdiden yabancı üyenin inisiyatifine bırakılması söz konusu olacaktır ki bu durum; Kıbrıs üzerinde tarihten gelen en temel mülkiyet haklarımızdan birisi olan mülhak Vakıf mallarımızın geri dönülmez bir şekilde kaybına yol açabilir. Yine, sayın Akıncı’nın verdiği bilgiye göre, şu anki hesaplamalar ile Taşınmaz Mal Komisyonu ile çözüme kavuşturulacak taleplerin ödemeleri 8 ila 10 milyar dolar civarında olacaktır. Cumhurbaşkanı, bu rakamın tazminat ve kullanım hakları talepleri ile birlikte toplamda 24 milyar doları bulacağını öngörmekte.
Sayın Akıncı, KKTC’nin böyle bir bütçeye sahip olmadığını ve bu paranın ancak Türkiye tarafından karşılanabileceğini belirtiyor. İngilizler’in haksız bir biçimde el koyarak Rumlar’a verdiği mülhak Vakıf arazilerinden kaynaklı haklarımızı almadan böylesi bir maddi yükümlülük altına girmek KKTC ve dolayısıyla Türkiye’yi bir anlamda alacağı varken borçlu durumuna düşürecektir. KKTC Maliye Bakanı sayın Serdar Denktaş ise müzakerelerin bu şekilde sonuçlanması halinde, Türklerin Ada’da “Avantajlı Azınlık” durumuna düşeceğini belirtiyor. Denktaş, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Ada’da kalıcı barışın sağlanması için 3 konuda çok önemli politika değişikliklerine gitmesi gerektiğini söylüyor ve bunları da: “Kilisenin Ada siyaseti üzerindeki müdahalesinin kaldırılması, Ada’nın güneyindeki eğitim sisteminin daha ilkokuldan itibaren yeni nesile işlediği “Türk Düşmanlığı” temelindeki eğitim ve öğretim anlayışını değiştirmesi ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından güven arttırıcı önlemlerin alınması.” şeklinde formüle ediyor. Müzakereler çerçevesinde federal devlet adı altında aslında doğrudan parlamenter sistem öngörülmekte. Temsilciler Meclisi’nde 12 Türk, 36 Rum milletvekili bulunacak ve kabinede 7 Rum ve 4 Türk Bakan görev yapacak. Bu konuda Denktaş’ın temel endişesi ise siyasi eşitliğin söz konusu olmayacağı bir devlet anlayışının sürdürülebilmesinin mümkün olmayacağı yönünde. En temel sorun ise politik belirsizlik ve bu süreç sonunda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bir federal devlete dönüşürken, KKTC’nin ise sadece bir Türk eyaletine evriliyor olması.
Müzakereler ile ilgili en önemli konulardan bir diğeri ise hangi tarafların müzakerelere katılacağı meselesi. Aslında 1959 Garanti Antlaşması çerçevesinde Kıbrıs konusunda söz sahibi olan taraflar belirlenmiştir. Bu taraflar: Kıbrıs’taki her iki kesim ile birlikte Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’dir. Kıbrıs Rum Yönetimi, Ocak Ayı’nın 12’sinde garantörlerle birlikte gerçekleştirilecek olan müzakerelere “diğer taraflar” adı altında AB temsilcisini ve BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’ni de dahil etmek istemektedir. AB temsilcisi ve BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’nin müzakerelerin yapıldığı yerdeki yan salonlarda bekletilmesi ve gerektiğinde onlara danışılabilmesi yada toplantıya dahil edilebilmeleri öngörülmektedir. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Akıncı, yan salonlarda bu kesimlerin olmasının bir sorun teşkil etmeyeceğine değinse de, bu durum Kıbrıs sorununun çok taraflı bir konferansta tartışılır hale gelmesinin önünü açabilir. Rum tarafının, sorunu AB’nin kanatları altında çözmek istemeye çalışması anlaşılabilir bir politikadır. Ancak, burada özellikle dikkat edilmesi gereken husus Rum tarafının BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri yoluyla da Türkiye ve Kıbrıs Türk Kesimi’ni yakın markaj altına alma gayretidir. Daimi üyelerden ABD, İngiltere ve Fransa’nın Kıbrıs konusundaki taraflı tutumları bellidir. Rusya Federasyonu ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hem Ortadoks Kilisesi’nden hem de sosyalist ideolojiden kaynaklı ve uzun yıllara dayanan bir stratejik ortaklığı söz konusudur.
Geçtiğimiz yıllarda S 300 füzelerine ilişkin yaşanan krizin etkileri daha Türk kamuoyunun zihninden silinmemiştir. Bunlara ek olarak, geçtiğimiz ay içerisinde de AKEL’li siyasetçiler Çin’i bu “çok taraflı” konferansa davet etmiş ve Çin’den bu konu ile ilgili olumlu bir karşılık bulmuşlardır. Yine Rum lider Anastasiadis’in 3’lü enerji zirvesi için gittiği İsrail’de Netanyahu’nun Anastasiadis’ten müzakerelerdeki garanti ve toprak konularında geniş bilgi talep etmesi ve Rum Yönetimi’ne destek açıklaması Kıbrıs Meselesi’nin garantörler ve iki kesim arasında çözüme kavuşturulması gereken bir konu olmaktan çıkartılıp bir uluslararası konferans malzemesi haline getirilmek istenildiğini bize çok açık bir biçimde göstermektedir. 1960 Antlaşması ile oluşturulan iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı federasyon Rumların Enosis hevesleri sonrasında akamete uğramıştı. Şimdi ise Türklerin veto hakkının da söz konusu olmayacağı bir yönetimin yeniden benzer bir sona uğraması durumunda, hele ki Türkiye’nin garantörlüğü de kaldırıldığı bir ortamda, Kıbrıs Türklüğü’nü nelerin beklediğini tahmin etmek çok da zor değildir. Gözümüzün önünde Kıbrıs’ta, Karabağ’da, Bosna-Hersek’te yaşananlar vardır. Bütün bu yaşanan insanlık dışı katliamlara Batı’nın gösterdiği tepkisizlik de hepimizin malumudur. Bu yüzden, Cenevre’deki müzakerelerin Kıbrıs Türklüğü için olduğu kadar Türkiye ve bütün Türk Milleti için çok büyük önem arz etmektedir. Müzakereler süresince görüşmeleri izlemeye ve müzakereleri ana başlıklar altında ayrıntılı olarak ele almaya devam edeceğiz.
Bu vesileyle,
Cenevre’deki müzakereleri yürütecek KKTC Cumhurbaşkanı sayın Mustafa Akıncı Bey’e, Türkiye’de önemli görüşmeler gerçekleştirdikten sonra müzakereler için Cenevre’ye geçen KKTC Başbakanı sayın Hüseyin Özgürgün Bey’e, müzakereci sayın Özdil Naim Bey’e, ve Türkiye ve KKTC’den görüşmelere katılacak siyasetçilere ve müzakere heyetlerine başarılar diliyorum.
İbrahim Kürşat TUNA 25. Dönem MHP Çanakkale Milletvekili
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/01/12/8563/kibrista-neler-oluyor