Derviş Eroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Derviş Eroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2017 Cuma

Kıbrıs Müzakereleri Yeniden Başlarken “Tek Egemenlik” Farkı 2010


Kıbrıs Müzakereleri Yeniden Başlarken “Tek Egemenlik” Fark


Yazar: Gözde Kılıç Yaşın

24 MAYIS 2010 PAZARTESİ

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki 18 Nisan 2010 tarihli Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle ara verilen  müzakereler 26 Mayıs 2010’da yeniden başlıyor. Rum lider Dimitris Hristofyas’ın karşısında KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu olacak. Eroğlu’nun “müzakerelerin kaldığı yerden devam edeceği” ve benzeri açıklamaları, Türk tarafının “masayı terk etmeme” stratejisinin yeni dönemde de izleneceğini göstermektedir. Söz konusu strateji, müzakerelerden sonuç alınıncaya değin yani bir anlaşmaya ulaşılması ya da Rum tarafının masadan kalkmasına dek müzakerelerin “esnek bir tutumla” ve “çözümü zorlayan, yapıcı taraf” olmak suretiyle sürdürülmesi şeklinde özetlenebilir. Eroğlu’nun “çözüm” anlayışının farklı olmasına rağmen Ankara’nın politikasına uymayı tercih edeceği yönünde genel bir kanı bulunmaktadır.




Müzakerelerin Kaldığı Yer

BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer da, yeni tur görüşmeler öncesinde, müzakerelerin;

* BM Güvenlik Konseyi kararları ve BM parametreleri çerçevesinde,
* 23 Mayıs ve 1 Temmuz 2008 mutabakatlarının geçerliliğini koruduğu kabul edilerek,

* Kaldığı yerden devam edeceği; sürece baştan başlanmayacağı açıklamasını yaptı.

İlgili tüm taraflarca müzakerelerin kaldığı yerden devam edeceği konusunda bir mutabakata varılmışsa da Hristofyas ve Eroğlu’nun ilk görüşmesinin “müzakerelerin nerede kaldığı” konusunda uzlaşı oluşturmakla başlayacağı söylenebilir. Bir tarafta “her konuda anlaşma sağlanamadığı sürece hiçbir konuda anlaşılmış olmayacağı” ilkesi, diğer tarafta ise müzakerelerin zemini olarak kabul edilen mutabakatlar bulunuyor. Yeni döneme sarkacın bu iki noktası damgasını vuracak.

Hatırlanacağı üzere Mehmet Ali Talat’ın bütün çağrı ve çabalarına rağmen Hristofyas, müzakerelerde varılan noktayı ortak bir açıklama ile duyurmaya yanaşmamıştı. Açıkçası bir “ara anlaşma” anlamına gelmesi ve kendisi için bağlayıcılık oluşturması endişesiyle ortak açıklama yapmaktan kaçınmıştı. Hristofyas, ülkesinde eleştirilmesine sebep olan “dönüşümlü başkanlık” konusunda geri adım atmanın yolunu arayacak ancak önce Eroğlu’nun “tek egemenlik ve tek kimlik” konusundaki duruşunu sorgulamak ve “açık bir kabul” için zorlamak isteyecektir. Nitekim Eroğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde müzakerelere ilişkin olarak en fazla eleştirdiği konuların başında Talat’ın tek egemenliği kabul etmesi geliyordu. Downer ise yaptıkları görüşmede Eroğlu’nun “tek egemenlik” ilkesini kabul ederek masaya oturacağı açıklamasını yapmıştı.

Tek Egemenlik Farkı

BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Aleksander Downer ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu 3 Mayıs 2010’da bir araya gelerek müzakerelerin rotası konusunda görüşmüşlerdi. Görüşme sonrasında “aynı şeyi söyler” gibi görünmelerine rağmen yaptıkları açıklamalar farklı sonuçlara işaret eden içeriğe sahipti. Downer, Eroğlu’nun 23 Mayıs 2008 ve 1 Temmuz 2008 mutabakatlarını kabul ettiğini açıklarken Eroğlu, 23 Mayıs 2008 mutabakatını kabul ettiğini 
söylemişti.





Talat ve Hristofyas arasında kabul edilen 23 Mayıs 2008 tarihli mutabakat “Federal Hükümetinin yanı sıra eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti”nin de bulunacağı ifadesini içeren ortak anlaşmaydı.[1] 23 Mayıs mutabakatının “eşit statüde iki devlet” ve “bakir doğum” ilkeleri ön plana çıkarılmıştır. 1 Temmuz 2008 tarihli mutabakatın ise “Tek egemenlik, tek uluslararası temsiliyet, tek vatandaşlık” ilkeleri belirleyici olmuştur. “Eşit statüde iki kurucu devlet” ve “tek egemenlik” ilkeleri ise birbiriyle çelişen iki ilke olarak algılanmıştır. Nitekim Talat ve Hristofyas’ın iki görüşmesi arasında Hristofyas İngiltere’ye resmi bir ziyaret düzenlemiş ve dönemin İngiltere Başbakanı Gordon Brown ile 5 Haziran 2008’de bir memorandum (ortak mutabakat muhtırası) imzalamıştı. İngiltere-GKRY memorandumunda, 23 Mayıs mutabakatı anılmaksızın “Çözüm, tek egemenlik, tek uluslararası kimlik ve tek vatandaşlık temelinde olmalıdır” vurgusu yapılmıştı. Mehmet Ali Talat, Hristofyas’ın müzakere temelinin çarpıtılması ve İngiltere’den müdahale yapılmasına önce karşı çıkmışsa da 1 Temmuz 2008 görüşmesi aynı ifadelerin kullanıldığı bir mutabakatla sonuçlanmıştı.

Sonuçta müzakerelere İngiltere’den eklenen “tek egemenlik” ifadesi, Rum Yönetimi’nin çözüm parametresinde "eşit statüde kurucu devlet” ilkesine yer olmadığını da açığa çıkarmıştı. Belki de “kurucu devlet” başından beri söz konusu dahi değildi.[2] Müzakerelerin temelini oluşturan tüm bu ilkelere tarafların yüklediği anlamların birbirinden farklı olduğu her bir görüşme sonrasında iki liderin kendi kamuoylarına yaptıkları açıklamalardan ve birbirlerini düzeltmelerin anlaşılıyordu. Aslında Rum ve Türk müzakerecilerin Kıbrıs sorununa çözüm getirecek bir anlaşma planını kendi başlarına çıkarmalarının imkansızlığı da bu gerçekte yatıyor. Açıkçası taraflar, tüm bu tanımlamaların altını kapsamlı müzakerelerde doldurmayı planlıyordu. Aslında bugün Eroğlu da aynı niyeti taşıyor. 




Downer’la bir araya gelmeden önce KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu, BM Genel Sekreteri’ne gönderdiği 23 Nisan 2010 tarihli mektupta da sadece 23 Mayıs mutabakatına atıf yapmıştı.[3] Mektubunda 23 Mayıs mutabakatını da “iki bölgelilik, iki halkın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve yeni bir ortaklık devleti (bakir doğum devlet)” vurgusuyla anmıştı. Eroğlu-Downer buluşması sonrasında ise Downer’ın Rum basınının ayrıntılı sorularına verdiği yanıtlar çelişkiliydi. Downer’ın “tek egemenlik” ilkesinin Eroğlun’ca kabul edilip edilmediği soruları için yaptığı açıklama,“Sayın Eroğlu’na; siyasi eşitliğe ve tek uluslararası kimliğe sahip olacak olan iki kesimli, iki toplumlu federasyon hedefini izah ettim; elbette o da kabul etti”[4] şeklindeydi. Söz konusu açıklamada “tek egemenlik” ifadesi bulunmuyordu. Rum basın mensuplarının “(Buna) tek egemenlik dahil edilmiyor mu?” şeklindeki sorusuna verdiği cevap ise “BM’nin kullandığı terimin tek uluslararası şahsiyet olduğu” şeklindeydi. Downer bu sözlerine de açıklık getirmek zorunda kalınca bunun “Bir tek Kıbrıs pasaportu ve BM’de tek daimi temsilcilik manasıyla birlikte tek bir Kıbrıs demek olduğunu” savundu. İşin aslı verdiği cevaplar, anlaşma sonrasında kurulacak devlet konfederasyon olacak olsaydı da geçerli olacaktı. Rum Yönetimi’nin basın açıklamasına tepki göstermesi, Downer’ı birçok BM kararında tek egemenlik ve tek vatandaşlığa açık bir şekilde değinildiğini ifade eden yazılı bir açıklama yapmak zorunda bıraksa da Eroğlu’nun ikili görüşmede aslında neyi kabul ettiği belirsiz kaldı.

Kimin Çözümü ?

Downer’ın tutumu, BM’nin kelimeler, ilkeler, tarafların bunlara yüklediği anlamlardan ziyade tarafların görüşmeleri sürdürmesini önemsediğini düşündürmektedir. Nitekim 2004 Annan Planı gibi Marti Ahtisaari’nin 2007’de Kosova için getirdiği çözüm planına da tarafların mutabakata vardıkları noktalar üzerinden değil uzlaşı sağlayamadıkları konulara kağıt üzerinde bulunan “ara formüllerle” ulaşılmıştı. Tarafların algıları ve kabulleri dışlanarak zoraki çözümler getirilmişti.   

Hristofyas yeni tur müzakerelerde Eroğlu’nun “ Tek Egemenlik ” ilkesine yüklediği anlamı açığa çıkarmaya odaklanmayı deneyecektir. Muhtemelen de başaramayacaktır. Eroğlu anlaşmalarda ilerlerken “tek egemenlik” ilkesine Rum tarafının yüklediği anlamı bertaraf edici önlemlere odaklanmayı tercih edecektir. Daha önemlisi ise KKTC’nin bir önceki Cumhurbaşkanı ve müzakerecisi Mehmet Ali Talat döneminde masaya getirilemeyen “Mülkiyet”, “Toprak”, “Güvenlik ve Garantiler” başlığının yeni dönemde görüşülecek olmasıdır. Her ne kadar “Yönetim ve Güç Paylaşımı”, “AB ile ilişkiler” ve “Ekonomi” başlıklarında da fazla ilerleme sağlanamamışsa da asıl zorlu konular henüz masaya gelmemiş olanlardır. Çünkü iki taraf arasındaki temel uzlaşmazlıklar bu başlıklar altında toplanıyor.
  • Bir tarafta Şubat 2010 tarihinde Rum Temsilciler Meclisinde oybirliği ile alınan “…Garantiler ve garantörlük düşünülemez” kararı bir tarafta ise Eroğlu’nun Ban Ki Moon’a yazdığı mektupta  tekrarlanan “Garantiler sisteminin Kıbrıs Türk tarafı için yaşamsal olduğu” vurgusu bulunuyor. Gerçi bu konuya çözümün Ada’da bulunması zaten beklenmiyor. İki taraf için de tezlerinin yaşamsal ve vazgeçilmez önemde olması, dışarıdan bulunacak çözümün işleyebilirliğine de şüphe düşürüyor.
  • Toprak başlığı ile ilgili bir konu olarak Rum tarafı, Maraş’ın iadesini çözümün bir parçası olarak bile değil çözümün gündeme gelmesi için ön şart olarak görüyor. Ne var ki, Eroğlu için Maraş’ın statüsünün tartışılmaz olduğuna şüphe duyulamaz. Maraş’ın bulunduğu toprakların büyük bir kısmının Türk Vakıf Malı olduğun ortaya çıkması ile Maraş’ın iadesi gibi bir ihtimal imkansızlaşmıştır. Hatta Ankara’nın da bu konuda baskı yapma lüksü bulunmamaktadır.
  • Rum tarafının mülkiyet meselesini müzakere masasının konusu olmaktan çıkarıp Kuzey’de kalan mallara ilişkin sorunları bireysel davalarla “iade ve tazminat” usulüyle çözümlemeye başlaması ancak Güney’de kalan Türk mallarının iadesini çözüm sonrasına ertelemesi, Mülkiyet başlığını müzakere masasının zorlu konularından biri haline getirmektedir.  

“Masadan kalkma”, “süreci zora sokma” ya da “esnek davranmama” lüksü bulunmayan Eroğlu kendi ilkeleri ile müzakere masasının ilkeleri arasında bocalarken Hristofyas da “bölünmüşlüğün kesinleşmesi” ve Eroğlu’nu masadan kalkmaya zorlamak arasında bocalayacaktır. Eroğlu’nun müzakereleri kesemeyeceği kesin ama Hristofyas da KKTC’nin Tayvanlaşması ya da tanınması ihtimalini kuvvetlendireceği için masadan kalkamayacaktır. BM Genel Sekreteri’nin 2010 sonunda neticeye ulaşılması çağrısı da, müzakerelerin sonsuz olmayacağı anlamına geliyor. Masada ciddi bir sinir harbi yaşanacak ancak aslında sadece masada oturanların değil Kıbrıs’la ilgili hiçbir aktörün aslında bir anlaşma beklemiyor olması da Kıbrıs Sorunu’nun gerçeğidir. Anlaşma ya Kıbrıs dışında oluşacaktır ya da Kıbrıs’ın dışında oluşacaktır…


[1]BM özel temsilcisi Taye-Brook Zerihoun tarafından okunan BM’nin resmi açıklaması, liderlerin “Güvenlik Konseyi'nin ilgili kararlarında belirtildiği şekliyle siyasi eşitliği olan iki kesimli, iki toplumlu bir federasyona bağlılıklarını yeniden teyit ettikleri; bu ortaklığın tek uluslararası temsiliyete/kimliğe sahip bir federasyon hükümeti ve eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk ve bir Kıbrıs Rum kurucu devleti olacağı konusunda mutabakata vardıkları” şeklindeydi. Sabah Gazetesi, 24.5.2008; Dimitris Hristofyas “Kıbrıs’ın uluslararası kimliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti mi olacağı yoksa bakire doğumun mu (partenojenez), gerçekleşeceği” sorusunu “Birlesik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti olacağı ortak tutumuna sahibiz” şeklinde yanıtlamıştır.

[2]23 Mayıs Mutabakatı’nın İngilizce metninde yer alan "constituent state" kavramının Türkçe’ye  "kurucu devlet" olarak çevrilmesine rağmen aslında "oluşturucu eyalet" anlamında kullanıldığı, Rumların da bu anlamı yüklediği iddiaları da  bir vakıadır. Tugay Uluçevik’in “Oluşturucu Eyalet” ile “Kurucu Devlet” kavramları arasında idarî, hukukî ve siyasî içerikleri, nitelikleri ve doğuracağı sonuçlar bakımından söz konusu olan büyük farklara işaret ederek tercüme hatası yapıldığı yönündeki değerlendirmesi için bkz. 28 Mayıs 2008, Volkan Gazetesi; Nitekim Türkiye ya da KKTC yetkililerinin çevirisi kadar Rumların yüklediği anlam da önemlidir, BM’nin kastettiği ise anlaşmanın esasını oluşturacaktır. 
[3]“İki bölgelilik, iki halkın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve çözümün yeni bir ortaklık yaratacağı gibi temel Birleşmiş Milletler parametreleri Kıbrıs’taki herhangi bir çözüm çabasının temel taşları olmayı sürdürmelidir. Bu anlayışla, 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak devam eden BM sürecinin esas çerçevesinin tarafımızdan tam olarak desteklendiğini açıkça ifade etmek istiyorum.”
[4]“Alexander Downer Başkana Eroğlu’nun Taahhütlerini Nakletti” (Rum) Haravgi Gazetesi, 4 Mayıs 2010; “Başkanlığın Müdahalesinin Ardından Downer’dan Tek Egemenlik ve Tek Vatandaşlığa İlişkin Yazılı Açıklama” (Rum) Haravgi Gazetesi, 4 Mayıs 2010; “Downer’ın Tek Egemenlikle İlgili Yeni Kurnazlığı” Mahi Gazetesi, 4 Mayıs 2010; “Faul’ü Düzeltti” Politis Gazetesi , 4 Mayıs 2010 akt. Havadis, “Eroğlu, Downer’la Anlaştı”, 5 Mayıs 2010


EK: Eroğlu’nun BM Genel Sekreteri Ban’a yazdığı mektup:

“Kuzey Kıbrıs’ta kısa süre önce yapılan seçimlerin sonucunda Cumhurbaşkanlığı görevini devraldım; Sayın Ekselansları size, iyi niyet misyonunuz himayesinde devam eden müzakereler yoluyla adil, kalıcı ve kapsamlı bir çözüme olan taahhüdümüzü ve sürecin kaldığı yerden devam ettirilmesine hazır olduğumuzu bildirmek için yazıyorum.
Bunu fırsat bilerek konuya ilişkin bazı görüşlerimizi sizinle paylaşmak istiyorum.

Öncelikle, sizinle Kıbrıs Türk halkının hakiki bir endişesini paylaşmayı gerekli görüyorum. 2004 yılında BM kapsamlı çözüm planına benim halkım güçlü bir evet demiş olmasına rağmen, Kıbrıslı Rumların hayır’ı nedeniyle Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumdaki haklı yerini alması engellenmiştir. Kıbrıs Türk halkı, adada uzun süredir devam eden bu soruna bir son vermek için kendisi bakımından çok büyük fedakarlıklar içermiş olmasına rağmen kapsamlı çözüm önerisini destekler nitelikte oy kullanmıştır.

Sizden önceki Genel Sekreter’in Güvenlik Konseyi’ne iki ayrı ve eş zamanlı referandumlar ertesinde sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporda uluslararası toplumu ve özellikle Güvenlik Konseyi üyelerini tüm devletlerin hem ikili hem de uluslararası yapılarda ‘Kıbrıslı Türklerin izole olmasına neden olan ve gelişimlerini engelleyen gereksiz kısıtlama ve engellerin ortadan kaldırılması için’ güçlü şekilde liderlik etmeleri çağrısı yapmıştı.

Aynı raporda, önceki Genel Sekreter ‘Kıbrıslı Türklerin verdikleri oyun, onlara baskı yapmanın ve onları izole etmenin mantığını da anlamsız kıldığını’ da vurgulamaktadır. Maalesef Kıbrıslı Türkler üzerindeki haksız izolasyonların kaldırılması yönünde verilen sözler ve alınan kararlar, Kıbrıslı Rumların karşı çıkışı nedeniyle henüz gözle görülür bir sonuç doğurmamıştır. Biz hala bu adaletsizliğin düzeltilmesini umut ediyoruz. Benim halkım izolasyonlar altında yaşamayı hak etmemektedir.
Bundan sonrası için, iki taraf arasındaki görüşmelerin kaldığı yerden sizin iyi niyet misyonunuz çerçevesinde erken bir çözüm için sonuç verecek şekilde yürütülmesi, bizim samimi arzumuzdur.

İki bölgelilik, iki halkın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve çözümün yeni bir ortaklık yaratacağı gibi temel Birleşmiş Milletler parametreleri Kıbrıs’taki herhangi bir çözüm çabasının temel taşları olmayı sürdürmelidir.

Bu anlayışla, 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak devam eden BM sürecinin esas çerçevesinin tarafımızdan tam olarak desteklendiğini açıkça ifade etmek istiyorum.

Ayrıca, 1960 Garantiler Sistemi, iki halkın eşit egemenliği ilkesi Kıbrıs Türk tarafı için aynı şekilde yaşamsaldır.

Bize göre çözüm hükümleri adanın iki yanında halen varolan iki ayrı demokrasiyi ve kurumlarını dikkate almalıdır. Kıbrıs’a ilişkin yaratılacak yeni düzenin dış dengesi, iki garantör Anavatan arasındaki dengeyle muhafaza edilmelidir.

Onlarca yıl süren müzakereler sonucunda karşılıklı samimi siyasi irade olması durumunda adil, yaşayabilir ve erken bir çözümü mümkün kılacak yerleşmiş parametrelerle Kıbrıs sorunu konusundaki birikimin oluşturduğu somut BM müktesebatı, Ada’daki iki tarafın kullanımına açıktır. Bizim için, çözümün içeriği ile yaşayabilirliği çözümün nasıl isimlendirildiğinden daha önemlidir. BM parametreleri çerçevesinin nasıl doldurulacağı ve ileride kurulacak bir ortaklığın unsurlarının, Kıbrıs’taki iki halkın meşru kaygılarına hitap etmesi gerektiği görüşünü taşıyorum. Bunun, devam eden müzakerelerin konusu ve amacı olduğu bir gerçektir.

Devam eden müzakerelerde yeni bir tura başlanmasının Kıbrıs Türk halkı üzerindeki haksız izolasyonların kaldırılması sürecinin geciktirilmesi için bir bahane/gerekçe olarak kullanılmaması gerektiğinin altını çizmeyi gerekli görüyorum. Aksine, izolasyonların kaldırılması Kıbrıs’ta adil ve acil bir çözüm için Kıbrıs Rum tarafının teşvik edebilecek birkaç kozdan/maniveladan birisidir. Tam teşekküllü müzakerelere bir zaman sınırlaması konulmasının erken çözümü teşvik edeceği ve bu yüzden zorunlu olduğu inancındayım. Aksi halde Kıbrıs Rum tarafının bugüne dek sergilediği ayak sürüme uğraşı dikkate alındığında çok kıymetli zamanımızı boş yere harcama tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.

Mektubuma son vermeden önce, müzakerelerin siz sayın Ekselanslarının iyi niyet misyonu çerçevesinde ve iki liderin 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak entegre bir bütün şeklinde Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm için taahhüdümüzü yinelemek istiyorum.
1 Şubat 2010’da adaya yapmış olduğunuz ziyaret sırasında siz sayın Ekselanslarıyla tanışmaktan onur duydum.

Sizi yakın zamanda ziyaret etmeyi ve Kıbrıs’ta erken bir çözüm bulunması için müzakere sürecinin yürütülmesiyle ilgili perspektifi tartışmayı/ele almayı diliyorum.

Adayı ziyaretinizde çok doğru şekilde ifade ettiğiniz üzere bir çözüm mümkündür, ulaşılabilirdir ve bunu başarmak için çabalarımızı artırmamız gerekir.

Ben, halkıma ve uluslararası topluma karşı sorumluluklarımı yerine getirmeye ve müzakereler başladığında bu sürece olumlu, dinamik ve yapıcı biçimde katılmaya hazırım.

Sayın Ekselansları Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması anlayışıyla sizinle çalışmayı umut ediyorum/bekliyorum.

Dr. Derviş Eroğlu
Cumhurbaşkanı  ”

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2010/05/24/7805/kibris-muzakereleri-yeniden-baslarken-tek-egemenlik-farki
...

13 Ocak 2017 Cuma

KIBRIS TA NELER OLUYOR..?



KIBRIS TA NELER OLUYOR..?



Kıbrıs'ta Neler Oluyor?

Yazar: İbrahim Kürşat Tuna

Geçtiğimiz günlerde Gaziantep Bağımsız Milletvekili Sayın Ümit Özdağ ile birlikte mevcut ve eski dönem MHP milletvekilleri ve bazı sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan bir heyet halinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde önemli üst düzey görüşmelerde bulunduk. Bu çerçevede, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, KKTC Başbakanı Hüseyin Özgürgün, KKTC Cumhuriyet Meclisi Başkanı Ersin Tatar, Kıbrıs TMT Mücahitler Derneği Başkanı Yılmaz Bora, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçimiz Derya Kanbay, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve KKTC Maliye Bakanı Serdar Denktaş’ı ziyaret ettik. Bu ziyaretler esnasında, yürütülen Kıbrıs Müzakereleri’ne ilişkin olarak çeşitli görüşmeler yaptık, fikir ve doküman alışverişlerinde bulunduk. Tarihe not düşmek adına, bu ziyaretten elde ettiğim izlenimleri ve bizlere aktarılan bilgilerin bir kısmını Cenevre’deki kritik görüşmeler bağlamında sizlerle paylaşmak istedim. 

  Kamuoyunca bilindiği üzere, Kıbrıs’taki iki kesim arasında Cenevre’de 09 Ocak'ta Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili üç gün süren ve altı ana başlık altında yürütülen müzakerelere, a 12 Ocak tarihinde garantör Ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımları ile devam edildi. Cenevre görüşmeleri öncesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Akıncı ve Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Anastasiadis arasında Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin yürütülen müzakereler belli bir aşamaya gelmiş durumdadır. 

Ancak, bu kez alışılanın aksine yürütülen görüşmelerde alınan kararlar ve gelinen noktalar ile ilgili Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Basını’nda çok fazla bilgi bulamamaktayız. İşin diğer tarafı, KKTC içerisindeki siyasetçi ve halk da müzakerelere dair gelişmeleri Rum ve Yunan basınından takip etmek zorunda kalmaktan şikayetçi durumda. 

  Kısacası, Kıbrıs ziyaretimizde uzun bir istişare imkanı elde ettiğimiz Sayın Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve müzakereleri yürüten Özdil Nami Bey dışında görüştüğümüz herkeste çok ciddi bir tedirginlik ve karamsarlık havası hakim. Özellikle Güney basınında çıkan haberlerdeki bilgiler ile “ Yakınlaşma Tutanakları ” arasındaki tutarsızlık müzakereleri yürütenler tarafından Rum tarafına “ off the record ” sözlerin verilmiş olabileceği kaygısını doğuruyor. 

   Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Türkiye’nin Garantörlüğünün 15 yıl sonra gözden geçirilebileceğine ilişkin sözleri, KKTC’deki Türk Nüfusunun sadece 220.000 olarak belirtilmesi, nüfus için kabul edilen “4’e 1” oranı, Kıbrıs dışında yaşayan göç etmiş yada ettirilmiş Kıbrıs Türkleri’nin durumlarının belirsizliği, Ada’nın kuzeyine göç edecek yaklaşık 100.000 Rum’un adanın demografik ve siyasi yapısına etkisi, çapraz oy durumu, Cumhurbaşkanlığının iki dönem Rumlar’da, bir dönem Türkler’de olması, 28,2’lik Toprakta kalmanın kabul edilmesi, global takas yönteminin tamamen terki, yüksek tazminat yükü, KKTC tapularının ve işlemlerinin geçersiz duruma düşmesi, ekonomik ve sosyal yapının Ada’daki Türkler aleyhine bozulması riski, Garanti Antlaşması AB’nin birincil hukuku haline gelmişken varılacak antlaşmanın AB birincil hukuku kapsamında değerlendirilmemesi, Ada’da yaşayan ve çeşitli nedenlerle vatandaşlık alamamış kişilerin yaşayacağı olumsuzluklar, Ada çevresinde bulunan zengin petrol ve doğal gaz yataklarının işletilmesi konusu, Ada’daki Türk askeri varlığının kaldırılmasına ilişkin baskılar v.b pek çok sorun Türkiye ve Kuzey Kıbrıs kamuoyunda müzakerelere ilişkin kaygıları arttırmakta. 

  Ada üzerindeki egemenlik haklarımızın evrilme tarihine kısaca baktığımızda; II. Abdülhamit’ten bu yana Kıbrıs ile ilgili en büyük tavizlerin Osmanlı Devleti ve ardından Türkiye’nin bölgesel yada ülke içi önemli kriz zamanlarında verildiğini görüyoruz. Anlaşılan odur ki; Batı, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi, Türkiye’yi yaşadığı bölgesel ve içine sokulmak istenildiği ülke içi kriz ortamında sıkıştırarak Kıbrıs ile ilgili nihai hamleyi yapmak istiyor. 

  Bu hedef için gerekli ortam hazırlanmış, kritik bağlantılar kurulmuş ve senaryo uygulamaya konulmuş durumda. Müzakereler esnasında Anastasiadis Kilise ile birlikte ve daha bütüncül bir politikayla gayet kararlı bir biçimde hareket ederken, KKTC tarafında Akıncı, mevcut hükümeti ve ulusal çıkar odaklı unsurları müzakere masasında görüşülenlerden mümkün olduğunca uzak tutuyor. Cumhurbaşkanı Akıncı “mümkün olanı istemek” üzerinde bir kabullenişle müzakereleri yürütüyor. Oysa Rum Kesimi’nin görüşmelerde hep bir sonrasını talep ettiğini görüyoruz. Rum tarafı ısrarla Kilise mallarını gündeme getirirken, Türk tarafı Ada’nın en verimli ve stratejik topraklarını kapsayan mülhak Vakıf malları konusunu açık bir biçimde müzakere konusu etmekten kaçınmakta. Müzakere heyeti bu konunun daha sonra Taşınmaz Mal Komisyonu ile çözülebileceği inancında. Ancak her iki taraftan ikişer kişinin katılımı ile dört kişiden oluşacak komisyonun alacağı kararlarda eşitlik durumunda devreye sokulacak yabancı üye ile birlikte kararın yabancı üyenin reyi yönünde alınması söz konusu. 

Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul topraklarını kaybediş şeklini akla getirmektedir. Hatırlanacağı üzere Lozan görüşmeleri sırasında kesin bir neticeye kavuşturulamayan Musul Meselesi’nin 9 ay içerisinde Türkiye ve İngiltere arasında bir sonuca bağlanması, bu gerçekleşmez ise kesin kararın Milletler Cemiyeti tarafından verilmesi imza altına alınmış idi. İngiltere ve Türkiye arasında yürütülen Haliç Konferansı’nda İngiltere sürekli yeni taleplerle Türkiye’nin karşısına çıkmış, böylece sürecin akim kalması neticesinde de konu MC’ye intikal etmiş ve nihayetinde de olumsuz olarak neticelenmiştir. Böylece, Türkiye’nin, özellikle bugün bölgede karşı karşıya kaldığı pekçok siyasi, askeri ve ekonomik sorunun esasını teşkil eden çok önemli bir kayıp yaşanmıştır. Benzer kayıplara yol açılmaması için, Vakıf malları gibi ana konuların ayrıca karar altına alınması, öngörülen yapıda teşkil ettirilecek bir komisyona daha tali ve bireysel konular ile ilgili (eğer global takas yapılamayacaksa) yetki verilmesi daha doğru olacaktır. Bu yapılmadığı takdirde, bir anlamda alınacak kararın şimdiden yabancı üyenin inisiyatifine bırakılması söz konusu olacaktır ki bu durum; Kıbrıs üzerinde tarihten gelen en temel mülkiyet haklarımızdan birisi olan mülhak Vakıf mallarımızın geri dönülmez bir şekilde kaybına yol açabilir. Yine, sayın Akıncı’nın verdiği bilgiye göre, şu anki hesaplamalar ile Taşınmaz Mal Komisyonu ile çözüme kavuşturulacak taleplerin ödemeleri 8 ila 10 milyar dolar civarında olacaktır. Cumhurbaşkanı, bu rakamın tazminat ve kullanım hakları talepleri ile birlikte toplamda 24 milyar doları bulacağını öngörmekte. 

Sayın Akıncı, KKTC’nin böyle bir bütçeye sahip olmadığını ve bu paranın ancak Türkiye tarafından karşılanabileceğini belirtiyor. İngilizler’in haksız bir biçimde el koyarak Rumlar’a verdiği mülhak Vakıf arazilerinden kaynaklı haklarımızı almadan böylesi bir maddi yükümlülük altına girmek KKTC ve dolayısıyla Türkiye’yi bir anlamda alacağı varken borçlu durumuna düşürecektir. KKTC Maliye Bakanı sayın Serdar Denktaş ise müzakerelerin bu şekilde sonuçlanması halinde, Türklerin Ada’da “Avantajlı Azınlık” durumuna düşeceğini belirtiyor. Denktaş, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Ada’da kalıcı barışın sağlanması için 3 konuda çok önemli politika değişikliklerine gitmesi gerektiğini söylüyor ve bunları da: “Kilisenin Ada siyaseti üzerindeki müdahalesinin kaldırılması, Ada’nın güneyindeki eğitim sisteminin daha ilkokuldan itibaren yeni nesile işlediği “Türk Düşmanlığı” temelindeki eğitim ve öğretim anlayışını değiştirmesi ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından güven arttırıcı önlemlerin alınması.” şeklinde formüle ediyor. Müzakereler çerçevesinde federal devlet adı altında aslında doğrudan parlamenter sistem öngörülmekte. Temsilciler Meclisi’nde 12 Türk, 36 Rum milletvekili bulunacak ve kabinede 7 Rum ve 4 Türk Bakan görev yapacak. Bu konuda Denktaş’ın temel endişesi ise siyasi eşitliğin söz konusu olmayacağı bir devlet anlayışının sürdürülebilmesinin mümkün olmayacağı yönünde. En temel sorun ise politik belirsizlik ve bu süreç sonunda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bir federal devlete dönüşürken, KKTC’nin ise sadece bir Türk eyaletine evriliyor olması. 

Müzakereler ile ilgili en önemli konulardan bir diğeri ise hangi tarafların müzakerelere katılacağı meselesi. Aslında 1959 Garanti Antlaşması çerçevesinde Kıbrıs konusunda söz sahibi olan taraflar belirlenmiştir. Bu taraflar: Kıbrıs’taki her iki kesim ile birlikte Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’dir. Kıbrıs Rum Yönetimi, Ocak Ayı’nın 12’sinde garantörlerle birlikte gerçekleştirilecek olan müzakerelere “diğer taraflar” adı altında AB temsilcisini ve BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’ni de dahil etmek istemektedir. AB temsilcisi ve BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’nin müzakerelerin yapıldığı yerdeki yan salonlarda bekletilmesi ve gerektiğinde onlara danışılabilmesi yada toplantıya dahil edilebilmeleri öngörülmektedir. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Akıncı, yan salonlarda bu kesimlerin olmasının bir sorun teşkil etmeyeceğine değinse de, bu durum Kıbrıs sorununun çok taraflı bir konferansta tartışılır hale gelmesinin önünü açabilir. Rum tarafının, sorunu AB’nin kanatları altında çözmek istemeye çalışması anlaşılabilir bir politikadır. Ancak, burada özellikle dikkat edilmesi gereken husus Rum tarafının BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri yoluyla da Türkiye ve Kıbrıs Türk Kesimi’ni yakın markaj altına alma gayretidir. Daimi üyelerden ABD, İngiltere ve Fransa’nın Kıbrıs konusundaki taraflı tutumları bellidir. Rusya Federasyonu ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hem Ortadoks Kilisesi’nden hem de sosyalist ideolojiden kaynaklı ve uzun yıllara dayanan bir stratejik ortaklığı söz konusudur. 

Geçtiğimiz yıllarda S 300 füzelerine ilişkin yaşanan krizin etkileri daha Türk kamuoyunun zihninden silinmemiştir. Bunlara ek olarak, geçtiğimiz ay içerisinde de AKEL’li siyasetçiler Çin’i bu “çok taraflı” konferansa davet etmiş ve Çin’den bu konu ile ilgili olumlu bir karşılık bulmuşlardır. Yine Rum lider Anastasiadis’in 3’lü enerji zirvesi için gittiği İsrail’de Netanyahu’nun Anastasiadis’ten müzakerelerdeki garanti ve toprak konularında geniş bilgi talep etmesi ve Rum Yönetimi’ne destek açıklaması Kıbrıs Meselesi’nin garantörler ve iki kesim arasında çözüme kavuşturulması gereken bir konu olmaktan çıkartılıp bir uluslararası konferans malzemesi haline getirilmek istenildiğini bize çok açık bir biçimde göstermektedir. 1960 Antlaşması ile oluşturulan iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı federasyon Rumların Enosis hevesleri sonrasında akamete uğramıştı. Şimdi ise Türklerin veto hakkının da söz konusu olmayacağı bir yönetimin yeniden benzer bir sona uğraması durumunda, hele ki Türkiye’nin garantörlüğü de kaldırıldığı bir ortamda, Kıbrıs Türklüğü’nü nelerin beklediğini tahmin etmek çok da zor değildir. Gözümüzün önünde Kıbrıs’ta, Karabağ’da, Bosna-Hersek’te yaşananlar vardır. Bütün bu yaşanan insanlık dışı katliamlara Batı’nın gösterdiği tepkisizlik de hepimizin malumudur. Bu yüzden, Cenevre’deki müzakerelerin Kıbrıs Türklüğü için olduğu kadar Türkiye ve bütün Türk Milleti için çok büyük önem arz etmektedir. Müzakereler süresince görüşmeleri izlemeye ve müzakereleri ana başlıklar altında ayrıntılı olarak ele almaya devam edeceğiz. 

Bu vesileyle, 

Cenevre’deki müzakereleri yürütecek KKTC Cumhurbaşkanı sayın Mustafa Akıncı Bey’e, Türkiye’de önemli görüşmeler gerçekleştirdikten sonra müzakereler için Cenevre’ye geçen KKTC Başbakanı sayın Hüseyin Özgürgün Bey’e, müzakereci sayın Özdil Naim Bey’e, ve Türkiye ve KKTC’den görüşmelere katılacak siyasetçilere ve müzakere heyetlerine başarılar diliyorum. 

İbrahim Kürşat TUNA 25. Dönem MHP Çanakkale Milletvekili

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/01/12/8563/kibrista-neler-oluyor

3 Mayıs 2015 Pazar

Kıbrıs’ın seçimlik halleri,




Kıbrıs’ın seçimlik halleri,


Son söyleyeceğimi önceden söyleyeyim, sonuçlar merkezde bir 'görev' değişikliğini işaret etmekte, merkez sol ve merkez sağda bulunan siyasi partiler bu sonuçlar sonrası yeniden yapılanma sürecinde, hâlâ Kıbrıs’ın kuzeyinde TC devleti en etkin güç, Erdoğan bu noktada “hatırlatma” vuruşlarını yapmaya devam ediyor…
Murat KANATLI*
Kıbrıs’ın kuzeyinde cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı!;
Bunu Türkiye’deki birçok kaynaktan okumuşsunuzdur. Derviş Eroğlu yerine Mustafa Akıncı’nın seçildiğini de okudunuz. Bunun yanında, bazılarınca çok önemli değişiklik olduğunu da çeşitli haber sitelerinden, gazete köşelerinden takip etmişsinizdir ancak acaba bu doğru bir bilgi mi?
Son söyleyeceğimi önceden söyleyeyim, sonuçlar merkezde bir “görev” değişikliğini işaret etmekte, merkez sol ve merkez sağda bulunan siyasi partiler bu sonuçlar sonrası yeniden yapılanma sürecinde, hâlâ Kıbrıs’ın kuzeyinde TC devleti en etkin güç, Erdoğan bu noktada “hatırlatma” vuruşlarını yapmaya devam ediyor… Merkezin solunda yer aldığını söyleyen ama geçmiş deneyimleri ile düşünüldüğünde “ulusal sol” diye tanımlayabileceğimiz Mustafa Akıncı, seleflerinden ne kadar farklı hareket edebilecek? Söylemi ile pratiği birbirini tamamlayabilecek mi? Bunu söylemek şimdiden zor ama sistem içi çözümler her zaman için kendi sonlarını da kendileri hazırladığı için Akıncı’nın da bir noktada tıkanacağını söylemek mümkün. Akıncı’nın bu tıkanmadan çıkışı, sistem dışı çözümler aramak, bunun için de iyimser olmak için Akıncı’ya dair elde çok fazla pratik deneyim yok…
Türkiye’de yaşanmaya devam eden iç dinamiklerin hareketli hali ve Yunanistan ile Kıbrıs’ın her iki yanındaki her birinin kendi iç dinamikleri ile düşünüldüğünde sonucu kolay kestirilemeyecek bir sürecin içinde olduğumuz söylenebilir.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki sistemin sürdürülemez olduğu netlik kazandı, tam da burada sorun, sistemin restorasyonunun kendine sol diyenlere kalması.
Neredeyiz ve bu süreç bizi nere taşıyacak?
DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS
14 Ağustos 1974’te Ayşe tatile çıktığında aslında bu 40 bin askeri kapsayan basit bir operasyon değildi. Adanın yüzde 37’si işgal edilmişti ve 160 bin Kıbrıslı Rum tüm malını mülkünü bırakıp güneye silah zoru ile göç etmek zorunda bırakılmıştı. Bundan sonraki süreç bir fetih politikası çerçevesinde sürdü.
Kıbrıslı Rumların bıraktığı tüm taşınır ve taşınmaz mal varlığına el kondu. 2000’lerin başına kadar izlenen tam da bu ganimetin dağıtımının “koordine” edilmesiydi. Ulusal Birlik Partisi (UBP), çok uzun süre bu ganimeti ve ayrıca Türkiye’den gönderilen finansal kaynakları “üleştirme” üzerine bir düzen kurdu. Bu nedenle Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü aslında bir fikir değil tamamen duygusal bir refleksti.
1975 yılından itibaren işgal edilen yüzde 37’lik toprağı işlemek için gerekli olan işgücü adı altında adaya nüfus da taşınmaya başlandı. Bugün itibari ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki nüfus tam anlamı ile bilinmemektedir ama demografik yapının ciddi şekilde bozulduğunu herkes kabul ediyor…
Bu noktada seçimlere dair bazı rakamlara bakmak, bize birtakım ipuçları verecektir.
1976’da ilk yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmen sayısı 75 bin 781 iken 2015 yılında seçmen sayısı 176 bin 912 oldu… Kıbrıslı Türklerin yoğun göç verdiği de düşünüldüğünde bu artışın izahı zordur.
Türkiye’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi için ise oy kullanabilecek seçmen sayısı 91 bin 588’dir… Bu seçmenin tümü elbette Kıbrıs’ın kuzeyindeki seçmen listesine yazılı değil ama toplam içinde düşünüldüğünde önemli etki yapabilecek bir kitleden söz edebiliriz. Ayrıca bu 91 bin kişi 18 yaşından büyük, daimi ikametgahı Kıbrıs’ın kuzeyi olanların sayısı…
Bunun yanında AKP hükümeti ile birlikte, TC devletinin kuzeydeki kurumsal yapılanması devam ediyor. Borçlandırıp kendine muhtaç bıraktırma siyaseti her yanda sürmekte…
Gelinen aşamada, finansal kaynakların önemli bir kısmında tam kontrolü bulunan TC devleti, 40 bin askeri ile burada “güvenlik” vurgusu ile de kendini hissettirmeye devam ediyor.
Bu durumda seçimlerdeki değişimi nasıl okumak gerekir?
SİSTEM İÇİ YENİLENME
1998 yılına gelindiğinde yukarda bahsettiğimiz 1974’te elde edilen ganimetin dağıtımı süreci tıkandı. Son bir hamle yapılarak TC ile bir ekonomik paket hazırlandı. Bu ekonomik paketi savunmak ve hayata geçirmek görevi de UBP-TKP koalisyon hükümetinin başbakanı olarak Derviş Eroğlu ile başbakan yardımcısı olan Mustafa Akıncı’ya verildi. Sendikaların yıkım paketi dedikleri bu yeni dayatma paketine karşı ciddi bir tepki doğdu. Kıbrıs’ın güneyinin Avrupa Birliği üyeliği süreci ile Kıbrıs’ın kuzeyinin çözümsüzlük ile belirsiz bir geleceğe mahkum olması ihtimali de bu hareketlilik ile birleşince ortaya muazzam bir toplumsal muhalefet çıktı. Çeşitli grev ve eylemler, başka gerginliklerle birleşti ve istifalar yaşandı, hükümetler devrildi, yeni seçimler yapıldı. Bu sürecin sonunda artık hiçbir şeyin eskisi gibi gidemeyeceği anlaşılmıştı. Bu sürecin bir faturası da Akıncı’ya çıktı ve 2000 yılında parti başkanlığını bıraktı. 2003’ün başlarında bu kez 3 partinin ortak oluşturduğu bir koalisyon partisinin Barış ve Demokrasi Hareketi’nin başı olarak yeniden siyasete döndü ama süreç, bölünmeler sonucu 4 partiyi ortaya çıkarınca, bunun siyasi bedelleri oldu, 2005 yılında Akıncı bir kez daha aktif siyasete ara verdi…
Akıncı’nın şansı bir türlü tutmazken, tıkanan sistemin restorasyonu bu kez başka bir merkez sol parti CTP’ye verildi. Mehmet Ali Talat 2003 seçimlerinde başbakan, 2005’te ise cumhurbaşkanı oldu. Denktaş’tan alınan koltuk ile herkes Kıbrıs’taki statükonun yıkıldığını söyledi ama 2009 yılındaki seçimlere gelindiğinde Derviş Eroğlu küllerinden yeniden doğdu, önce başbakan oldu, daha sonra 2010 yılında ilk turdan cumhurbaşkanlığını aldı.
Bu dönemde, AKP ile birlikte, eski ganimetin ve TC’den gelen finansal kaynağın dağıtımı değil, neoliberal politikaların ve TC’den gelen finansal destekle gerçekleşen projelerin rantının dağıtımı üzerine yeni bir sistem yavaş yavaş hayata geçirildi.
Eskiden TC yönetimleri kendi çıkarları için ciddi finansal destekler de vererek, Denktaş, Eroğlu yönetimlerinin hükümet etmesini sağlamaya çalışmaktaydı. Ancak yeni rejimde AKP, TC elçiliğini tam bir valilik olarak kurguladı. Bir il yönetimi politikası izlendi, Kıbrıs’ın kuzeyindeki bakanlar kurulu aslında şeklen varlığını sürdürürken aslında tüm finansal konular elçilik altındaki TC yardım heyeti sektör sorumluları aracılığı ile kontrol edildi, hangi projenin nasıl yapılacağına son noktayı sektör sorumlularının karar verdiği bir düzen oluşturuldu. Hükümet programları yapılsa da, esas olan ve uygulanan TC ile yapılan ekonomik protokoller oldu. Sektör sorumluları ile koordinasyon için Kıbrıs’ın kuzeyindeki bakanlıklarda TC’den bürokratlar yetkilendirildi.
Bu sürecin geldiği bugünkü noktada, TC’den gelen finansal kaynaklar TC yardım heyeti aracılığı ile “projeler” adı altında direk veya dolaylı gene TC’li şirketlere verildiği, adada kalan kısmının da gene TC’den gelen ithal malların satın alınması ile Türkiye geri döndüğü, bir birleşik kaplar sistemi oluştu.
Sorun, tam da buradan başladı, önemli bir rant oluşturan bu sistemi Kıbrıslı Türkler adına kim yönetecek? Yönetecek olanın Türkiye ile ilişkileri nasıl olmalı?
Sistem içi seçenekler bu konuda kendi aralarında rekabet halindeler. Siyasal olarak solunda veya sağında olmak üzere merkezde kendini tanımlayan partiler seçim sonuçlarına bakıldığında kendi içlerinde ciddi bir rekabete girişmiş durumdadır.
İlk tur sonuçlarında mevcut siyasi partilerden destek görmeden yüzde 22 oy alan Kudret Özersay’ın ekibin içine eski soldan kesimleri de alarak merkezde “dört eğilimi” barındıran “yeni sağ” bir oluşuma gideceği konuşulmakta. Merkezdeki sayısal olarak büyük sağda UBP ve solda CTP kendi içlerinde alınan seçim yenilgisi sonrası “yenilenmeyi” önlerine koyduklarını ilan ettiler.
Kazanan Akıncı da, başka bir merkez sol denebilecek siyasi parti, eski BDH ve TKP birleşmesi ile oluşan Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP) ile siyasi akrabalığı olan kişidir.
DAVUTOĞLU VE ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI NE ANLAMA GELİYOR?
Elbette doğal olarak her seçilen kendi “imajı” ile seçilir ve kendi dilini kullanmaya devam eder, önemli olan pratikte bunun ne getireceğidir.
Bu nedenle, pratik konusunda Davutoğlu’nun hatırlatması önemliydi. Davutoğlu, “Sayın Talat geldiğinde de böyle olmuştu ama rayına girdi” diyerek önemli bir hatırlatma yaptı.
Erdoğan’ın ve etrafındaki TC yetkililerinin açıklamalarını ise Türkiye’deki seçime yönelik, milliyetçi kesimleri mobilize edecek bir söylem olarak düşünmek mümkündür. Bu aynı zamanda esas patronun kim olduğunu hatırlatmaya, Kıbrıs’ta alternatif yol arayanlarının umudunu da kırmaya yönelik bir zorlamadır…
Bu zorlama karşısında Akıncı’nın “söylem” konusunda düz duran hali, alt metinlerde hiç de öyle değil. Erdoğan’a verdiği cevapta Akıncı “Bu topraklarda da artık Rum toplumuyla baş edebilmek adına, kendi kişiliğini kanıtlamak adına, bebeklikten, yavruluktan kurtulup ayakları üzerinde durmalıdır” diyerek, gene kendini “öteki”lerle, Kıbrıslı Rumlarla karşılaştırarak aslında ulusal sol karakterini hatırlattı…
UMUT?
Bu belirsizlik içinde umuda dair olumlu şeyler söylemek de mümkündür. Öncelikle YKP, TC’nin müdahalelerini ve demokratik bir seçimin olmadığını söyleyerek boykot çağrısı yapmıştı. Az veya çok YKP’nin çağrısından da etkilenenler, ama çoğunlukla bu seçimden beklentisi olmayan 63 bin kişinin sandığa gitmemiş olması önemli bir mesajı içermekte. Aşağı yukarı bu oy ile Akıncı’nın seçildiği düşünüldüğünde, bir o kadar da tepkinin varlığı olduğu söylenebilir. Umut, en azından bunun bir kısmının rejime karşı, sistem dışı bir seçenek için örgütlenebilmesi ihtimalidir.
Bunun yanında Erdoğan’ın Kıbrıs’a dair söylemine karşı Türkiye coğrafyasından hızla yükselen tepkiler de çok önemlidir. Türkiye’de kimi sol kesime de sızan milliyetçi söylemi aşındıran böylesi bir konuşma hali, Türkiye’deki sol hareketin kendi coğrafyası dışında 40 bin asker bulundurarak, fetih politikası sürdürmesinin daha geniş kesimlerce tartışılmasını sağlaması, kendi coğrafyamızda, Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye halklarının dayanışma ile ortak bir geleceği kurabilme umudunu artıran bir ihtimal…
Sistem içi seçenek olsa da Akıncı’nın cumhurbaşkanı olması, Kıbrıslı Rumlarda bir hareket sağlaması, Türkiye’deki kimi çevreleri de AKP karşıtlığı üzerinden de olsa tepki göstermesi, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı sağlayabileceği ihtimali çok düşük olsa da, sokak muhalefetleri ile desteklenirse yeni olasılıkları açabilme ihtimalinden ihtiyatlı bir iyimserlik ile takip edilmesi gereken bir süreç olacak…
Yok eğer, Davutoğlu’nun hatırlattığı yere gelirsek, ortaya çıkacak sonuç, aynı tas, aynı hamam ama tellak değişmiş olacak…
*Yeni Kıbrıs Partisi Genel Sekreteri
..