Gözde Kılıç Yaşın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gözde Kılıç Yaşın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2021 Cumartesi

Sırbistan’ın Arap Yatırımcıları

Sırbistan’ın Arap Yatırımcıları 





Gözde Kılıç Yaşın 

21. YÜZYIL TÜRKİYE ENSTİTÜSÜ BALKAN VE KIBRIS ARAŞTIRMALARI MERKEZİ BAŞKANI 

Sırbistan’ın dış ticaretteki en önemli ortağı yakın zamana dek Rusya olmuştur. 
Rusya’yı Almanya, İtalya ve Çin izlemektedir. Ancak “yabancı yatırım” denildiğinde tablo biraz değişmektedir. 
Resmi verilere göre Sırbistan’da 30 yatırımla en fazla Almanların boy gösterdiği,1 
23 yatırımla Avusturyalıların Almanları takip ettiği kaydedilmektedir. Son 10 yılda Sırbistan’daki en büyük yatırım ise mobil telefon şirketi Telenor (Norveç), petrol şirketi Gazprom (Rusya) ve otomobil şirketi Fiat (İtalya) tarafından yapılmıştır. Ancak son dönemde Arap, Rus ve Çin yatırımlarının hız kazandığı da bir gerçektir. Burada Arap yatırımının Sırbistan’a yönelme sebepleri irdelenecektir. 

Sırbistan’ın büyüyen ulusal borcu ve gayri safi yurtiçi hasılanın artırılması çabaları, yabancı yatırımcının çeşitlendirilmesini ve sıcak paranın artırılmasını gerektirmiştir. 

Bu çerçevede en az 10 milyon Euro yatırım ve 200 kişinin istihdamını sağlayan her yatırımcıya 10 yıllık gelir vergisi muafiyeti, çifte vergilendirmenin önlenmesi, yap-işlet-devret modelindeki yatırımlar için 5 seneye kadar vergi muafiyeti gibi vergi avantajları sağlanmasına dönük yasal düzenlemeler yapılmıştır. 

Sırbistan’ın aktif bir şekilde izlediği yatırımcı çekme politikası 2013 henüz tamamlanmadan olumlu sonuçlar doğurmayı başarmış ve 1 milyar 400 milyon Euro’yu ülkeye getirmiştir. 44 bin kişinin istihdamını garantileyen 200 aktif projenin varlığından bahsedilmektedir. 

2013 yılında hızlı bir kalkınma hedeflendiği ve BAE, Katar, Kuveyt ve Suudi Arabistan’dan yatırım beklendiği Sırbistan yetkililerince açıklanmıştır. Gerçekten de Arap ülkelerinin Balkan yatırımları incelendiğinde de en önemli ortağın Sırbistan olduğu görülmektedir. 

1 Almanya’nınSırbistan’dadoğrudanyatırımları 1,5milyar Euro düzeyindedir. 
2 Arabische Unternehmen auf Einkaufstour in Serbien, Economic Journal, 30 Temmuz2013 
3 Economic Chronicle – Arab investments reviving economy, Voice of Serbia, 1 Eylül 2013
4 Arabische Länder bereit, in Serbien zu investieren, Voice of Serbia, 9 Ocak 2013

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Sırbistan Yatırımları 

Birleşik Arap Emirlikleri’nden yapılan sermaye girişi Sırbistan’da giderek önem kazanmaktadır. BAE’nin Sırbistan’daki yatırım alanları arasında tarım sektörünün ön plana çıktığı, savunma ve ileri teknoloji alanında da ortaklıklar kurulduğu görülmektedir. 

Önce Ekim 2012’de Abu Dabi’de sonra Ocak 2013’de Belgrad’da bir araya gelen BAE Veliaht Prensi Şeyh Abdullah bin Zayed el Nahyan ile Sırbistan Başbakan Yardımcısı Aleksandar Vuciç, BAE’nin 20 yıllık geri ödeme planıyla yüzde 1.5 faiz uygulanmak üzere 300 milyon Euro kredi vermesi, savunma alanında işbirliği ve iki ülkenin ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi üzerine görüşmüştü. 19 Şubat 2013’de Abu Dabi’de tekrar bir araya gelen ikili, stratejik yatırım anlaşması imzalayarak bazı yatırımları süreğen kılmış, görüşülen konuları da neticeye erdirmiştir. 

Öncelikle gıda üretim tesislerine yatırım yapmak istediğini açıklayan BAE’nin, Sırbistan’a tarım alanında 200 milyon Euro yatırım yapacağı bu anlaşma 
ile kesinleştirilmiştir. 

Bu çerçevede Abu Dabi’nin önemli bir tarım şirketi olan ve Prens Nahyan’a ait Al Dahra’nın Sırbistan’daki yatırımlarının 300 milyon Euro’ya ulaştığı ifade edilmektedir.2 

BAE Kalkınma Fonu’ndan da aynı miktarda tarım kredisinin Sırbistan için çıkarılması gündemdedir. Al Dahra’nın, 300 milyon Euro’luk yatırımının 
75 milyon Euro’sunu iflas etmiş 8 tarım kooperatifini satın almak için kullanacağı, kalanını ise 14 bin dönüm alanı sulama imkanı sağlayan sulama sistemi yapımı ve beş otlak alanı oluşturmak için ayırdığı açıklanmıştır.3 

< Sırbistan’ın büyüyen ulusal borcu ve gayri safi yurt içi hasılanın artt ırılması çabaları, yabancı yatırımcının çeşitlendirilmesini ve sıcak paranın artt ırılmasını gerektirmiştir. >

Daha önce 16 bin hektarlık tarım arazisinin BAE tarafından kiralanması 4 gündeme gelmişse de anlaşmada bahsi geçen alan, 9 bin hektar olarak belirlenmiştir.
Sırp hükümetine ait bu arazilerde, Sırbistan küçük bir hisseyle ortak kalacaktır. Al Dahra, tarım ürünlerinin ihracatını sağlamak amacıyla oluşturulan “Yugoslav Nehir Filosu” projesi için de ek 30 milyon Euro ayırmıştır. Şirket aynı amaçla Pancevo’da
43 hektarlık bir alan üzerinde, 4.1 milyon Euro değerinde bir nehir limanı inşası planlamaktadır.
   BAE’nin özellikle tarım ve hayvancılık sektörlerinde yatırım yapmak istemesinde ki amaç “Sırbistan’ın gıda üretiminde potansiyelini sınırlı kullanması” ile izah edilmektedir. Tarım alanındaki ek yatırımla gıda üretiminin ve ihracatının on kata
dek arttırılabileceği de bu çerçevede ifade edilmektedir. BAE’nin tarım ürünlerine ve hayvansal gıdaya duyduğu ihtiyaç da anlaşmaların imzalanması aşamasında basına yansıyan bilgiler arasında yer almaktadır.
   Balkan coğrafyasının temiz ve güvenli tarıma elverişli olduğu ve Sırbistan’ın bu alanda yeterli devlet desteğini üreticiye sağlayamadığı doğrudur. Aynı şekilde Sırbistan’daki –güvenilir olması bakımından özellikle Sancak’taki- et ve süt ürünlerinin herhangi bir başka coğrafyanın ürünlerine göre tercih edilebilir kalite ve güzellikte olduğuna da şüphe bulunmamaktadır. Ne var ki, bu gerçek tüm Balkan coğrafyası, bilhassa da Kosova, Bosna-Hersek, Makedonya gibi Eski Yugoslavya’nın doğu kısmı için geçerlidir.
 
  Ne var ki BAE’nin yatırımları açık şekilde Sırbistan’da yoğunlaşmıştır. Bunun iki önemli sebebinden biri, Sırbistan’ın bürokratik kolaylık, vergi avantajı ve bir takım teşvikler sağlamasıdır. Diğer önemli sebep ise 1 Eylül’den itibaren İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile Sırbistan’ın AB ile hem siyasi hem ekonomik işbirliğinin derinleşeceği bir dönemin başlamasıdır. 2009’dan bu yana Sırbistan- AB arasında Geçici Ticaret Anlaşması uygulanmakta ve gümrük vergileri kademeli olarak kaldırılmaktaydı.

1 Ocak 2014’den itibaren de sanayi ürünleri üzerindeki gümrük vergilerinin kaldırılması başlatılacaktır. Dolayısıyla Sırbistan önemli bir pazar haline getirilmiştir. Sırbistan açısından ise bu alandaki en büyük kazanç, birkaç yıl içerisinde devlet çiftliklerindeki başta olmak üzere büyük sulama sistemlerinin inşası ve tarımsal üretim kalitesinin ve ihracat miktarını arttıracak yoğun üretime geçecek olmasıdır.
< BAE ’nin özellikle tarım ve hayvancılık sektörlerinde yatırım yapmak istemesindeki amaç “Sırbistan’ın gıda üretiminde potansiyelini sınırlı kullanması” ile izah edilmektedir. >

BAE, yatırımda önceliği tarım ve hayvancılık sektörüne vermektedir. Ancak Sırp tarafının esas mikroçip fabrikası için heyecanlandığı görülmektedir.
Nitekim mikroçip fabrikası, “1980’lerden sonraki en büyük yatırım” olacaktır. Sırbistan yetkililerine göre gerekli finansmanın sağlanması durumunda, Sırbistan, ABD’nin Silikon Vadisi’ne benzer bir yüksek teknoloji merkezi haline gelecektir. Mikroçip fabrikası kurulması projesinin ilk aşamasını araştırma merkezi kurulması oluşturmaktadır. Sadece bunun için bile 400 milyon Euro’luk yeni bir yatırımın gerektiği ifade edilmektedir.

   BAE’den gelen Mubadala şirketi temsilcileri ile Ağustos başında yapılan görüşmelerde Mubadala İleri Teknoloji Araştırma Geliştirme Merkezi’nin resmen açılacağı teyit edilmiş, iş son imzalara kalmıştı. BAE firması Mubadala da benzerleri Dresden (Almanya) ve NewYork’da bulunan 3 milyar Euro değerinde yarı iletken mikroçip üretecek bir fabrika kurmaya sıcak bakmaktadır.

    Böylesi bir yatırımın gerçekleşmesi durumunda, 4.500 yeni işyerinin açılacağına inanılmaktadır. Eylül 2013 sonuna varmadan mikroçip fabrikası için de BAE ile bir anlaşmanın imzalanacağı kesinleşmiştir.
İleri teknolojinin Avrupa’daki merkezi olmak isteyen Sırbistan, bu hedefteki ilk adımı garantilemiş, beyin göçü için yeni cazibe merkezi haline gelmeye yakınlaşmıştır.
    Öte yandan BAE Etihad Airways, Sırbistan ulusal havayolu şirketi JAT ile Ağustos’ta, Air Serbia ismi verilen ve yüzde 49 hissesi Etihad’a bırakılan ortak bir havayolu şirketi kurmuştur. Etihad, ortak şirket için toplamda 100 Milyon Euro’luk
yatırım yapacaktır. Eylül 2013’de imzalanması beklenen bir anlaşmayla BAE, ayrıca uçak parçaları üretimi yapacak bir fabrika da kuracaktır.

    Yıllık cirosu 300 milyon Euro olması beklenen fabrika 400 ila 500 kadar işçiyi istihdam edecektir.

Veliaht prensin aralarında NORA ve ATLAS roket sistemleri de olan askeri teknolojilerin geliştirilmesi için 150 milyon Euro yatırım planı da, savunma sektöründeki en önemli yatırım olmaya aday görünmektedir. Krusik, Teloptik ve Utva gibi Sırp askeri fabrikalarına da BAE yatırımı söz konusudur. Öte yandan

    BAE’nin Sırbistan’dan silah ihracatına hazırlandığı da iddia edilmektedir. Ayrıca roketatar kurulumu konusunda yatırım için yeni tur görüşmelerin yapılacağı duyurulmuştur.
    Kopaonik Dağı üzerindeki Jugobanka Oteli’nin satışı ise Şubat’ta imzalanan anlaşmadan hemen sonra doğrudan Muhammed Bin Zayed adına gerçekleştirilmiş, böylece turizm sektöründe de BAE’nin yatırımlarına Sırbistan açık hale getirilmiş tir. Otel demişken, modern tarzda yeni bir otelin yapımı da anlaşmada yer alan hususlardan. Üstelik bu otel, NATO’nun 1999’da bombaladığı eski bir askeri merkezin yerine yapılacaktır.

Bu otelle de Mubadala Emlak ve Altyapı şirketi ilgilenmektedir. Ayrıca Sırbistan Merkez Bankası’nın Royal Grup ile yaptığı görüşmelerin Sırbistan’da Royal’ın bir şube açması ile sonuçlanması gündemdedir.

Gerçekleşirse BAE’nin Avrupa’nın bu yakasındaki ilk bankası Sırbistan’da olacak demektir. Bankacılık sektöründeki böylesi bir işbirliği, yatırımlar için yeni bir finans desteği yaratacaktır. En son 7 Ağustos 2013’de Sırbistan Başbakanı Ivica Daciç ve
BAE Dışişleri Bakanı Danışmanı Muhammed Al Suvaidia’nın hazır bulunduğu bir toplantıda, BAE Küresel Sermaye Yönetimi (GCAM) CEO’su Arun Ramswaroopji Panchariya ile Sırbistan Şehircilik ve İmar Bakanı Velimir Ilic, Sırbistan için sanayi
ve altyapı projeleri geliştirecek ortak bir şirket kurulmasını içeren bir işbirliği memorandumu imzalamıştır. Anlaşmaya göre projeler, GCAM’ın ilk etapta 10-15 milyon Euro’luk katkı sağlayacağı bir ortak fondan finanse edilecektir..  

Bu anlaşma ve Eylül 2013 sonuna dek imzalanması beklenen üç yeni yatırım anlaşması da Prens Nahyan’la imzalanan stratejik anlaşmanın somut içerikteki
yeni anlaşmalara dönüşmekte olduğunun birer göstergesidir.

Sırbistan Neden Bu Kadar Davetkar?

Sırbistan’ın yatırım çekmek için ek önlemler aldığı dönem, aynı zamanda küresel krizin Avrupa’yı sarstığı döneme denk gelmiştir.

Almanya hala etkindir, Avusturya ve kendi krizine rağmen İtalya da varlık göstermektedir ancak Sırbistan’ın derin ekonomik sorunlarına çare olabilecek boyutta değildir Avrupa’dan gelen yatırımlar. Rusya ise yeni dönemde dış politikasını duygusallıktan uzak tacir zihniyetine yakın bir tavırla belirlemektedir. Gümrük kaldırılmıştır, borçlandırma söz konusudur, Güney Akımı gibi önemli bir projeye Sırbistan dahil edilmiştir, silah satılmaktadır ama bunların hiç birisi işsizlik sorununu da çözecek, büyük yatırımlar anlamına gelmemektedir. Kaldı ki yeni yatırımcıya açılan saha, mevcut yatırımcıdan vazgeçmeyi de gerektirmemektedir.
    Kesin olan ise küresel kriz düşünülecek olursa Çin ve Körfez Ülkeleri’nden gelecek yatırımlar ekonomiyi canlandıracak çok önemli faktör  olarak görülmüştür. Yabancı yatırımın gelmesi için Sırbistan da gerçekten olağanüstü bir çaba göster miş, her fırsatı değerlendirmiş, proje üretmiştir.

Açıkçası yeni işbirlikleri, hem Sırbistan ekonomisi için önemli bir büyüme sağlaması ve istihdam sorununu büyük ölçüde çözmesi yönüyle hem IMF, Dünya Bankası ve AB’nin, istikrar politikaları ve bütçe disiplini konularındaki dayatmalarına karşılık gösterilebilecek başarılı bir proje sağlaması nedeniyle Sırbistan’ın ihtiyaçlarını karşılamaktadır.

Öte yandan ekonomideki iyileşme, dış politikadaki sorunlu konuları çözmek konusunda da Sırbistan’ı rahatlatacaktır.

Bir kere işsizlik ve yoksulluk nedeniyle radikalleşen halkını, yaşanan dönüşüm sürecinden, istihdam ve refahın artışıyla daha sağlıklı bir şekilde geçirebileceği kesindir.
Diğer taraftan da ekonomik istikrarını sağlamış ve ekonomik ortaklıklar yoluyla siyasi destekçilerini arttırmış bir Sırbistan’ın bazı dış baskıları dengelemesi daha kolay olacaktır.
Bilhassa Balkanların istikrarını, Sırbistan’ın istikrarına bağlı gören çevrelerde, -istikrar istendiği müddetçe- bu siyasetin karşılığının olacağı kesindir. Eski Yugoslavya’nın eski parçası olan ancak henüz AB’nin parçası olamamış komşularıyla siyaseti bakımından da ekonomik olarak güçlenmiş bir Sırbistan sadece ortak işsizlik sorununda cazibe merkezi olmayacak aynı zamanda siyaseti
belirleyen konuma da ulaşabilecektir.

Kaldı ki bölgeselleşme faktörünün konuşulduğu ve Arnavutluk-Kosova-Makedonya hattından zaman zaman hararetle bahsedildiği düşünülecek olursa hem denge-fren hem de alternatif hat oluşturma gücünü elinde tutmak Sırbistan’ı gerçekten de her anlamıyla Balkanların kilit ülkesi haline getirebilecektir. 

Bunlara ekonomisini istikrara kavuşturmuş bir Sırbistan’ın AB üyeliğine daha da yakınlaşacağı eklenmeli ve Fransa’dan gelen “AB’nin 29. üyesi olarak Sırbistan’ı görmek istiyoruz” açıklaması hatırlanmalıdır.

Neden Sırbistan?

Yatırım ve ticaret kararlarında nüfuzunu güçlendirebilmek gibi kriterleri, enerji kaynaklarını güvenli bir rotadan taşımak gibi kriterlerle birlikte değerlendiren Rusya gibi bir ülkenin tarih, kültür, din, anlayış yönünden ortağı olarak gördüğü Sırbistan’da gerçekleştirdiği yatırımlar gayet anlaşılır tercihlerdir. Balkanların tamamında yatırımları ile ekonomik etkinliğini ve nüfuzunu arttıran Almanya gibi bir ülkenin Sırbistan’ı diğer Balkan ülkelerinden ayırmayan –nitekim neredeyse her Balkan ülkesinde aynı Alman menşeli firmalarla karşılaşılır- tercihi de anlaşılır bir yatırımcı tavrıdır. Hatta - belirtmeden geçemeyeceğim - Arap sermayesinin Sırbistan’daki hareketini en yakından izleyen de Alman basını olmuştur. Körfez Ülkeleri ise davete icabet eden taraf konumundadır. Sırbistan Devlet Başkanı Tomislav Nikolic’in Nisan 2013’e 9 günlük Sırbistan-Arap- Afrikalı Dostluk Günleri’nin 5 açılışını yaparken Arap ve Afrikalı ülkeleri “ortak tarihlerinin parçası olan Bağlantısızlar Hareketi”ne atıfla selamlaması da bir psikolojik bağ kurulması ile ilgilidir.

< Yeni işbirlikleri, hem Sırbistan ekonomisi için önemli bir büyüme sağlaması ve istihdam sorununu büyük ölçüde çözmesi yönüyle hem 
I M F, Dünya Bankası ve AB ’nin, istikrar politikaları ve bütçe disiplini konularındaki dayatmalarına karşılık gösterilebilecek başarılı bir proje sağlaması nedeniyle Sırbistan’ın ihtiyaçlarını karşılamaktadır. >

BAE’ni Sırbistan’a getiren ise Bağlantısızlar Hareketi’nin sıcak hatıralarından ziyade sağlanan ticaret ve yatırımda sağlanan yasal ve bürokratik kolaylıklardır. 

Örneğin Bosna-Hersek’te herhangi bir yatırımı zorlaştıran binlerce neden varken Sırbistanın kolaylaştırıcılığı karşılık bulmaktadır. Öte yandan hem Avrupa’ya hem Rusya’ya gümrüksüz ticaret yapabilen tek ülkedir ve ayrıca coğrafi olarak iki kanala da kolay sevkıyat gerçekleştirebilecek bir konumdadır. Kaldı ki her bir yatırımcı, Sırbistan’ın iki önemli Avrupa koridoru ile - Koridor 7 (Tuna Nehri) ve Koridor10 (Uluslararası otoban ve demiryolu) - AB, Güneydoğu Avrupa ve
Yakın Doğu pazarlarına yakınlığının sağladığı lojistik üstünlüğün ve nakliye kolaylığının farkındadır. Buna Arap yatırımcılar da dahildir.

    Şüphesiz ki aslında “Neden Müslümanlar değil de insanları Müslüman oldukları gerekçesiyle katletmiş bir ülke, Körfez sermayesiyle kalkındırılmakta ve bölgenin cazibe merkezi haline getirilmektedir?” sorusu, bu makalenin ana sorunsalı dır.

   Yanıtı ne yazık ki sağlanan ticari ve hali hazırda mevcut olan lojistik kolaylıklar yani “sermayenin zenginleşebileceği yere gittiği kuralı” olacaktır. Bu durumda “Paranın sınırları, dini ve milliyeti olmaz” sözü bir kez daha gerçekliğini ispatlamaktadır. Halbuki Sırbistan’a sınır bir ülkenin hiç değilse coğrafyanın sağladığı aynı kolaylıkları barındırdığı kesindir. Sırbistan’ın iyi diplomasi
yürüttüğü, cazip projeler hazırladığı, Boşnakların bu konuda yetersiz kaldığı ve ülkelerindeki siyasi kriz ve sorunların yatırımı güçleştirdiği gerçek olsa dahi Bosna’da 150 cami inşa/tamir eden bir ülkenin (Suudi Arabistan) yatırım konusunda bürokratik engelleri aşamadığını iddia etmek gerçekçi olmayacaktır. Farklı bir coğrafyadan başka bir Müslüman ülkenin, Bosna-Hersek sınırlarında ama Sırbistan’a bağlanmak isteyen Sırp bölgesinde yaptığı yatırımlar da düşünülecek olursa sorun çetrefilleşmektedir.

Sırbistan’la yatırım anlaşmalarının yapıldığı günlerde, BAE Kızılayı da Bosna’da 10 bin kadar öksüz ve yetim çocuğa 250 bin Euro değerinde kıyafet ve ayakkabı yardımı yapmıştı. Bosna-Hersek’te, çalışabilir durumdaki fabrika ve işletmelerin yüzde 80’i kapalı iken İslam dünyasının buraya neden 18 yıldır hala sadece sadaka, zekat, fitre, kardeşçe sevgi ve destek sunduğunu açıklayabilmek
için “sermaye kuralları” terimi çok mekanik kalmaktadır. Bosna-Hersek gerçekten de gözden çıkarılmış mıdır?

DİPNOT:

5 Katılan ülkeler Angora, Cezayir, Fas, Filistin, Gine, Irak, Kongo, Kuveyt, Lübnan, Mısır, Nijerya, Suriye ve Tunus’tur.

***

31 Aralık 2019 Salı

ABD ASKERİ HARİTASI YENİLENİRKEN

ABD ASKERİ HARİTASI YENİLENİRKEN; KARADENİZ.,






Yazan  
Gözde Kılıç Yaşın 
30 Aralık 2019


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkan Gözde KILIÇ YAŞIN’ın bu makalesi ilk olarak 05 Aralık 2005 tarihinde Cumhuriyet Strateji dergisinde yayımlanmıştır.

Üzerinden 14 yıl geçmesine rağmen makalenin içeriği güncelliğini korumaktadır. Makaledeki  tespit ve öngörüler Türkiye gündeminin ilk sırlarında yer alan KANAL İSTANBUL konusuyla yakından ilgilidir. Kanal İstanbul konusunu daha iyi kavranılmasında yardımcı olacağı düşüncesiyle makalenin yeniden yayımlanmasının uygun olacağı değerlendirilmiştir.

ABD ASKERİ HARİTASI YENİLENİRKEN; KARADENİZ

Ortadoğu anlayışı, bilinen Ortadoğu sınırlarını kilometrelerce aşan ABD, hamlelerini kuzeye doğru yönlendirdi. Üslerini doğuya kaydırdıkça daha da doğudaki noktalara askeri operasyonlar düzenlediği ve bu bölgelerdeki enerji kaynaklarını kontrol altına aldığı dikkate alındığında daha kuzeye kayan üslerin yeni hedefler anlamına geldiğini düşünmek kaçınılmaz oluyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ABD’nin müttefik ve düşman anlayışının ciddi bir dönüşüme girmesi, sonraki hedefinin ne/neresi olabileceği konusunu karmaşıklaştırıyor. Dünya öyle bir hal aldı ki, demokratikleşme gibi huzur da anlamını yitirdi. İnsanoğlu eskiyi özler hale geldi. Soğuk Savaş döneminin dondurduğu sorunların hızla gündeme taşınması, ABD’nin dizginleri boşalmış at misali sağa sola, doğuya kuzeye koşturması dünyayı kana bulayarak, yaşanılmaz hale getirdi. Yeni dönem eski dönemi aratıyor ve “Soğuk Savaş zamanları daha mı iyiydi?” sorusu, zihinleri kurcalıyor.

Yeni Müttefikler, Yeni Sınırlar

ABD’nin kuzey-doğu istikametindeki ilerleyişi, Rusya’yı da rahatsız eder bir biçimde oldu. Romanya ile Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin en sadık müttefiki olan Bulgaristan, eski Doğu Bloku beş ülkeyle birlikte 29 Mart 2004’te resmen NATO üyesi olmuştu. Böylece ABD güdümündeki NATO, Doğu Avrupa’nın üç önemli noktasına yayılmıştı. Yeni hedefler için, eski hedefler şimdi müttefik konumuna getirilmiş; yeni hedeflere yakın birlikler eski düşmanlardan sağlanmıştı. Doğu’ya doğru genişleyen NATO’nun 2.8 milyonluk birleşik gücü, eski komünist ülkelerin katılımıyla 200 bin asker kazanmıştı.

Henüz NATO üyesi değilken bile, ABD’ nin Ortadoğu’daki faaliyetlerini destekleyen; bu anlamda Irak operasyonu çerçevesinde ABD’ye topraklarında üs açan, yine bu operasyonlar için hem Afganistan’da hem de Irak’ta asker bulunduran Romanya ve Bulgaristan için,1 Batı ile entegrasyonda önemli bir adım atılmış olmuştu. NATO açısından da Romanya Bulgaristan ile birlikte, Macaristan ve Türkiye arasında bir köprü oluşturarak İttifak’ın, hem güney kanadını hem de Karadeniz civarındaki varlığını güçlendirecektir. Avrupa-Asya geçiş noktasındaki en hassas yer olarak değerlendirilen bu bölgedeki işlevlerinin yanı sıra bu iki ülke, modernize edeceği ve profesyonelleştireceği askeri birlikleriyle, NATO kapsamında, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, ABD’nin dünya üzerindeki her türlü faaliyetinde görev alacaklar. Son dönem gelişmeleri, bu iki ülkeye yüklenen misyonun Atlantik İttifakı’na bağlılıkla sınırlı olmadığını gösteriyor.

ABD’ye açılan yeni üsler/ ABD askeri haritası yeniden çiziliyor

NATO ile eş güdümlü bir şekilde Amerikan ordusu da, özellikle 11 Eylül sonrasında giriştiği yeniden yapılanma planları çerçevesinde Doğu Avrupa’daki duruşunu değiştiriyor; yeni ve esnek yapılı üsler oluşturuyor. Tıpkı NATO gibi üslerini daha da doğuya ve biraz da kuzeye kaydıran ABD, Bulgaristan ve Romanya’ya askeri anlamda yerleşmesini garantiye bağlamış durumda. ABD, bir yandan 2700’ü Bulgaristan’a olmak üzere toplam 5000 ABD askerini bu iki ülkeye yerleştirirken bir yandan da özelikle Karadeniz kıyısında üs edinmeye çalışıyor. Romanya Devlet Başkanı Traian Basescu, 24 Ekim’de Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley ile yaptığı görüşmenin ardından ABD üslerinin Karadeniz kıyısındaki Babadağ, Köstence ve Fetişi’de kurulabileceğini açıkladı. Bulgaristan’da da ABD ve NATO askeri üslerinin kurulması teklifi, zaten parlamento kararıyla 9 Aralık 2003’de onaylanmıştı. Romanya’da kurulacak ABD üslerin yerlerinin belirlenmesinin hemen ardından da Bulgaristan’da uygun üs arayışını girişildi.  Bulgaristan, Soğuk Savaş sonrası yürüttüğü dengeli dış politika anlayışına uygun olarak ABD üslerinin kalıcı olmasına ve başka ülkelere düzenlenecek askeri operasyonlarda kullanılmasına karşı çıksa da Bezmer Havaüssü’nün ABD askerlerine açılacağının işaretleri veriliyor. Hatta 21 Kasım 2005 tarihli Bulgar gazetelerinde Bezmer, Novo Selo ve Burgaz ile birlikte Aytos kentinin de ABD üssü olabileceği yer aldı. Bunların içerisinde 2003’te ciddi miktarda ABD askeri, uçağı, jetleri, hava tankerlerinin ve güvenlik sistemlerinin sevk edildiği Burgaz’ın özel bir önemi var. Burgaz, hem Karadeniz kıyısında olması bakımından hem de enerji nakil hatlarının geçiş noktası olmasından dolayı ABD için vazgeçilmez önemde.

Karadeniz’in Çevrelenmesi

1990’lara kadar, Doğu Bloku ülkesi olması nedeniyle, NATO’nun düşman olarak tanımladığı Bulgaristan ve Romanya’nın bugün NATO’nun müttefiki olarak “şer ekseni”nde görev alıyor olması, dünyanın hızla değişen yüzünü ve bu hıza ayak uydurmaya çalışan hükümetlerin durumunu gözler önüne seriyor. İki ülke daha var ki, eski bağlarından kurtulmak ve parçalanmaya dönük endişelerinden sıyrılabilmek için kendilerini ABD’nin şefkatli kollarına bırakıyorlar: Gürcistan ve Ukrayna. Şevardnadze dönemini bitirip Saakaşvili dönemini açan koşullara minnetini Gürcistan’ın yeni yönetimi, ABD ve NATO ile ilişkilerini ilerletmek suretiyle gösteriyor. Nitekim, NATO’nun Tiflis’te açılan ofisi ve ABD’nin askeri yardımları da birbirini takip eden dönemlerde gerçekleşiyor. “Turuncu Devrim” iktidarı da Ukrayna’da, ABD için aynı önemi taşıyor. Her iki ülkede de zaten var olan Rusya endişesi/gerginliği, ABD ile işbirliği karşılığında alınan ABD güvencesi ile dindirilmeye çalışılıyor. Sonuçta tarafların her biri, bu ilişkiden kendisine düşen payı “çıkar” haznesine kaydediyor.2  Ne var ki, tüm hesaplar ortaya döküldüğünde ABD’nin payının daha büyük olduğu anlaşılıyor. ABD, yaptığı askeri/sivil yardımların ve bu ülkelerin toprak bütünlüklerine verdiği –yarın vazgeçebileceği- güvencelerin karşılığını, bu ülkelerin kıyısında bulundukları Karadeniz’de söz sahibi olmak suretiyle fazlasıyla alıyor.

Küresel egemenliğe giden yolda Karadeniz

Karadeniz, tarih boyunca bir yandan büyük savaşlara konu olmuş bir yandan da savaşların sonunu belirlemiştir. Kapalı bir deniz olmasına rağmen kıyısında bulunanlar için dünyaya açılan tek kapı olma niteliğini korumuştur. Kimi zaman silah kimi zaman diplomasi yoluyla yapılan günümüz savaşları da, yine enerji ve hammadde kaynaklarına ulaşmayı hedefliyor. Enerji kaynaklarının her geçen gün azalması, günümüz koşullarında mücadeleyi kızıştırıyor ve enerji ikmal yollarının tam da merkezinde yer alan Karadeniz’in önemini tazeleyerek arttırıyor. Rus petrolünün Batı’ya ulaştırılmasında kullanılacak Odesa(Ukrayna), Samsun(Türkiye), Burgaz(Bulgaristan) –bunlara Köstence de (Romanya) eklenebilir- rotalarının kontrolünün sağlanması da önemli bir güç vurgusu olacaktır. Bu da, okyanusları aşarak bölgeye gelen ABD’nin kapalı bir denize hakim olma niyetinin gerekçesini ortaya koyuyor. Hatta enerji yollarının kontrolü değil enerji yollarını kontrol edebilecek kudreti ortaya koymak küresel egemenliği sağlamada can alıcı nokta olacaktır.

Karadeniz’in önemi, en geniş kıyıya sahip olan Türkiye’nin ve Türkiye’ye ait Boğaz geçiş yollarının önemini de kritik boyuta taşıyor. Bu da, Boğazları Türk egemenliğine bırakan 1936 Montrö Sözleşmesi’ni kimileri için tartışmalı kılıyor.

Montrö Yeniden sahnede

Montrö hükümlerinin değiştirilmesi, ilk defa Rusya’nın 1941’de gönderdiği notalarla talep edilmişti. Rusya’nın istekleri ise Rus harp gemilerine serbest geçiş ve boğazların Türkiye ile beraber müdafaası şeklindeydi.3 Talebinden vazgeçtiğini, Boğazlar hakkında saldırgan niyetinin olmadığını bildirmesi ve Montrö’deki sadakatini yenilemesi, Almanya saldırısının hedefinde olduğunu anlaması üzerine olmuş ve Almanya’nın mağlubiyetinin kesinleşmesine kadar sürmüştü. Bundan sonra Rusya’nın talebi açıkça “Boğazlarda üs edinilmesi” şeklini aldı; yani İstanbul’da. 1945 Postam Konferansı’nda Boğazlar’ın statüsünün değiştirilmesi teklifine Amerika ve İngiltere de sıcak baktıklarını bildirmişlerdi. Ne var ki II. Dünya Savaşı ertesinde Sovyetlerin yayılmacı politikası, ABD ve İngiltere’nin verdikleri desteği çekmesine sebep oldu. Konu 1947’den itibaren Sovyetler tarafından gündeme getirilmez oldu.

Rusya savaş gemileri açısından Montrö’nün gözden geçirilmesini, 1999’da Ecevit hükümeti döneminde4 bir kez daha gündeme getirmişse de herhalde bunun yeni talepçileri artık başka devletler olacak. Sözleşmenin ABD’yi ilgilendiren tarafı, barış zamanında Karadeniz’le sınırı olmayan devletlerin 30 bin tonajı aşmayan savaş gemilerinin, serbest geçişine Karadeniz’de ancak 21 gün kalmak koşuluyla izin vereceğini düzenleyen maddesidir. ABD’nin Karadeniz kıyıları boyunca edineceği deniz üsleri savaş gemilerini sürekli olarak orada tutamadığı müddetçe bir anlamı kalmayacaktır. Sonuçta tehdit altında kalacak olan Rusya’nın da Montrö’nün özellikle bu hükmünün aynen korunması taraftarı olması kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye üzerindeki etkisini malum “tezkere” reddi ardından ve müttefiklik anlayışına ters düşen gelişmelerdeki rolü nedeniyle kaybetmekte olan ABD için, esasında Bush Yönetimi’nin hesapsız tutumunun bedeli ağır olacaktır. Gerçek şu ki ABD, Türkiye ile işbirliği ya da müttefiklik ilişkisinin ortadan kalkması ya da azalmasının yaratacağı boşluğu doldurmak için en az 6 devlet ve birkaç aşiretle işbirliğine gitmek durumunda kalacaktır. Sadece Türkiye ile sıcak tutulan ilişkiler Ortadoğu, Karadeniz, Akdeniz hatta Orta Asya’da güvenliğin sağlanması için yeterli olabilecekken Türkiye’nin hedef ülke olma psikolojisi ile uzaklaştırılması, ABD’yi yeni müttefik arayışına mecbur bırakacaktır. ABD’nin ‘çıkarları karşılığında vereceği ödünleri’ hesaplayan mantığıyla bakıldığında, herhangi biriyle işbirliğine gitmek Türkiye’yi elde tutmanın maliyetinden düşük olacaksa da bunun toplam maliyeti kesinlikle ABD’nin baş edebileceğinden daha fazla olacaktır.


1 Romanya’nın yaklaşık 93 bin olan askerinin binden fazlası uluslararası görevler için yurt dışında konuşlanmıştır. Romen askerlerin 860’ı Irak’ta, 700’ü Afganistan’da görev yapıyor. Aynı şekilde Bulgaristan’ın da 87 bin civarındaki askerinin 485’i Irak’taki koalisyona destek vermektedir.

2 ABD, Trabzon’da da üs edinmek istemişse de “tezkere” ile birlikte bu talebinin de reddedilmesi, Karadeniz’i çevreleme planını aksatmıştır.

3 Dav’er, Abidin, “Montreux ve Boğazlar Meselesi”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 1945

4 Bu talep, Sırbistan’ın Balkanlar’da giriştiği katliam zamanına yani Rusya görünürde taraf olmasa dahi bir savaş dönemine denk gelmekteydi.


https://www.21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/abd-askeri-haritasi-yenilenirken-karadeniz?fbclid=IwAR330dMPcYryOf9E4seVuBFdKC7xUXqdpAq3vCo_NwVcnBQw8aupoh9-VTk

***




23 Eylül 2019 Pazartesi

2015 Seçimleri Süresince PKK nın Van'daki Faaliyetleri

 2015 Seçimleri Süresince PKK nın Van'daki Faaliyetleri 


Röportaj: 2015 Seçimleri Süresince PKK nın Van'daki Faaliyetleri 
21. Yüzyıl  Türkiye Enstitüsü                           
Bugün 16 Aralık 2015 Çarşamba  

Terörizm ve Terörizmle Mücadele
20 Temmuz 2015 Pazartesi

Röportaj: 2015 Seçimleri Süresince PKK'nın Van'daki Faaliyetleri
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından yazıldı.



MHP Van Milletvekili adayı Gültekin Çavuşoğlu ile 2015 Genel Seçimleri’nde Van genelinde seçim faaliyetleri çerçevesinde nasıl bir atmosferin yaşandığı, seçim 
çalışmalarının nasıl yürütüldüğü hususlarına ilişkin bir görüşme yapılmıştır. 

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü: Seçim döneminde Van’da nasıl bir atmosfer vardı ve seçim çalışmaları nasıl yürütüldü? Van genelinde halkın seçimlere yönelik tutumu nasıldı?

Gültekin Çavuşoğlu: Ben Van’dan halkın, tabanın talepleri sonucunda aday oldum. Van/Erciş’te benim ailemin de kökenin çok geçmişe dayanmasından dolayı partilerüstü bir konumumuz bulunmaktadır. Bu nedenle bölgede her parti ve seçmeni bana ve aileme çok saygı duyarlar. Ancak bu seneki seçimlerde biz seçim çalışmalarına başladıktan sonra, PKK tarafından vatandaşlar üzerinde korkunç bir baskı oluşturulmaya başlandı.HDP, kendi tabanına yönelik ciddi bir çalışma yapmadı. HDP’ye oy vermeyeceğini düşündüğü seçmen gruplarına bu arada Van’da MHP’ye ve AKP’ye yönelen seçmene yönelik bir baskı, tehdit, şantaj politikası geliştirdi. Polis, PKK tarafından tehdit alanların kendilerine şikayetçi olmasını istedi. Ancak insanlar şikayetçi olmaktan dahi korktu.

Önce köyler bloke edildi. Köylerde baskı ve şiddetle kırsal kesim tamamen kontrol altına alındı. 

Kırsal kesim kontrol altına alındıktan sonra aynı ekip ve kadrolar bu sefer şehir merkezindeki KCK yapılanmasıyla birleşerek ev ev dolaşmaya başladı. 

Eve gittiğiniz zaman seçim arifesi olduğu için kimse kapısını açmamazlık yapamıyor. Yani bir çocuğun bayramda gelip kapıyı çalması ne kadar tabii bir olaysa herhangi bir partinin de istedikleri yere gitmesi gayet tabii. Ve bu ekipler bsütün evleri bilakis bir değil bir kaç kez ayrı ayrı ekiplerle sürekli baskı 
altına aldı.



Baskı yaparken de önce oy talep ediyor ama bunun yanında da el altından şunu söylüyor, diyor ki; “Siz bize oy vermiyorsunuz, buradan pis kokular hissetmeye 
başladık.” Bunu söylerken de “çocuğunuz şu okulda okuyor çok da zeki olduğunu duyduk” gibi ifadeler kullanıyorlar. 
Yani adım adım sizi takip ediyoruz,  çocuğunuz da bizim kontrolümüz altında.  Nitekim bana gönderilen mesajlardan birisini okuyayım; “Siz Van halkının ne kadar tehdit aldığının farkında mısınız Gültekin Bey, HDP’ye oy verenlerin dışında kim ben falanca partiye oy veriyorum diyebilir. Halk çocuklarıyla tehdit edildi.” Bana gelen yüzlerce mesajdan sadece bir tanesini paylaştım.

Tabi bu köyler bloke edildikten sonra aynı yapı bu sefer şehir merkezini baskı altına almaya başladı ve sistemli bir şekilde bizim çevremizdeki çok geniş, 
büyük bir destek besleyen -yani Erciş halkı beni öz evladı olarak bilir, orda çok ayrı bir konumum var, sokakta 10 kişiden sekizi tereddütsüz HDP’lisi bile 
saygı duyar ama oyunu vermez- böylesine bir yapı bu sefer çöküşe geçti. Anladım ki çevremdeki insanları bile yani ekibimde çalışan kadro bile sürekli tehdit alıyor. Bizzat belediye başkanı tarafından görüşme talebimiz can emniyeti nedeniyle geri çevrildi.

Aradan bir müddet geçtikten sonra çevrede yavaş yavaş bir çökme başladı. Etrafımız çözülmeye başladı. En yakındaki samimi insanlar bile tehdit almaya 
başladı. Seçimlerde her sandığın başında yaklaşık 30-40 kişilik gruplar sandıkları kuşatmaya aldılar, okulların etrafına PKK bayraklarıasıldı ve seçmenler ürkmeye başladı. PKK bu şekilde varlığını net bir şekilde gösterdi. Bu durum karşısında da vatandaş yavaş yavaş çözülmeye başladı.

Bildiğiniz gibi 6-7 Ekim olayları Van’da çok ciddi bir şekilde yaşandı. Bu olaylar esnasında yaklaşık 430 işyeri yakıldı ve yıkıldı. Bu işyerlerinin yaklaşık 260 tanesi Erciş’teydi. PKK tarafından 6-7 Ekim olaylarına yapılan atıf neticesinde vatandaşlarda, HDP’nin barajı aşamaması halinde aynı sonucun yaşanma 
endişesi hakim oldu. Çünkü bölgede devlet yok, örgüt dağda ve şehirde hakim ve halk örgüt tarafından yoğun bir baskı altında tutuluyor.

Çevremde yakın olduğum insanlar bile evladına birşey olmasından korktuğu için, barajın aşılması ve bölgede bir sıkıntı yaşanmaması adına HDP’ye oy verdiler. 
MHP olarak maalesef gerekli sandık kurulu üyelerini gösteremedik çünkü insanlarımız çekildi. Hatta ben KAMUSEN Genel Başkanı’yla bizzat görüştüm. Orada gerekli sandık kurulu üyeleri verilmediğini belirttim. Bana cevabı; “Gültekin Bey, tedirgin oluyorlar herhalde yabancı oldukları için görev almak 
istememişlerdir” şeklinde oldu.

Bu bölgede devlet şeklen var. PKK burada istediği şeyi yaptırma gücüne sahip. Haracını da alıyor, mahkemesini de kurmuştur. Bugün Van merkezde hiç tereddütsüz esnaflar da dahil olmak üzere haraç vermeyen hiçbir fert yoktur. Örgütün söylemi; “Kürdistan’da ticaret yapıyorsunuz, Kürdistan’a vergi vermek 
mecburiyetindesiniz” şeklinde. Vatandaşlar tarafından haraç toplamak amacıyla örgütün gönderdiği yazılar gösterildi bana. İstedikleri rakam bir milyon dolar 
civarında. Haraç ödemeyen vatandaşları önce Hakkari’ye sonra Kuzey Irak’a götürüyorlar. En son bir yazıyla bir vatandaşa ödeme yapması için 04 Nisan’a 
kadar zaman verilmişti, sonrasında ne oldu bilmiyorum. Bölgede mahkemeler kurdu örgüt. Devletin mahkemesine gitmek yasaklandı, gidenler azarlanıyor. Her mahallede komiteler oluşturulmuş, her köyde de ikişer kişilik komiteler oluşturulmuş durumda. Bütün kararları veren bu ekipler.


Seçim gecesi de saat 03.00’dan sonra sandıkların kontrolü örgüt yandaşlarının eline geçti. Kurul başkanı korkudan bir şey yapamadı, zaten sandık kurulu 
üyelerinin bir çoğuna kendileri hakim. Benim tahminim gece saat 03.00’dan sonra, örgüt mensuplarının oyları kendilerinin kullandığı. Çünkü bir önceki seçimlerde almış olduğu oy bandı 193-200 bin seviyesinde iken birden bire bu seçimlerde 370 bin seviyesine çıkması akla mantığa uygun birşey değil. Oyların yaklaşık %25-30 civarı tamamen gayri meşrudur. Ben bunu iddia ediyorum. Tipik bir örnek vermek istiyorum. İkinci sıra milletvekili adayımız Yavuz Selim Çamuşcu beni aradı; 

“Ağabey Van’daki oyların büyük çoğunluğu başka isimler adı altında kullanıldı” dedi. Yani gelmeyenlerin oyu saat 03.00’dan sonra örgüt mensupları tarafından 
kullanıldı.

Bir başka örnek; bir vatandaş eşine oy kullanmaya gidelim diyor, o da biraz işleri olduğunu söylüyor, bu nedenle eşi öğleden sonra oy kullanmaya gidiyor. 
Öğleden sonra eşi komşusuyla birlikte aynı sandıkta oy kullanmak için gittiğinde görüyor ki listede oy kullanmış gözüküyor,kayınvalidesi iki ay önce vefat etmiş 
ama ismi var o da kullanmış, komşununki de kullanılmış. Hiç sesini çıkartmadan eve geliyor sandıklar açıldıktan sonra eşi isyan ediyor, “bu nasıl olur, bu 
sandıktan hiç olmazsa bu kadar çıkması gerekirdi” diyor. Eşi o zaman diyor ki; “Ben oy kullanamadım, benim yerime de kullanmışlar, merhum annenin yerine de kullanmışlar, komşunun yerine de kullanmışlar.”

PKK/HDP baskı, tehdit ve terörize eylemlerini sadece bize karşı değil, AKP’ye karşı da uyguladı.Van AKP birinci sıra milletvekili adayı Burhan Kayatürk hem 
YSK’ya müracaat ediyor üç gün önce hem de Avrupa’dan gözlemci talebinde bulunmuş. Tabi ben bunu teyit edemedim.AKP üzerindeki baskılar da çok boyutlu idi. Van merkezde 26 büro kiraladılar. Ertesi gün 26 büronun kira kontratları iptal edildi. Sonunda AKP kirası normal olarak 3000 TL olan bir yere 36 gün için 90.000 TL vererek bir tek yer kiralayabildi.Yapılan baskılar sonucunda AKP’nin  700  sandık müşahidi müşahitlik görevinden ayrıldılar. 

Bunların yerine AKP sandık görevlisi atadı. Ancak her gün 15-20 AKP sandık görevlisi seçim gününe kadar görevindenistifa etti. Sonunda Ankara’dan 250 kişiyi sandık görevlisi olarak getirmek zorunda kaldılar. Seçim günü AKP müşahitlerini ve görevlilerini sandık başına taşıyacak minibus firması anlaşmayı iptal etti ve taşımadı. AKP’nin iki seçim otobüsü vardı. Her gün saldırıya uğradı ve camları kırıldı. Hatta AKP 1. Sıra adayı ve milletvekili Burhan Kayatürk, polis kayıtlarına geçtiği için biliyorum, bir PKK’lı tarafından “gerekirse sana Ankara’da da ulaşırız” diyerek tehdit edildi.

Yani sonuç itibarıyla anti demokratik bir seçim olmuştur. Baskı ve zulüm altında yapılan bir seçim olmuştur. Van’daki ve Güneydoğu Anadolu’daki siyasal gerçeği 
kesinlikle yansıtmıyor.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü: Bölgeden bir vatandaş olarak tüm bahsettiğiniz hususlar ışığında gelecek süreci nasıl değerlendiriyorsunuz ve önerileriniz 
nelerdir?

Gültekin Çavuşoğlu: Haziran 2015 genel seçimleri sonrası sandıktan çıkan oylar bağlamında Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerindeki siyasal yapı, doğru ve dikkatli analiz edilmeye muhtaçtır. Analizin doğru ve sağlıklı sonuç verebilmesi için PKK, KCK, mahalle örgütlenmeleri, devletin duruşu, bunların karşısında kamunun işlevi ve HDP dışındaki MHP, CHP ve diğer siyasi partilerin bu bölgedeki etkinliği ve yapılanması dikkatle incelenmelidir.

Dün ben PKK’lı değilim diyen insanlar bugün evlerine, iş yerlerine PKK ve Apo posteri asar duruma nasıl geldi? Açılımla yapılan bazı teşvikler ve tavizler 
neticesinde, vatandaş;“hükümet destek veriyor, bana ne oluyor” diyor. Vatandaş sahipsiz ve bir noktada güçlü olan tarafa yöneliyor. Acilen devlet orada varlığını hissettirmek mecburiyetindedir. Hissettiremediği için daha düne kadar açık ve aleni şekilde bölücü unsurlara karşı tavır koyan vatandaş bugün HDP’ye 
korkudan, içine sindiremese bile onun illegal yapılanması PKK’ya ve diğer unsurlarına karşı  sempati duyar noktaya gelmiştir. 

Diğer bir sorun tüm bu gelişmeler neticesinde, Van’da sermaye ve gayrimenkuller hızla el değiştirmeye başlamıştır. Vatandaşlar, belli kişiler hedef 
gösterilerek; “Sakın bunların mallarını almayın, nasıl olsa defolup gidecekler” şeklinde baskı altına alınıyor. Düne kadar örnek bin lira olan bir gayrimenkulün 
değeri talep olmadığı için yarı yarıya düşmüş, değer kaybetmiştir. Vatandaş çaresizlik içerisinde. Burada kastedilen kişileri Türkler diye değerlendirmemek 
lazım, Kürt olup da vatanına milletinin birlik ve bütünlüğüne karşı sevgi ve muhabbet besleyen insanlar da PKK’nın hedef grubu içerisinde yer almaktadır. 
Örneğin ben aşiret liderleri ile de görüşüyorum, diyorlar ki merkezde sana oy veririz ama köylerde veremeyiz çünkü tespit edilen kişiler dağa kaldırılıyor ve 
işkenceye maruz bırakılıyor.

Diğer bir sorun, meslek odalarının örgüt yandaşları tarafından ele geçirilmesidir. Bu yerler üzerinden PKK’ya destek sağlanmaktadır. Ayrıca örgütün talimatı ile yeni meslek odaları kuruldu ve sivil toplum örgütü adı altında bu oluşumlar üzerinden baskı unsuru oluşturmaya çalışıyorlar. Bunlar ulusal ve yerel toplantılar düzenleyerek siyaset yapmaya başladılar. Zaten belediyelerin odalarla yakın ilişki içerisinde oldukları malum.

Van’da vatandaş örsle çekiç arasında kalmış durumdadır. Yerelde belediyeler hakim ve belediyeler de örgüte büyük destek sağlıyorlar. PKK bölgede, devletten daha örgütlü çalışma alanı yarattı kendisi için. Aile işlerinden, haraç almaya, mahalle örgütlenmesinden belediye örgütlenmesine paralel bir devlet ağı kuruldu. 

Yani şu an maalesef örgüt tamamen hakim durumda.Van’da faaliyet gösteren örneğin, Türk Sanat Müziği dernekleri gibi halkın kültür değerlerine sahip 
çıkabilecek bütün yerler bakanlık, valilikler ve devlet tarafından ihmal edildi ve tamamen bölücü unsurlara saha terk edildi.

Bölgede örgüt tarafından fişlemeler yapılıyor. Yargı, emniyet, örgüte rağmen karar almakta çekinceli duruma düştü. Bölge, Kürtçü ve dinci kıskacı altındadır. 
Şu anda olay Marksist Kürtçü mü olalım, dinci Kürtçü mü olalım aşamasına gelmiştir. Bölge insanının bütün umutları kırılmış ve gelecek kaygısı başlamıştır. Bir çok yerli aile kenti terk etmek zorunda kalmıştır. Okullarda aleni bir şekilde bölücülük propagandası yapılmaktadır. Okullardaki hakimiyet, maalesef milli eğitimin düştüğü durumu göstermektedir. Okullar tamamen kontrol altına alınmış durumda. Bölge ve Van’da AKP ve HDP dışındaki partilerin yaptıkları sorumluluk almaktan öte semboliktir. Bu çok önemli yani orada sembolik bir yapılanmamız var.

Seçim öncesinde sokaklara kanlı musluk afişleri asıldı. Bu afişler halk üzerinde korku ve endişe yaratt

Ayrıca “HDP dışında başka partinin giremeyeceği” şeklinde pankartlar da asıldı.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da şu an devlet ve demokrasi yoktur. AKP’nin arkasında devlet gücü olmasına rağmen, seçimlere çeyrek kalaya kadar seçim bürosu bile açmamıştır ya da açamamıştır. Sadece iki ay içerisinde AKP Belediye Meclis Üyesi olup HDP’ye geçen belediye meclis üyesi sayısı 33’tür. 
Seçimde HDP’nin elde ettiği başarı, bölgenin Kürdistan olma referandumu olarak değerlendirilmiştir. 

Bu durumun önüne geçmenin tek yolu acilen devletin varlığını bölgede hissettirmesidir.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü: Devletin varlığını hissettirmesinden kastınız nedir?

Gültekin Çavuşoğlu: Devlet bölgede yargısıyla, kolluk güçleriyle bulunmalı. Ben vatandaş olarak illegal güçler tarafından sorgulanıyorsam, sandığa korku ve 
endişe içerisinde gidiyorsam, benim aracıma TOMA refakat ediyorsa, devletin vatandaşını bu noktaya getirmemesi gerekmektedir. Bölgeyle ilgili projeler 
üretilmeli ve tüm siyasi partiler bölgede etkinlik gösterebilmelidir. Vatandaş kendisini sahipsiz hissediyor, çünkü baskı altındalar, sindiriliyorlar ve ölümle 
tehdit ediliyorlar.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü: Çok Teşekkür ederiz.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/07/20/8241/roportaj-2015-secimleri-suresince-pkknin-vandaki-faaliyetleri


Uzman Hakkında
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
bilgi@21yyte.org

Uzmanın Diğer Yazıları

  Kasım Ayı Türk Dış Politikası Güncesi 
  Ahıska Türkleri'nin Sürgün Edilişinin 71. Yılı  
  Saygı ve Özlemle Anıyoruz 
  21. Yüzyıl Dergisi'nin 83. Sayısı Çıktı 
  21. Yüzyıl Dergisi'nin 82. Sayısı Çıktı 
  Gözde Kılıç Yaşın Sputnik News'e Konuştu 
  Kurban Bayramınız Kutlu Olsun.,

  Cahit Armağan Dilek, bugün saat 21.30'da Kanal B'de Bekleme Odası     Programı'nda 
  

TÜRK DIŞ POLİTİKASI FALEZ TOPLANTILARI-2015 


  Başımız Sağolsun... 
  Türk Dış Politikası Temmuz Gündemi-2015 
  Röportaj: 2015 Seçimleri Süresince PKK'nın Van'daki Faaliyetleri 
  Gözde Kılıç Yaşın TRT AVAZ'da  
  Türk Dış Politikası Gündemi-Haziran 2015 
  21. Yüzyıl E-Dergisi 79.Sayı/Temmuz Çıktı 
  21. Yüzyıl E-Dergisine Nasıl Abone Olurum? 
  TDP-Mayıs Gündemi 
  21. Yüzyıl Dergisi Haziran/78.Sayı 
  Prof.Dr. Ümit Özdağ bugün saat 11:25'te Samanyolu Haber'de 
  TDP Nisan Gündemi 
  Prof.Dr. Ümit Özdağ'ı Sosyal Ağlardan Takip Etmek İçin... 
  21. Yüzyıl Dergisi 76. Sayısı  
  Dr. Erhan Canikoğlu Sputnik News'e konuştu... 
  Gözde Kılıç Yaşın TRT Avaz'da 

 İkinci Van Raporu;  

  Özdemir Akbal, 30.03.2015 Saat 08:30'da TRT Radyo 1 Gündem Programı'nda 
  21.Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi'nin 10. Sayısı "Küresel Enerji Rekabeti" Çıktı 

 Arşiv Seti Kampanyası 

  Özdemir Akbal, 19.03.2015'te saat 08:20'de TRT Radyo 1 Gündem Programı'nda 
  Çanakkale Şehitleri Anısına... 
  Ümit Özdağ’dan Kozmik Oda Bombası: Kontrgerillanın 100 bin İsmi TBMM’ye Verildi 
  Prof.Dr. Ümit Özdağ cevapladı: Erdoğan’ın Kürt Sorunu Yoktur açıklaması ne anlama geliyor? 
  Gözde Kılıç Yaşin, Saat 12:15'te TRT AVAZ Dünya Gündemi Programı'nda 
  100 Bin Özel Harpçinin İsmi Meclis’te Mevcut 
  Prof.Dr.Ümit Özdağ'ın, Sputnik Türkiye'ye IŞİD'in Kimyasal Silahları İle İlgili Açıklamaları 
  Prof.Dr.Ümit Özdağ, bu akşam 22:00'de Ülke TV Ankara-İstanbul Programı'nda 
  (E) Tümgeneral Sayın Alaettin PARMAKSIZ’ı kaybettik... 
  75. Sayı: Ortadoğu'dan Türkistan'a IŞİD 
  TDP-Şubat Gündemi 
  Prof.Dr.Ümit Özdağ, bu akşam saat 21:00'de Mehtap TV Ana Fikir Programı'nda 


Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz 
tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

..

23 Aralık 2018 Pazar

Karabağ’da Savaş Senaryoları

Karabağ’da Savaş Senaryoları 





Araz ASLANLI
* Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi (UNEC) İktisat ve İşletme Bölümü öğretim görevlisi ve Azerbaycan merkezli Kafkasya Uluslararası 
İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM) Başkanı. 

       Ermenistan açısından adeta bir çıkmaz söz konusu. “Büyük Ermenistan” kurmak hedefi varken neredeyse bağımsız hiçbir karar alamayan Ermenistan’a dönüşüyor. Ermenistan’ın içinde bulunduğu çıkmaz Karabağ sorununun çözüm şansını da zayıflatıyor. Mevcut ateşkes ihlalleri de bu çıkmazın devam etmesinin bir sonucu… Ateşkes anlaşmasının 22. yılına yaklaşılırken, Ermenistan-Azerbaycan cephe hattında ateşkes ihlallerinin artması savaş senaryolarının bir kez daha gündeme gelmesine neden oldu. Peki, buraya nasıl gelindi? Karabağ sorunu neden bunca yıl çözülemedi? 22 yıldır süren ateşkesin şartları nelerdi?


Son yaşanan olayları dikkate alırsak, Azerbaycan tarafının resmi açıklamalarına göre, Nisan 2016 başında çatışmaların yoğunlaşmasının sorumlusu Ermenistan. Azerbaycan Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarının açıklamalarında, Ermenistan’ın ateşkes ihlallerini yoğunlaştırmak suretiyle Azerbaycanlı sivillere zarar verdiği ve buna cevaben Azerbaycan ordusunun askeri harekât başlattığı yönünde (tabii ki, Ermenistan tarafının resmi açıklamaları çok daha farklı ve bu ateşkes ihlallerine ilişkin alışılagelen bir durum). 

Olaylar yaşandığı sırada Nükleer Güvenlik Zirvesi için ABD’de bulunan Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev Azerbaycan’a döner dönmez 
Ulusal Güvenlik Konseyi’ni topladı. Toplantıda Aliyev ve Savunma Bakanı Zakir Hesenov, Ermenistan’ın provokasyonlarına cevaben Azerbaycan ordusunun gerçekleştirdiği askeri operasyonlar sonucunda düşmana ciddi darbe indirildiğini, bazı yerleşim birimlerinin ve önemli yüksekliklerin işgalden kurtarıldığını açıkladı. 

Aslında Azerbaycan’ın pozisyonuna ilişkin genel tablonun görülmesi açısından Ulusal Güvenlik Konseyi’nin 2 Nisan 2016 tarihli toplantısı büyük önem taşıyor. Çünkü Azerbaycan medyası ve kamuoyunda, o toplantıdaki çerçeveyle bu kadar yüksek oranda bir uyum ilk kez öne çıktı. 

Zira zaman zaman farklı söylemler ve eleştiriler olabiliyordu. 

Aliyev’in konuşmasında “gerginlik” ve “zafer” vurgularının birbirine paralel olarak sürdürülmesi dikkat çekiciydi. Örneğin, Devlet Başkanı Aliyev “ateşkes döneminde ilk kez Ermenistan’a bu kadar büyük darbe indirildi” dedi ama hemen ekledi: Bunun suçlusu, topraklarımızı işgal altında turan ve saldırıları başlatan Ermenistan’dır. Aliyev’in konuşmasında yer verdiği “biz kendi toprağımızdayız, başkasının toprağına saldırmadık”, “Ermenistan BM Güvenlik Konseyi’nin ve diğer uluslararası kuruluşların kararlarını uygulamıyor”, “Ermenistan ordusu Azerbaycan topraklarında kültürel anıtları, mezarlıkları tahrip etmiş. Bunu AGİT ve Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin bölgede çalışma yapan uzman heyetleri de tespit ederek raporlarına yansıtmış” vb. ifadeler son gelişmelerden ziyade sorunun genel durumuna dikkati çekmek amacı taşıyordu. 

Toplantıda genel olarak “gerginlik” ve “zafer” havası hâkim olsa da barış ve hümanizm vurgusu da ihmal edilmedi. Aliyev Azerbaycan’ın savaş ve 
kan dökülmesini istemediğini de vurguladı: Biz sadece Azerbaycan analarının değil, Ermeni analarının da ağlamasını istemiyoruz. Ama sonu belli olmayan 
göstermelik bir sürecin bir parçası olmayı da düşünmüyoruz. İşgal Ermenilerin de işine yaramıyor. Ermenistan yönetimi Ermenilerin çıkarlarını düşünüyorsa işgalden vazgeçsin. 

Neden şimdi? 



Peki, neden bu kadar geniş çaplı bir çatışma ve neden şimdi? 

Öncelikle bir noktayı açıklığa kavuşturmakta fayda var, Karabağ sorununun ortaya çıkmaya başladığı 1980’lerin ikinci yarısından günümüze kadarki süreçte ateşkese ilişkin uzlaşmaların hiçbirisi tam anlamıyla başarılı olmadı. Özellikle 1990’lı yılların başındaki ateşkese ilişkin uzlaşmaların tamamı saldırı, terör, katliam ve işgalle sonuçlandı. Boris Yeltsin ve Nursultan Nazarbayev’in arabuluculuğuyla varılan uzlaşmadan kısa süre sonra 20 Kasım 1991’de Azerbaycanlı, Rus ve Kazak bakanları, generalleri ve gazetecileri taşıyan helikopter Ermeni birliklerinin işgali altındaki bir bölgeden açılan ateşle düşürüldü ve saldırıdan kurtulan olmadı. 

    Bu, Azerbaycan kamuoyunda, ateşkes kavramına özellikle olumlu bir anlam yüklenmemesi gerektiği algısının yerleşmesine neden oldu. 
Daha uzun süreli ve kalıcı görüntüye sahip olan mevcut Ateşkes Anlaşması uzun ve zor bir sürecin ardından Mayıs 1994 ‘te imzalandı ama o da sürekli olarak ihlal edildi. 

Ağustos 2008 ve sonrası Özellikle Ağustos 2008 olaylarından sonra“dondurulmuş sorunlar”ın aslında donmamış olduğu ve bu durumun büyük tehlike arz ettiği  daha iyi anlaşıldı, sorunun çözümüne yönelik girişimlerin yoğunlaşacağı iddia edildi. 

Bu aşamada, Rusya’nın arabuluculuğuyla 2 Kasım 2008’de Moskova yakınlarındaki “Mein Dorf ” şatosunda imzalanan anlaşmanın ateşkesi 
önemli ölçüde garanti altına alması bekleniyordu. Çünkü ilk kez taraflar Rusya’nın da imza attığı bir belgeyle sorunun çözümünde barışçıl yöntemlere 
bağlı kalacaklarını ifade etmişlerdi. Ama ilginç bir şekilde son yıllarda büyük kayıplara neden olan ateşkes ihlalleri, taraflar arasında görüşmelerin yapıldığı sırada ya da hemen ertesinde yaşandı. 

Örneğin Haziran 2010’da, Ağustos 2014’te, Kasım 2014’te, Aralık 2015’te ve diğer bazı dönemlerde ne zaman üst düzey görüşmeler söz konusu olsa, ateşkes ihlalleri her iki taraftan önemli kayıpların yaşanmasına ve savaş senaryolarının gündeme gelmesine neden oldu. Fakat bu gerginliklerin her birinden sonraki birkaç gün içerisinde önceki düzene geri dönüldü. 

<  Bölgedeki savaşın kaderi açısından hayati konumdaki Hocalı, Şuşa ve Laçın’ın işgallerinden önce de taraflar ateşkes konusunda uzlaşmaya varmışlardı. >

Daha öncesinde de sorunun çözümüne yönelik adımların atılma ihtimali belirdiğinde, Ermenistan’da (1998) iktidar değişikliği hatta bir terör saldırısı (27 Ekim 1999’da Ermenistan parlamentosuna yönelik saldırıda başbakan ve parlamento başkanı dâhil 8 milletvekili hayatını kaybetmişti) bile yaşanmıştı. 


Aslında Ateş hiç kesilmedi 

Yani ateş aslında hiç kesilmedi. Ateşkes ihlalleri ise daha çok tarafların karşı tarafı suçlama konusu ve Mayıs 1994’teki dengeyi kendi lehlerine 
çevirme girişimi olarak dikkat çekiyor. Şöyle ki, Azerbaycan askeri, ekonomik ve diplomatik açıdan 1990’lı yılların başlarına göre çok daha güçlendi. 

Rakamlar da bu veriyi destekliyor. 

Azerbaycan açısından topraklarının (eski Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi ve çevresindeki 7 rayonun) Ermenistan işgali altında kalması, hem uluslararası hukuka aykırı hem de iki ülkenin mevcut kapasitelerine uygun değil. Yani, Azerbaycan uygun gördüğü zamanda BM Sözleşmesi’nin 51. maddesine dayanarak meşru müdafaa hakkı çerçevesinde topraklarını Ermenistan işgalinden kurtarma hakkına ve kapasitesine sahip. 

Bazıları olayları sadece son gelişmeler ışığında değerlendiriyor ve bu olayın, Azerbaycan’ı Rusya’nın taleplerine boyun eğmeyen dış politika anlayışından vazgeçirmeye yönelik olarak Rusya tarafından planlandığını iddia ediyor. Bu çerçevede özellikle Azerbaycan’ın Batı’ya yönelik enerji projelerine devam etmesine, Rusya-Türkiye gerginliğine rağmen Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in sürekli olarak her konuda Türkiye’nin yanında olduklarını vurgulamasına ve 15 Mart 2016 tarihli Ankara ziyaretinde çok alışılagelmişin dışında bir tablo sergilemesine, en nihayet son ABD ziyaretine dikkat çekiliyor. 

Son yaşananlarda her iki neden rol oynamış olabilir. Ayrıca bu süreçlerde hem Ermenistan hem de Azerbaycan kendi güçlerini (askeri, diplomatik ve s.) test edebilme imkânı buluyor. 

Diğer yandan toplumlarını ortak hedefler için kenetleyebiliyorlarda. 

Rusya Faktörü 

Peki, süreç nereye kadar gider? Karabağ sorununun çok karmaşık bir sorun olduğunu, sorunun ortaya çıkışında tek suçlunun Rusya olmadığını ifade etmekle beraber, mevcut manzaranın ortaya çıkmasını sağlayanın da, çözüm sürecindeki en önemli engelin de bu ülke olduğunu belirtmek yanlış olmaz. 
Karabağ sorunu Rusya açısından Kafkasya’da etkinliğini sürdürmesi amacı doğrultusunda önemli bir araç. 
Bu nedenle de tam olarak çözüme kavuşturulmasını, yani bir aracının ortadan kalkmasını istemez. 

Dönemsel olarak yaşanan çatışmalarda bir tarafın üstünlüğü eğer Rusya’nın genel politikalarının dışına taşmıyorsa, buna izin verir. 
Örneğin, bir tarafa kendisini daha fazla sevdirmek ya da diğer tarafa varlığının önemini hissettirmek istiyorsa buna izin verebilir. 
Bunun dışında Rusya’ya rağmen ciddi bir çatışmanın başlaması ve taraflardan birinin diğerine ciddi üstünlük sağlaması ihtimali zayıf. 

Azerbaycan`ın bu aşamada Rusya`nın da müdahil olacağı bir savaşı arzu etmemesi, Rusya`nın da bu kadar sorun sürüyorken Azerbaycan dolayısıyla yeni sıkıntılar yaşamayı arzu etmemesi çatışmanın büyümesi ihtimalini de zayıflatıyor. 

< Azerbaycan’ın görüşüne göre Ermenistan bu gidişatı kendisi açısından çok riskli görüyor ve Azerbaycan’ın artan kapasitesinin Rusya’nın da 
yer alacağı bir savaşla sınırlanmasını sağlamak için Azerbaycan’ı provokasyona çekmeye çalışıyor.>

Ermenistan sürekli olarak Rusya’nın askeri desteğini hissediyor. Zaten Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü çerçevesinde ittifakı, ikili ittifak anlaşmasını ve 
Ermenistan’daki Rus askeri üslerini güvencesi olarak görüyor. Ayrıca Rusya’nın eski SSCB’yi canlandırma girişiminin bir parçası olarak de değerlendirilen Avrasya Ekonomik Birliği’nin de üyesi. 

Bakü’deki yaygın kanaate göre Ermenistan’da bu ülkeyi değil kendi geleceğini düşünen, bu nedenle de Rusya’ya bağımlı kalan bir iktidar var. 
SSCB dönemindeki tam bağımsız Ermenistan için yürütülen mücadele, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte başarılı olsa da günümüzde Azerbaycan’ın görüşüne göre Ermenistan bu gidişatı kendisi açısından çok riskli görüyor ve Azerbaycan’ın artan kapasitesinin Rusya’nın da yer alacağı bir savaşla sınırlanmasını sağlamak için Azerbaycan’ı provokasyona çekmeye çalışıyor. 

Ermenistan bırakın tam bağımsız olmayı, Ermenistan’daki yönetimlerin hatalı politikaları, özellikle de Karabağ sorunu dolayısıyla Rusya’nın kontrolü altında. 

Ermenistan özellikle Azerbaycan ve Türkiye’ye yönelik politikaları nedeniyle kendisini bir güvenlik çıkmazının içine sokmuş durumda. 
Bu iki ülkeyle olan sorunlarını çözmek yerine bu iki ülkeden tehdit algıladığı düşüncesiyle Rusya’ya sürekli olarak daha bağımlı hale gelecek politikalar izliyor, izledikçe de bu iki ülke ile güvenlik sorununu büyütüyor. Yani “Büyük Ermenistan” kurmak hedefi varken neredeyse bağımsız hiçbir karar alamayan Ermenistan’a dönüşüyor. O nedenle de Ermenistan açısından adeta bir çıkmaz söz konusu. Bu çıkmaz Karabağ sorununun çözüm şansını da zayıflatıyor. Mevcut ateşkes ihlalleri de bu çıkmazın devam etmesinin bir sonucu… 

(Bu makale daha önce Aljazeera’nın internet sayfasında yayınlanmıştır. 
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/karabagda-hic-kesilmeyenates-ve-rusya

EDİTÖRDEN DEĞERLENDİRME..


EDİTÖRDEN,

    Mart ayının ön plana çıkan en önemli gelişmelerden biri Rusya’nın çekilme açıklamasıydı. Resmi açıklamalar ve Suriye içindeki değerlendirmeler Rusya’nın 
tamamen çekilmediği sadece Suriye’deki askeri personel sayısını ve varlığını azalttığı, siyasi süreçteki desteğini ise sürdürdüğü yorumlarını doğurdu. Rusya’nın Suriye’de kurduğu radar sistemleri ve edindiği askeri üsler, Akdeniz ve Orta Doğu’daki varlığını da belirginleştirdi. Nisan ayı ise işgal altındaki Karabağ’ın uluslararası hukuk vurgusuyla kendini dünyaya yeniden 
hatırlatmasıyla başladı. 2 Nisan’da başlayıp 5 Nisan’da Azerbaycan ve Ermenistan Genel Kurmay Başkanları’nın Moskova’da imzaladıkları ateşkes anlaşmasına kadar devam eden Karabağ’daki son çatışmalar, 1994’te sağlanan ateşkes sonrasının en önemli gelişmelerinden biri oldu. Rusya’nın burada Ermenistan’a açık destek vermek yerine tarafsız bir duruş sergilemesi dikkat çekiciydi. 

Karabağ’daki Nisan 2016 çatışmasının askeri ve siyasi galibi Azerbaycan oldu. Azerbaycan Karabağ’ın kuzey ve güneyinde üçer tane stratejik öneme sahip tepeyi geri aldı. Ancak acaba Azerbaycan, Ermenistan’ın Karabağ ile bağlantısını 
sağlayan Laçin ve Kelbecer’i ya da İran ile Ermenistan bağlantısını sağlayan Qubadlı veya Zengilan’ı da alacak olsaydı Rusya göreceli sessizliğini sürdürür müydü? Her halükarda geri aldığı topraklar Azerbaycan’a askeri avantaj sağlamaktadır. Öte yandan meselenin siyasi ve hukuki boyutu bakımından da 
Azerbaycan’ın kendi tezlerinin altını bir kez daha çizme fırsatı yakaladığı açıktır. Bu anlamda Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Başkanı Pedro Agramunt’un 3 Nisan günü yaptığı, Ermeni silahlı birliklerinin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararları doğrultusunda Azerbaycan’ın işgal altındaki 
topraklarından çekilmesi yönündeki çağrısı büyük öneme sahiptir. 

Diğer taraftan 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü olarak her daim gündemde tutmaya çalıştığımız işgal edilen Ege adalarına (12 yılda Eşek, Koyun, Hurşit, 
Bulamaç, Fornoz, Nergizçik, Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardacık, Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi adaları işgal edildi) 9 Mart’ta bir yenisi daha eklendi. 9 Mart’ta Yunanistan’ın Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı, Türk hava sahasını ihlal edip Muğla’ya bağlı Ardıççık Adası’na helikopterle indi. 11 Şubat 2016 günü yine Türk hava sahasını 6 mil ihlal ederek Ardıççık Adası’na düşen Yunan helikopterinde hayatını kaybeden subaylar için burada anma töreni düzenlendi. Anma töreninde çekilen fotoğraflar Yunan Savunma Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde de yayımlandı. Muğla sınırları içinde bulunan Ardıççık Adası, halihazırda Yunan işgali altında olan Koçbaba Adası’na 5 mil uzaklıktaki Türk Adası. 1943 Tarihli İngiliz haritasında da bu adanın 12 Ada deniz sınırının dışında ve Türkiye’ye ait olduğu açık bir şekilde gösteriliyor. 

Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin Balkan Kasabı Radovan Karaçic’in yargılamasını bitirip 24 Mart 2016’da hakkındaki 40 yıl mahkûmiyet kararını 
açıklaması da not alınması gereken gelişmelerden biriydi. Karaciç’in 8 bin Müslüman’ın katledildiği Srebrenica’da soykırım suçu işlediği hüküm altına alındı… 

Ölen öldüğüyle kaldı… 

   21. Yüzyıl Dergisi’nin bu sayısında da dünya gündeminden önemli siyasi ve askeri gelişmeleri dikkatinize sunuyoruz. Kapak konusu olarak Türk-Rus rekabetini seçtik ve Sabir Askeroğlu okuyucularımız için geniş bir perspektiften konunun ayrıntılarını inceledi. Rusya’nın IŞİD’i tehdit olarak algılarken aynı zamanda bunu fırsat olarak kabul edip Orta Asya’daki etkisini artırmak için araçsallaştırmasını da Dilek Yiğit’in değerlendirmesiyle analiz ettik. 

Karabağ’daki çatışma, KKTC ve Türkiye arasındaki su krizi, Fergana Vadisi’ndeki yeni gerilim de dikkatinize sunduğumuz konu başlıklarından. Öte yandan Türkiye’nin gündemindeki ağırlıklı yeri itibariyle Sur, Silopi ve Cizre’deki operasyonlar ve bu çerçevede PKK terör örgütünün yenilenen stratejisi de terör ve terörizm konularının uzman ismi Merve Önenli tarafından analiz edildi. 

Gözde Kılıç Yaşın 
Editörden



***

31 Ağustos 2018 Cuma

Rusyanın Suriye Çıkarması.,



Rusyanın Suriye Çıkarması.,


Gözde Kılıç Yaşın
10.2015
Editörden




Rusya, Suriye’de…  ABD’nin uluslararası hukukta açtığı her gediği kendince yeniden anlamlandırarak kullanan Rusya, bugün de Suriye’de “ön alıcı savunma” (preemptive strike) nam-ı diğer Bush Doktrini’ni yeniden anlamlandırıyor. Yani hedefine IŞİD’i alarak “O bana günün birinde vuracak, kanıtlarım var ya da algılıyorum, bu nedenle ondan önce ben ona vurmak durumundayım” diyor. 1999’da NATO operasyonu sürerken Sırbistan üzerinden girerek Kosova havaalanında Rus bayrağı dalgalandırdığında ya da 2009 Gürcistan’a girdiğinde veya Ukrayna’daki adımlarında da aynı yöntemi izliyordu ve NATO gibi varlığını “Sovyetler” üzerinden meşrulaştıran bir “güvenlik örgütü” tüm bu adımlarda sessiz kalmakla/ yeterli olacak düzeyde tepki vermemekle bugün Rusya’nın Suriye’deki varlığının da önünü açmış oldu. Dahası ABD zaten meşru müdafaanın alanını genişlettiği oranda kuvvete başvurma konusundaki yasağın alanını sadece kendisi için değil diğerleri için de daraltmıştı. Ancak mesele sadece uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerde yeni bir dönüşüm ya da kargaşaya yol açabilecek yeni bir adımın atılmış olması meselesi değil.  Rusya’nın operasyonu Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. İlk gününden notalar verildi, uyarılar yapıldı, tetikte bekleyiş haline geçildi… Öte yandan Yeni gelişme Avrupa’nın yüzde 80’i Suriyelilerden oluşan sığınmacı sorununu çözümünü de etkileyecektir.

Öte yandan Rusya’nın müdahalesi olmasaydı dahi Ankara, Şam, Bağdat, Tahran, Londra, Moskova ve Washington merkezli gelişmeler Suriye'de kısa bir süre içinde bir uçtan diğerine savrulma yaratmıştı ve belirsizlikler yeni tür bilinmezler yaratmıştı. Şimdi de yeni bir denklemle karşı karşıyayız.  Bu sayımızda Rusya’nın Suriye çıkarmasını ön plana aldık, iki kıymetli yazarımız konuyu sizler için farklı noktalarıyla değerlendirdi: Şanlı Bahadır Koç ve Serhat Erkmen…  Operasyonun arka planını neden, boyut, şekil bağlamında incelediğimiz gibi olası yeni gelişmeleri de inceledik. Diğer aktörlerin muhtemel tepkilerini ve bu tepkilerin Türkiye için neden olabileceği zorluk, tehdit, risk ve fırsatları değerlendirdik.

Sayfalarımıza mülteci ya da sığınmacı sorununa Avrupa’nın bakışını bir kez daha, bu kez Dilek Yiğit’in çalışmasıyla taşıdık. Rusya’nın hamlesi uluslararası gündemi bir anda değiştirmişse de yaşanmakta olan büyük göç henüz sonuçlarını doğurmadı bile… Avrupa, küresel ekonomik krizden sonra şimdi de demografik yapısının değişeceği söylemleri, gelenlerin yerleştirilmesi ya da nasıl olacaksa bir başka ülkeye doğru iletilmesi, vatandaşlarının çoktan başlamış olan protestoları, yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kalacak. Koşullar Suriye içerisinde “güvenli bölge” oluşturulmasını gündeme getiriyorsa da toplumsal hafızada kelimenin karşılığı o kadar da güvenli olmadığı için “güvenli bölge” teklifleri reddediliyor. Dünya yönetim anlayışı bakımından da haritalar ya da nüfusun dağılımı açısından da hızlı bir değişim geçiriyor. Türkiye’yi en çok ilgilendirenleri dikkatinize sunmaya devam ediyoruz.

Gelecek sayıda görüşmek üzere iyi okumalar dileriz…

Gözde Kılıç Yaşın

 http://www.21yuzyildergisi.com/haber/39-sayi-82-rusyanin-suriye-cikarmasi-yeni-oyun-yeni-denge-haberi.html

***