Şanlı Bahadır Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şanlı Bahadır Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2017 Pazar

ABD VE METAL YORGUNLUĞU


ABD  VE METAL YORGUNLUĞU


AB-ABD ilişkilerinde metal yorgunluğu
Mayıs 2001
Şanlı Bahadır Koç

ABD ile AB’yi birbirine bağlayan çıkar ve değerler ayıranlardan çok daha güçlüdür. Fakat aradaki  anlaşmazlıklar gittikçe daha ciddi bir hal almakta ve dikkatli  yönetilmezlerse kontrolden çıkma  riskini taşımaktadır. Amerika’nın liderliğinden daha eşit bir ilişkiye geçiş iki tarafın da çıkarınadır.      

The values and interests that bind the two sides of the Atlantic are still much more powerful than the ones divide it. However, the disputes are becoming more serious and if they are not managed carefully have the potential to disrupt the alliance. A transition from American primacy to a more eaqual partnership is in both sides’ interest.

Mars’tan gelen bir uzaylı son birkaç ayda ciddi Avrupa gazetelerinin başyazılarını ve yorum sayfalarını okusa, muhtemeldir ki, Avrupa adındaki bu kıtanın Amerika adında güçlü ve acımasız bir düşmanı olduğuna ve bu ‘kötülük imparatorluğu’ ile her an savaşa girebileceğine hükmederdi. Hakikatte durum   o kadar vahim olmasa da AB-Amerika ilişkilerinde yaşanan ve ileride yaşanması muhtemel problemler son derece ciddi niteliktedir. Eğer liderler gerekli siyasi irade, beceri ve vizyonu gösteremezlerse, son elli yılda Avrupa’yı ekonomik ve demokratik açıdan imar eden, Soğuk Savaşı ve Körfez Savaşı’nı  kazanan,  'Sovyetleri dışarıda, Amerika'yı içeride, Almanları ise altta tutan’ Atlantik İttifakı’nın önemli krizler yaşaması beklenebilir . İttifakın durumu için ‘orta  yaş krizi’, ‘metal yorgunluğu’, ‘Dorian Gray sendromu’, ‘kıta kayması’ gibi benzetmeler sık sık kullanılır oldu. Genel olarak en iyimser yorumcular bile Atlantik İttifakı’nın ‘en güzel günlerini’ geride bıraktığını ve   işlevlerini yerine getirmeye devam etse bile bunun büyük tartışmalar sonrasında gerçekleşeceğini düşünüyorlar. Amerika-AB ilişkilerinin geleceği için ortaklıktan stratejik rekabete, soğuk çatışmadan karşılıklı ilgisizliğe kadar bir dizi kehanette bulunuluyor. Birden fazla  gözlemci Avrupa’da Amerikan aleyhtarlığının arttığını ve bir tür moda haline geldiği tespitinde bulunuyor . 

Avrupa ve Amerika çeşitli tehlikelere açık bu geçiş dönemini kazasız atlatabilecekler mi, yoksa ortak bunca değer, çıkar ve başarıya rağmen bir çatışma dönemine mi girecekler? İlişkideki esas soru gittikçe daha sıkı bir entegrasyona giden Avrupa’nın kendi kimliğini Amerika’ya karşı tanımlamayı seçip seçmeyeceği olacaktır . Bazı yorumcular bu dönemde Amerika’nın  ‘Avrupa milliyetçiliği’ yaratacak, kolektif Avrupa kimliğini besleyecek kışkırtıcı hareketlerden kaçınması gerektiğini ve  kendine daha güvenen, ortak çıkarlara daha çok katkı yapmaya hazır bir Avrupa’nın Washington’un çıkarına olduğunu düşünüyorlar. Avrupa entegrasyonunun gelişmesini engellemeye ya da yavaşlatmaya yönelikmiş gibi yorumlanacak hareketler Avrupalıları daha yoğun entegrasyona gitmeye şevklendirmektedir. Avrupa projesi, aleyhinde kullanılabilecek onca karşıt görüşe ve hatta üye ülkelerin halklarının her zaman gönüllü de olmamalarına rağmen, zaman zaman yavaşlasa da, son tahlilde, ilerlemeye devam edecektir. Böyle bir Avrupa çok muhtemelen ‘diplomatik kaslarını   göstermeye’ meyilli olacaktır. Eğer, Amerika ‘tek kutupluluk anı’  hiç bitmeyecekmiş gibi davranır, bunun Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından kaynaklanan ‘tarihsel bir istisna’, geçici bir ara dönem  olduğunun,  kaçınılmaz olarak kendisini dengelemeye yönelik arayışlar olacağının bilincinde olmazsa  AB ile ilişkiler bundan olumsuz olarak etkilenecektir. Amerikalılar o hiç değişmeyen, doğal, çocuksu ama bu nedenle daha az can sıkıcı da olmayan iyimserlikleriyle hegemonyalarının ‘iyi huylu’ olduğundan, dünya için faydalı olduğundan o kadar eminler ki Avrupalı dostlarının ABD hegemonyasından rahatsız olduklarını kabullenmeleri  belli bir zaman alabilir. 

Clinton yönetiminin çok taraflılığa vurgu yapan (multilateral) tarzı belki Amerikan gücünün ‘boğuculuğunu’ bir nebze olsun azaltıyordu. Bush yönetimi, kadro olarak bu çok kritik geçiş dönemi için iyi donanımlı değil gibi görünüyor. Bush’un dış politika kadrosu Soğuk Savaşı ve Körfez Savaşı’nı kazanan bir ekip. Ama son on yılda köprülerin altından çok globalleşme ve önemli miktarda Avrupa entegrasyonu aktı. Yeni yönetim on yıl öncesinin refleks ve alışkanlıklarının ne kadarını yeni politikalarına taşıyacağı  çok önemlidir. Bush yönetimi, Clinton’a üst üste iki kez yenildikten sonra, Amerikan sağının sekiz yıldır iktidardan uzakta, düşünce kuruluşlarında biriktirdiği, çoğu en iyi deyimle tartışılır, pek çok fikri büyük bir hız ve iştahla uygulamaya koymaya başladı. Bu fikirlerin önemli bir kısmı Avrupa’da olumlu yankı bulmadı. Amerikan Sağı başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kuruluşları ve çok taraflı anlaşmaları Amerikan gücünü sınırlayan ya da Amerika’yı çıkarına olmayan işlere sürükleyen ayak bağları olarak görüyor. Yeni yönetim ‘izolasyonist mi değil mi’ derken dünyadan izole olmak üzere. BM İnsan Hakları ve Uyuşturucu ile mücadele komisyonlarında aldığı beklenmedik yenilgiler AB'nin ‘sessiz ve derinden’ liderliğinde ABD'ye verilen ültimatomlar olarak kabul edildi .
  
Avrupalılar tarihsel bir refleksle, 18. yüzyılda Napolyon’a, 19. yüzyılda Almanya’ya karşı olduğu gibi, elinde çok fazla güç biriktiren ülkelere karşı dengeleme içine giriyorlar. Bugün de tek kutuplu bir dünyanın kendi çıkarlarını da garantiye aldığına gittikçe daha az inanıyorlar. Amerika’nın hiper-gücünü dengelemek için ‘safları sıklaştırıp’, uluslararası kurumları, uluslararası hukuku kullanacaklar ve tüm bunlar işe yaramazsa son kertede yeni stratejik ve jeopolitik flörtlere göz kırpmayı deneyebilirler. Bazı yorumcular bu dönemde Washington’un   Avrupa’ya çok kutuplu maceralara girmenin sakıncalarını anlatmanın yanında, kurduğu ve yönettiği sisteme Avrupa’yı daha fazla dahil etmesi, karar alma mekanizmalarında ona daha çok söz hakkı vermesi gerektiğini düşünüyorlar. Bush yönetiminin ilk dört aydaki görüntüsü bundan belirgin derecede uzaktır. Amerika ile Avrupa arasında geçtiğimiz yıllarda da bir çok anlaşmazlık olmuştu. Ama Avrupalılar bunların çoğunun sorumlusu olarak Clinton yönetiminden çok Kongre’yi görüyorlardı. Şimdiyse Bush yönetimi, tercihleri ve tarzıyla kendisi AB hükümetleri için çözülmesi gereken bir problem olmuştur. 

Anlaşmazlıklar

ABD ile Avrupa, füze savunma sistemi, Anti-Balistik Füze Anlaşması, Avrupa Güvenlik ve Kimliği (AGSK), NATO genişlemesi, müttefik ülkelerin savunma harcamalarının düzeyi ve ‘külfetlerin paylaşımı’, uluslararası mali politikaların koordinasyonu, serbest ticaretin ve devletin piyasalar üzerindeki ideal rolünün düzeyi, Orta Doğu barış süreci, ‘serseri devletlerin ıslahı’, Kore yarımadasındaki anlaşmazlık, Uluslararası Ceza Mahkemesi, anti-personel mayın yasağı, Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması, küresel ısınmayı önlemeyi amaçlayan Kyoto Anlaşması, hormonlu gıdalar, tarım sektörüne yapılan sübvansiyonlar, idam cezası, kara para aklamaya karşı uluslararası mücadele, uluslararası kurumların işlevleri, uluslararası  hukukun bağlayıcılığı, stratejik sektörlere devlet sübvansiyonu gibi bir dizi önemli konuda, değişen derecelerde ama belirgin bir biçimde ve gittikçe artan oranda farklı düşünüyorlar. Bütün bunlara kaçınılmaz pazar rekabetini de katabiliriz. Ayrıca Avrupalılar, tamamen anlaşılır nedenlerle, özel ve ticari haberleşmelerinin Amerika’nın Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) tarafından dinlenmesinden memnun değiller. Bundan şikayet ettiklerinde ciddiye alınmamaktan, terslenmekten, ‘kapının gösterilmesinden’ rahatsızlar. ‘Centilmenlerin birbirinin mektubunu okumaması gerektiğini’ düşünüyorlar . Avrupa ile ABD arasındaki çıkar çatışmaları geçmişe oranla daha önemli ve kesinlikle daha gözle görülür hale gelmeye başlıyor. 

Avrupalılar, yeni yönetimin Avrupa’nın hassasiyetlerini anlamadığından mı, yoksa ‘takmadığından’ mı ‘böyle davrandığına’ henüz karar veremediler. Aslına bakılırsa Bush yönetimini ‘dünya hakimiyeti’ peşinde olmakla suçlamak pek doğru olmaz. Daha çok, savunmacı ve milliyetçi oldukları söylenebilir. Amerika tarzı yaşamın en iyisi olduğuna inanıyorlar. Ama bunu bir önceki yönetim kadar ihraç etme meraklısı değiller. Sadece kendi istedikleri gibi yaşamak istiyorlar.   Uluslararası kuruluşları ve çok taraflı anlaşmaları ‘ayak bağı’ olarak görmeye meyilliler. Bu konulardaki en renkli yazıların sahibi olan Washington Post yazarı Charles Krauthammer’in deyişiyle ‘Avrupalı minik adamlar tarafından kazıklara bağlanan Güliver olmak’ istemiyorlar.  Asıl Clinton yönetiminin dünyaya bir şekil vermek gibi bir ihtirasa sahip olduğu söylenebilir. Clinton ekibi Wall Street, Hollywood ve uluslararası şirket yöneticilerinden oluşurken, Bush yönetimi daha çok Amerika’nın içinde ticaret yapan şirketlerin desteği ve gündemine sahip. Bu noktada Clinton yönetimi ilginç bir paradoks sergilemişti. Piyasa ekonomisini ve Amerikan tarzı demokrasiyi aktif –ve hatta bazılarına göre saldırgan- biçimde yayma ve uluslararası düzeni ‘iyi huylu’ Amerikan egemenliğinde liberal kapitalist sisteme dönüştürme becerisini, Bush yönetiminin dört ayda neden olduğu gerginlikten çok daha azına yol açarak gerçekleştirmişti . Clinton ve Avrupa’nın ‘Üçüncü Yol’ liderleri arasındaki uyumun Bush’la devam etmesi sürpriz olacaktır. Clinton’ın önde gelen Avrupalı liderlerle geliştirdiği sıcak kişisel ilişkiler ve ‘ideolojik aşinalık’ zaman zaman ciddi görülen problemleri aşmada çok etkili olabilmişti.   

Aslında Avrupa ile ABD arasındaki anlaşmazlıklar hep var olageldi. Süveyş, Vietnam, 1970’lerde  Almanya’nın Doğu politikası Ostpolitik, 1980’lerde orta menzilli füzelerin yerleştirilmesi ve Yıldız Savaşları, 1990’ların ilk yarısında Yugoslavya’nın dağılma sürecinin yönetilmesi hep sancılı süreçlerdi. İlişkilerde bu tarihi perspektifi hiç kaybetmemek gerekiyor. Aynı tarihsel perspektif Batı ittifakının son elli yılda kazandığı zafer ve başarıların da sürekli akılda tutulmasını gerektiriyor.  Tarafların Sovyetler’e karşı ne kadar sert olmak gerektiği konusunda hep farklı fikirleri oldu. Ama Soğuk Savaş disiplini, Amerikan liderliğinin tartışılmasına, sorgulanmasına ya da belli bir düzeyin üstünde eleştirilmesine olanak tanımıyordu. Şimdi bu ‘tutkal’ artık yok. Peki bunun yerine başka bir şey bulunabilir mi? ‘İslam tehdidi’? Avrupalılar bunu ikna edici bulmuyorlar. Çin? Pekin direk bir tehdit olamayacak kadar uzak görünüyor. ‘Serseri devletler’? Avrupalılar zaman zaman bu tehlikenin varlığını kabul etseler de çözüm konusunda daha çok diyalog, daha çok ticaret, daha az bomba ve tehdit yanlısı görünüyorlar. Amerika ile Avrupa ülkeleri dünyanın nasıl olması gerektiği konusunda değişik fikirlere sahipler. Uluslararası güvenlik, ticaret ve hukuk konularında ciddi görüş ayrılıkları yaşıyorlar. 

Orta Doğu

Amerika ile Avrupa arasında, mesela Orta  Doğu’da sorumlulukların paylaşımında bir dengeden söz etmek pek mümkün değil. Avrupa askeri olarak Körfez’in güvenliğine katkı yapmadığı ve tehditlere direk  maruz olmadığı için, Washington Avrupa’yı ortak bir strateji oluşturma konusunda da söz hakkına sahip olarak görmüyor . Avrupalılar NATO alanı dışında güç kullanmaya ancak olağanüstü durumlarda, ve o zaman bile Amerika’nın yoğun baskısı sonucunda razı olmaktadır. Bu güç, sorumluluk ve anlayış asimetrisi çıkarların da farklı olduğu şeklinde yanlış bir kanıya sebep olmaktadır. Avrupa’nın Körfez’e bağımlılığı Amerika’dan daha fazladır. Bölge Avrupa’ya daha yakın mesafededir. Bölge kaynaklı güvenlik tehditleri aslında Avrupa’ya daha ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Lakin, Avrupa, belki de güvenlik stratejisinin oluşmasında söz sahibi olmadığı için, bölgeye baktığında daha çok ekonomik fırsatlar görmektedir. Güvenli ve yeterli petrol akışı ile Batı ekonomilerinin sağlığı arasındaki ilişki çok açıktır. Petrol üretimindeki istikrarsızlık ve yüksek fiyatlar 1970’ler ve 1980’lerin başındaki stagflasyonun en önemli nedenlerindendi. 1990’lardaki düşük enflasyonlu yüksek büyüme dönemi, uluslararası ticaretin ve yatırımların artmasını petrol üretimindeki istikrar ve düşük fiyatlar mümkün kılmıştır. Atlantik ekonomilerinin ortak çıkarı olan düşük enflasyon, dengeli bütçeler, tam istihdam, daha az fakirlik, daha iyi altyapı ve eğitim olanakları ideallerini petrol fiyatlarının yüksek olduğu ortamlarda gerçekleştirmek imkansız değilse de daha zordur. Avrupalılar İran’a karşı uygulanan yaptırımlara gerek ticari gerekse stratejik nedenlerle karşıdırlar. ABD’nin zaman zaman Irak’a karşı askeri güç kullanmasından, kendilerine danışılmamasından rahatsızdırlar. Amerikalılar ise Saddam’a karşı uygulanan ambargo rejiminin tam olarak başarılı olamamasının nedeni olarak Avrupa’nın tutumunu neden göstermektedir. Avrupalılar Amerika’nın Orta Doğu konusunda İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız desteğin barışı engellediğini, İsrail’i ‘şımarttığını’ düşünmektedirler. Tamamen de ticari olmayan nedenlerle Arap argümanlarını dinlemeye ve zaman zaman desteklemeye istekli davranmaktadırlar. 

Ekonomi

Dünya ticaretinin %20’sini AB, %19’unu ABD gerçekleştirmektedir. AB, Washington’un’ en büyük ticaret ortağı, en büyük ithalat kaynağı, ikinci büyük pazarıdır. 1999 yılında AB’nin ABD’deki yatırımları 624 milyar Dolar, Avrupa’daki Amerikan pozisyonu ise 512 milyar Dolara ulaştı. Karşılıklı ticaret rakamları ve rakamlara yansıması daha zor türden ekonomik ilişkiler de dahil edildiğinde ortak 2 trilyon Dolarlık bir ekonomiden söz edilebilir. Bu rakamlar 90’ların başında yaklaşık olarak şimdikinin yarısıydı. Ekonomik ilişkilerin genişlemesi ve derinleşmesiyle çıkarlar çok daha fazla iç içe geçti, eskiden iç politika meselesi olan konular şimdi artık diğer tarafı da ilgilendirir hale geldi. Ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması potansiyel problemleri de arttırdı. Amerikalılar Avrupa tarımının yoğun bir şekilde sübvanse edilmesinden hoşnut değiller. Bilimsel olarak zararsız olduğunu kanıtladıklarına inandıkları genetik gıdalara Avrupalıların getirdiği engellemeleri korumacılık olarak algılıyorlar. Sivil toplum örgütleri ticaret, yatırım gibi konulara daha yakından ve etkili bir şekilde taraf olmaya, hükümetleri daha yakından takip etmeye, kararlarında artan oranda etkili olmaya başladılar. Ticaret müzakereleri kamuoyu ve bundan etkilenen kesimler tarafından önceden olduğundan çok daha dikkatli izlenmeye başladı .  

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa projesinin belki de en önemli çıkış noktası kıtanın kanlı geçmişinden kurtulma isteğiydi. Bugünse genç Avrupalılar kaçılması ve unutulması gereken bir geçmiş görmüyorlar. Birbirlerinden çekinme, Almanya’nın gücünü kontrol altında tutma güdüleri tamamen kaybolmuş olmasa da azalma yolundadır. Bu yeni Avrupa, konsantre olmuş gücünü uluslararası alanda kullanmak konusunda daha istekli olacaktır. Ekonomik entegrasyonuna parasal birliği de ekleyen Avrupa uluslararası konularda daha fazla söz sahibi olmasının doğal karşılanmasını bekleyecektir. Eğer euro kendini kabul ettirebilirse, ki bu bir sene önceye göre çok daha mümkün görünüyor, o zaman ABD doların dünya finans piyasasındaki başat rolünün getirdiği bazı avantajları kaybedebilir. Bu durum da uluslararası finans düzeninin yönetiminde ABD ile AB arasında yeni sorunlar yaratabilir .  

Washington’da  Orta ve Batı Avrupa’daki ülkelerin güvenliğinin ne derece  Amerika’nın sorunu olduğunu sorgulayanlar ve her türlü ittifak, uluslararası kuruluş ve anlaşmayı  Amerika’nın manevra  seçeneklerini daraltan gereksiz ve hatta zararlı kısıtlamalar olarak gören etkili çevreler bulunmaktadır. Amerikalılar –özellikle Cumhuriyetçiler- Avrupalıların Amerikan güvenlik şemsiyesinin altında ‘bedavaya’ oturup bir de ‘nankörlük’ yaptıklarını  düşünüyorlar. AB temsilcilerinin Kuzey Kore, Irak ya da İran’la ilişkilerini geliştirme teşebbüsleri hep bu anlayışla karşılanmaktadır. Washington, güvenlik maliyetleri konusunda paylaşımın adil olmadığından, AB ülkelerinin mevcut zenginlikleriyle kıyaslandığında savunma için yeteri kadar ‘ellerini cebine atmadığından’ şikayet etmektedir. Bazı Amerikalılar yarım yüzyıldır korudukları Avrupa’nın davranışlarını ‘kadir bilmezlik’ olarak görmektedirler. Avrupa’nın Fransa’nın etkisiyle Çin ve Rus söylemlerine paralel olarak çok kutuplu bir dünya düzeni arzusu içine girdiğine inanıyorlar. 

Sorular

Amerika 90’lı yıllardaki aktivizmini sürdüremeyecektir. Soğuk Savaş’tan galip çıkmanın psikolojisi, Körfez Savaşı’nda teknolojik alandaki üstünlüğünü tartışmasız bir şekilde kanıtlama, eşi görülmemiş bir ekonomik büyüme ve teknolojik gelişme dönemi  hepsi birlikte bu aktif dönemi mümkün kılmıştı.  Bunun sonsuz devamına ne Amerika’nın gücü yetecek, ne de  Amerikan halkı destek verecektir. Amerikan elitleri de bunun doğruluğundan emin değiller. ABD 2000’li yıllarda, çok muhtemelen, merkezi çıkar alanlarını belirleyip oralara yoğunlaşma eğiliminde olacaktır. Avrupa entegrasyonunun Atlantik ittifakıyla ilişkisini belirleyecek bazı önemli gelişmelerin nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil. Büyük ölçüde, Amerika'nın Avrupa'yı korumaya istekli ve yeterli olması prensibine dayalı olan ittifak bu durum değişirse varlığını devam ettirebilir mi? Fransa’nın De Gaulle’cü geleneğini bırakıp NATO’yu sahiplenip sahiplenmeyeceği, İngiltere kararsızlığını ve şüphelerini yenip para birliğine girip girmeyeceği, Almanya’nın ekonomik ve iç politika maliyetlerini de göze alarak stratejik önceliklerini ve pasifist pratiğini  bırakıp bırakmayacağı Atlantik ittifakının gelecekteki şeklini belirleyecek sorulardır.
Şu çok rahatlıkla söylenebilir, Avrupalılar Amerika’nın bu kadar güçlü olmasından rahatsızdırlar. Amerikalıların aksine Amerikan gücünün tamamen masum olmadığına, kontrolsüz bırakılırsa kendi çıkarlarını tehdit edebileceğine inanmaktadırlar. Amerikan kültürünü tüketmekten de geri durmamakla beraber bunun boğuculuğundan şikayet ediyorlar. Avrupa’nın yeni Amerikan yönetimine tepkisi, bazı Amerikalı yorumcuların iddia ettiklerinin aksine, ancak kısmen ‘kıskançlık’la ve ‘entelektüel züppelikle’ açıklanabilir. 

Belli bir hata payı bırakılarak denebilir ki, ne zaman Avrupa yeni bir işe girişse Amerika ilk başta buna şüpheyle ve belli bir endişeyle bakmıştır. ABD Ortak Pazar’ın korumacı eğilimlerle Avrupa pazarını Amerika’ya kapatmasından, AGSK’nın NATO’yu tehdit etmesinden,  Euro’nun Doları kovmasından korkmuş, bu konulardaki endişelerini yüksek sesle dile getirmiş, ama zamanla muhalefetinin düzeyini azaltmış ve yeni ortama uyum sağlamıştır. 

AB’nin Üç Büyükleri ve ABD   

Amerikan hegemonyasına karşı en sesli muhalefeti yürüten ve Washington’la en mesafeli ilişkiye sahip büyük Avrupa ülkesi olan Fransa’nın ABD ile ilişkisi, yine de Avrupalı olmayan benzer büyüklük ve güçteki diğer her ülkeyle olandan daha sağlamdır. Fransızlar Amerikan usulü vahşi kapitalizmden hazzetmiyorlar ve uluslararası finans işlemlerinin daha sıkı düzenlenmesini ve denetlenmesini, uluslararası hukukun herkes için bağlayıcı olmasını istiyorlar ve AB’nin Amerika’ya rakip olacak türde bir güç olmasında kararlılar. AB kolektif havacılık programının en ciddi destekçisi durumundalar. Fransa Washington’a meydan okuyabilecek  siyasi ve kültürel güvene, iradeye ve morale sahip tek AB ülkesi olarak görünüyor. Ayrıca arkalarında azımsanamayacak entelektüel birikim ve bürokratik gelenek var. Almanların kültürel konulardaki iddiaları ise Nazi deneyimiyle derin bir yara aldı. Bazı Avrupalı ülkeler zaman zaman Fransa’nın ihtiraslarından endişe etseler de aslında genel olarak Avrupa’nın Amerika’ya karşı koruması gereken ve hatta rakip olabilecek bir sosyal ve ekonomik modeli olduğuna katılıyorlar . Fransa güvenlik konusunda inisiyatifi ele alarak gündemi belirlemek istiyor. İngiltere bu konuda Amerika ile arasındaki ‘özel ilişki’ nedeniyle ve AB’ye daha mesafeli durmasıyla, Almanya da askeri konularda ön sıralarda bulunmasının tarihi nedenlerle yaratacağı rahatsızlığı hesaba katarak liderliği alacak durumda değiller. Avrupa-Amerika ilişkisinin gelecekte alacağı şekilde İngiltere’nin oynayacağı rol belirleyici olabilir. İngiltere’nin aktif olarak yer aldığı bir Avrupa daha Atlantikçi, dünyaya daha açık, işbirliği yapmaya hazır, daha demokratik, daha az bürokratik ve daha liberal bir Avrupa olacaktır. İngiltere’nin değişik tereddütlerle tam anlamıyla yer almadığı ve şekillenmesinde rol almadığı bir Avrupa çok muhtemelen daha içine kapanık, seçkinci, federalist, korumacı ve  Amerikan-karşıtı olacaktır . Amerika’nın Avrupa konusunda İngiltere’ye vereceği sinyaller bu ülkenin politikasını, bu da belki tüm Avrupa projesinin geleceğini ve Amerika’yla ilişkisini önemli derecede etkileyecektir. 

Füze Savunması

Avrupa ülkelerinin Ulusal  Füze Savunması’na muhalefetleri iki noktaya dayanmaktadır: Kendini bir kalkanın arkasında güvenli hisseden bir Amerika’nın Avrupa’ya olan ilgisinin azalacağından endişelenen Avrupalılar ‘kendi başlarının çaresine bakma’ zorunluluğuyla başbaşa kalmaktan korkuyor, Rusya’nın nükleer silahlarında arttırıma  gitmesi korkusunu yaşıyorlar. Washington Avrupa’yı  de içerecek bir savunma sisteminden bahsetse de  AB ülkelerinin pahalı ama sonucu belli olmayan bir sisteme, en azından ilk safhada, dahil olmak isteyecekleri şüphelidir. Füze savunması Avrupa entegrasyonunun savunma boyutuna hız verebilir. Avrupalılar ‘serseri ülkeler’den gelen füze tehdidin boyutları konusunda Amerika kadar kötümser değiller. Defalarca işgal edilmiş olmaları, bütün bir Soğuk Savaşı Sovyet nükleer ve konvensiyonel silahlarının ‘dibinde’ geçirmiş olmaları nedeniyle muhtemel tehlikeleri daha az önemseyebiliyorlar . Girişimin destekçileri füze savunma sisteminin Amerika’nın bölgesel bir kriz anında cesur ve bağımsız  hareket etme  kabiliyetini korumasını sağlayacağını,  örneğin Irak ya da İran’ın İsrail’i vurmakla tehdit ederek Amerikan politikasına ipotek koymasını önleyeceğini savunmaktadırlar. 
Analistler füze savunma sisteminin AB ile ilişkileri olumsuz etkilememesi için  Washington’un AB’yi a)füze savunmasının Moskova-Washington ilişkisini tekrar çatışmaya döndürmeyeceğine, b)Avrupa güvenliğine olan taahhüt ve ilgisini azaltmayacağına, c)‘serseri devletler’den gelen füze tehdidinin ciddiliğine,  d)füze savunma sistemi konusundaki araştırma ve geliştirme programlarına yatırım yapmaya ikna etmesi gerektiğini belirtiyorlar. Ruslar kendi nükleer silahlarını azaltmayı, bunların bakım masraflarını kaldıramadıkları için zaten istemektedir.     

Avrupa Askeri Gücü

Avrupa İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar güvenlik içindedir. ABD gitse bile ‘ayakta kalır’, ama bunu isteyeceği zannedilmemelidir. AB’nin karar alma mekanizmaları, istihbaratı ve askeri yapısı ile kendine ait ciddi bir güce sahip olması sanılandan çok daha uzun bir süre alacaktır. Diğer yandan AB ülkeleri, ABD ile aralarındaki askeri uçurumun belirleyici alanı olan ileri teknoloji silahlar konusunda henüz önemli bir atak içinde görünmüyor. Alman General Naumann Kosova Savaşı’ndan sonra yaptığı bir açıklamada Avrupa ile Amerika arasındaki askeri teknoloji farkının inanılmaz derecede açıldığını ve eğer Avrupa bu konuda bir atılım yapmazsa on yıl sonra iki gücün aynı savaşta müttefik olarak savaşamayacak duruma gelebileceklerini  belirtmişti.  AB ülkeleri toplam olarak savunmaya, global ölçekte çok daha fazla taahhüde girmiş ve aktif olan ABD’nin  harcadığının yaklaşık üçte ikisi kadar para harcamaktadırlar. Ama ortaya çıkan ‘mahsul’, tartışmasız ABD’ninkinden çok geridedir. 2003 yılına kadar, 60 bin askeri bir yıla kadar savaşabilecek halde 60 günde hazırlamaya yönelik planları hüsranla sonuçlanabilir. Kumanda kontrol sistemleri, haberleşme ekipmanları, hedefi kesin vuran silahlar ve nakliye uçakları konularında gereken seviyenin çok gerisindeler . 1996’da ABD askeri harcamaları dünya toplamının üçte birini oluşturuyordu. Bu rakam NATO'nun Avrupalı üyelerinin toplamından yüzde  45 daha fazlaya tekabül ediyordu ve Rusya’nın dört, Almanya veya Çin'in yedi , Japonya’nın altı katıydı. Avrupa’nın yakın çevresindeki krizlere müdahale edebilecek ‘hafif’ bir ordu, Amerika’nınsa Körfez’in güvenliğini sağlayacak ve Çin gibi yükselen tehdide karşı koyacak (hard) operasyonları yapmaya yönelmesi, ilk başta akılcı bir  pazarlık olarak görünse  de, orta ve uzun vadede bu durum ülkeler arasında dünyayı  ve çıkarlarını algılama konusunda zaten var olan farklıları derinleştirecektir. ABD, eğer AB kayda değer bağımsız bir ortak askeri güç oluşturursa,  uzun vadede bunu siyasi olarak da tahvil etmek isteyebileceğinden   endişelenmektedir. Avrupa'nın askeri gücünün Amerikan askeri gücü ile yarışacak, 'istenmediğini hissettirecek' ya da varlığını kovacak  bir seviyeye gelme ihtimali çok azdır. Avrupa, Kissinger’ın hep şikayet ettiği ‘ortak tek bir telefon’da tüm Avrupalı muhataplarıyla görüşme problemini şimdi Javier Solana’nın oturduğu pozisyonla doldurmayı deniyor. Bazı Amerikalı yorumcular, Avrupa uluslararası arenada kendine güvendikçe, askeri ve diplomatik olarak ‘kaslandıkça’ bu telefonun ‘cevap vermemesi’ ya da belki de daha kötüsü ‘meşgul çalması’ ihtimalinden endişelenmektedirler. AB genişleme süreci Avrupa’ya Orta ve Doğu Avrupa’da kayda değer bir diplomatik manivela gücü kazandırdı. NATO'nun Doğu Avrupa’ya yönelik genişlemesi yeni potansiyel anlaşmazlık konuları ortaya çıkarabilir. Genişlemeye hangi ülkelerin dahil edileceği, bunların ne zaman alınacağı, genişlemenin maliyet ve risklerinin nasıl paylaştırılacağı potansiyel anlaşmazlık konularıdır. AB ve NATO’nun genişleme sürecinde dillendirilmeyen bir rekabetten de söz edilebilir. 

AB genişlemesi

Avrupa ile ABD arasında Türkiye için bir rekabet var mı? AB, Türkiye’nin en büyük ticaret, ABD ise en büyük ‘güvenlik ortağı’. Yeni Avrupa askeri girişimine Türkiye’nin muhalefeti Avrupalılar tarafından Amerika’nın bu girişimi  engelleme ya da en azından yavaşlatma girişiminin bir parçası olarak görülüyor. ABD bir yandan AB üyesi bir Türkiye’nin daha istikrarlı, güçlü olmasını istemektedir,  ama bir yandan da Ortadoğu’daki en önemli iki müttefikinden birini Avrupa’nın etki alanı girmesinden korkmaktadır. Türkiye’nin AB’ye girmesini destekleyen ve yüreklendiren resmi Amerikan söylemine rağmen bazı gözlemciler AB’nin Türkiye’yi almayacağını bilen Washington’un Ankara’nın bu konudaki ‘hevesini almasını’ istediği yorumunu yapıyorlar. Bu yoruma göre  Washington,    AB’ye alınmayacağını anladığında  Türkiye’nin ABD’ye daha bir ‘muhabbet ve sadakat’ ile sarılacağını biliyor.  Avrupalılar, içine Türkiye’yi bile alan bir Avrupa’nın ‘sulanacağını’, ‘gevşeyeceğini’ ve iç disiplinini kaybederek ABD’ye rakip olma iddiasından vazgeçeceğini belirtiyorlar. AB ve NATO genişlemeleri büyük ölçüde paralel süreçler olarak görülebileceği gibi birbirine rakip olarak da görülebilir.  Bir kısım yorumcular daha geniş bir AB’nin daha güçlü olacağını iddia ederken başkaları da AB'nin çok sayıda yeni üye kabul etmesinin ve bu ülkelerin entegrasyonun AB'nin dikkatini ve gücünü bu ülkelere yoğunlaştırmasına neden olacağını, 'hazım' sürecinin sorunlu ve hatta 'acılı' olabileceğini, bunun da AB'nin dış dünyaya olan ilgisini azaltabileceğini ve hatta iç uyumunu sarsabileceğini düşünüyorlar.

ABD’nin değişen öncelikleri

Ortak bir rakip ya da düşmanın var olmaması ABD'nin Avrupa’daki taahhütlerinin geleceği konusunda soru işaretleri doğuruyor. ABD’nin Kosova Savaşı’nda iyice ortaya çıkan askeri operasyonlarda kayıp vermemeye yönelik risk politikası uzun vadede  Avrupa’ya olan taahhütleri hakkında yeni şüpheler uyandırabilir. Ayrıca şimdi tarafların elinde Soğuk Savaş sırasında düşünülemeyecek türden seçenekler var. ABD  kendini 'dünya işleri’nden hiç bir zaman çek(e)mese de, daha seçici bir müdahale doktrini benimseyebilir. Bunun Amerikan çıkarları için en iyisi olup olmayacağı tartışılır. Ama Amerikan iç politikasının ve Kongre’nin dış politikada -bazılarına göre artan- etkisi dikkate alındığında 'dünya meseleleri’ne daha mesafeli kalmayı seçmesi tamamen imkansız değildir. AB ise  Rusya ile ekonomik, siyasi ve hatta askeri ilişkilerini üst düzeylere çıkarmayı deneyebilir. ABD ‘aşırı yayılma’ korkularını en iyi AB ile sağlıklı ve güvene dayalı bir ilişki geliştirerek ve global sorumlulukların bir kısmını AB’ye bırakarak yenebilir. Çin’le mücadele etmeye kararlı görünen Washington’un AB ile arası soğuk olursa bunu o kadar da kolay başaramayabilir. ‘Avrupa’daki arka bahçesi’ni güvence altına alan bir Amerika kendini Çin’le olan stratejik rekabetine daha iyi hasredebilir. Bu, Asya Washington için Avrupa’dan daha önemli olduğundan değil, artık Avrupa kendi dengelerini Amerika’nın sınırlı bir varlığı ile de sağlayacak ‘olgunluğa’ gelmiş olmasından olacaktır. Avrupa’nın ekonomik büyümesi Amerika için eskiden olduğundan daha az önemli hale geliyor. Amerika'nın AB ile ticareti Asya ile olan ticaretinin yüzde  60’ından sadece biraz daha fazladır. Amerikan doğrudan yatırımları hâlâ daha çok Avrupa’ya yöneliktir, ama Asya ile aradaki fark azalmaktadır. Amerikan ekonomik faaliyetlerinde Avrupa’dan Asya'ya olan kayma dış politika tercihlerine de yansıyacaktır. Asya daha fazla zaman, dikkat ve 'siyasi sermaye' gerektirecektir. 



ABD çıkarlarına yönelik tehditler daha çok Asya’da olacaktır. 

Değişen Amerika

Bush daha çok Güney ve Güney Batı’daki eyaletlerden oy alarak seçildi. Bu bölgeler tarihi olarak Amerika’nın Kuzey Doğu ve Batı Kıyısı eyaletleri kadar ‘enternasyonalist’ olmamışlardır. Kişisel tarihlerinde Soğuk Savaş’ın çok büyük bir rol oynamadığı genç bir nesil iş hayatına ve orta düzey yönetici kademelerine gelmeye başlarken, ABD’nin uluslararası arenada oynamanın külfetlerini omuzlama konusunda daha az istekli olması beklenebilir. Bu yeni nesil, İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın yeniden kurulması ve Berlin Duvarı’nın yıkılışını son 50 yılın Amerikan seçkinlerinin gördükleri kadar önemli görmeyecektir. Askerlik yapmamayı tercih eden Clinton’ın iki defa üstüste İkinci Dünya Savaşı’nda savaşarak madalya almış rakiplerini yenerek başkan olması dikkate değerdir. NATO'yu kuran Doğu Yakası Enternasyonalistleri artık emekli oldular. Bu nesil en büyük kişisel ve profesyonel tecrübelerini Avrupa ile  ilgili konularda yaşamıştı. ABD gittikçe daha az beyaz, daha az Avrupalı, daha az Doğu yakalı oluyor. Avrupa kökenli Amerikan vatandaşlarının oranı azaldığı gibi artık bu insanların çok büyük bir kısmı en iki nesilden uzun bir zamandır ABD'de olduklarından anavatanları ile aralarındaki kültürel ve duygusal bağlılıkları zayıflıyor. Bunun dış politikaya yansıması, ciddi bir hata payı bırakarak denilebilir ki, Avrupa’yla ilişkinin daha az önemli   görülmesi şeklinde olacaktır.

Sonuç

ABD-AB ilişkilerinin geleceği hakkında fikir yürütürken hiç dikkatten kaçırılmaması gereken nokta, bu ikilinin sayıları giderek artan konularda değişik düşüncelere ve hatta farklı ve çelişen çıkarlara sahip olsalar da, birbirlerine askeri bir tehdit oluşturmamalarıdır. Ve hatta şu da belli bir rahatlıkla iddia edilebilir ki, AB ve ABD, aralarındaki değer, çıkar ve algılama farklılıkları derinleşse bile, ortak bir tehditle karşı karşıya kaldıklarında ‘birbirlerine sarılmakta’ tereddüt etmeyecek ‘doğal müttefikler’dir. Atlantik ittifakı, tabii başka bir çok şeyin yanında, yoğun ve derin bir şekilde kurumsallaşmış bürokratik bir ilişkidir. İlişkinin kurumsallaşmış olması   devamlılık sağlayarak ve anlaşmazlıkların hiç değilse bir kısmını ‘emerek’ kriz boyutuna gelmesini engellemektedir.     Transatlantik ortak siyasi, ekonomik ve güvenlik konularında uzmanlaşmış, bu konularda ‘yazıp çizen’, ‘bu işlerden ekmek yiyen’ çok sayıda politikacı, uzman, akademisyen, diplomat, emekli asker, strateji uzmanı, gazeteci vardır. Bu insanlar da NATO'nun ve Atlantik işbirliğinin zayıflamasına direneceklerdir. Avrupa ve Amerika, coğrafya, dil, tarihi deneyim ve güç dengesi gibi önemli farklılıklara sahiptir. Fakat, en az yarım yüzyıllık aşinalık ve başarılı bir ittifak, en az 2 trilyon Dolarlık ortak bir ekonomi, potansiyel ‘taliplere’ kıyasla çok daha fazla ortak değer ve kültüre sahip olma gibi nedenlerle de birbirlerine yakındırlar. İkiliyi birbirine çeken ve iten çok sayıda karmaşık, çelişkili tarihsel güçten ilki daha güçlüdür denebilir. En muhtemel senaryo ilişkinin mimarisinde ve asimetrik yapısında yavaş, kademeli ama  belirgin bir değişiklik olmakla beraber ‘birlikteliğin’ devam etmesidir. Fakat bu gerçeklerin ve yaşanacak değişimlerin soğukkanlı bir şekilde analiz edilmesini gerektirmektedir. Taraflar değişen tarihsel koşullara uyum sağlar, Avrupa hayati pek çok yönden Amerika’ya göre henüz yetersiz olduğunu unutmazsa, orta vadede Amerikan liderliğinden daha eşit bir ortaklığa geçebilirler. İlişkilerin kötüye gitmesi, kalıcı bir soğukluğa dönüşmesi de pekala mümkündür ama kaçınılmaz değildir. Ortaklığın iki taraf için öneminin idraki, problemli alanların önceden  belirlenmesi, liderlik kalitesi, ortak kurumların bağlayıcı gücü ilişkinin devamında belirleyici olacaktır.  

DİPNOTLAR;

 1 Şanlı Bahadır Koç, ASAM ABD Masası, Araştırmacı.
 Zbigniew Brzezinski, ‘Living with a New Europe’, National Interest, Yaz 2000, ss. 17-33;  Joseph S. Nye, ‘The US and Europe: continetal drift’, International Affairs, Ocak 2000,  ss. 51-9; Stephen M. Walt,  ‘The Ties that Fray: Why Europe and America are Approaching a Parting of the Ways,  National Interest, Kış 1998-99; Ivo H Daalder ve James M. Goldgeiger, ‘Putting Europe First’, Survival,  Bahar 2001 ss. 71-91; Ivo H. Daalder, ‘Rebalancing the U.S.-European Relationship’, Brookings Review, Kış 2000, ss.22-25; David P. Calleo. ‘A Choice of Europes’, National Interest, Bahar 2001,  William Wallace, ‘Europe, the Necessary Partner’ Foreign Affairs, 
 Mayıs/Haziran 2001, ss.16-34; Anthony J. Blinken, ‘The False Crisis Over the Atlantic’ Foreign Affairs, Mayıs/Haziran 2001, ss. 35-48; Peter W. Rodman, Drifting Apart? Trends in U.S.-European Relations,  The Nixon Center, Washington D.C., 1999; Charles Kupchan, ‘US European Relations’, FDCH Congressional Testimony, 25 Nisan 2001; Kim R. Holmes, ‘The United States and Europe in the 21st Century: Partners or Competitors?’, Heritage Lectures, 20 Mart 2000.  
 2 Martin Walker, ‘What Europeans Think of America’, World Policy Journal, Yaz 2000, ss. 26-39; Peter W. Rodman, ‘The World's Resentment: Anti-Americanism as a Global Phenomenon’, National Interest, Yaz 2000, ss. 33-42.
 3 Stephen Fidler, Financial Times, ‘EU-US tension worries Kissinger’, 16 Mayıs 2001.
 4 Charles Krauthammer, Foreign Affairs, Kış 1990/1991, ss.23-34. 
 5 Jeane Kirkpatrick, 'European Allies Are Behind U.S. Defeat at the United Nations', International Herald Tribune, 9 Mayıs 2001. 
 6 Panel leaves US over `snub' The Independent, 11 Mayıs, 2001;  Vernon Loeb, ‘European Panel Probing NSA Departs Abruptly’ Washington Post, 11 Mayıs 2001.
 7 William Pfaff, ‘America and Europe: A New World Order Have to Wait’, International Herald Tribune, 17 Mayıs 2001.
 8 David C. Gompert, Jerrold Green ve F. Stephen Larrabee, ‘Common Interests, Common responsibilities:  How an Atlantic Partnership can stabilize the Middle East’, Rand Review, Bahar 1999.
 9 The Atlantic Council of the United States, Changing Terms of Trade: Managing the New Transatlantic Economy, Şubat 2001.
 10 Fred C. Bergsten, ‘The Dollar and the Euro’, Foreign Affairs, Temmuz/Ağustos 1997, ss. 83-95, ve aynı yazarın ‘America and Europe: Clash of the Titans’, Foreign Affairs, Mart/Nisan 1999, ss. 20-35.
 11 William Pfaff, ‘European and US Social Models Ought to Be Able to Coexist’, International Herald Tribune, 21 Mayıs 2001.
 12 Philip H. Gordon, ‘How to Remain America’s Privilleged Partner’,  Martin Rosenbaum (der.), Britain and Europe: The Choices We Face (baskıda).  
 13 Philip H. Gordon, ‘’Bush, Missile defence and the Atlantic Alliance’, Survival, Bahar 2001, ss. 22-25.
 14 ‘A long march’, The Economist, 17 Şubat 2001.

***

15 Mayıs 2017 Pazartesi

İsrail ve Türkiye, Yeter ki Onursuz Olmasın


İsrail ve Türkiye, Yeter ki Onursuz Olmasın 




Yeter ki Onursuz Olmasın Raproşman
Şanlı Bahadır KOÇ*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışmanı.,




  Türkiye ile İsrail arasında bir süredir yaşanan diyalog sürecinin olumlu sonuçlanma ihtimali belirdi. Bu yazıda aradaki meselelerin incelik ve zorluklarını ve sorunları aşmanın potansiyel getiri ve sonuçlarını irdelemeye çalışacağız. İsrail çok önemli, eli uzun ve düşman olmanın akıllıca olmadığı bir ülke. 
Onunla pazarlığımızın özü direk meseleler hakkında olmalı, pazarlık sıkı ve gerçekçi yapılmalı, karşı tarafın beklenti ve ihtiyaçları iyi tahlil edilmeli. 

Anlaşma gerçekleşse bile bunun hemen ve tamamen “ Çiçek Bahçesi ” yaratmayacağı da unutulmamalı.

   Bu yazıda Türkiye ile İsrail arasındaki yakınlaşmanın içeriğini, onu mümkün kılan ve şekillendiren faktörleri, sınırlarını, varsa mahzur, zorluk, getiri, incelik, 
bedel ve risklerinive bu yolda ilerlerken dikkatten kaçırılmaması gerekenleri tartışmaya çalışacağız. “ İki tarafın da barışmakta çıkarı olduğu ” doğru ama bu 
basit ifadenin altında burada ancak bir kısmını ayrıntılandırabileceğimiz “grinin binbir tonu” var ve bu nüanslara ne kadar hakim olursak hem “ Ütülme ” ihtimalini azaltmış, hem de ilişkiyi daha sağlam ve gerçekçi bir temel üzerine inşa etme şansımızı o kadar arttırmış olabiliriz. Arada yaşanan gerilimle ilgili tek değilse bile en önemli şeylerden biri şudur: İsrail 10 Türk vatandaşını bile bile öldürdü ve bu büyük ölçüde yanına kaldı.
   Türkiye İsrail’e yaptığı bu “yanlış”la orantılı bir bedel ödetemedi. Mevcut ve potansiyel siyasi liderlerimizin uluslararası siyasetin bu trajik gerçeği üzerine 
iyi düşünmelerini ve buradan çıkarılacak dersleri içselleştirmelerini umuyoruz ama açıkçası bundan çok umutlu da değiliz.

   Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın lafın arasında söylenmiş olsa da, “İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı var, kabul edelim Türkiye’nin de İsrail’e” sözü doğru,
bariz ve önemli olduğu kadar kimin söylediği düşünülünce birçok İsrailli için yerinden zıplatacak kadar şaşırtıcı da olmalı. Bu söz İsraillilerde Erdoğan’ın
yakınlaşma konusunda ciddi olup olmadığı şeklindeki soru işaretlerini dağıtmış olabilir. Ayrıca İsrailliler Türkiye ile “soğuk savaş”tan sadece “ Soğuk Barış ”a 
değil ilişkileri bunun çok daha  ötesine taşıma ihtimali olduğunu düşünmeye de başlamış olabilirler. 

Bir açıdan bakıldığında “elini bu kadar açmanın” belki pazarlık açısından mahzurları olduğu söylenebilirse de bu sözün, aradaki meselelerin teknik boyutu bir yana, ilişkinin düzelme ihtimalini arttıracağı söylenebilir.
   Bilindiği gibi, henüz nihai sonuca varmayan “anlaşma”nın içeriğinde Mavi Marmara’da ölenlerin yakınları için İsrail tarafından 20 milyon dolarlık
bir tazminat fonu kurulması, konu ile ilgili Türk mahkemelerindeki davaların düşmesi, büyükelçilerin karşılıklı olarak dönmeleri, Türkiye’deki Hamas liderlerinden Salih El Aruri’nin ülkeyi terki ve onun kurduğu söylenen “terör” kumanda merkezinin kapatılması, Gazze’ye yönelik ablukanın şekil ve derecesi tam belli olmamakla beraber (sadece Türkiye için?) esnetilmesi var. Ayrıca anlaşmadan sonra, muhtemelen ayrı, teknik ve uzun müzakerelerin konusu olacak İsrail gazının Türkiye’ye ve onun üzerinden başka pazarlara satılması öngörülüyor. Müzakerenin sonucundan bundan kısmen farklı bir sonuç çıkabilir (veyanihai anlaşma sağlanamayabilir) ama şu an ana iskeletin bu olduğu görülüyor. Türkiye’nin Gazze’de yardım dağıtımı, imar ve altyapı faaliyetlerinde alışılmışın çok ötesinde bir rol oynaması ihtimali de bulunuyor. Bu noktada çıplak gözle bakıldığında daha önceki pozisyonlarına göre daha fazla esneyenin Türk tarafı olduğu söylenebilir.

Yukarıdaki içerik daha çok İsrail merkezli kaynaklardan çıktığı için bu resmin müzakerenin gidişatını kısmen eksik veya yanlış yansıtıyor olabileceği ihtimalini de dikkate almak zorundayız. Bu haberlerin ilk ve daha çok neden karşı taraftan geldiği de üzerinde konuşulmaya değer olabilir.



   Dış politikada esneklik, çeviklik, yaratıcılık ve pragmatizme karşı olmamız söz konusu değil.

Ama barışma masasına “muhtaç”,” köşeye (ve kuyruğu) sıkışmış” olarak oturuyor görünmekten de rahatsızız. Dış politikanın doğasında diğer aktörlerle,
(aynen 19. Yüzyıl Avrupa balo salonlarında aristokrat kadın ve erkeklerin dans ederken eş değiştirmelerinde olduğu gibi) yakınlaşma, uzaklaşma ve sonra tekrar yakınlaşma var. Ama acaba Türkiye her barışma seansına biraz daha zayıf, her tura manevra alanı biraz daha daralmış olarak giriyor olabilir mi? Bu kadar sık ve keskin manevra yapmak “stratejik çeviklik”e mi işaret, yoksa giderek daralan manevra alanında her dümen kırışta daha fazla ödün vermeye mi? Yakındadönecek bir yer de kalmayabilir mi? Bu soruları muhalif liderlerin Salı toplantıları tadında bulanlar olabilir ama belki de tamamen temelsiz de değillerdir. 

   Erdoğan ABD ile İncirlik ve AB ile göçmenler konularında anlaştıktan sonra şimdi de İsrail ile arayı düzeltmeye çalışıyor.

Belki bunlar birbirinden kopuk, gündemin, şartların ve çıkarların dayattığı adımlar olarak görülebilir. Ama acaba Erdoğan Başkanlık konusunu zorlayacağı 
görülen 2016’da bu üç aktörle “barışık olmayı,” dış gelişmelerden ayrı ve belki de bağımsız olarak içerideki gündemi nedeniyle de amaçlıyor olabilir mi? 
Öyle değilse bile bu dış aktörlerin bu ihtimali göze alacakları tahmin edilebilir.

Şimdi, acaba bu üçlü bu dönemde Türkiye’ye yaklaşımlarında, 

1) Koordineli hareket edecekler ve ortak bir pozisyon belirleyecekler mi? 
2) Erdoğan ile kısa vadede iyi geçinmenin onun Başkanlık şansını arttıracağını düşünecekler mi? 
3) Düşünürlerse bunu kabul edilebilir ya da arzu edilir bulacaklar mı? 
4) Erdoğan’ı hazır iç gündemi nedeniyle kendilerine “muhtaç” yakalamış hissederlerse aradaki pazarlığı yukarıdan açmaya (ve tabii kapatmaya) çalışacaklar mı?

Yani Erdoğan’ın başkanlığını kabullenmek şartıyla Türkiye’den başka konularda “ilave kolaylıklar” alabilirler mi? 

Bu soruların pratikte ne kadar anlamlı olduğunu açıkça bilmiyoruz. Bu nedenle onların şimdilik spekülatif –ve sorumsuz- egzersizler olarak kabul edilmesini rica 
ediyoruz.
Yalnızlığın değerlisi olur mu bilinmez ama bazı durumlarda gereklisi olabilir: Bazen stratejik çıkarlarınızı korumak için yapmanız gereken şey başkalarının 
hoşuna gitmeyebilir. Böyle durumlarda başkalarının mırıldanma, homurdanma ve hatta tehditlerine rağmen “doğru” şeyi yapmanın sonucu yalnızlık olabilir. Olabilir diyerek kesin konuşmamak ve açık kapı bırakmak istiyorum çünkü her olayı şartları, bağlamı, zaman içindeki gelişimi ve eldeki imkan ve seçenekler le değerlendirmek gerekir. 



Bunları dedikten sonra yalnızlıkla ilgili şu noktalara da dikkat etmeli:

1) Yalnızlık bir alışkanlık haline gelmemeli.
2) İşin diğer aktörlerin bize karşı özellikle de askeri olarak birleşmelerine yol açmamasına ve bizi “ Yerde Tekmelemeye” kadar gitmemesine dikkat etmeli. 
3) Yalnızlık sadece bizi direk ve ciddi olarak ilgilendiren konular için göze alınmalı, 3. Taraflar, İnsani meseleler ya da iç politika amaçlı manevralar için değil. 
4) Yalnız kalacak ve bunun için bir bedel ödeyeceksek bu konuda içeride olabildiğince geniş bir konsensüs olmalı. 

< İsrailliler Türkiye ile “ Soğuk Savaş ” tan sadece “ Soğuk Barış ”a değil ilişkileri bunun çok daha ötesine taşıma ihtimali olduğunu düşünmeye de başlamış olabilirler.  >

Tabanı ne kadar geniş olursa olsun tek bir parti bu konuda “ Ben Yaptım oldu ” demekten kaçınmalı. Muhalefet partileri de iktidardan gelen her girişime 
otomatik olarak karşı olmamalı ama konu hakkında doğru, ayrıntılı, zamanlı (eskimemiş) ve belki de periyodik bilgi, sağlıklı işleyen istişare kanalları ve
eleştiri ve uyarılarının samimi olarak dikkate alınmasını talep etmeli. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri düzeltmek için temel taleplerinin Gazze’nin elektriği,
suyu, ambargonun kalkması ve Mescid-i Aksa ile meseleler olması doğru ve normal değildir.

Bunların hiçbiri Türkiye’yi direk ilgilendiren meseleler sayılamaz. Bu konulara ilgisiz olalım demiyorum elbette ama bunlar önceliklerimizin tepesinde
yer almamalılar. İsrail’den öncelikli olarak istediğimiz şeyler somut, milli ve gerekli şeyler olmalı.

  Bu örnekte de görüldüğü gibi Türkiye’nin dış politikasında ciddi bir “bencillik açığı” vardır. Bencil – ve elbette rasyonel- olmayan dış politikalar yürüten devletler, eğer ABD gibi çok büyük hata yapma lüksleri yoksa, bir gün “yolun kenarına itilebilirler.” Ülkenin sınırsız olmayan maddi ve entelektüel kaynakları akılcı –ve acımasız- bir öncelikler sıralamasına göre hasredilmelidir. Bu tür eleştiriler çok yapıldı ama iktidarın bunları dinlemeye niyeti olmadığı ve seçmenin de en azından yüksek sesle bu konuda onu zorlamadığı ve cezalandırmadığı görülüyor. Ama bu durum bizi bu temel doğruyu bıkmadan tekrarlamaktan alıkoymamalı.

  O zaman bizi birinci dereceden ilgilendirmeyen davalar yüzünden Israil’in üstüne “o kadar çok” gitmek hatalıydı, ama “ Sopayı yedikten sonra ” da aynı şekilde değilse bile çok da zayıf olmayan bir karşılık vermek gerekiyordu. 

Bu yapılamadı.

Şimdiyse arayı düzeltmek istemek yanlış değil. Ama bunu doğru yapmakla yapmamak arasında çok fark olabilir. Mesela madem Hamaslı liderin
sınırdışı edilmesi müzakerenin bir parçası o zaman sadece sözde bile kalsa PKK’nın da ismi geçebilir, “.. ve PKK gibi terör örgütlerine karşı işbirliği” gibi. (Buna cevaben şu karşı argüman gelebilir: İsrail’in PKK ile ilişki içinde olduğuna dair bir kanıt yok ki? 
  Ayrıca bu iki kelimeyi aynı cümlede yan yana telaffuz etmek ileride maazallah bu ilişkinin gerçekleşmesi ihtimalini arttırabilir”). 

Bir de şu var: İsrail çok uzak olmayan bir gelecekte tekrar Gazze’de yüzlerce kadın-çocuk öldürürse ne yapılacak? Çok sanmıyorum ama Türkiye ile
bu yeni yakınlaşma İsrail’i o tür bir şey yapmaktan alıkoyabilir mi?

Netanyahu İran nükleer anlaşması konusunda Obama ile girdiği bilek güreşini kaybetti. İşin peşini uygulama safhasında da pek bırakmayacaktır
ama durum bu. Ayrıca ABD’deki Yahudi toplumunda özellikle gençler arasında İsrail’den belli bir kopuş ya da en azından ona karşı artan bir ilgisizlik
var. İsrail Avrupa ile de işgal altındaki topraklarda üretilen ürünlere yönelik uygulamalarda  görüldüğü gibi şu an için henüz sınırlı ve sembolik
ama zamanla tırmanabilecek ve tüm İsrail ürünlerini içererek ciddi hale gelebilecek sorunlar yaşıyor. Mısır’da darbenin olmasıyla İsrail bir
parça rahatlamıştı ama burada da Sisi’nin durumu çok parlak değil. Suudilerin yaşadığı ekonomik sorunlar Sisi’ye yaptıkları desteği sınırlayabilir ve
bu da Mısırlı generalin hayatını zorlaştırabilir. İsrail’in içinde değişik şekillerde hem Batı yakası, hem Doğu Kudüs ve hem de İsrail’deki Arap vatandaşları
içeren ağır çekim ve sınırlı bir mini intifada (ya da onun gibi bir şey) yaşanıyor.

Ambargo Hamas’ı Gazze’de güçten düşürmüş değil ve Abbas ve diğer Fetih liderlerinin sorunları nedeniyle Hamas’ın alternatifi İran yanlısı İslami
Cihat veya IŞİDvari başka örgütler olabilir. İsrail, Gazze konusunda otoritesini tanımış ve ona rağmen hareket etmeyen “sınırlı sorumlu” bir Türkiye
ile Gazze ve hatta Hamas meselesine makul bir çözüm bulma ihtimali olduğunu düşünebilir.

Ayrıca, İsrail gazının Türkiye dışındaki hatlardan satılması belki imkansız değil ama bunun ciddi ilave ekonomik bedelleri olacağı açık. İran ile Türkiye
arasındaki mevcut sorunlu ilişkiler de İsrail’in Ankara ile bu ülkeye karşı somut işbirliği imkanları yaratabilecek türden bir ilişki hayal edebilmesini
mümkün kılıyor olabilir. Suriye meselesi henüz İsrail’i Türkiye kadar yormuyor, üzmüyor ve tedirgin etmiyor ama orada da konuşulacak şeyler olabilir. 

   Moskova’nın Suriye’ye gelmesi potansiyel olarak manevra özgürlüğünü kısıtlayabileceği için bizim kadar olmasa da İsrail için de bir soru işareti. 
İsrail, İran’dan korkan ve Obama tarafından ortada bırakıldığına inanan Körfez’deki muhafazakar Arap rejimleriyle de arayı ama açık ama kapalı düzeltiyor ve bu önemsiz değil ama bu ülkelerin toplamının askeri ve ekonomik potansiyeli Türkiye kadar etmeyebilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yahudi devletinin hem Avrupa ile hem de kısmen Yahudiler de dahil olmak üzere  ABD ile ilişkilerinde ileride daha da ciddi hale gelebilecek kopuşlar yaşanmaya başladı. Kamuoylarını da kapsayan bu kötüleşme belki ileride düzelebilir ve İsrail Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle yakınlığını arttırarak kendince buna hazırlanmaya çalışıyor ama tabii bunlar bölgedeki bir Türkiye ile arayı düzeltmenin önemini azaltmıyor.

Kısacası İsrail’in de Türkiye ile arayı düzeltmek için bazı nedenleri var.

İsrail bulduğu gazı bölgenin en önemli pazarı olan ve yakınlığı nedeniyle daha az maliyet yaratacak Türkiye’ye satmaktan memnun olur. İsrail bir gaz anlaşmasının Türkiye ile ilişkileri daha istikrarlı ve sağlıklı temellere kavuşturabileceğini de hesaplayabilir. Ayrıca bunu yüksek sesle telaffuz
etmeseler de Ankara’ya gaz satmanın ona karşı değeri abartılacak kadar olmasa da bir güç ilişkisi yaratmasını da umabilirler. Tabii bu arada İsrail’in
Ankara’nın Rusya ile sorun en sorun yaşadığı ve gaz ile ilgili endişeleri olduğu bir anda boru hattı kartını öne sürmesinin ne kadar “akıllıca” olduğu da açık. İsrail ve Rum gazının en ekonomik olarak Türkiye üzerinden piyasalara ulaşacağı elbette sır değildi.

  Ama İsrail ile “ Barışmanın ” boru hattı gibi somut bir getirisi olacağı düşüncesini Rusya’ya karşı sıkışmış Erdoğan’ın zihnine ona en cazip gelecek anda  somutlaştırarak sokmak İsrail açısından gerçek bir zamanlama becerisi. Hep söylüyoruz diplomasi ve dış politika, başka şeylerin yanında, nüansların 
biriktirilmesi, zamanlama, hesap yapma, karşıdakini tanıma meselesi. Tabii bu konuda uzun ve teknik müzakereler yapılacak ve sonuç alınacağı da garanti
değil. Ama Türkiye artık bu konuda “çengele takılmış” sayılabilir. Bunu bir eleştiri olarak ifade etmiyoruz ama “bu işin bittiği şeklinde” bir havaya
girmek ileride Türkiye’ye teknik ve mali müzakerelerde gerekenin ötesinde ödünler vermeye sevk edebilir.

  Rusya ile uçak krizi yaşanmasaydı da İsrail ile Türkiye arasında daha önce başlamış diyalog muhtemelen devam edecek ve belki de ilerleyecek ve hatta “müspet” bir sonuca varacaktı ama herhalde bu kriz Ankara’nın ilişkileri düzeltme yönündeki ihtiyaç ve isteğini arttırmış ve bu konudaki tereddütlerini azaltmıştır. İsrail’in bu durumu bir fırsat olarak mı göreceği yoksa Ankara’nın “zayıf ” konjonktürel durumunu pazarlık masasında kullanmaya mı çalışacağı çok belli değildir. İsrailliler, Erdoğan’ın kendilerine geçici olarak ve tamamen samimi olmayan bir şekilde mi döndüğünü, sadece yaşadığı bölgesel sıkışıklıktan onu kurtaracak ferahlatıcı bir penceremi aradığını, yoksa İsrail ile gerçek bir barışma
konusunda “samimi” olup olmadığını merak ediyorlardır.

Özellikle gaz boru hattı konusunda stratejik bir adım atmadan önce bundan emin olmak isteyebilirler. 

< O zaman bizi birinci dereceden ilgilendirmeyen davalar yüzünden İsrail'in Üstüne " O kadar çok " Gitmek hatalıydı, ama " Sopayı yedikten
sonra " da aynı şekilde değilse bile çok da Zayıf olmayan bir karşılık vermek gerekiyordu.  >

   Benzer sorular Türkiye tarafından da sorulabilir. Çok sanmıyorum ama ya yarın İsrail Türkiye’ye, “bak bana ihtiyacın olduğunu itiraf ettin, ama sandığının aksine ben sana muhtaç değilim, en azından senin bana olduğun kadar çok ve ivedi olarak değil” derse? Böyle demez tabii ama vücut dili ve müzakere anlayışıyla böyle “konuşabilir” mi? Belki, ama herhalde kendisi açısından daha akıllıca olan bu hep açık kalmayabilecek fırsat penceresi herhangi bir nedenle kapanmadan ondan istifade etmektir. İsrail ayrıca ilişkilerdeki bu potansiyel düzelmenin Mısır, Rum Kesimi ve Yunanistan ile gelişen ilişkilerini nasıl etkileyeceğini hesaplamaya çalışacak ve kısmen bu aktörlerin telkin ve çekincelerini de dikkate alabilecektir.

Çıplak gözle görülen ilişkiyi düzeltmeye daha fazla ihtiyaç duyan ve bunu daha çok isteyenin Türkiye olduğudur. Bu bir sorundur ama aşılmaz bir engel de değildir meğer ki İsrail bu durumu abartılı şekilde kötüye kullanmasın. Türkiye İsrail ile ilişkileri düzeltme adımını kendini bu kadar sıkışmış hissetmeden atsa bu “ Barışmanın Pazarlığını ” daha güçlü yapabilirdi. Buna karşı da belki denebilir ki, ”diyalog zaten biz çok sıkışmadan önce  başlamıştı. Ayrıca şu anda kendimizi çaresiz ve İsrail’le barışmak zorunda hissettiğimiz doğru değil.” Bu arada ikincil ama belki önemsiz olmayan bir soru: İsrail Türkiye ile Rusya arasındaki çatışmanın kendine alan yarattığını gördükten sonra acaba bu ilişkinin tekrar yoluna konmasını ister mi?

İsrail ile diyalog ve ilişkinin yeniden tesisi Türkiye’ye

1) Yeni enerji hatları “ İhtimali, ” 
2) Turizm ve ticaret gibi ekonomik konularda Rusya’dan kaynaklanan kayıpları kısmen de olsa telafi imkanı,
3) Gazze konusunda sınırlı da olsa insani bir başarı sağlanırsa bunun Ankara’nın bizim sağlıklı olanın çok ötesinde diye düşündüğümüz “ Prestij açlığını ” kısmen yatıştırması, 
4) Belki İsrail ile  başta Suriye olmak üzere Kürt meselesini de içeren konularda stratejik diyalog kurma fırsatı verebilir.
Ayrıca nükleer anlaşmadan sonra artık İsrail’den askeri bir operasyondan korkmasına gerek kalmadıysa da 
5) İran’ın yüzünde bu yakınlaşma nedeniyle tedirginlik ifadesi görmek son dönemde bu ülke ve onun yerel müttefiklerinden darbeler yiyen  Ankara’yı memnun edecektir. 
6) İsrail ile “düşmanlık” ilişkisinden çıkılması ABD’deki Türkiye ve Erdoğan karşıtı havayı da belki ve bir parça dağıtabilir. 
7) Ayrıca Türkiye ile sorunlu bir İsrail’in bölgede Kürtlerle ilişkili gelişmelerde Ankara karşıtı sonuçları olacak pozisyonlar alması ve açık veya gizli hamleler yapması daha az muhtemeldir. 
8) İsrail ile diyalog ve işbirliği kapılarının açılması ve ilişkinin daha pozitif bir renge bürünmesi, Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarının paylaşımı konusunda ileride yaşanabilecek ve bizi sadece Rum kesimi ve Yunanistan ile değil potansiyel olarak İsrail ile de hem de askeri düzeyde karşı karşıya getirebilecek sorunların daha yumuşak şekilde aşılmasını sağlayabilir. 
9) Bu arada birçok kesimde bu yıl sonuca ulaşılabileceği yönünde bir hava oluşsa da bizim hala tereddütlü olduğumuz Kıbrıs konusundaki bir çözümün
de bölgenin enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden taşınma ihtimalini güçlendireceği söylenebilir. Düşünülürse belki bu listeye eklenebilecek
başka küçük veya dolaylı maddeler daha bulunabilir. Ama gözden kaçırılmaması gereken yukarıdakilerin ikinci haricindekilerin, 

1) Somut ve kesin olmamaları, 
2) Nihai etkisinin cüzi olabileceği,
3) En iyi ihtimalle bile gerçekleşmelerinin zaman alacağı ve 
4) Müspet sonuç vermek için iki ülke içinde ve bölgede başka şeylerin yaşanma (ma) sına bağlı olmalarıdır. Örneğin yeni bir intifada ilişkiyi “tekrar birinci kareye döndürebilir”.

Ayrıca her şey yolunda gitse bile iki ülkenin bazı temel konulardaki bakış açısı, öncelik ve çıkarları arasındaki farklılık ortadan kalkacak değildir.

Böyle bir şey elbette gerekli de değildir. 
Bir bakış açısına göre iki ülkenin konuşması, düşman olmaktan çıkmaları ve birbirlerinin ayaklarına basmaktan kaçınmaları bile önemli olabilir.


Ocak’16 • Sayı: 85 21. YÜZYIL DERGİSİ


***

7 Ağustos 2016 Pazar

11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri



11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri: 


Eski Dostlar mı, Eskimeyen Dostlar mı? 
Şanlı Bahadır Koç, 
ASAM ABD Masası, Araştırmacı. 
Avrasya Dosyası – Bahar 2004 
E-posta: 
ajp1914@yahoo.com 

Before the Iraq War problems in Turkish-American relations were used to be underestimated. Relationship is still in a process of redefinition. Iraq war laid bare the old imbalances and inconsistences in the relationship and created some new ones. In some cases the interests of the two parties are no longer harmonious let alone identical. Still, there are huge areas where the two should and could work together. But this requires a more honest approach, more modest expectations and better mechanisms for consultations. Washington should learn to live with a more democratic Turkey and Ankara should no longer count on an American safety net. Turkey’s importance may or may not decrease in the American scheme of things but it will definitely change shape. A grand bargain on which the relationship will be based may be possible after the situation in Iraq becomes more clear. American preferences regarding Northern Iraq, the health of Turkish economy and the course of Turkey’s European journey will be the other important factors. A less close but perhaps more healthy relationship is possible.

Giriş 

Türk-Amerikan ilişkileri üzerine yorumlar yapılırken müttefik, stratejik müttefik, stratejik ortak, küçük ortak, taşeron, rakip ve hatta düşman ve tehdit gibi kavram ve ifadeler sık sık içi tam doldurulmadan kullanılmaktadır. 
  11 Eylül’ün harekete geçirdiği dinamikler bütün dünyada olduğu gibi Orta Doğu’da da birçok kavramı değiştirmiş, eskitmiş ya da zaten daha önceden başladığı halde tamamlanmamış ya da gözden kaçmış bazı süreçleri artık gözardı edilemez derecede ortaya çıkarmıştır[1]. Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan değişim de bunlardan biridir. Irak harekâtı öncesi yaşanan sert pazarlıklar, 1 Mart olayı, “ Kırmızı Çizgilerin” aşılması ya da yıpratılması, Süleymaniye krizi, Irak’a Asker gönderme tartışmaları ve ABD’nin bu talebini geri alması ve Washington’un PKK konusundaki tavrı Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi tahribata neden olmuştur. Sonradan yaşanan üst düzey ziyaretler ilişkiyi yoğun bakımdan çıkardıysa da tamamen tedavi ettiğini söylemek mümkün değildir. İlişkideki yaşanan değişimin konjonktürel olmanın ötesinde olduğu söylenebilir ama yapısal boyuta varıp varmadığını ilan etmek için bir parça erken olabilir. Bu yazı en genel haliyle Türk-Amerikan ilişkilerinin son dönemde yaşadığı iniş çıkışları tahlil etmeye çalışacak ve yakın gelecekle ilgili bazı tahmin ve önerilere yer verecektir. Yazıda ilişkinin asimetrik doğası irdelenirken, Türkiye’nin AB süreci, K Irak ve PKK meselesi, İncirlik’in potansiyel yeni statüsü, Türk iç siyaseti, Büyük Orta Doğu Projesi’nde Türkiye’nin yeri ve Türk-İsrail ilişkileri gibi konulara öncelik verilecektir.

18. yüzyılda yaşamış İngiliz yazar Samuel Johnson’ın dediği gibi “dostlarla ilişkileri sürekli tamir altında tutmalıdır.” Aksi takdirde en sıkı dostluklarda bile sonra düzeltilmesi çok zor olabilecek anlaşmazlıklar ve hatta kavgalar çıkabilir. Bugün ortaya çıkan durum göstermektedir ki Irak harekâtına giden dönemde iki taraf da “uzun süredir evli” çiftler gibi birbirleriyle olan ilişkilerinin ilelebet gideceğini düşünmüşler ve “için için kaynayan” ve biriken problemleri ve güvensizlikleri aşmak için ciddi anlamda “beraber ve solo” bir çalışma içine girmemişlerdir. Bugün Türk-Amerikan ilişkilerinin düzelmesi için ciddi bir zihinsel çalışma yapılması gerektiği doğrudur. Ancak ilişkinin hangi temeller üzerine oturtulacağı aslında büyük ölçüde Irak’taki durum açıklığa kavuştuktan sonra belli olacaktır. Bu olmadan ortaya çıkan durumlar kırılgan, geçici, eksik ve dolayısıyla üzerine uzun dönemli politikalar ve bir “büyük anlaşma” (grand bargain) inşâ edilemeyecek şekilde olacaktır. Irak’taki durum belli bir netlik kazandıktan sonra iki taraf da birbirine olan ihtiyacını, karşı taraftan istediklerini ve buna karşı verebileceklerini ve veremeyeceklerini, Irak krizinden önce olana göre çok daha net şekilde ortaya koymalıdır.

İlişkinin Geleceği Üzerine Spekülasyonlar 


Bir görüşe göre Türkiye, Irak konusunda Washington ile daha uyumlu bir politika izleseydi de Türk-Amerikan ilişkileri artık ne eskisi gibi, ne de bir çoklarının mevcut durumda olduğunu zannettikleri kadar yakın, sıcak ve derin olmayacaktı. Türk-Amerikan ilişkileri elbette tamamen sona ermeyecektir ama önemli bir ölçüde değişimden geçmektedir. Bunun yapısal ve konjonktürel nedenleri şunlar olabilir: 
1) Tersi değerlendirmelere rağmen ABD’nin Irak harekâtından sonra Türkiye’ye olan ihtiyacı tamamen değilse de ciddi ölçüde azalacaktır. 
2) Irak pazarlığı Amerikalıların “ağzında acı bir tat” bırakmıştır. 
3) ABD, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar ile Türkiye arasındaki anlaşmazlık ve hatta çatışmalarda muhtemelen Türkiye’yi tatmin edecek bir tavır içinde olamayacak ve bu durum Türkiye’de ciddi hayal kırıklığına neden olacaktır[2]
4) Türk kamuoyunda genel dünya kamuoyu ile paralel olarak artan Amerikan aleyhtarı duygular[3] Türk hükümetlerinin politikalarını önemli ölçüde sınırlayacak ve etkileyecektir. 
5) Türkiye’nin AB üyeliği yolculuğu sancılı, uzun ve “iki adım ileri, bir adım geri” bir süreç olsa ve orta ve uzun vadede sukut-u hayalle sonuçlanma ihtimali olsa da, Türkiye dış politikasında belki yavaş ama net bir şekilde AB’ye doğru meyledebilecektir. 
6) Türk ordusunda ABD’nin niyetlerine ve güvenilirliğine yönelik daha önceki dönemlerden daha yüksek derecede şüpheler bulunmaktadır. 
7) Önümüzdeki dönemde Türk dış ve güvenlik politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında sivil kanadın rolü artarken askerî kanadın ağırlığı azalabilecektir. 
8) Türk dış politikasında komşularla ticaret gibi ekonomik faktörlerin önemi artacaktır. 
9) Orta vadede Türk ekonomisinin IMF ile bağı zayıflayabilecek bu da Ankara'yı Washington'un beklentileri dışında davranmakta daha rahat kılabilecektir.

Yukarıdaki trendlerin bazıları henüz embriyonik seviyededir. Bazılarının önüne geçmek mümkün değildir. Bazıları ise Türkiye için zaten “hayırlı” gelişmelerdir. Ancak yukarıdaki faktörler ve gelişmeler kendi haline bırakılırsa ilişkinin alışılmış halinin devam edeceği konusunda iddialı olmak güçleşecektir. Ancak ilişkinin şekil değiştirmesinin aksine zayıflaması ve bozulması bir kader olarak da görülmemelidir. İlişkinin kurtarılması ve gelecekte karşılaşabileceği komplikasyonların önüne geçmek ya da bunları azaltmak için ciddi ve bilinçli bazı adımlar atılması gerekmektedir. Bu adımlar en genel anlamıyla şunlar olabilir: 
1) Daha düzenli ve derin bir danışma mekanizması teşkil edilmesi. 
2) Ülkelerin birbirlerinden beklentilerinin daha açık şekilde ortaya konması. 
3) İlişkinin ekonomik ve siyas? ayaklarının askerî ayağına yakın bir düzeye yükseltilmesi.

Amerika’nın Türkiye Fotoğrafı Amerikan dış politikasının belirlenmesi, hemen her zaman, değişik dünya görüşü, fikir, model, çıkar, kurumsal ve kişisel bakış açılarının çatışmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu durum bir ölçüde Türkiye politikası için de geçerlidir. Tek bir Amerika ve Washington olmadığı gibi, ABD’den Türkiye’ye yönelik tek ve uyumlu bir politika da olmayabilir. Değişik devlet kurumları, etnik ve ekonomik çıkar grupları Türkiye’ye yönelik politikayı kendi çıkar ve tercihlerine doğru “ucundan çekiştirmişler” ve ortaya çıkan sonuç bazen tüm bu grupların istediğinden farklı olabilmiştir. Bütün bunları söyledikten sonra, her ne kadar yekpare olmasa da, Amerika’nın Türkiye’ye bakınca gördüğü resmin şöyle olduğu iddia edilebilir: Önemli sayılabilecek ve gelişme potansiyeli olan bir pazar; çıkarlarını genelde ABD ile uyumlaştırmaya yatkın stratejik bir bakış ve Amerika’nınkine benzer bir stratejik kültür; diğer Müslüman ülkelerin de örnek almasından mutlu olabileceği demokrat Müslüman bir model[4]; Amerikan silahlarına ilgili ve önemli ölçüde bağımlı bir ordu; Amerika’ya önemli ölçüde sempati besleyen ve son dönemde bir parça azalmakla beraber değişik derecelerde olsa da kendi çıkarları ile Washington’unki arasında önemli paralellikler gören siyas?, asker?, ekonomik elitler; ciddi şekilde penetre edilmiş bir medya; Amerika’nın çok önem verdiği (Orta Doğu), geçtiğimiz on yılda ilgisini adım adım arttırdığı (Kafkaslar) ve belki çok istemeden de olsa aktif olduğu (Balkanlar) bölgelerin göbeğindeki bir coğrafî konum ve özellikle 1990’larda Orta Doğu’ya askerî güç projekte etmede önemli işlevler gören İncirlik üssü; kırılgan, manipülasyona açık ve Amerikan finans kurumlarının belli oranda aktif olduğu bir finans piyasası ve yakın zamana kadar komşuları, AB ve diğer Müslüman devletlerle yaşadığı problemler ya da kuramadığı doyurucu ilişkiler nedeniyle Washington’la yakın olması gerektiğini düşünen ve İsrail ile geliştirdiği sıkı askerî işbirliği nedeni ile “Özel ilgi” gösterilmesi gereken ve kaybedilmesine tahammül edilemeyecek bir ülke.Türkiye ile ABD’nin çıkarlarının genel ve özelde çakıştığı noktalar olmakla beraber tarafların bu ortak çıkar ve amaçlara ulaşmada tercih ettikleri araçlar arasında giderek arttığı gözlenen farklılıklar bulunmaktadır. Çıkarlarda belli ortak yönler olsa bile öncelikler, hassasiyetler, tarzlar ve enstrümanlar arasındaki bu farklılıklar kısmen de olsa tartışarak ve müzakere ederek aşılabilir. Çıkarların farklı olduğu ya da açıkça çatıştığı konuların da şimdiye kadar olduğundan daha açık yüreklilikle itiraf edilmesi gerekir. Ankara’nın Washington ile çok yakın bir elli yıl geçirdikten sonra, tam da en güçlü, tehlikeli ve pervasız olduğu bir dönemde ABD ile bazı önemli konularda farklı çıkar ve tercihlere sahip olduğunu farketmesinin ne sonuçlar verebileceğini şimdiden tahmin etmek güç görünmektedir. Önümüzdeki dönemde bu ülkenin dış politikasının genel yönü tartışılırken üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken sorulardan biri şu olacaktır: Türkiye, ne ABD ne de AB’nin yörüngesine girmeden, ama bu güçlerden ve “dünyadan” da uzaklaşmadan, stratejik anlamda “kendi ayakları üzerinde” durabilir mi? Yoksa bu bir hayal midir ve “üçüncü dünyanın” ve Orta Doğu’nun bir kere içine girildi mi kurtulunması imkânsız anaforlarına savrulmamak için sırtımızı mutlaka büyük bir güce mi dayamalıyız?

Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde düşünülürken gözden çıkarılmaması gereken can sıkıcı gerçek Türkiye’nin ABD’ye olan ihtiyacının ABD’nin Türkiye’ye olan ihtiyacından daha fazla olduğudur. Ancak yine de Türkiye, kendi çıkarını hesapladıktan sonra ABD’nin beklentileri ve istekleri dışında pozisyonlar alabilir. Bunun sonucunda, Washington ile ilişkilerimiz “derin yaralar” alacak ve ABD Türkiye’yi “cezalandıracaksa”, o zaman zaten bu ilişki çok sağlıklı değil ve “kaba bir çıkar aritmetiğine dayanıyor” demektir. ABD, bu coğrafyadaki ender yakın müttefiklerinden Türkiye ile ilişkilerini ciddi olarak zedeleyecek adımlar atmaktan kaçınmalıdır. Türkiye’nin ekonomik durumu ve dış krediye bağımlı olması ikili ilişkilerde ABD tarafından önemli bir koz olarak kullanılmaktadır. İşin kaygı verici yanı, ABD’nin Türkiye politikasını yürütenlerin Ankara ciddi bir ekonomik krizin içinde olmasaydı Washington’un taleplerine şimdi olduğundan çok daha fazla direneceğini bilmeleridir. O halde bu durumun devam etmesi gerektiğine hükmediyor olabilirler. Bu mantık daha da ileri götürülürse Türkiye’nin ekonomik sorunlarının, en yakın stratejik müttefiğimiz olan ABD’ye bazı avantajlar sağladığı sonucuna varılabilir. Ancak öte yandan Rusya, Çin ve diğer ülkelerle geliştirilecek ilişkilerin[5] ABD ve AB ile olan münasebetlere rakip olması düşünülmemelidir. Rusya ve Çin ancak tamamlayıcı türden ilişkilerimiz olabilir. Bu ülkelerle daha derin ve yakın ilişkiler diğer ortaklarımızla yapılan ittifak içi pazarlıklarda Türkiye’yi daha güçlü kılar. 

Stephen Walt’un dediği gibi, “ne kadar başarılı ve eski olursa olsun bir müttefiklik ilişkisinin kutsal hiç bir tarafı yoktur.”[6] Yaklaşık 50 yıldır Amerika ile ittifak Türk dış politikasının en önemli “mobilyası” idi. Bugün bu durumun değiştiğini söylemek için henüz erken olsa da bu durumun, örneğin bundan üç-beş yıl sonra da devam edeceğinden emin olmak artık pek mümkün değildir. Amerika, hemen her ülke gibi Türkiye için de en önemli dış politika meşgalesi olmaya devam etmektedir. Amerika’nın bu benzersiz ve kontrolsüz gücü ile ne yapacağız? Türkiye ABD’nin stratejik müttefiği, müttefiği, küçük ortağı, taşeronu ve hatta belki de bazı durumlarda rakibi olabilir. Ama Irak harekâtı bize bir şey göstermiştir ki şu an Washington’un düşmanı olmak için iyi bir zaman değildir. Türkiye’nin ABD ile hangi konularda, şartlarda ve ölçülerde işbirliği yapması gerektiği konusu tartışılmaya devam etmektedir. Ankara’nın 
1) Washington ile hemen her koşulda beraber hareket etmesinin mümkün, gerekli ve arzulanır olduğunu, ve temelde çıkarlarının ve dünya görüşünün paralel olduğunu savunanlar, 
2) Washington’a, başta Orta Doğu’daki projesi olmak üzere, karşı çıkılması ya da en azından işbirliğinden kaçınılması gerektiği, çünkü Washington’un dizaynının Türkiye’nin aleyhine olduğunu, ahlaki olmadığını ve Türkiye’nin başka alternatifleri olduğunu savunanlar, 
3) Washington’la işbirliğinin konuya, zamana, Türkiye’nin çıkarlarına, Washington’un Türkiye’ye yaklaşımına, mevcut alternatiflere, Türk kamuoyunun o konuya bakışına göre değişmesi gerektiğini savunan görüşler bulunmaktadır. 

Türkiye’nin içinde çok-kutuplu bir yapı olması Washington’a zaman zaman bu kutupları birbirine karşı kullanma ve onların çelişkilerinden kendi lehine istifade etme fırsatı verebilir. Washington, “kim benim politikalarımı desteklerse ağırlığımı onun lehine koyacağım” diyerek ülke içindeki siyasî denklemin bir parçası olabilir. Amerikan Yönetiminin direk veya dolaylı müdahalelerle Türkiye içindeki asker-sivil, hükümet-muhalefet, laik-İslamcı, liberal-devletçi ya da reformcu-muhafazakar tartışmalara ve güç dengelerine etki yapabileceği bilinen bir gerçektir. Ancak bu müdahaleler her zaman beklenen etkiyi yapmayabilir. Amerika’nın yukarıdaki tartışmalarda tercih ettiği görüş ve kurumlar Washington’un desteğine rağmen ve hatta bazen bu nedenle tartışmaları kaybedebilirler. Washington, zaman zaman dile getirdiği gibi, Türkiye’nin demokratikleşmesi, refah düzeyinin yükselmesi ve modernleşmesi ile kendi çıkarları arasında gerçekten doğrudan bir ilişki görmekte olabileceği gibi, aslında bu konular üzerine yeterince düşünmemiş ve sadece “tribünlere duymak istediği şeyleri söylemekte” olabilir ve gerektiğinde bu açıklamalarından da kolayca sapabilir.

Washington’un şu gerçeği kabul etmesi gerekir: Türkiye demokrasinin gelişmesi ile Amerikan politikalarının bir parçası olmaya daha az istekli olabilir ya da en azından bu politikalara verdiği destek eskisi kadar otomatik, şartsız ve mutlak olmayabilir[7]. Türkiye’de demokrasinin tam anlamıyla yerleşmesi Amerikan taleplerine eskiye göre daha fazla karşı çıkmaya istekli ve kararlı, olayları Amerikan gözlükleri dışında görmeye açık ve AB üyeleri ile ilişkileri ilerlemiş bir Türkiye ortaya çıkabilir. 1991’deki savaştan geriye kalan hatıralar Türkiye’nin Irak harekâtındaki tavrını şekillendiren faktörlerin belki de en önemlisi olmuştu. Washington, ABD ile beraber hareket etmenin Türkiye’ye elle tutulur ve uzun dönemli getirileri olacağını göstermelidir. İki ülke arasındaki güven eksikliğini azaltmak için daha fazla diyalog, açıklık, gerçekçilik, samimiyet, “güven arttırıcı önlemler,” karşılıklı saygı, ülkelerin ortak çıkarları hakkında daha mütevazi olmak gerekmektedir. İlişkilerin ortak çıkarlar ve değerler üzerine bina edilmesi gerekir. Böyle olmazsa ilk sarsıntıda zarar görebilir ya da en az bir tarafı hayalkırıklığına uğratabilir. 

Türk-Amerikan ilişkilerinin Irak krizinden önce belki de olması gerekenden de fazla “ataerkil” bir görüntü çizdiği iddia edilebilir. Türkiye Washington’a “saygıda kusur etmiyor”, Washington da kendince Türkiye’yi kayırıyor ve “temel ihtiyaçlarını” karşılıyordu. İki taraf da ilişkinin uzun ve neredeyse hiç bitmeyecek ya da bozulmayacak olduğunu varsayar gibiydi. Mesela Washington’da, “Ankara’ya IMF’de destek verelim nasıl olsa ondan ileride isteyeceğimiz şeyler olacaktır”, Ankara’da ise “Washington’u karşımıza almayalım, işler zora girince bize yardım edecek başka kimse yok” diye düşünülüyordu. İki taraf da birbirine bazı destek ve kolaylıklarda bulunuyor ancak bunun muhasebesi pek net, anında ve yüksek sesle tutulmuyor ve daha çok iki tarafın kendi zihnindeki “hesaba yazılıyordu.” Ancak zamanla taraflar karşı tarafa tam söylemeseler de aldıklarının verdiklerinin epey gerisinde kaldığını düşünmeye başladılar. Ankara Washington’un kendisini kullandığını ama bunun karşılığı olarak sunduklarının “masrafı bile kurtarmadığını,” Washington ise Ankara’ya yaptığı siyasî, ekonomik ve askerî yatırımın özellikle Irak’taki getirisinin hayal kırıklığı yarattığını düşünmeye başladı.

Türk Dış Politikasında Farklı “Okullar”Her ne kadar insan ile ilgili hemen her kategoride olduğu gibi bu sınıflandırmaya tam olarak uyanların sayısı çok değilse de, Türk dış politikasının genel yönü hakkındaki tartışmalara katılanlar arasında aşağıdaki gibi, bir parça idealize edilmiş, grupların olduğu savunulabilir: 

1) Türkiye’nin iç ve dış politikasını AB üyeliğinin şartlarıyla ve başta Fransa-Almanya olmak üzere Amerika’yı dengelemeyi arzulayan ülkelerle uyumlandırılması gerektiğini düşünen, AB’nin talep ve şartlarının Türkiye için yararlı ve gerekli olduğunu savunan “Avrupacılar,” 

2) Türkiye’nin AB üyeliğinin düşük ihtimal olduğunu olduğunu ve çıkarlarının aslında ABD ile uyumlu olduğunu düşünen “Amerikacılar,” 

3) Türkiye’nin hem Avrupa hem de ABD ile yakın ilişkiler içinde olmasını savunan ve bu ülkelerle yaşanacak sorunların Türkiye’nin Batılı karakterini tehlikeye atmasından korkan, bu iki grup arasında tercih yapmanın gerekli, ivedi ya da yararlı olmadığını savunan “Batıcılar,” 

4) Türkiye’nin siyasî anlamda yönünün Batı olmasına değilse bile, dış politikasında Batı’dan gelen istek ve zorlamalara mesafeli bakan ve gerektiğinde direnilmesini savunan “Batı-septikler,” 

5) Batı ülkelerine mesafeli ve şüpheyle bakan ve Türkiye‘nin Rusya, Orta Asya, Kafkasya, Çin, İran ve İslam ülkeleri gibi ülke ve gruplarla yakınlaşmasını isteyen ve bunu Batı’nın alternatifi gören “Avrasyacılar,” 

6) Türk dış politikasının bu opsiyonların değişik derecelerde olsa da- tamamını ya da çoğunu aynı anda götürebileceğini ve aslında bunlar arasında önemli bir çelişki olmadığını, Türkiye’nin hem Avrupalı hem ABD ile yakın ilişkilerini koruyan ve hatta geliştiren, hem “ Müslüman ” hem de Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerle sağlıklı ilişkiler kurabileceğini düşünen “ Dengeciler. ” Bir kısmı henüz “ Okul ” denemeyecek kadar yeni, muğlak ya da düzensiz bu görüşler arasında zaman zaman sağ-sol, Müslüman laik ve hatta milliyetçi-kozmopolit ikiliklerini aşan ittifaklar kurulabilmekte ve ya da bölünmeler yaşanabilmektedir. 
Son dönemde bu gruplar içinde AB yanlıların hem sayı hem de etkinlik açısından öne çıktıklarını söylemek mümkündür. Bu grubun, yıl sonundan önce AB’den olumlu cevap alınması ile daha da güçlenmesi ve kemikleşmesi ile Türk dış politikası üzerindeki etkinliği daha da artabilir.

Türkiye, ABD ve ABABD’nin resmi pozisyonu Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektir[8]. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi ya da yaklaşması Ankara’yı Batı kampına demirleteceği için Washington açısından müspet bir gelişmedir. Ayrıca, ABD’nin Türkiye’nin Avrupa hayallerine destek verir görünmesinin Washington’a bir maliyeti yoktur. Fakat öte yandan belki de Washington bunun gerçekleşme ihtimalinin düşük olduğu üzerine hesap yapmış ama son dönemde Ankara hükümetlerinin kendilerinden beklenmeyen reform ataklarından sonra AB opsiyonunun daha önce düşünülenden daha ciddi hale gelmesinden sonra geri adım atamamışlardır. Amerikalılar, Brüksel ile pazarlığa girmiş bir Ankara’nın AB’nin talepleri ve kriterlerini karşılamakta zorlanacağını ve AB’nin sadece kendisinden ödünler koparıp aslında Türkiye’yi almaya niyetli olmadığından şüpheleneceğini ve belki de paradoksal bir şekilde, Avrupa karşıtlığının artacağını, bunun da Ankara’nın tek gerçek seçeneğinin Amerika olduğunu düşündürteceğini umuyor da olabilir. Türkiye bu yolda istediğini umduğu kadar kısa sürede ve kolay elde edemediğinde Washington Ankara’ya “elimden geleni yaptım, ama Avrupalılar’ı ikna edemedim” diyebilecektir. Bir görüşe göre olur da Avrupalılar Türkiye’yi aralarına almaya kabul ederlerse, Amerikalılar’a göre, bu da Avrupa’nın Amerika’ya karşı yekpare bir alternatif yaratmasını önleyecektir. Çünkü içine Türkiye’yi de alacak kadar büyük bir Avrupa o kadar çeşitli ve çelişkili bir hale gelecektir ki ABD bunun içinden kendine yakın ülke ve ülkeler bulmakta hiç güçlük çekmeyecektir. Avrupalılar, bazen hiç de haksız olmayarak, Washington’un Türkiye gibi, her ne kadar büyük bir potansiyeli ve Birliğe verebileceği önemli artıları olsa da, son tahlilde ciddi risk, maliyet ve problemleri olan bir ülkeyi Brüksel’in başına yük ve bela olarak sarmak istediğinden şüphelenmektedir.

Türkiye’nin AB konusunda Amerika’dan destek almakta ısrar etmesi yanlış ve sonuç itibariyle başarısız olmuştur. Avrupalılar bilinen başka bir çok şeyin yanında Türkiye’ye verecekleri tarihin Washington’un başarı hanesine yazılacağından çekinmişlerdir. Avrupalılar, “ABD Meksika’yı içine alıyor mu ki biz Türkiye’yi alalım?” demektedirler. Amerikalılar, Türkiye’nin 2005’te de büyüklüğü, fakirliği, sosyal yapısında Avrupai olmayan unsurları, coğrafî konumu, AB halklarının isteksizliği ve korkuları gibi nedenlerle Avrupa tarafından itilmeye devam edeceğinden emin oldukları için Türkiye’yi destekler görünmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bir ihtimal bu desteğin ters tepeceğini hesap etmiş de olabilirler. ABD asıl, Türkiye’yi AB projesinden soğutmaya çalışsaydı bunun AB ve Ankara beraberliği ihtimalini arttırabileceğini fark etmiş olabilir.

Washington’un AB’ye Türkiye lehine baskı yapması daha çok Türk tribünlerine oynanan bir oyun olarak görülebilir. ABD’nin Türkiye’yi AB üyeliği konusunda destekler görünmesi büyük ölçüde bunun gerçekleşmesinin zor ya da uzak bir ihtimal olduğu inancına dayanmaktadır. Washington, AB konusunda Ankara’yı desteklemenin hem Ankara nezdinde prestij ve siyasî sermaye kazandırdığının, hem de paradoksal ve pek fazla dillendirilmeyen bir şekilde Türkiye’nin AB şansını azalttığının farkında olabilir. Çünkü Avrupalılar Washington’un Türkiye ısrarının arkasında AB içine sokulmak istenen bir Truva atı ve AB’yi sulandırma çabası sezmektedirler. AB burada aynen “hamili yakınımdır” yazan bir kartla gelen kişiyi sıranın sonuna gönderen prensip sahibi bir görevli gibi görülebilir. Avrupa’dan istediği karşılığı alamayan Türkiye, Washington’un bel bağlayabileceği tek güç olduğunu düşünebilir ve bu ülkenin bölge ile ilgili askerî taleplerine artık direnmemeyi seçebilir.
Son olarak denebilir ki, gerçekleşmesi halinde, üyelikten sonra Türkiye AB içinde Washington’un umduğu türden roller oynayacaksa bile, üyelik konusunda iyimser olmakla tanınanların bile on yılı aşabileceğini tahmin ettikleri müzakere süreci boyunca Türkiye’nin stratejik tercihlerini AB’ye ve bunun içinde de üyeliği ile esas kararı vereceği düşünülen Fransa ve Almanya’nın başı çektiği gruba yaklaştırması yüksek bir ihtimaldir. Türkiye’nin ABD’nin Irak harekâtına karşı daha önce düşünülemeyecek kadar eleştirel pozisyonun ve 1 Mart olayının[9] arkasındaki bir çok faktörden birinin de AB perspektifi olduğu iddia edilebilir. İleride Türkiye “Avrupalılığını” kanıtlamak için dış politikasını ve bazı önemli ihale, yolcu uçağı gibi büyük yekun tutan ticari tercihlerinde ve hatta silah alımlarının en azından bir kısmında AB ülkelerine öncelik verebilir. Kısacası, ABD’nin Türkiye’nin üyeliği konusunda söyledikleri ile gerçek niyetleri arasında olduğu kadar, hesap ve beklentileri ile yaşanacaklar arasında da belli bir fark olabilir. Türkiye, ABD’yi dengelemeye yönelik dünya kamuoyunda hali hazırda oluşan, bazı devletler arasında da embriyonik safhadaki gruplaşmanın bir parçası olmalı mıdır, olabilir mi ve olursa bunun sonuçları neler olabilir? ABD’ye direnmek ve/veya öyle görünmek Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttırır mı? Bu konuda şu fikirler öne sürülmektedir: AB üyesi ülkeler Türkiye’nin ABD’ye belli ölçüler ve şartlarda direnmesinden 

a) Sadece memnun olurlar ama bu AB üyeliğini sağlayacak ya da çabuklaştıracak boyutlarda olmaz, 
b) Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttırır, kolaylaştırır, hızlandırır. 

 Ankara’nın Washington ile, bazı Avrupa ülkelerinin gözünde “fazlasıyla” yakın olması, AB’nin Türkiye’nin üyeliği ile dirençlerinden sadece birisidir ve muhtemelen en önemlisi de değildir. Türkiye’nin büyüklüğü, fakirliği, kültürel ve politik farklılığı ve içinde yaşadığı problemli coğrafya AB’nin Türkiye’nin üyeliğinin önünde daha önemli engeller olarak görülmelidir. Türkiye ABD’ye Avrupa’yı mutlu etmek için değil kendi çıkarları öyle gerektirdiğinde direnmelidir. Avrupa’ya yakınlaşmak ABD ile ilişkilerin her zaman alternatifi olmak zorunda değildir ama bundan kaçınmanın çok zor olduğu durum ve konular da bulunmaktadır ve transatlantik ilişkilerindeki problemler arttıkça Türkiye bu tercihle daha sık karşıklaşmaya başlayabilir.

ABD Deniz Aşırı Askerî Varlığında Değişim Planları ve İncirlikABD’nin çıkarları ile askerî varlığı arasında çift yönlü bir ilişki olduğu iddia edilebilir. Bu nedenle ABD’nin Irak savaşında kullanamadığı Avrupa’daki üs ve kuvvet yapısında değişiklikler planlaması ABD ile Avrupa arasındaki bağları geçici olmayan bir şekilde zayıflatabilir. Washington’un bu yeni planları Amerikan güvenlik politikaları ve müttefiklik ilişkileri üzerinde önemli etki yapabilir ve bir kere gerçekleştikten sonra geri çevrilmesi kolay olmayan kalıcı sonuçları olabilir. ABD’nin denizaşırı askerî üs yapısında yapmayı planladığı değişikliklerin 2005 sonundan itibaren uygulamaya geçeceği düşünülmektedir. 

ABD’nin kuvvetlerini, 
1) kendisine “sorun yaratan” ülkelerden kolaylık gösterenlere, 
2) önümüzdeki dönemde temel meşgalesi olacak olan Orta Doğu’ya uzak ülkelerden yakın olanlara, ve belki de 
3) ilerideki benzer durumlarda, büyüklüğü ve gücü ile, ABD’ye direnebilecek ve üslerin kullanımı konusunda zorluk çıkarabilecek ülkelerden, bunu yapması daha güç olacak küçük, zayıf ve ABD’ye bağımlılığı daha fazla olan ülkelere kaydırmayı düşünmektedir. 
Ayrıca ABD bir bölgede tek bir ülkeye bağımlı olmaktansa alternatiflerini çoğaltmayı ve kriz zamanlarında güç konuşlandırmak için “ Tek bir ATA  Oynamamayı ” istemektedir. 

İncirlik Üssü yukarıdaki kriterlere bakıldığında ortalarda bir yerdedir. Washington, Almanya’da konuşlanmış olan 48 adet F-16 uçağını İncirlik Üssü’ne kaydırmak ve bu uçakları kısıtlamasız kullanabilmek istemektedir[10]
Washington’un Türkiye’den üs talebinde bulunması ABD’nin Avrupa’daki askerî varlığını Doğu’ya taşıması kadar -ve hatta belki de daha fazla- Washington’un Irak’ta uzun dönemli stratejik askerî üs bulunduramaması ihtimalinin belirmesi ile ilgilidir. ABD uzun süre daha Irak’ta askerî güç bulundurabilir ama bu başlangıçta planlandığı gibi bölgeyi “kolaçan etmek” ve başka bazı harekâtlar için sıçrama tahtası olmaktan çok Irak’ta düzeni sağlamakla sınırlı bir güç olabilir. Ancak ABD askerlerinin 2005 Ocak ayından sonra ülkede istenmediğinin yeni seçilecek siyasîler tarafından net bir şekilde ortaya konması halinde bu gücün kısmen kuzeye, Kürt Bölgesi’ne kaydırılması gündeme gelebilir. Böyle bir gelişme K. Irak’ın geleceği ile ilgili ciddi yeni komplikasyonlara neden olabilir. Bulgaristan ve Romanya’daki ara istasyonların hayata geçmesinden sonra Türkiye’nin önemi hava sahasına kayabilir. Malzeme ve mühimmatın depolandığı, bakımını az sayıda personelin yapacağı bu küçük üsler savaş ya da kriz döneminde geçiş noktaları olarak kullanılmak üzere dizayn edilecektir. Buradaki personelin aileleri olmadan ve sık sık rotasyona tabi tutularak konuşlandırılması planlanmaktadır. Türkiye, Almanya ve Fransa kadar güçlü değilse de 1 Mart’ta ABD’ye direnebileceğini göstermiştir. Ayrıca Ankara’nın bu üssü İran ve Suriye’ye karşı kullandırması ihtimali de düşüktür.

Ancak ABD, Suudi Arabistan’dan askerî olarak çekildikten sonra İncirlik’i de hemen kaybetmek istemeyecektir. Pentagon, İncirlik’i fiili olarak güç projekte etme anlamında değilse bile sadece buradaki varlığı ile kazanacağı bölgesel bir caydırıcılık amacıyla “saklı tutmak” isteyecektir. ABD için İncirlik sadece Güney’e değil, daha sınırlı olmak şartıyla Kafkaslar’a yönelik olarak da düşünülebilecek bir üstür. İncirlik konusuna birkaç açıdan bakılabilir. Milli egemenlik konusunu gözetecek olursak ideal olan, kendisine yönelik direk, ivedi ya da potansiyel bir tehdit olmadığı zaman Türkiye’de yabancı üs ve silahlı kuvvetlerin bulunmaması, bulunduğunda da bunların hareketlerinin tamamen kontrol altında, şeffaf, parlamentonun bilgisi, onayı ve denetimi dahilinde olmasıdır. ABD ile ilişkiler bağlamında yaklaşırsak Irak savaşından sonra Irak’ta Amerika’nın istediği türden bir düzen kurulması durumunda, İncirlik’in rolünün değişeceği ve azalacağı tahmini yanlış değildir. Ancak Irak’taki durum belirsizliğini koruduğu için bu hemen gerçekleşmeyebilir. Hukuki boyuttan bakarsak İncirlik rotasyon gibi faaliyetler için açık ve kontrollü olmak, bir açık çeki içermemek şartıyla kullandırılabilir. Ancak bu izin kontrollü ve sınırlı olmalı, buradan fiili olarak güç kullanılması ihtimalini içermemelidir. Bu konu ulusal güvenliğin de ötesinde ulusal egemenlik ile ilgilidir. Bu kadar önemli bir konuda kamuoyu bilgilendirilmeden ve ayrıntılı bir tartışma yaşanmadan karar vermekten veya taahhütlere girmekten kaçınmak gerekir. Türkiye’nin –doğru veya yanlış- çıkarlarını farklı gördüğü noktalarda Amerikan politikalarından ayrılması normal karşılanmalıdır. Washington’un isteklerine tam olarak karşılık vermemek ABD ile ilişkilerimizi bozmamalıdır. ABD’ye verilecek izin ve yardımlar süre ve şekil olarak sınırlandırılmalı, şartlara bağlanmalı, gerektiğinde Türkiye tarafından geri çekilebilir olmalıdır. ABD’nin Türkiye’deki üsleri bizim çıkarımıza olmayan şekillerde kullanabilme ihtimaline karşı önlemler alınmalıdır. Türkiye’nin güvenliğine zarar verecek gelişmeler oluştuğunda müdahale etme hakkı ve serbestisini sınırlayacak taahhütlere girilmemelidir.

ABD, PKK ve K. Irak 

Önümüzdeki 6-12 aylık dönemin K. Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulup kurulmayacağını belirleyeceğini iddia etmek abartı olmayacaktır[11]
ABD’nin Irak’ta belki askerî değil ama siyasî bir yenilgi ihtimali ile karşı karşıya olması, Washington’un bu ülkenin birliğine yönelik ve zaten genelde belli bir şüphe ile karşılanan taahhüdünü zayıflatabilir. Bu arada ABD’nin kendisi de bir federasyon olduğu için Irak’ta federal bir çözüme olumlu anlamda önyargılı baktığının altını çizenlerin, ABD’deki coğrafî federal yapı ile Kürtlerin istediği etnik temelli federasyon arasındaki farklılıkları gözden kaçırmamaları gerekir. ABD’deki federal birimler herhangi bir dini ya da etnik esasa göre değil, tam tersine bunu engelleyecek şekilde çizilmiştir. ABD’deki Başkanlık kurumu ülkenin birliğinin en önemli ve güçlü sembolüdür. ABD’den federal birimlerin ayrılması söz konusu olmadığı gibi İç Savaş da Kuzey tarafında başka bazı nedenlerin yanında ülkenin bütünlüğünün parçalanmasını engellemek amacıyla yapılmıştır. Irak’ın tarihi, etnik yapısı ve uluslaşma süreci ile ABD’ninkiler arasında ciddi bazı farklılıklar olsa da, sonuçta çok sık tekrarlandığı için daha az geçerli olmayan şu genellemeyi hatırlamakta fayda vardır: Etnik temelli federasyonlar, bazı istisnalar haricinde, merkezkaç kuvvetler yaratmaya, en hafif deyişle, meyilli olmakta ve hatta bunun da ötesinde adeta koşullanmaktadır.

Ülkedeki güvenlik durumunun bozulması K. Iraklı Kürtler’in bağımsızlık amaçlarını hayata geçirme isteklerini, belki haklarını ve bu konuda başta ABD olmak üzere Batı’dan destek bulma şanslarını ciddi şekilde attırmaktadır. Şu görüş, her zaman bu kadar net ifade edilmese de, yavaş yavaş daha çok taraftar kazanır gibidir: “Irak’ı kurtaramadık hiç değilse K. Irak’ta Batı yanlısı ve nispeten demokratik bir yönetim kuralım. Şu haliyle Kürtleri Irak’ın geri kalanı ile beraber yaşamaya zorlamanın pratik ve ahlaki bir gereği yok.” Irak’ın kısa vadede demokratik, laik ve Batı yanlısı olamayacağı ortaya çıkarken, bu hasletlere şimdiden sahip olduğu düşünülen Kürt bölgesinin Irak’ın geri kalanı ile ortak bir geleceğe zorlanması ihtimali azalmaktadır. K. Irak’la ilgili rahatsızlığın hem kısmen nedeni hem de çözümü Washington’dadır. K. Irak konusunda Washington’a şikayetlerde bulunmak ve bunların arkasına –içerik, doz ve tonunun nasıl belirleneceği çok hassas olmakla beraber- bazı tehditler de koymak gerekebilir. Washington’a K. Iraklı Kürtlerin taleplerine sonsuz bir sempati ile yaklaşmanın bazı maliyetleri olacağını hissettirmek gerekir. Aksi takdirde Kürtlerin talepleri, adım adım, Washington’un da pozisyonu olmaya başlayabilir. Washington, “Ankara K. Irak’ta olanlardan rahatsız, ama ne bunu engelleyecek bir gücü ya da ABD’ye verebileceği bir zarar var” diye düşünmemelidir. Sürekli olarak makul, mülayim, akl-ı selim görülmenin diplomatik anlamda maliyeti olabilmektedir. ABD Irak harekâtının başlamasından bu yana PKK’ya karşı sembolik de olsa hiçbir girişim, tehdit ya da operasyonda bulunmamıştır. Bunun için öne sürülen yeterli askere sahip olunmadığı şeklindeki bahaneler inandırıcı değildir. Washington, eğer PKK’ya karşı mücadelede ciddi olsa idi, en azından sınırlı da olsa bir hava bombardımanı ile kararlılığını gösterebilirdi. ABD bu ikisi arasında açıkça bir bağlantı kurmaktan kaçınsa da, ki zaten bunu açıkça yapması garip ve hatta çirkin olurdu, PKK’ya karşı hemen hiçbir adım atmamış olması, ister istemez ABD’nin PKK’yı Türkiye ve hatta belki de İran’a karşı hem taktiksel anlamda ve belki de stratejik boyutta bir tür koz olarak gördüğünü düşündürtmektedir.

Son on sekiz ay içinde Türk tarafının ABD tarafına PKK konusunda yaptığı eleştiri ve önerilerde bir tür “hayal gücü eksikliği” sezilmektedir. Türkiye’nin, ABD’den PKK’ya karşı harekete geçmesini istemenin yanında bunun için net mühletler vermesi ve bu sürede sözler tutulmadığı takdirde de bazı yaptırımlarda bulunma tehdidinde bulunması daha doğru olabilirdi. Ayrıca PKK’ya karşı direkt olarak binlerce Amerikan askerînin katılacağı operasyonlar yerine, yavaş yavaş tırmandırılan, başlangıçta polisiye düzeyde başlayan propaganda, hareket ve faaliyet kısıtlama, enterne etme, uyarı atışları, liderleri ele geçirme, gerekirse Türk askerlerinin de gözlemci ya da aktif olarak katılabilecekleri operasyon seçenekleri varyasyonlar sunulmalıydı. ABD’nin PKK ile mücadele konusundaki zaaflarını not etmek ve şikayetlerimizi güçlü bir şekilde, değişik kanallardan tekrar tekrar dile getirmenin yanında, kendi ev ödevimizi yaparak Washington’un önüne “reddemeyeceği tekliflerle gitmek” gerekir. Türkiye’nin, eğer bu konuda şimdiye kadar olduğu gibi sözler ve yuvarlak ifadeler dışında ciddi bir karşılık görmezse, artarak büyüyen müeyyidelere başvurması gerekebilir. Ancak, Ankara’nın başta ABD olmak üzere başka ülkelerden haklı beklentileri olsa da, PKK ile mücadele, İlker Başbuğ’un da belirttiği gibi[12], son tahlilde ve esas olarak Türkiye’nin sorunudur. Bu konuda alınacak aktif ve pasif ilave askerî önlemler olabilir. Bunlar arasında değişik zorluk, risk ve maliyetlere rağmen şu öneriler sıralanabilir: 
1) ABD, Irak hükümeti, K. Iraklı Kürt gruplar, komşu ülkeler, AB ve uluslararası kurumlara yönelik gerekli diplomatik adımlar tüketildikten, yeterli istihbarat toplanıp titizce analiz edildikten ve askerî hazırlıklar yapıldıktan sonra PKK kamplarının bombalanması, örgüt liderlerine ve üyelerine karşı sınırlı komando operasyonları ve daha büyük çapta hava indirme operasyonları yer alabilir. 
2) Ayrıca sınır güvenliğinin sağlanması konusunda emek-yoğun metotların yanında ek bazı teknik önlemler gelebilir. Sınır güvenliği konusunda elektronik sistemler, radar ve hava kuvvetleri gibi opsiyonları daha yoğun ve etkili kullanmanın yollarını aramak gerekebilir. Türkiye’nin kendi sınırlarını koruması sadece terörle değil, uyuşturucu, kaçakçılık, yasadışı göç ve sınır aşan bulaşıcı hastalıklarla mücadele için de elzem bir konudur. 
Sınırların uzunluğu, doğa ve coğrafya şartlarının zorluğu bu konudaki zaafların kapatılmasına engel olmamalıdır. Ayrıca hemen değilse bile Irak’ta işler biraz durulunca bu ülkeyle olan sınırın güvenliğinin daha kolay korunmasını sağlayacak değişiklik önerileri yapmak düşünülmelidir.

Önümüzdeki dönemde ABD’nin PKK’ya karşı nasıl tavır alacağı ile ilgili olarak aşağıdaki sekiz aşama ve ihtimalden bahsedilebilir: 
1) Washington tepkisizliğini korumaya devam edebilir, Türkiye’ye sabırlı olmasını telkin edebilir, “topluma kazandırma yasasının” kapsamının genişletilmesini önerebilir, 
2) PKK’ya karşı muğlak ve örgütün çok ciddiye almadığı tehditlerde bulunabilr, 
3) K. Iraklı Kürt gruplara PKK ile ilişkilerini azaltmalarını/kesmelerini, PKK’ya Türkiye’ye dönmesini istemelerini bildirebilir. 
4) PKK’ya yönelik tehditlerin dozunu ve netliğini arttırarak PKK militanlarından Irak’ı terk etmelerini isteyebilir, 
5) onlara belli zaman içinde ya da derhal gitmezler, teslim olmazlar, silahlarını bırakarak belli bir bölgede toplanmazlarsa güç kullanacağı tehdidinde bulunabilir, 
6) Onlara karşı sınırlı bir askerî harekâta girişebilir ve hareketlerini kısıtlayabilir, onları Halkın Mücahitleri örneğinde olduğu gibi enterne edebilir, veya 
7) Onları yok etmeye yönelik büyük bir harekâta girişebilir, ya da militanların bir kısmını ya da tamamını yakalayarak Türkiye’ye teslim edebilir, 
8) Türkiye’ye Irak’ta operasyon PKK’ya karşı zamanı ve coğrafî sınırları çizilmiş bir operasyon yapma izni verir veya ortak bir operasyona yeşil ışık yakabilir. 

ABD, Türkiye ve Büyük Ortadoğu Orta Doğu’ya örnek, model, ilham kaynağı ya da lider olarak gösterilmek gurur okşayıcıdır. Bu durum eğer bunun başta terör eylemlerine hedef olmak gibi potansiyel bedelleri olmasaydı tek başına bile yeterince olumlu bir şey olabilirdi. Çünkü, aynen şeref gibi, uluslararası ilişkiler teorisyenleri tarafından göz ardı edilen ya da küçümsenen gurur, sadece kişisel ilişkilerin değil dış politikanın da önemli bir unsurdur. Ama madem model olmanın potansiyel bir bedeli vardır, o zaman bu bedel karşılığında, en azından orantılı ve tercihen daha büyük bir şeyle tazmin edilmeyi talep etmemiz gerekir. Bunu alıp alamayacağımız başka bir şeydir ama bu bir şeyler istememiz gerektiğini değiştirmez. Uluslararası ilişkilerde sadece alabileceğimiz şeyleri istememiz gerektiği şeklindeki ve şaşırtacak kadar çok taraftarı olan düşünce yanlıştır. Eğer gerçekleşirse, AB üyelik adaylığı, AB’nin normalde yanaşmayacağı bir şey olduğu için, başka şeylerin yanında bu rolün de bir karşılığı/sonucu olarak görülebilir. Bunu zaten Türkiye’nin doğal hakkı olarak görenler varsa da kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin adaylığına karşı Avrupa’da ciddi, kolay göz ardı edilemeyecek ve zaten Avrupalı liderlerin de kolay göz ardı etmeyecekleri, popüler –ama belki de su geçirmez olmayan- argüman ve endişeler vardır (büyüklük, fakirlik, farklılık ve artı ve eksi yönleri ile eşsiz, tehlikeli ve vaatkar bir coğrafya.) Eğer Türkiye’nin oynayabileceği potansiyel “rol” ile ilgili beklentiler bu somut ve negatif argümanların üstesinden gelmeye yeterse, zaten bu Avrupa kanadından Türkiye’nin bu projeden çıkardığı önemli bir kazanç olacaktır. Türk demokrasisinin Batı tarafından “sigortalanması” ve yaşadığı coğrafyanın demokratikleşmesi ve modernleşmesi yapılan “masraf” ve üstlenilen “riskin” karşılığı olarak zaten az değildir ama Washington açısından da, “doğru şeyler yapan” ülkelerin ABD tarafından “maddi ve manevi” olarak ödüllendirildiğinin görülmesi bu projeye olan yaklaşımı müspet yönde etkileyecektir. Washington, “Türkiye gibi demokratikleşirseniz ve modernleşirseniz Türkiye gibi özel muamele görürsünüz” diyebilmelidir. Bu arada sadece- ekonomik getiriler değil, “söz hakkı”, “ağırlık ve etkinlik” ve “hassasiyetlerine ve çıkarlarına saygı gösterilmesi” gibi şeyler kastedilmektedir. 
Ankara Büyük Ortadoğu Projesi’ne, kendi entelektüel ve siyasî katkısını yapmakta ısrar ederek ve şartlı olarak destek vermelidir. 

Bu şart da sonuçta hiçbiri gerçekleşemeyen uzun bir istek listesi şeklinde değil, basit, somut ve hayati bir madde olmalıdır. Bu şey “Irak’ın ne olursa olsun bölünmemesi” olabilir. Zaten Amerikalıların da farkında olduğu ama olayların hızlanması ve karmaşıklaşması ile belki unutabilecekleri gibi Irak’ın bölünmesi BOP’un da sonunu ifade edebilir. Ancak son dönemde ABD’nin verdiği sözler ile ilgili tecrübemiz de düşünülürse bu şartın ayrıntılandırılması ve karşı tarafın sözünü tutmaması halinde uygulanacak ciddi müeyyidelerin de kayda geçirilmesi doğru olabilir. ABD’nin Türkiye’den istedikleri demokrat ve Batı yanlısı olmakla sınırlı değildir. Washington, Ankara’dan Gül‘ün Tahran’da İslam Konferansı Örgütü’nde yaptığı konuşma türünden bazı şeyler yapmasını da istemektedir. Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerindeki amaçları bu ülkelerle ekonomik münasebetleri ilerletmek, onları demokratikleşme konusunda yüreklendirmek ve terör ile kitle imha silahları alanında ABD’nin askerî dahil baskısına maruz kalmalarını önleyecek adımlar atmalarını sağlamak olmalıdır. Türkiye, Washington’un mesajını bu ülkelere götürmekten gocunmamalı ama öte yandan da Tahran ve Şam ile geliştirdiği yakınlığa Washington'un vetosunu kabul etmemeli ve suçluluk psikozuna girip Washington’a “yanlış bir intiba vermemek için” bu ülkelerle diyaloğunu zayıflatma yoluna gitmemelidir. Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini geliştirme isteğini Batı’dan kopmak şeklinde değerlendirmek doğru değildir. ABD’deki bu yöndeki endişeler diyalog yoluyla giderilmelidir. Türkiye Washington’a, Irak ve İran konularında, “ben bunu istiyorum” ya da “buna kesinlikle karşıyım” demek yerine, kendi çıkar ve isteklerini iyi hazırlanmış, ayrıntılı, söz konusu ülkelerin halklarının çıkarlarını da gözeten ve ABD için kabul edilebilir programların içine yedirmelidir.


Türkiye BOP’un sadece tribünlere yönelik bir girişim olmaktan çıkıp, somut ve sonuçta bölgeyi daha güvenli, istikrarlı, özgür ve müreffeh bir yer hale gelmesini sağlayacak bir şekle bürünmesine kendi fikri ve siyasî katkısının ne olabileceği üzerinde düşünmelidir. Henüz nihai şeklini almadığı için etkilenmeye ve şekillendirilmeye açık olan bu süreçte Türkiye’nin girdisi sadece “eline tutuşturulan” metinler ya da okumasıyla Washington’u memnun edeceğini düşünülen “söylemlerle” sınırlı tutulmamalıdır. Türkiye’nin Orta Doğu için model, ilham kaynağı ya da lider olması “kendi sesi” ile konuştuğunda, “yerel” yönünü unutmadığında ve gerektiğinde ABD/Batı ile sıkı pazarlık yapma yeteneğine sahip olduğunu gösterdiğinde daha kolay olacaktır. Bölge halkları Türkiye’nin AB sürecinde derinden yaşadığı, modernleşme ve demokratikleşmenin “bizden istendiğinden değil bizim için iyi olduğu için ve iyi olan şekilde” gerçekleştirilmesi gerektiği şeklinde özetlenen formülle uzun süre cebelleşmek zorunda kalacaktır. Bu kitlelerin değişimin salt objesi değil sujesi de olup olamayacakları bu değişimin başarısının en kritik faktörlerinden biri olacaktır.

Türkiye’nin de yaşadığı bu coğrafyanın modernleşmesi, ABD bu yönde bir söylemle ortaya çıkmasaydı bile, Türkiye için arzu edilir bir şeydir. Bu projenin çıkış noktası, bazen ifade edildiği gibi bencil, dar görüşlü ve hatta saldırgan bir bakış açısı bile olsa, başta Avrupa ve bölge devletleri ile yakın ve kapsamlı danışmalar vasıtasıyla, bu enerji daha olumlu yollara kanalize edilebilir. Asıl sorun bölgede arzulanılır olmanın ötesinde elzem hale gelen değişimin içeriğinin, zamanlamasının, temposunun, araçlarının ve bölge halklarının bu sürece nasıl dahil edileceğinin belirlenmesidir. Ankara Washington’u, Başkan Bush’un “artık diktatörleri destekleyerek eski hataları tekrarlamayacağını” söylediği anda dahi Azerbeycan ve Özbekistan gibi benzer rejimlere verilen destekte olduğu gibi söylemiyle uygulamaları arasındaki çelişkiler olduğu konusunda uyarmalıdır. Ankara Filistin sorununun çözümünün sadece adalet duygusunun tatmin edilmesi açısından değil, bölgede müspet gelişmelerin yaşanma şansını arttıracağı için de gerekli olduğunu vurgulamalıdır. Bölgede İran gibi ülkeleri –tamamen değilse bile ciddi ölçüde- rahatlatabilecek ve böylelikle nükleer silah edinmekten vazgeçirebilecek bir güvenlik mimarisi oluşturulması ve İsrail’in nükleer silahlarının da bu sisteme bir şekilde dahil edilmesi yönünde fikirler üretilmelidir[13]

Türkiye-İsrail-ABD İlişkileri 


Türk-İsrail ilişkilerinin Türk-Amerikan ilişkilerinin önemli bir kalemi olduğu açıktır. İsrail’in Washington’daki gücü ve Washington’un Orta Doğu’daki iki müttefikiin yakınlaşmasından duyduğu memnuniyet ilişkinin önemli motorları olmuştur. Ancak özellikle son dönemde Türk-İsrail ilişkilerinin bir tür “serbest-düşüş” içinde olduğu görülmektedir. Özellikle İsrail’in Iraklı Kürt gruplara askerî destek verdiği iddiaları ilişkiye ciddi derecede zarar vermiştir[14]. Bu durumun Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde de etki yapması beklenebilir. İsrail, en azından ilk başta Türkiye’nin tepkisini iç kamuoyuna yönelik geçici bir jest olarak görmüş olabilir. Ayrıca İsrail Türkiye’nin elindeki istihbaratın söylentiler ve bölük pörçük bilgilerden ibaret olduğunu düşünüyor olabilir. Bir başka ihtimal de İsraillilerin, yaptıkları açıklamanın tersine, Türkiye ile ilişkilerin bozulmasının Kürtlerin oynayacakları potansiyel rolün kabul edilebilir bir bedeli olduğunu düşünmesidir. Türkiye’de resmi kurumlar dahil bir çok çevrede yakın zamana kadar -ve kısmen hala- geçerli olan İsrail’in Türkiye’yi kendisinden soğutacak adımlar atmaya cesaret edemeyeceği düşüncesinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. İsrail, Türkiye ile girdiği özel ilişkinin “son kullanma tarihinin” geldiğinin değilse bile “azalan marjinal fayda” dönemine girdiğini düşünüyor olabilir. İsrail belki de, potansiyel olarak her zaman “kirişi kırabilecek”[15] Türkiye ile “kendisine her zaman bağımlı olacak” Kürtler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa ilkini seçmemeyi göze alabilir. Bir başka bakış açısına göre ise İsrail, Kuzey Iraklı Kürtleri bağımsızlığın eşiğine getirdikten sonra Türkiye ile daha güçlü bir “ittifak içi pazarlık” pozisyonu kazanacağını hesaplıyor olabilir. Bu noktada cevaplanması gereken önemli sorular arasında Türkiye’nin bu gerginliği hangi noktaya kadar götürebileceği, İsrail’in bu konudaki algılamasının ne olduğu ve Türkiye’nin İsrail’e memnuniyetsizlik ve hatta kızgınlığını “hissettirmek” için parça parça mı yoksa bir kerede büyük bir adım atması mı gerektiği de yer almalıdır. Bazı yorumcular, İsrail’in, Türkiye’nin duymak istedikleri şeyleri söyleyerek bu krizi aşabileceğini ve bir çok tahtada satranç oynadığı halde bunların hepsine hak ettiği ilgiyi vermekte zorlanan Ankara’nın dikkatinin yakında dağılacağını umduğunu düşünmektedirler. İsrail ayrıca, Washington ve New York üzerinden yapacağı uyarılarla Türkiye’yi “yeni durumu kabullenmek” zorunda bırakabileceğini hesaplıyor olabilir.

Türk-Amerikan ilişkilerindeki problemler ve iniş-çıkışlarla ilgili olarak İsrail’in bakışı ne olabilir? Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulması, belli sınırlar dahilinde kalmak şartıyla, İsrail’i rahatsız etmeyecek ve hatta bir parça memnun edecek bir gelişme olabilir. Bu tür bir gelişme Türkiye’nin ABD’deki Yahudi lobisine olan ihtiyacını arttırabilecektir. Ayrıca, Türkiye ABD’den alamadığı askerî teknolojiyi almak için İsrail’e daha fazla ihtiyaç duyabilecektir. İsrail, Ankara ile Washington’un arasının bozulmasından ancak Türkiye tamamen ABD’den kopar ve başta Araplar olmak üzere Müslüman dünya ile ciddi bir yakınlaşma sürecine girerse rahatsız olabilir ki, böyle bir gelişme hala uzak bir ihtimaldir. Türkiye’de, İsrail’in haklı veya haksız şekilde, askerî anlamda Mısır’dan sonra en önemli Arap ülkesi olan Irak’ın bölünmesini ve burada Araplar için yeni bir problem oluşturacak ve dolayısıyla İsrail üzerindeki baskıyı hafifletecek bir Kürt devleti kurulmasını isteyebileceğini düşünenler çoktur. İsrail, bunu istemese bile, Ankara tarafından, bir Kürt devletinin kurulmasına yardım edebileceğinin düşünülmesinde bir sakınca görmeyebilir. Çünkü eğer Türkiye, İsrail’in bir Kürt devleti kurulmasına yardım edebileceğini düşünürse İsrail ile ilişkilerinin iyi olması için ilave bir nedeni daha olacaktır.

Sonuç 


ABD ile yaşadığımız ve Türkiye’nin belli bir süredir, Washington’un ise 1 Mart krizinden sonra karşılık bulamadığını düşündüğü “aşk”ın sona erdiğini düşünmek için yeterince neden birikmiş durumdadır. “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” tahmini bugün kulaklara eskiden olduğu kadar iddialı gelmemektedir. Ancak bu beraberliğin ve hatta evliliğin bitmesi anlamına gelmeyebilir ve ilişki daha çok bir “mantık izdivacına” ya da “açık evlilik”e dönüşebilir. ABD’nin Türkiye’den global ölçekte kıyaslanmaz, ikili ilişkilerde de ciddi derecede güçlü olduğu doğrudur. Ancak yukarıdaki asimetrilerden ikincisini yüksek sesle kabul etmekte çok hazır ve aceleci olmak, karşı taraftan talep edebileceklerimizin azalmasına neden olabilir. Aradaki asimetriyi ilişkinin merkezine oturtmamak gerekir. ABD’nin Türkiye’den kat kat güçlü olması aradaki pazarlıkların da aynı oranda ve sıklıkta ABD lehine çözülmesi gerektiği anlamına gelmez. Bir çok konuda pazarlığın sonucunu belirleyen faktörler aradaki güç dengesi ile sınırlı değildir. Durumsal güç (situational power), diplomatik kabiliyet, kamuoyu desteği, konuların zayıf taraf için daha hayati olması ve dolayısıyla sorunun kendi istediğine yakın bir şekilde çözümlenmesi için daha fazla çaba, zaman ve siyasî sermaye harcamaya istekli olması gibi faktörler ittifak içindeki pazarlıklarda zayıf aktörlere somut güçlerinin ötesinde sonuç alma imkânı verebilir. Görülebilir gelecekte Türkiye dahil bütün devletlerin en önemli dış politika meselelerinden biri, belki de başlıcası, ABD ile en optimal düzeyde nasıl “iş yapılacağı” olacaktır. Burada gösterilecek maharet devletlerin dış politika başarı ve başarısızlıklarının en önemli belirleyicilerinden biri olacaktır. Çıkarları birbiriyle en uyumlu aktörler arasında bile bir pazarlık sürecinin işlediğini ve Türk-Amerikan çıkarları arasındaki uyumun artık çok yakın zamana kadar kabul gören derecede olmayabileceğini unutmamak gerekir. ABD ile Türkiye arasındaki asimetrileri göstererek Türkiye’nin Washington’a uygulayabileceği müeyyidelerin olamayacağını, Türkiye’nin ABD’nin gazabından kurtulup onun tarafından affedilmesinin ve “sırtının sıvazlanmasının” zaten yeterli olduğunu düşünenler de vardır. Türkiye’nin çıkarlarının, ABD’nin sadece çıkarları ile değil istekleri ile de aynı olduğunu düşünmeye meyilli kişi ve gruplar önemli bir yanılgı içerisindedir. Amerikan hegemonyasının moral ayağı zayıflamasa ve siyasî ayağı genel bir direnç görmese doğru olabilecek bu düşünce şu an için geçerliliğini yitirmektedir. Amerika ile sıkı pazarlık yapmanın mümkün olduğu bir dönemden geçilmektedir. Bu durum bir süre sonra sona erebilir. ABD Irak gibi “stratejik fazlalıklarından” kurtulduğunda Türkiye dahil herkese asimetrik bir üstünlük sağlayabilir. Son dönemde ABD’ye yapılan üst düzey ziyaretler büyük ölçüde ABD taleplerine karşılık verme zorunluluğunun öne çıktığı gezilere dönüşme eğilimi göstermektedir. Eğer Washington’a gidildiğinde adil ve dürüst bir danışma mekanizmasının işletilmesi yerine sadece ABD’nin talep ve dayatmalarıyla karşılaşılacaksa bu tür gezilerin net getirisinin olumlu olacağından emin olmak zorlaşmaktadır. “Böyle gezileri hiç yapmayalım mı?” sorusuna cevap vermek zorsa da, sadece “dostlar Beyaz Saray’da görsün” diye Washington’a gidilmediğinden emin olmak zorundayız. Washington ile diyalog ve danışmaların sürekli ve yoğun şekilde sürmesi elbette doğru olan şeydir ama bazen Washington’un üst düzey gezileri bu amaçlardan çok büyük ölçüde Türkiye’ye taleplerini iletmek için kullandığı görüntüsü oluşmaktadır. Gezinin başarısı büyük ölçüde Türkiye’nin göstereceği çaba, atacağı adımlar ve vereceği ödünlerle ölçülür hale gelmekte, piyasanın ABD ile ilişkiler konusundaki hassasiyeti ile “başarısız” bir gezinin faturasını büyük ölçüde Ankara’nın ödeyeceği endişesi gibi nedenler gezinin içeriğine damgasını vurmaktadır. Başta ABD olmak üzere Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin sağlığının temel göstergesi “aramızın iyi olması” değil, ilişkilerin çıkarlarımızı koruma ve ilerletmeye ne ölçüde katkıda bulunduğu olmalıdır.

Washington’un Türkiye’nin AB süreci ile ilgili yaklaşımı değişik spekülasyonlara neden olmaktadır. En genel şekliyle ABD’nin bu sürece olumlu baktığına inananlarla buna inanmayanlar arasında bir tartışma yaşanmaktadır. İlk görüşü savunanlar, Türkiye’nin Batı kampına demirlenmesi, demokrasisinin garanti altına alınması ve ülkenin genel bir istikrar trendine girmesi için AB perspektifinin elzem olduğunu ve bunların hepsini kendi çıkarlarına uygun gören ABD’nin Bush’un Galatasaray Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında[16] olduğu gibi bu sürece verdiği desteğin samimi olduğunu düşünmektedir. Konuya bir parça daha farklı yaklaşanlar ise ABD’nin desteğinin Türkiye’nin kendisi ile ilgili düşüncelerden çok, Washington’un kendisine karşı orta ve uzun vadede – bazılarına göre ise halihazırda- rakip olabilecek AB’nin olabildiğince büyüyerek sulanması ve gevşemesini istemesiyle ilgili olduğunu düşünmektedirler. Bu düşünceye göre ABD Türkiye’nin üye olmasıyla İngiltere ve yeni yeni Polonya’nın olduğu gibi AB içinde –anlamı tam olarak tanımlanmayan- bir “Truva atı” olabileceğini ummaktadır. Ankara böyle bir role razı olmasa bile Türkiye’yi hazmetme sürecinin AB’nin enerjisinin önemli bir bölümünü tüketeceği umuluyor olabilir. İkinci ve giderek daha çok taraftar bulmaya başlayan –ama belki hala azınlıkta olan- görüşe göre ise Washington, tersi söylemine rağmen, aslında Türkiye’nin AB üyeliğini arzu etmemektedir. Ancak bunun zaten mümkün olmadığını düşündüğü için, bu üyeliğe açıkça karşı durmanın “şık olmayacağını” ve bu durumun Türkiye’nin kendisine bakışını olumsuz etkileyebileceğini düşündüğü için, veya bu süreci durdurmanın mümkün olmadığına kanaat getirdiği için bu arzusunu açıkça ifade etmekten kaçınmaktadır. Hatta bir başka görüşe göre Washington Türkiye’nin üyeliği konusunda yaptığı ısrarlı ve belki de abartılı çağrı ve jestlerin için için ters tepmesini ve AB üyelerinin konuya bakışını olumsuz etkileyerek bu üyeliği engellemesini ummaktadır. Bu noktada ABD’nin ve hatta Bush yönetiminin içinde farklı bakış açıları olabileceği, aslında ABD’nin bu konuda net ve değişmez bir politikası olmadığı; böyle bir politika varsa bile bunun Washington tarafından umulan türden bir sonuç vermeyebileceği ihtimalleri de yok sayılmamalıdır. Örneğin Türkiye’de Clinton tarafından bu konuda verilen desteğin hem daha “samimi” olduğu hem de Helsinki’de olduğu gibi bu yüzden olumlu anlamda daha etkili olduğu düşünülmektedir. Bush Yönetimi’nin “gerçek fikirlerini” resmi pozisyona sahip olmadıkları için daha rahatlıkla telaffuz ettiği düşünülen Richard Perle ve Bernard Lewis gibi isimlerin Türkiye’nin AB üyeliğini onaylamadıklarını ve ABD-İsrail çizgisinde kalmasını tercih ettiklerini belirtmeleri bu konuyu anlamaya çalışan kişilerin dikkate almamazlık edemeyecekleri bir nokta olmuştur.

Irak harekâtından sonra ABD’nin gözünde İncirlik ve Türkiye askerî anlamda önemini ciddi oranda kaybetmiş olabilir. Ama Türkiye, “Türk modeli” ile belki başka bir şekilde önemli olmaya devam edecektir. “Model olmak,” başka hiçbir şeye yaramasa bile Türkiye’ye demokrasisi ve ekonomisini disipline etmeye ve kendine ancak yüksek standartları münasip görmesine katkıda bulunabilir. Eğer Türkiye demokratik model olarak görülürse içeride demokrasiden kaymalar muhtemelen daha zor hale gelir. “Model olmak” Washington’un Ankara’ya bakışını da değiştirecektir. Örneğin Paul Wolfowitz’in Türk ordusunun Irak harekâtını destekleme konusunda daha aktif olmasını istediği konuşması demokratik modelle çelişmektedir ve bu söylem muhtemelen tekrarlanmayacaktır. Türk ordusu içinde AB üyeliğine yönelik pozisyonun yumuşamasında, başka şeylerin yanında, son dönemde Ankara’nın ABD tarafından maruz kaldığı muamelenin de rolü olmuş olabilir. Sadece ABD’ye mecbur olmanın Türkiye’yi kısıtlayacağı duygusu elitler dahil kamuoyunun önemli bir kısmına hakim olmuştur.

11 Eylül’ün Türk-Amerikan ilişkilerini geliştireceği beklentisi doğru çıkmamıştır. Ayrıca son dönemde yaşanan ya da daha önce başladığı halde son dönemde daha görülür hale gelen bir kısmı yapısal bazı değişimler, ilişkinin içeriği, yakınlığı ve derinliğinde önemli yenilikler yaratmaktadır. Aşağıdaki faktör ve trendler tek tek ve birbirlerini güçlendirerek Ankara’nın Washington’a bakışında kalıcı olması muhtemel değişiklikler yaratmıştır. Karşılıklı olduğu söylenebilecek ama daha çok Türk tarafından Washington’a yönelen güvensizlik; AKP’nin kısmen liderliğinin ama daha çok tabanının yakın dönemde iktidarı paylaşan diğer partilere göre dış politikada daha farklı eğilim, tercih, öncelik ve refleksleri olması; transatlantik ilişkilerinde oluşan kırık ve AB üyeliği sürecinin Ankara’nın bazı tercihlerini koşullandırması; tüm dünyada hakim olan ama sadece duygusal bir boşalma olarak değerlendirilemeyecek Amerikan aleyhtarlığı dalgası; Ankara’nın komşularla doğal olmayan kopukluğu giderme ve ticaret yapma isteği; Türk dış politikasında kamuoyunun rolünün artması, ordunun rolünün azalması ve ordunun Amerikan yanlısı reflekslerinin zayıflaması; 90’lı yıllarda Ankara’nın Washington’un Irak politikası nedeniyle ödediğini düşündüğü ekonomik ve siyasî bedelin hatırası; iki ülkenin tehdit algılamalarında oluşan farklılıklar; Saddam rejiminin devrilmesi ve Amerikan işgalinden sonra Irak’taki Kürt sorununun bir çeşit sonuca doğru gittiği ve bu konuda ABD’nin Türkiye’nin tercih ve endişelerini yeterince dikkate alamayabileceği düşüncesi; ABD ile “komşu olmanın” Türkiye’nin güvenliği ile ilgili sonuçları olabileceği endişesi.

ABD ile ilişkide daha tüccar, daha karşılıklık ilkesine dayalı, daha serbest, ne kadar mümkünse o kadar eşit ve adil, fazla bağlayıcı olmayan, her zaman her koşulda beraber hareket edilmesi şart olmayan ve işbirliğinin çıkarların ve eğilimlerin kesiştiği alanlarla sınırlı olacağı daha mesafeli bir formata geçilmelidir. Böyle bir ilişki en azından ilk başta hem ekonomik hem de siyasî anlamda “veresiye kabul etmeyen bir müessese” haline dönüşebilir. İki taraf arasındaki “güven kredisi ve likiditesi” sınırlı olacak böyle bir ilişki şüphesiz geçmişe oranla çok daha az stratejik ciro yaratacaktır. Ancak tarafların “defterleri” arasındaki farklılıklardan kaynaklanan tartışmaların yaşanmasının önüne geçilebilecektir. Türkiye’nin “babaevini terkedip artık kendi ayakları üzerinde durması” ve bazı risk ve maliyetleri olmakla beraber, bu tür bir ilişkiye geçilmesi mümkündür. Zaten bu yönde bir trend olduğu da söylenebilir.

Kaynakça;

[1] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, ABD ve Irak Harekatı: Hayır Diyebilen Türkiye”, Stratejik Analiz, (Ocak 2003), Cilt: 3, No. 33, ss. 41-46; “Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı?” Stratejik Analiz, (Mayıs, 2003), Cilt 4, No. 37, ss. 46-52; “’Çirkin Amerikalı' ile ‘Güven Bunalımı’: Süleymaniye Krizi ve Türk-Amerikan İlişkileri”, Stratejik Analiz, (Ağustos 2003), Cilt 4, No. 40, ss. 43-48; Mark Parris, “Starting Over: U:S-Turkish Relations in the Post-Cold War Era”, Washington Institute, (Mart 2003), Bülent Aliriza, “Seeking Redefinition: U.S.-Turkish Relations after Iraq”, CSIS, 5 Haziran 2003, TurcoPundit,http://ajp1914.blogspot.com ve http://turcopundit.blogspot.com
[2] Bill Park, “Iraq’s Kurds and Turkey: Challenges for US Policy”, Parameters, Cilt 34, No: 3 (Güz 2004), ss. 18-30.
[3] German Marshall Fund Poll, Transatlantic Trends 2004, (Eylül 2004), ss. 20-24.
[4] “Türk modeli”nin sınırları ve sorunları için bkz. Ömer Taşpınar, An Uneven Fit? The “Turkish Model” and the Arab World, Brookings Institution, (Ağustos 2003).
[5] Muhsin Öztürk ve M.Yaşar Durukan, “Ulusalcıların yeni Kızılelma'sı Avrusya”, Aksiyon, No: 484, (15 Mart 2004), İstanbul.
[6] Stephen Walt, “Why Alliances Endure or Collapse”, Survival, Cilt. 39, No.1, (Bahar 1997), s. 170.
[7] Graham Fuller, “Turkey's Strategic Model: Myths and Realities”, Washington Quarterly, Cilt. 27, No.3, (Yaz 2004), ss. 51-64.
[8] Paul Wolfowitz’in IISS’deki Konuşması, (2 Aralık 2002) Konuşmanın metni için bkz. ABD Savunma Bakanlığo İnternet Sayfasıhttp://www.defenselink.mil/speeches/2002/s20021202-depsecdef.html . Bu pozisyonun gayrı-resmi iki ifadesi için bkz. Morton Abramowitz ve diğerleri, Turkey at the Threshold: Europe's Decision and U.S. Interests, Atlantic Council of the United States, (August 2004); David L. Phillips, “Turkey's Dreams of Accession”, Foreign Affairs, Cilt. 83, No. 5, (Eylül/Ekim 2004), ss.
[9] Bill Park, “Strategic Location, Political Dislocation: Turkey, the United States and Northern Iraq”, MERIA, Cilt 7, No. 2 (June 2003), ss. 11-23.
[10] Yasemin Çongar, “ABD'nin yeni kuvvet dağılımı”, Milliyet, (23 Ağıstos 2004).
[11] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti”, Stratejik Analiz, (Nisan 2004), Cilt. 4, No.48, ss. 53-59.
[12] Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Konuşması için bkz Genelkurmay Başkanlığı İnternet Sayfası, 8 Temmuz 2004, http://www.tsk.mil.tr/genelkumay/bashalk/2004basinbringleri/temmuz2004/temmuz2004_basinbrifingi.htm
[13] İran’ın nükleer silah edinme isteği Türkiye’ye karşı korkulardan kaynaklanmıyorsa da nükleer bir İran’ın Türkiye’ye karşı önemli bir psikolojik üstünlük yakalayacağı ve Türkiye’nin güvenliği açısından komplikasyonlar yaratacağı açıktır. Ankara’nın, İran’ın nükleer silah sahibi olmasını ve bu ülkeye yönelik bir Amerikan askerî harekatını engellemek, İran’ı demokratikleşmeye teşvik etmek ve bu sürece katkıda bulunmak ve bu ülkeyle ekonomik, siyasî ve güvenlik boyutunda ilişkilerini geliştirmek için Tahran’la yoğun ve yapıcı bir diyalog içinde olması gerekir. Türkiye bu konuda Avrupa devletlerinin ‘tatlı-sert’ üslubunu ABD’nin ‘haşin’ üslubuna tercih etmelidir. Avrupa, Irak’tan farklı olarak, İran konusunda insiyatifi kaptırmamak istediği için bu ülkeyi Amerikan müdahalesine neden olabilecek politikalardan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Danışıklı olmasa bile, Avrupa ile ABD arasında bir ‘tatlı-sert polis-kötü polis’ rol dağılımı yapılmış gibidir. Bu arada, İran’ın demokratikleşmesi, modernleşmesi ve bir güvenlik problemi olmaktan çıkması, Türkiye’nin yaşadığı coğrafyanın AB üyeliği önündeki büyük engellerden biri olmaktan çıkmasına yardım edebileceği için Türkiye için önemlidir.
[14] Seymour Hersh, “Plan B”, New Yorker, (June 28 2004), http://www.newyorker.com/fact/content/?040628fa_fact
[15] Amnon Barzilai, “Israeli arms sales to Turkey a target”, Ha’aretz, (4 Temmuz 2004).
[16] Başkan Bush’un 29 Haziran’da Galatasaray Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın metni için bkz. ABD Ankara Büyükelçiliği İnternet Sayfası, http://www.usemb-ankara.org.tr/bushgala.htm 
http://turcopundit.blogspot.com.tr/2004/
..