12 Kasım 2017 Pazar

ABD VE METAL YORGUNLUĞU


ABD  VE METAL YORGUNLUĞU


AB-ABD ilişkilerinde metal yorgunluğu
Mayıs 2001
Şanlı Bahadır Koç

ABD ile AB’yi birbirine bağlayan çıkar ve değerler ayıranlardan çok daha güçlüdür. Fakat aradaki  anlaşmazlıklar gittikçe daha ciddi bir hal almakta ve dikkatli  yönetilmezlerse kontrolden çıkma  riskini taşımaktadır. Amerika’nın liderliğinden daha eşit bir ilişkiye geçiş iki tarafın da çıkarınadır.      

The values and interests that bind the two sides of the Atlantic are still much more powerful than the ones divide it. However, the disputes are becoming more serious and if they are not managed carefully have the potential to disrupt the alliance. A transition from American primacy to a more eaqual partnership is in both sides’ interest.

Mars’tan gelen bir uzaylı son birkaç ayda ciddi Avrupa gazetelerinin başyazılarını ve yorum sayfalarını okusa, muhtemeldir ki, Avrupa adındaki bu kıtanın Amerika adında güçlü ve acımasız bir düşmanı olduğuna ve bu ‘kötülük imparatorluğu’ ile her an savaşa girebileceğine hükmederdi. Hakikatte durum   o kadar vahim olmasa da AB-Amerika ilişkilerinde yaşanan ve ileride yaşanması muhtemel problemler son derece ciddi niteliktedir. Eğer liderler gerekli siyasi irade, beceri ve vizyonu gösteremezlerse, son elli yılda Avrupa’yı ekonomik ve demokratik açıdan imar eden, Soğuk Savaşı ve Körfez Savaşı’nı  kazanan,  'Sovyetleri dışarıda, Amerika'yı içeride, Almanları ise altta tutan’ Atlantik İttifakı’nın önemli krizler yaşaması beklenebilir . İttifakın durumu için ‘orta  yaş krizi’, ‘metal yorgunluğu’, ‘Dorian Gray sendromu’, ‘kıta kayması’ gibi benzetmeler sık sık kullanılır oldu. Genel olarak en iyimser yorumcular bile Atlantik İttifakı’nın ‘en güzel günlerini’ geride bıraktığını ve   işlevlerini yerine getirmeye devam etse bile bunun büyük tartışmalar sonrasında gerçekleşeceğini düşünüyorlar. Amerika-AB ilişkilerinin geleceği için ortaklıktan stratejik rekabete, soğuk çatışmadan karşılıklı ilgisizliğe kadar bir dizi kehanette bulunuluyor. Birden fazla  gözlemci Avrupa’da Amerikan aleyhtarlığının arttığını ve bir tür moda haline geldiği tespitinde bulunuyor . 

Avrupa ve Amerika çeşitli tehlikelere açık bu geçiş dönemini kazasız atlatabilecekler mi, yoksa ortak bunca değer, çıkar ve başarıya rağmen bir çatışma dönemine mi girecekler? İlişkideki esas soru gittikçe daha sıkı bir entegrasyona giden Avrupa’nın kendi kimliğini Amerika’ya karşı tanımlamayı seçip seçmeyeceği olacaktır . Bazı yorumcular bu dönemde Amerika’nın  ‘Avrupa milliyetçiliği’ yaratacak, kolektif Avrupa kimliğini besleyecek kışkırtıcı hareketlerden kaçınması gerektiğini ve  kendine daha güvenen, ortak çıkarlara daha çok katkı yapmaya hazır bir Avrupa’nın Washington’un çıkarına olduğunu düşünüyorlar. Avrupa entegrasyonunun gelişmesini engellemeye ya da yavaşlatmaya yönelikmiş gibi yorumlanacak hareketler Avrupalıları daha yoğun entegrasyona gitmeye şevklendirmektedir. Avrupa projesi, aleyhinde kullanılabilecek onca karşıt görüşe ve hatta üye ülkelerin halklarının her zaman gönüllü de olmamalarına rağmen, zaman zaman yavaşlasa da, son tahlilde, ilerlemeye devam edecektir. Böyle bir Avrupa çok muhtemelen ‘diplomatik kaslarını   göstermeye’ meyilli olacaktır. Eğer, Amerika ‘tek kutupluluk anı’  hiç bitmeyecekmiş gibi davranır, bunun Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından kaynaklanan ‘tarihsel bir istisna’, geçici bir ara dönem  olduğunun,  kaçınılmaz olarak kendisini dengelemeye yönelik arayışlar olacağının bilincinde olmazsa  AB ile ilişkiler bundan olumsuz olarak etkilenecektir. Amerikalılar o hiç değişmeyen, doğal, çocuksu ama bu nedenle daha az can sıkıcı da olmayan iyimserlikleriyle hegemonyalarının ‘iyi huylu’ olduğundan, dünya için faydalı olduğundan o kadar eminler ki Avrupalı dostlarının ABD hegemonyasından rahatsız olduklarını kabullenmeleri  belli bir zaman alabilir. 

Clinton yönetiminin çok taraflılığa vurgu yapan (multilateral) tarzı belki Amerikan gücünün ‘boğuculuğunu’ bir nebze olsun azaltıyordu. Bush yönetimi, kadro olarak bu çok kritik geçiş dönemi için iyi donanımlı değil gibi görünüyor. Bush’un dış politika kadrosu Soğuk Savaşı ve Körfez Savaşı’nı kazanan bir ekip. Ama son on yılda köprülerin altından çok globalleşme ve önemli miktarda Avrupa entegrasyonu aktı. Yeni yönetim on yıl öncesinin refleks ve alışkanlıklarının ne kadarını yeni politikalarına taşıyacağı  çok önemlidir. Bush yönetimi, Clinton’a üst üste iki kez yenildikten sonra, Amerikan sağının sekiz yıldır iktidardan uzakta, düşünce kuruluşlarında biriktirdiği, çoğu en iyi deyimle tartışılır, pek çok fikri büyük bir hız ve iştahla uygulamaya koymaya başladı. Bu fikirlerin önemli bir kısmı Avrupa’da olumlu yankı bulmadı. Amerikan Sağı başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kuruluşları ve çok taraflı anlaşmaları Amerikan gücünü sınırlayan ya da Amerika’yı çıkarına olmayan işlere sürükleyen ayak bağları olarak görüyor. Yeni yönetim ‘izolasyonist mi değil mi’ derken dünyadan izole olmak üzere. BM İnsan Hakları ve Uyuşturucu ile mücadele komisyonlarında aldığı beklenmedik yenilgiler AB'nin ‘sessiz ve derinden’ liderliğinde ABD'ye verilen ültimatomlar olarak kabul edildi .
  
Avrupalılar tarihsel bir refleksle, 18. yüzyılda Napolyon’a, 19. yüzyılda Almanya’ya karşı olduğu gibi, elinde çok fazla güç biriktiren ülkelere karşı dengeleme içine giriyorlar. Bugün de tek kutuplu bir dünyanın kendi çıkarlarını da garantiye aldığına gittikçe daha az inanıyorlar. Amerika’nın hiper-gücünü dengelemek için ‘safları sıklaştırıp’, uluslararası kurumları, uluslararası hukuku kullanacaklar ve tüm bunlar işe yaramazsa son kertede yeni stratejik ve jeopolitik flörtlere göz kırpmayı deneyebilirler. Bazı yorumcular bu dönemde Washington’un   Avrupa’ya çok kutuplu maceralara girmenin sakıncalarını anlatmanın yanında, kurduğu ve yönettiği sisteme Avrupa’yı daha fazla dahil etmesi, karar alma mekanizmalarında ona daha çok söz hakkı vermesi gerektiğini düşünüyorlar. Bush yönetiminin ilk dört aydaki görüntüsü bundan belirgin derecede uzaktır. Amerika ile Avrupa arasında geçtiğimiz yıllarda da bir çok anlaşmazlık olmuştu. Ama Avrupalılar bunların çoğunun sorumlusu olarak Clinton yönetiminden çok Kongre’yi görüyorlardı. Şimdiyse Bush yönetimi, tercihleri ve tarzıyla kendisi AB hükümetleri için çözülmesi gereken bir problem olmuştur. 

Anlaşmazlıklar

ABD ile Avrupa, füze savunma sistemi, Anti-Balistik Füze Anlaşması, Avrupa Güvenlik ve Kimliği (AGSK), NATO genişlemesi, müttefik ülkelerin savunma harcamalarının düzeyi ve ‘külfetlerin paylaşımı’, uluslararası mali politikaların koordinasyonu, serbest ticaretin ve devletin piyasalar üzerindeki ideal rolünün düzeyi, Orta Doğu barış süreci, ‘serseri devletlerin ıslahı’, Kore yarımadasındaki anlaşmazlık, Uluslararası Ceza Mahkemesi, anti-personel mayın yasağı, Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması, küresel ısınmayı önlemeyi amaçlayan Kyoto Anlaşması, hormonlu gıdalar, tarım sektörüne yapılan sübvansiyonlar, idam cezası, kara para aklamaya karşı uluslararası mücadele, uluslararası kurumların işlevleri, uluslararası  hukukun bağlayıcılığı, stratejik sektörlere devlet sübvansiyonu gibi bir dizi önemli konuda, değişen derecelerde ama belirgin bir biçimde ve gittikçe artan oranda farklı düşünüyorlar. Bütün bunlara kaçınılmaz pazar rekabetini de katabiliriz. Ayrıca Avrupalılar, tamamen anlaşılır nedenlerle, özel ve ticari haberleşmelerinin Amerika’nın Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) tarafından dinlenmesinden memnun değiller. Bundan şikayet ettiklerinde ciddiye alınmamaktan, terslenmekten, ‘kapının gösterilmesinden’ rahatsızlar. ‘Centilmenlerin birbirinin mektubunu okumaması gerektiğini’ düşünüyorlar . Avrupa ile ABD arasındaki çıkar çatışmaları geçmişe oranla daha önemli ve kesinlikle daha gözle görülür hale gelmeye başlıyor. 

Avrupalılar, yeni yönetimin Avrupa’nın hassasiyetlerini anlamadığından mı, yoksa ‘takmadığından’ mı ‘böyle davrandığına’ henüz karar veremediler. Aslına bakılırsa Bush yönetimini ‘dünya hakimiyeti’ peşinde olmakla suçlamak pek doğru olmaz. Daha çok, savunmacı ve milliyetçi oldukları söylenebilir. Amerika tarzı yaşamın en iyisi olduğuna inanıyorlar. Ama bunu bir önceki yönetim kadar ihraç etme meraklısı değiller. Sadece kendi istedikleri gibi yaşamak istiyorlar.   Uluslararası kuruluşları ve çok taraflı anlaşmaları ‘ayak bağı’ olarak görmeye meyilliler. Bu konulardaki en renkli yazıların sahibi olan Washington Post yazarı Charles Krauthammer’in deyişiyle ‘Avrupalı minik adamlar tarafından kazıklara bağlanan Güliver olmak’ istemiyorlar.  Asıl Clinton yönetiminin dünyaya bir şekil vermek gibi bir ihtirasa sahip olduğu söylenebilir. Clinton ekibi Wall Street, Hollywood ve uluslararası şirket yöneticilerinden oluşurken, Bush yönetimi daha çok Amerika’nın içinde ticaret yapan şirketlerin desteği ve gündemine sahip. Bu noktada Clinton yönetimi ilginç bir paradoks sergilemişti. Piyasa ekonomisini ve Amerikan tarzı demokrasiyi aktif –ve hatta bazılarına göre saldırgan- biçimde yayma ve uluslararası düzeni ‘iyi huylu’ Amerikan egemenliğinde liberal kapitalist sisteme dönüştürme becerisini, Bush yönetiminin dört ayda neden olduğu gerginlikten çok daha azına yol açarak gerçekleştirmişti . Clinton ve Avrupa’nın ‘Üçüncü Yol’ liderleri arasındaki uyumun Bush’la devam etmesi sürpriz olacaktır. Clinton’ın önde gelen Avrupalı liderlerle geliştirdiği sıcak kişisel ilişkiler ve ‘ideolojik aşinalık’ zaman zaman ciddi görülen problemleri aşmada çok etkili olabilmişti.   

Aslında Avrupa ile ABD arasındaki anlaşmazlıklar hep var olageldi. Süveyş, Vietnam, 1970’lerde  Almanya’nın Doğu politikası Ostpolitik, 1980’lerde orta menzilli füzelerin yerleştirilmesi ve Yıldız Savaşları, 1990’ların ilk yarısında Yugoslavya’nın dağılma sürecinin yönetilmesi hep sancılı süreçlerdi. İlişkilerde bu tarihi perspektifi hiç kaybetmemek gerekiyor. Aynı tarihsel perspektif Batı ittifakının son elli yılda kazandığı zafer ve başarıların da sürekli akılda tutulmasını gerektiriyor.  Tarafların Sovyetler’e karşı ne kadar sert olmak gerektiği konusunda hep farklı fikirleri oldu. Ama Soğuk Savaş disiplini, Amerikan liderliğinin tartışılmasına, sorgulanmasına ya da belli bir düzeyin üstünde eleştirilmesine olanak tanımıyordu. Şimdi bu ‘tutkal’ artık yok. Peki bunun yerine başka bir şey bulunabilir mi? ‘İslam tehdidi’? Avrupalılar bunu ikna edici bulmuyorlar. Çin? Pekin direk bir tehdit olamayacak kadar uzak görünüyor. ‘Serseri devletler’? Avrupalılar zaman zaman bu tehlikenin varlığını kabul etseler de çözüm konusunda daha çok diyalog, daha çok ticaret, daha az bomba ve tehdit yanlısı görünüyorlar. Amerika ile Avrupa ülkeleri dünyanın nasıl olması gerektiği konusunda değişik fikirlere sahipler. Uluslararası güvenlik, ticaret ve hukuk konularında ciddi görüş ayrılıkları yaşıyorlar. 

Orta Doğu

Amerika ile Avrupa arasında, mesela Orta  Doğu’da sorumlulukların paylaşımında bir dengeden söz etmek pek mümkün değil. Avrupa askeri olarak Körfez’in güvenliğine katkı yapmadığı ve tehditlere direk  maruz olmadığı için, Washington Avrupa’yı ortak bir strateji oluşturma konusunda da söz hakkına sahip olarak görmüyor . Avrupalılar NATO alanı dışında güç kullanmaya ancak olağanüstü durumlarda, ve o zaman bile Amerika’nın yoğun baskısı sonucunda razı olmaktadır. Bu güç, sorumluluk ve anlayış asimetrisi çıkarların da farklı olduğu şeklinde yanlış bir kanıya sebep olmaktadır. Avrupa’nın Körfez’e bağımlılığı Amerika’dan daha fazladır. Bölge Avrupa’ya daha yakın mesafededir. Bölge kaynaklı güvenlik tehditleri aslında Avrupa’ya daha ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Lakin, Avrupa, belki de güvenlik stratejisinin oluşmasında söz sahibi olmadığı için, bölgeye baktığında daha çok ekonomik fırsatlar görmektedir. Güvenli ve yeterli petrol akışı ile Batı ekonomilerinin sağlığı arasındaki ilişki çok açıktır. Petrol üretimindeki istikrarsızlık ve yüksek fiyatlar 1970’ler ve 1980’lerin başındaki stagflasyonun en önemli nedenlerindendi. 1990’lardaki düşük enflasyonlu yüksek büyüme dönemi, uluslararası ticaretin ve yatırımların artmasını petrol üretimindeki istikrar ve düşük fiyatlar mümkün kılmıştır. Atlantik ekonomilerinin ortak çıkarı olan düşük enflasyon, dengeli bütçeler, tam istihdam, daha az fakirlik, daha iyi altyapı ve eğitim olanakları ideallerini petrol fiyatlarının yüksek olduğu ortamlarda gerçekleştirmek imkansız değilse de daha zordur. Avrupalılar İran’a karşı uygulanan yaptırımlara gerek ticari gerekse stratejik nedenlerle karşıdırlar. ABD’nin zaman zaman Irak’a karşı askeri güç kullanmasından, kendilerine danışılmamasından rahatsızdırlar. Amerikalılar ise Saddam’a karşı uygulanan ambargo rejiminin tam olarak başarılı olamamasının nedeni olarak Avrupa’nın tutumunu neden göstermektedir. Avrupalılar Amerika’nın Orta Doğu konusunda İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız desteğin barışı engellediğini, İsrail’i ‘şımarttığını’ düşünmektedirler. Tamamen de ticari olmayan nedenlerle Arap argümanlarını dinlemeye ve zaman zaman desteklemeye istekli davranmaktadırlar. 

Ekonomi

Dünya ticaretinin %20’sini AB, %19’unu ABD gerçekleştirmektedir. AB, Washington’un’ en büyük ticaret ortağı, en büyük ithalat kaynağı, ikinci büyük pazarıdır. 1999 yılında AB’nin ABD’deki yatırımları 624 milyar Dolar, Avrupa’daki Amerikan pozisyonu ise 512 milyar Dolara ulaştı. Karşılıklı ticaret rakamları ve rakamlara yansıması daha zor türden ekonomik ilişkiler de dahil edildiğinde ortak 2 trilyon Dolarlık bir ekonomiden söz edilebilir. Bu rakamlar 90’ların başında yaklaşık olarak şimdikinin yarısıydı. Ekonomik ilişkilerin genişlemesi ve derinleşmesiyle çıkarlar çok daha fazla iç içe geçti, eskiden iç politika meselesi olan konular şimdi artık diğer tarafı da ilgilendirir hale geldi. Ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması potansiyel problemleri de arttırdı. Amerikalılar Avrupa tarımının yoğun bir şekilde sübvanse edilmesinden hoşnut değiller. Bilimsel olarak zararsız olduğunu kanıtladıklarına inandıkları genetik gıdalara Avrupalıların getirdiği engellemeleri korumacılık olarak algılıyorlar. Sivil toplum örgütleri ticaret, yatırım gibi konulara daha yakından ve etkili bir şekilde taraf olmaya, hükümetleri daha yakından takip etmeye, kararlarında artan oranda etkili olmaya başladılar. Ticaret müzakereleri kamuoyu ve bundan etkilenen kesimler tarafından önceden olduğundan çok daha dikkatli izlenmeye başladı .  

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa projesinin belki de en önemli çıkış noktası kıtanın kanlı geçmişinden kurtulma isteğiydi. Bugünse genç Avrupalılar kaçılması ve unutulması gereken bir geçmiş görmüyorlar. Birbirlerinden çekinme, Almanya’nın gücünü kontrol altında tutma güdüleri tamamen kaybolmuş olmasa da azalma yolundadır. Bu yeni Avrupa, konsantre olmuş gücünü uluslararası alanda kullanmak konusunda daha istekli olacaktır. Ekonomik entegrasyonuna parasal birliği de ekleyen Avrupa uluslararası konularda daha fazla söz sahibi olmasının doğal karşılanmasını bekleyecektir. Eğer euro kendini kabul ettirebilirse, ki bu bir sene önceye göre çok daha mümkün görünüyor, o zaman ABD doların dünya finans piyasasındaki başat rolünün getirdiği bazı avantajları kaybedebilir. Bu durum da uluslararası finans düzeninin yönetiminde ABD ile AB arasında yeni sorunlar yaratabilir .  

Washington’da  Orta ve Batı Avrupa’daki ülkelerin güvenliğinin ne derece  Amerika’nın sorunu olduğunu sorgulayanlar ve her türlü ittifak, uluslararası kuruluş ve anlaşmayı  Amerika’nın manevra  seçeneklerini daraltan gereksiz ve hatta zararlı kısıtlamalar olarak gören etkili çevreler bulunmaktadır. Amerikalılar –özellikle Cumhuriyetçiler- Avrupalıların Amerikan güvenlik şemsiyesinin altında ‘bedavaya’ oturup bir de ‘nankörlük’ yaptıklarını  düşünüyorlar. AB temsilcilerinin Kuzey Kore, Irak ya da İran’la ilişkilerini geliştirme teşebbüsleri hep bu anlayışla karşılanmaktadır. Washington, güvenlik maliyetleri konusunda paylaşımın adil olmadığından, AB ülkelerinin mevcut zenginlikleriyle kıyaslandığında savunma için yeteri kadar ‘ellerini cebine atmadığından’ şikayet etmektedir. Bazı Amerikalılar yarım yüzyıldır korudukları Avrupa’nın davranışlarını ‘kadir bilmezlik’ olarak görmektedirler. Avrupa’nın Fransa’nın etkisiyle Çin ve Rus söylemlerine paralel olarak çok kutuplu bir dünya düzeni arzusu içine girdiğine inanıyorlar. 

Sorular

Amerika 90’lı yıllardaki aktivizmini sürdüremeyecektir. Soğuk Savaş’tan galip çıkmanın psikolojisi, Körfez Savaşı’nda teknolojik alandaki üstünlüğünü tartışmasız bir şekilde kanıtlama, eşi görülmemiş bir ekonomik büyüme ve teknolojik gelişme dönemi  hepsi birlikte bu aktif dönemi mümkün kılmıştı.  Bunun sonsuz devamına ne Amerika’nın gücü yetecek, ne de  Amerikan halkı destek verecektir. Amerikan elitleri de bunun doğruluğundan emin değiller. ABD 2000’li yıllarda, çok muhtemelen, merkezi çıkar alanlarını belirleyip oralara yoğunlaşma eğiliminde olacaktır. Avrupa entegrasyonunun Atlantik ittifakıyla ilişkisini belirleyecek bazı önemli gelişmelerin nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil. Büyük ölçüde, Amerika'nın Avrupa'yı korumaya istekli ve yeterli olması prensibine dayalı olan ittifak bu durum değişirse varlığını devam ettirebilir mi? Fransa’nın De Gaulle’cü geleneğini bırakıp NATO’yu sahiplenip sahiplenmeyeceği, İngiltere kararsızlığını ve şüphelerini yenip para birliğine girip girmeyeceği, Almanya’nın ekonomik ve iç politika maliyetlerini de göze alarak stratejik önceliklerini ve pasifist pratiğini  bırakıp bırakmayacağı Atlantik ittifakının gelecekteki şeklini belirleyecek sorulardır.
Şu çok rahatlıkla söylenebilir, Avrupalılar Amerika’nın bu kadar güçlü olmasından rahatsızdırlar. Amerikalıların aksine Amerikan gücünün tamamen masum olmadığına, kontrolsüz bırakılırsa kendi çıkarlarını tehdit edebileceğine inanmaktadırlar. Amerikan kültürünü tüketmekten de geri durmamakla beraber bunun boğuculuğundan şikayet ediyorlar. Avrupa’nın yeni Amerikan yönetimine tepkisi, bazı Amerikalı yorumcuların iddia ettiklerinin aksine, ancak kısmen ‘kıskançlık’la ve ‘entelektüel züppelikle’ açıklanabilir. 

Belli bir hata payı bırakılarak denebilir ki, ne zaman Avrupa yeni bir işe girişse Amerika ilk başta buna şüpheyle ve belli bir endişeyle bakmıştır. ABD Ortak Pazar’ın korumacı eğilimlerle Avrupa pazarını Amerika’ya kapatmasından, AGSK’nın NATO’yu tehdit etmesinden,  Euro’nun Doları kovmasından korkmuş, bu konulardaki endişelerini yüksek sesle dile getirmiş, ama zamanla muhalefetinin düzeyini azaltmış ve yeni ortama uyum sağlamıştır. 

AB’nin Üç Büyükleri ve ABD   

Amerikan hegemonyasına karşı en sesli muhalefeti yürüten ve Washington’la en mesafeli ilişkiye sahip büyük Avrupa ülkesi olan Fransa’nın ABD ile ilişkisi, yine de Avrupalı olmayan benzer büyüklük ve güçteki diğer her ülkeyle olandan daha sağlamdır. Fransızlar Amerikan usulü vahşi kapitalizmden hazzetmiyorlar ve uluslararası finans işlemlerinin daha sıkı düzenlenmesini ve denetlenmesini, uluslararası hukukun herkes için bağlayıcı olmasını istiyorlar ve AB’nin Amerika’ya rakip olacak türde bir güç olmasında kararlılar. AB kolektif havacılık programının en ciddi destekçisi durumundalar. Fransa Washington’a meydan okuyabilecek  siyasi ve kültürel güvene, iradeye ve morale sahip tek AB ülkesi olarak görünüyor. Ayrıca arkalarında azımsanamayacak entelektüel birikim ve bürokratik gelenek var. Almanların kültürel konulardaki iddiaları ise Nazi deneyimiyle derin bir yara aldı. Bazı Avrupalı ülkeler zaman zaman Fransa’nın ihtiraslarından endişe etseler de aslında genel olarak Avrupa’nın Amerika’ya karşı koruması gereken ve hatta rakip olabilecek bir sosyal ve ekonomik modeli olduğuna katılıyorlar . Fransa güvenlik konusunda inisiyatifi ele alarak gündemi belirlemek istiyor. İngiltere bu konuda Amerika ile arasındaki ‘özel ilişki’ nedeniyle ve AB’ye daha mesafeli durmasıyla, Almanya da askeri konularda ön sıralarda bulunmasının tarihi nedenlerle yaratacağı rahatsızlığı hesaba katarak liderliği alacak durumda değiller. Avrupa-Amerika ilişkisinin gelecekte alacağı şekilde İngiltere’nin oynayacağı rol belirleyici olabilir. İngiltere’nin aktif olarak yer aldığı bir Avrupa daha Atlantikçi, dünyaya daha açık, işbirliği yapmaya hazır, daha demokratik, daha az bürokratik ve daha liberal bir Avrupa olacaktır. İngiltere’nin değişik tereddütlerle tam anlamıyla yer almadığı ve şekillenmesinde rol almadığı bir Avrupa çok muhtemelen daha içine kapanık, seçkinci, federalist, korumacı ve  Amerikan-karşıtı olacaktır . Amerika’nın Avrupa konusunda İngiltere’ye vereceği sinyaller bu ülkenin politikasını, bu da belki tüm Avrupa projesinin geleceğini ve Amerika’yla ilişkisini önemli derecede etkileyecektir. 

Füze Savunması

Avrupa ülkelerinin Ulusal  Füze Savunması’na muhalefetleri iki noktaya dayanmaktadır: Kendini bir kalkanın arkasında güvenli hisseden bir Amerika’nın Avrupa’ya olan ilgisinin azalacağından endişelenen Avrupalılar ‘kendi başlarının çaresine bakma’ zorunluluğuyla başbaşa kalmaktan korkuyor, Rusya’nın nükleer silahlarında arttırıma  gitmesi korkusunu yaşıyorlar. Washington Avrupa’yı  de içerecek bir savunma sisteminden bahsetse de  AB ülkelerinin pahalı ama sonucu belli olmayan bir sisteme, en azından ilk safhada, dahil olmak isteyecekleri şüphelidir. Füze savunması Avrupa entegrasyonunun savunma boyutuna hız verebilir. Avrupalılar ‘serseri ülkeler’den gelen füze tehdidin boyutları konusunda Amerika kadar kötümser değiller. Defalarca işgal edilmiş olmaları, bütün bir Soğuk Savaşı Sovyet nükleer ve konvensiyonel silahlarının ‘dibinde’ geçirmiş olmaları nedeniyle muhtemel tehlikeleri daha az önemseyebiliyorlar . Girişimin destekçileri füze savunma sisteminin Amerika’nın bölgesel bir kriz anında cesur ve bağımsız  hareket etme  kabiliyetini korumasını sağlayacağını,  örneğin Irak ya da İran’ın İsrail’i vurmakla tehdit ederek Amerikan politikasına ipotek koymasını önleyeceğini savunmaktadırlar. 
Analistler füze savunma sisteminin AB ile ilişkileri olumsuz etkilememesi için  Washington’un AB’yi a)füze savunmasının Moskova-Washington ilişkisini tekrar çatışmaya döndürmeyeceğine, b)Avrupa güvenliğine olan taahhüt ve ilgisini azaltmayacağına, c)‘serseri devletler’den gelen füze tehdidinin ciddiliğine,  d)füze savunma sistemi konusundaki araştırma ve geliştirme programlarına yatırım yapmaya ikna etmesi gerektiğini belirtiyorlar. Ruslar kendi nükleer silahlarını azaltmayı, bunların bakım masraflarını kaldıramadıkları için zaten istemektedir.     

Avrupa Askeri Gücü

Avrupa İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar güvenlik içindedir. ABD gitse bile ‘ayakta kalır’, ama bunu isteyeceği zannedilmemelidir. AB’nin karar alma mekanizmaları, istihbaratı ve askeri yapısı ile kendine ait ciddi bir güce sahip olması sanılandan çok daha uzun bir süre alacaktır. Diğer yandan AB ülkeleri, ABD ile aralarındaki askeri uçurumun belirleyici alanı olan ileri teknoloji silahlar konusunda henüz önemli bir atak içinde görünmüyor. Alman General Naumann Kosova Savaşı’ndan sonra yaptığı bir açıklamada Avrupa ile Amerika arasındaki askeri teknoloji farkının inanılmaz derecede açıldığını ve eğer Avrupa bu konuda bir atılım yapmazsa on yıl sonra iki gücün aynı savaşta müttefik olarak savaşamayacak duruma gelebileceklerini  belirtmişti.  AB ülkeleri toplam olarak savunmaya, global ölçekte çok daha fazla taahhüde girmiş ve aktif olan ABD’nin  harcadığının yaklaşık üçte ikisi kadar para harcamaktadırlar. Ama ortaya çıkan ‘mahsul’, tartışmasız ABD’ninkinden çok geridedir. 2003 yılına kadar, 60 bin askeri bir yıla kadar savaşabilecek halde 60 günde hazırlamaya yönelik planları hüsranla sonuçlanabilir. Kumanda kontrol sistemleri, haberleşme ekipmanları, hedefi kesin vuran silahlar ve nakliye uçakları konularında gereken seviyenin çok gerisindeler . 1996’da ABD askeri harcamaları dünya toplamının üçte birini oluşturuyordu. Bu rakam NATO'nun Avrupalı üyelerinin toplamından yüzde  45 daha fazlaya tekabül ediyordu ve Rusya’nın dört, Almanya veya Çin'in yedi , Japonya’nın altı katıydı. Avrupa’nın yakın çevresindeki krizlere müdahale edebilecek ‘hafif’ bir ordu, Amerika’nınsa Körfez’in güvenliğini sağlayacak ve Çin gibi yükselen tehdide karşı koyacak (hard) operasyonları yapmaya yönelmesi, ilk başta akılcı bir  pazarlık olarak görünse  de, orta ve uzun vadede bu durum ülkeler arasında dünyayı  ve çıkarlarını algılama konusunda zaten var olan farklıları derinleştirecektir. ABD, eğer AB kayda değer bağımsız bir ortak askeri güç oluşturursa,  uzun vadede bunu siyasi olarak da tahvil etmek isteyebileceğinden   endişelenmektedir. Avrupa'nın askeri gücünün Amerikan askeri gücü ile yarışacak, 'istenmediğini hissettirecek' ya da varlığını kovacak  bir seviyeye gelme ihtimali çok azdır. Avrupa, Kissinger’ın hep şikayet ettiği ‘ortak tek bir telefon’da tüm Avrupalı muhataplarıyla görüşme problemini şimdi Javier Solana’nın oturduğu pozisyonla doldurmayı deniyor. Bazı Amerikalı yorumcular, Avrupa uluslararası arenada kendine güvendikçe, askeri ve diplomatik olarak ‘kaslandıkça’ bu telefonun ‘cevap vermemesi’ ya da belki de daha kötüsü ‘meşgul çalması’ ihtimalinden endişelenmektedirler. AB genişleme süreci Avrupa’ya Orta ve Doğu Avrupa’da kayda değer bir diplomatik manivela gücü kazandırdı. NATO'nun Doğu Avrupa’ya yönelik genişlemesi yeni potansiyel anlaşmazlık konuları ortaya çıkarabilir. Genişlemeye hangi ülkelerin dahil edileceği, bunların ne zaman alınacağı, genişlemenin maliyet ve risklerinin nasıl paylaştırılacağı potansiyel anlaşmazlık konularıdır. AB ve NATO’nun genişleme sürecinde dillendirilmeyen bir rekabetten de söz edilebilir. 

AB genişlemesi

Avrupa ile ABD arasında Türkiye için bir rekabet var mı? AB, Türkiye’nin en büyük ticaret, ABD ise en büyük ‘güvenlik ortağı’. Yeni Avrupa askeri girişimine Türkiye’nin muhalefeti Avrupalılar tarafından Amerika’nın bu girişimi  engelleme ya da en azından yavaşlatma girişiminin bir parçası olarak görülüyor. ABD bir yandan AB üyesi bir Türkiye’nin daha istikrarlı, güçlü olmasını istemektedir,  ama bir yandan da Ortadoğu’daki en önemli iki müttefikinden birini Avrupa’nın etki alanı girmesinden korkmaktadır. Türkiye’nin AB’ye girmesini destekleyen ve yüreklendiren resmi Amerikan söylemine rağmen bazı gözlemciler AB’nin Türkiye’yi almayacağını bilen Washington’un Ankara’nın bu konudaki ‘hevesini almasını’ istediği yorumunu yapıyorlar. Bu yoruma göre  Washington,    AB’ye alınmayacağını anladığında  Türkiye’nin ABD’ye daha bir ‘muhabbet ve sadakat’ ile sarılacağını biliyor.  Avrupalılar, içine Türkiye’yi bile alan bir Avrupa’nın ‘sulanacağını’, ‘gevşeyeceğini’ ve iç disiplinini kaybederek ABD’ye rakip olma iddiasından vazgeçeceğini belirtiyorlar. AB ve NATO genişlemeleri büyük ölçüde paralel süreçler olarak görülebileceği gibi birbirine rakip olarak da görülebilir.  Bir kısım yorumcular daha geniş bir AB’nin daha güçlü olacağını iddia ederken başkaları da AB'nin çok sayıda yeni üye kabul etmesinin ve bu ülkelerin entegrasyonun AB'nin dikkatini ve gücünü bu ülkelere yoğunlaştırmasına neden olacağını, 'hazım' sürecinin sorunlu ve hatta 'acılı' olabileceğini, bunun da AB'nin dış dünyaya olan ilgisini azaltabileceğini ve hatta iç uyumunu sarsabileceğini düşünüyorlar.

ABD’nin değişen öncelikleri

Ortak bir rakip ya da düşmanın var olmaması ABD'nin Avrupa’daki taahhütlerinin geleceği konusunda soru işaretleri doğuruyor. ABD’nin Kosova Savaşı’nda iyice ortaya çıkan askeri operasyonlarda kayıp vermemeye yönelik risk politikası uzun vadede  Avrupa’ya olan taahhütleri hakkında yeni şüpheler uyandırabilir. Ayrıca şimdi tarafların elinde Soğuk Savaş sırasında düşünülemeyecek türden seçenekler var. ABD  kendini 'dünya işleri’nden hiç bir zaman çek(e)mese de, daha seçici bir müdahale doktrini benimseyebilir. Bunun Amerikan çıkarları için en iyisi olup olmayacağı tartışılır. Ama Amerikan iç politikasının ve Kongre’nin dış politikada -bazılarına göre artan- etkisi dikkate alındığında 'dünya meseleleri’ne daha mesafeli kalmayı seçmesi tamamen imkansız değildir. AB ise  Rusya ile ekonomik, siyasi ve hatta askeri ilişkilerini üst düzeylere çıkarmayı deneyebilir. ABD ‘aşırı yayılma’ korkularını en iyi AB ile sağlıklı ve güvene dayalı bir ilişki geliştirerek ve global sorumlulukların bir kısmını AB’ye bırakarak yenebilir. Çin’le mücadele etmeye kararlı görünen Washington’un AB ile arası soğuk olursa bunu o kadar da kolay başaramayabilir. ‘Avrupa’daki arka bahçesi’ni güvence altına alan bir Amerika kendini Çin’le olan stratejik rekabetine daha iyi hasredebilir. Bu, Asya Washington için Avrupa’dan daha önemli olduğundan değil, artık Avrupa kendi dengelerini Amerika’nın sınırlı bir varlığı ile de sağlayacak ‘olgunluğa’ gelmiş olmasından olacaktır. Avrupa’nın ekonomik büyümesi Amerika için eskiden olduğundan daha az önemli hale geliyor. Amerika'nın AB ile ticareti Asya ile olan ticaretinin yüzde  60’ından sadece biraz daha fazladır. Amerikan doğrudan yatırımları hâlâ daha çok Avrupa’ya yöneliktir, ama Asya ile aradaki fark azalmaktadır. Amerikan ekonomik faaliyetlerinde Avrupa’dan Asya'ya olan kayma dış politika tercihlerine de yansıyacaktır. Asya daha fazla zaman, dikkat ve 'siyasi sermaye' gerektirecektir. 



ABD çıkarlarına yönelik tehditler daha çok Asya’da olacaktır. 

Değişen Amerika

Bush daha çok Güney ve Güney Batı’daki eyaletlerden oy alarak seçildi. Bu bölgeler tarihi olarak Amerika’nın Kuzey Doğu ve Batı Kıyısı eyaletleri kadar ‘enternasyonalist’ olmamışlardır. Kişisel tarihlerinde Soğuk Savaş’ın çok büyük bir rol oynamadığı genç bir nesil iş hayatına ve orta düzey yönetici kademelerine gelmeye başlarken, ABD’nin uluslararası arenada oynamanın külfetlerini omuzlama konusunda daha az istekli olması beklenebilir. Bu yeni nesil, İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın yeniden kurulması ve Berlin Duvarı’nın yıkılışını son 50 yılın Amerikan seçkinlerinin gördükleri kadar önemli görmeyecektir. Askerlik yapmamayı tercih eden Clinton’ın iki defa üstüste İkinci Dünya Savaşı’nda savaşarak madalya almış rakiplerini yenerek başkan olması dikkate değerdir. NATO'yu kuran Doğu Yakası Enternasyonalistleri artık emekli oldular. Bu nesil en büyük kişisel ve profesyonel tecrübelerini Avrupa ile  ilgili konularda yaşamıştı. ABD gittikçe daha az beyaz, daha az Avrupalı, daha az Doğu yakalı oluyor. Avrupa kökenli Amerikan vatandaşlarının oranı azaldığı gibi artık bu insanların çok büyük bir kısmı en iki nesilden uzun bir zamandır ABD'de olduklarından anavatanları ile aralarındaki kültürel ve duygusal bağlılıkları zayıflıyor. Bunun dış politikaya yansıması, ciddi bir hata payı bırakarak denilebilir ki, Avrupa’yla ilişkinin daha az önemli   görülmesi şeklinde olacaktır.

Sonuç

ABD-AB ilişkilerinin geleceği hakkında fikir yürütürken hiç dikkatten kaçırılmaması gereken nokta, bu ikilinin sayıları giderek artan konularda değişik düşüncelere ve hatta farklı ve çelişen çıkarlara sahip olsalar da, birbirlerine askeri bir tehdit oluşturmamalarıdır. Ve hatta şu da belli bir rahatlıkla iddia edilebilir ki, AB ve ABD, aralarındaki değer, çıkar ve algılama farklılıkları derinleşse bile, ortak bir tehditle karşı karşıya kaldıklarında ‘birbirlerine sarılmakta’ tereddüt etmeyecek ‘doğal müttefikler’dir. Atlantik ittifakı, tabii başka bir çok şeyin yanında, yoğun ve derin bir şekilde kurumsallaşmış bürokratik bir ilişkidir. İlişkinin kurumsallaşmış olması   devamlılık sağlayarak ve anlaşmazlıkların hiç değilse bir kısmını ‘emerek’ kriz boyutuna gelmesini engellemektedir.     Transatlantik ortak siyasi, ekonomik ve güvenlik konularında uzmanlaşmış, bu konularda ‘yazıp çizen’, ‘bu işlerden ekmek yiyen’ çok sayıda politikacı, uzman, akademisyen, diplomat, emekli asker, strateji uzmanı, gazeteci vardır. Bu insanlar da NATO'nun ve Atlantik işbirliğinin zayıflamasına direneceklerdir. Avrupa ve Amerika, coğrafya, dil, tarihi deneyim ve güç dengesi gibi önemli farklılıklara sahiptir. Fakat, en az yarım yüzyıllık aşinalık ve başarılı bir ittifak, en az 2 trilyon Dolarlık ortak bir ekonomi, potansiyel ‘taliplere’ kıyasla çok daha fazla ortak değer ve kültüre sahip olma gibi nedenlerle de birbirlerine yakındırlar. İkiliyi birbirine çeken ve iten çok sayıda karmaşık, çelişkili tarihsel güçten ilki daha güçlüdür denebilir. En muhtemel senaryo ilişkinin mimarisinde ve asimetrik yapısında yavaş, kademeli ama  belirgin bir değişiklik olmakla beraber ‘birlikteliğin’ devam etmesidir. Fakat bu gerçeklerin ve yaşanacak değişimlerin soğukkanlı bir şekilde analiz edilmesini gerektirmektedir. Taraflar değişen tarihsel koşullara uyum sağlar, Avrupa hayati pek çok yönden Amerika’ya göre henüz yetersiz olduğunu unutmazsa, orta vadede Amerikan liderliğinden daha eşit bir ortaklığa geçebilirler. İlişkilerin kötüye gitmesi, kalıcı bir soğukluğa dönüşmesi de pekala mümkündür ama kaçınılmaz değildir. Ortaklığın iki taraf için öneminin idraki, problemli alanların önceden  belirlenmesi, liderlik kalitesi, ortak kurumların bağlayıcı gücü ilişkinin devamında belirleyici olacaktır.  

DİPNOTLAR;

 1 Şanlı Bahadır Koç, ASAM ABD Masası, Araştırmacı.
 Zbigniew Brzezinski, ‘Living with a New Europe’, National Interest, Yaz 2000, ss. 17-33;  Joseph S. Nye, ‘The US and Europe: continetal drift’, International Affairs, Ocak 2000,  ss. 51-9; Stephen M. Walt,  ‘The Ties that Fray: Why Europe and America are Approaching a Parting of the Ways,  National Interest, Kış 1998-99; Ivo H Daalder ve James M. Goldgeiger, ‘Putting Europe First’, Survival,  Bahar 2001 ss. 71-91; Ivo H. Daalder, ‘Rebalancing the U.S.-European Relationship’, Brookings Review, Kış 2000, ss.22-25; David P. Calleo. ‘A Choice of Europes’, National Interest, Bahar 2001,  William Wallace, ‘Europe, the Necessary Partner’ Foreign Affairs, 
 Mayıs/Haziran 2001, ss.16-34; Anthony J. Blinken, ‘The False Crisis Over the Atlantic’ Foreign Affairs, Mayıs/Haziran 2001, ss. 35-48; Peter W. Rodman, Drifting Apart? Trends in U.S.-European Relations,  The Nixon Center, Washington D.C., 1999; Charles Kupchan, ‘US European Relations’, FDCH Congressional Testimony, 25 Nisan 2001; Kim R. Holmes, ‘The United States and Europe in the 21st Century: Partners or Competitors?’, Heritage Lectures, 20 Mart 2000.  
 2 Martin Walker, ‘What Europeans Think of America’, World Policy Journal, Yaz 2000, ss. 26-39; Peter W. Rodman, ‘The World's Resentment: Anti-Americanism as a Global Phenomenon’, National Interest, Yaz 2000, ss. 33-42.
 3 Stephen Fidler, Financial Times, ‘EU-US tension worries Kissinger’, 16 Mayıs 2001.
 4 Charles Krauthammer, Foreign Affairs, Kış 1990/1991, ss.23-34. 
 5 Jeane Kirkpatrick, 'European Allies Are Behind U.S. Defeat at the United Nations', International Herald Tribune, 9 Mayıs 2001. 
 6 Panel leaves US over `snub' The Independent, 11 Mayıs, 2001;  Vernon Loeb, ‘European Panel Probing NSA Departs Abruptly’ Washington Post, 11 Mayıs 2001.
 7 William Pfaff, ‘America and Europe: A New World Order Have to Wait’, International Herald Tribune, 17 Mayıs 2001.
 8 David C. Gompert, Jerrold Green ve F. Stephen Larrabee, ‘Common Interests, Common responsibilities:  How an Atlantic Partnership can stabilize the Middle East’, Rand Review, Bahar 1999.
 9 The Atlantic Council of the United States, Changing Terms of Trade: Managing the New Transatlantic Economy, Şubat 2001.
 10 Fred C. Bergsten, ‘The Dollar and the Euro’, Foreign Affairs, Temmuz/Ağustos 1997, ss. 83-95, ve aynı yazarın ‘America and Europe: Clash of the Titans’, Foreign Affairs, Mart/Nisan 1999, ss. 20-35.
 11 William Pfaff, ‘European and US Social Models Ought to Be Able to Coexist’, International Herald Tribune, 21 Mayıs 2001.
 12 Philip H. Gordon, ‘How to Remain America’s Privilleged Partner’,  Martin Rosenbaum (der.), Britain and Europe: The Choices We Face (baskıda).  
 13 Philip H. Gordon, ‘’Bush, Missile defence and the Atlantic Alliance’, Survival, Bahar 2001, ss. 22-25.
 14 ‘A long march’, The Economist, 17 Şubat 2001.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder