17 Kasım 2017 Cuma

Bir Kriterimiz Olmalı mı?

Bir Kriterimiz Olmalı mı?

     
Fahrettin Altun

Fahrettin Altun

faltun@setav.org
26 AGUSTOS 2016
Kelimenin tam anlamıyla çetin bir coğrafyada yaşıyoruz. Çetin ama bir o kadar da mümbit bir coğrafya burası. Bugün bu mümbit coğrafyada, uluslararası iktidar mücadelelerinin tam ortasında bir varolma mücadelesi veriyoruz. Bu varolma mücadelesi yeni değil. Ancak bu mücadelede bugün karşı karşıya kaldığımız imkanlar da zorluklar da dünün imkan ve zorluklarından çok farklı.
İstikrar Ama Kimin İçin
Modern dönemde Batı dünya egemenliğinin bütün taşıyıcı aktörleri, içinde bulunduğumuz coğrafya ile yakından ilgilendiler. Bu coğrafyanın kaderi, modern dünyadaki siyasi düzen arayışlarına bağlı olarak şekillendi. Öte yandan bu coğrafyadaki iktidar mücadeleleri,  uluslararası düzenin gidişatına da yön verdi.
On dokuzuncu yüzyılla birlikte dünya düzenine yön veren Batılı güçler, içinde bulunduğumuz coğrafyayı “zenginliklerinin keşfedilmesi ve biteviye sömürülmesi gereken bir bölge” olarak gördüler. Bunu meşrulaştırmak için bir yığın “kültürel üstünlük masalları” uydurdular.
Batılıların sömürgecilik siyaseti, uzunca bir süre, bu bölgenin ekonomik gereksinimlerini,  toplumsal, politik ve kültürel gerçekliklerini hiçe sayan sert bir müdahaleci anlayış eşliğinde sürdürüldü. İkinci Dünya Savaşı’nın son bulduğu 1945 yılıyla birlikte “bölgenin gerçekliklerini hesaba katan bir sömürü ve bağımlılık düzeni” inşa edilmeye başlandı. Amerika’nın önderliğinde yürüyen bu uluslararası düzen içinde bölge ülkelerinin uluslararası sistem açısından bir sorun kaynağı olmaması, istikrarlı ve öngörülebilir pazarlar halini alması için gayret sarfedildi.
Soğuk Savaş boyunca bu bağımlılık siyaseti sürdürüldü. Amerika, modern Ortadoğu’ya yönelik her bir müdahalesini “istikrarı korumak” amacıyla yaptığını iddia etti. Bu retorik, Soğuk Savaş sona erdikten sonra da varlığını korudu. Amerika, 1991’de de, 2003’te de Irak’a saldırırken “istikrar” retoriğini kullandı.
1990’lı ve 2000’li yıllara damgasını vuran “küreselleşme” söylemi de “uluslararası istikrar”  retoriğini destekledi. Bu söylem, Amerika’nın tam 50 yıl sonra yeni bir formülasyonla devreye soktuğu bir modernleşme teorisiydi esasında.
Amerika, o günlerde de “gelişmekte olan pazarlar”ın yabancı yatırımlara açılmasını  temin etmeye çalışan bir dünya siyaseti izledi. Pazarları manipüle edilmek istenen ülkelerde “kamu otoritesi”nin zayıflatılması için uğraş verildi. Bu ülke de, bölgemiz de IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası örgütlerin kurduğu finansal hegemonyaya bağımlı kılınmaya çalışıldı.
Bu süreçte ulus-devletin küçülme hatta yok olma tehdidiyle karşı karşıya kaldığı dile getirildi. Uluslararası güvenlik risklerinin devlet merkezli ele alınmaması gerektiği belirtildi. Sınırların ortadan kalkmasından söz edildi. Bütün bu söylemlere “küresel istikrar” vurgusu eşlik etti.
Bir Hegemonya Kurma Aracı Olarak Kaos
2000’li yılların sonuna doğru gelindiğinde bölgemizde son derece önemli gelişmeler yaşandı.  Türkiye’de 2002 sonrasında yaşanan dönüşümün de etkisiyle bölgede bir toplumsal ve siyasal dönüşüm dalgası başladı. Kimilerinin “İslamcı ayaklanma”, kimilerinin “Batı’nın bir oyunu” olarak gördüğü Arap devrimleri öncelikle bir sosyo-politik değişim talebi olarak ortaya çıktı.Amerika’nın Başkan Obama öncülüğündeki yeni yönetimi bu değişim talebini başlangıçta desteklediğini ilan etse de çok kısa süre içerisinde desteğini geri çekti.
“Arap Baharı” sürecinin tersine dönmesi sadece “Ortadoğu” dengelerine etki etmedi, aynı zamanda küreselleşme söylemini ve bu söylemin büyüttüğü iyimser bakış açısını da çökertti.
Dahası Amerika, 2010 sonrasında yeni bir dünya siyaseti izlemeye başladı. “Küresel istikrar  söylemi eşliğinde yürüyen müdahalecilik”ten “istikrarsızlığı bir hegemonya kurma aracı olarak gören
yeni bir strateji”ye doğru yol alındığını gördük. Obama başa gelmeden hemen önce tartışılmaya başlanan “yaratıcı kaos” teorisi, 2010 sonrasında hayata geçirilmeye başlandı. Buna göre, bölgede ortaya çıkacak kaos ortamı Amerika’ya daha fazla politika üretme ve doğrudan olmasa da dolaylı müdahalelerle bölgeyi şekillendirme imkanı sunuyor.
Bu süreçte bölge halklarının kaderine düşen şeyse, “mecburi acı”dan başka bir şey olmadı. Bugün Suriye krizinin derinleşerek devasa bir insanlık trajedisine dönüşmesi başta olmak üzere, Irak,
Yemen, Libya, Lübnan ve daha birçok bölge ülkesinde yaşanan ağır sorunlar hep bu çekilmesi “mecburi acı”dan mı kaynaklanıyor?
Devletlerin küçülmesinden bahsedilirken, şimdi “başarısız devletler”, “haydut devletler”, “bölünmüş devletler” tehlikesinden söz ediyoruz. Yeni dünya düzeni, bir anlamda bu düzensizliği besleyerek varlık bulmaya çalışıyor. Ne yazık ki bu süreç, fanatizmin yükselişiyle, mezhepçi yaklaşımların artmasıyla, terörün tırmanması ve şiddetin sıradanlaşmasıyla derinleşiyor. Bugün içinde bulunduğumuz coğrafyanın sorunlarını “sınırları değiştirerek çözmek” ten bahseden birçok aktör var. Bu yaklaşımın bölgenin sorunlarını derinleştirmekten başka bir şeye yaramayacağı açık. Böylesi bir sürecin yeni iç savaşları, kaosu, yıkımı, daha fazla şiddeti ve terörü getireceği de öyle.
Bu ortamda bölge ülkelerinin, halkını hakkaniyetle temsil edebilen güçlü devletlere sahip olması son derece asli bir unsur. Bunca sorunun iç içe geçtiği, kaosun özendirildiği bu coğrafyada bölge ülkelerinin kendi sorunlarını çözebilmesi, birbirleriyle aracısız müzakere edebilmeleri, ihtilaflarını bir araya gelerek aşabilmeleri hiç olmadığı kadar kritik. Siyasal parçalanma da,  istikrarsızlaşma da bu bölgenin kaderi değil.
Türkiye’nin Konumu
2002 sonrasında halkını hakkaniyetle temsil edebilen güçlü bir devlete kavuşan Türkiye, çevresindeki sorunların çözümüne katkı sunabilecek en önemli bölge gücü konumunda. Bu nedenle Türkiye, kuşatılmaya, bölge çıkarlarını gözeten politikalar üretmekten alıkonmaya çalışılıyor.
Gezi kalkışmasıyla başlayan, Paralel Devlet Yapılanması’nın 17-25 Aralık kumpasıyla devam eden ve PKK terörüyle zirveye çıkan müdahaleler sadece iktidarı hedef almıyor, aynı zamanda Türkiye’nin özne olma hakkını ve imkanını elinden almaya çalışıyor.
PKK terör örgütü yeni dönemde etnik radikalleşme, özerk egemenlik alanlarının inşası ve yerel halkın mobilizasyonuna dayalı yeni terör ve kalkışma dalgasıyla Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya kalktı. Fakat Türkiye, Gezi kalkışmasını ve Paralel Devlet Yapılanması’nın kumpaslarını bertaraf ettiği gibi PKK’nın yeni dönemdeki saldırılarını da başarılı bir biçimde savuşturdu. Bundan sonra Türkiye’nin önündeki en önemli mesele,bu terör örgütü ve suç şebekelerinin çökertilmesi ve bir daha ülkenin önüne bir sorun olarak çıkmamalarının temin edebilmesidir.
Türkiye, 19. yüzyılın başından 2000’li yıllara kadar bir kimlik krizi yaşadı ve bunun  merkezinde Batı yer aldı. 2000 sonrasında, Türkiye Batı ile ilişkilerini rasyonelleştirdi. Ne var ki Batı, Türkiye ile ilişkilerini bir türlü rasyonelleştiremedi. Türkiye, bugün bir türlü kendisini “öteki” olarak görmekten vazgeçmeyen Avrupa’nın kimlik krizine neden olmuş durumda.
Devletlerin öneminin arttığı bu dönemde neo-liberal ekonomi masalları da çok ciddi şekilde eleştirilmeye, yeni ekonomi modelleri önem kazanmaya başladı. Türkiye’yi 1980’lerin neo-liberal ortamına hapsetmeye çalışan, ekonomik gelişme ve büyümenin tek bir yolla sağlanacağını iddia edenler, hangi parti ve yapı içinde olursa olsun büyük bir yanılgı içindeler. Türkiye, üretim merkezli ve büyümeyi esas alan yeni ekonomik paradigmanın başarılı bir yüzü olarak öne çıkmak, sürdürdüğü kalkınma programını yeni atılımlarla taçlandırmak zorunda.
Çetin bir coğrafyadayız diye söze başladım. Ama aynı zamanda ne denli çetin bir döneme şahitlik ettiğimizi de anlatmaya çalıştım. Her ne olursa olsun, yaşadığımız coğrafya da, içinde yaşadığımız zaman dilimi de önümüze birçok imkan sunuyor.
Bir yandan geçmişiyle, bir yandan halkıyla, bir yandan kendi bölgesiyle helalleşme çabası içinde bir Türkiye var. Bu ortamda söz konusu imkanları fark etmek, özne olabilmeye cesaret edebilmek gerekiyor. Bunun için de belki her şeyden önce sahici kriterlere ihtiyacımız var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder