14 Kasım 2017 Salı

ATATÜRK MÜLAKATLARI VE DEMEÇLERİ BÖLÜM 2

ATATÜRK  MÜLAKATLARI VE DEMEÇLERİ,
 BÖLÜM 2

Neredeyim : AtatürkMustafa Kemal ile Mülakat (Ruşen Eşref - 1930)

Üçüncü Safha

ANAFARTALAR KUMANDANI MUSTAFA KEMAL İLE MÜLAKAT
Üçüncü Safha
Anafartalar

-Cidden sizi yorduk. Bu hikâyeler uzadıkça uzadı. Vak'alar o kadar çok, o kadar mühimdir ki bilmem hangisini atlasak!
-Yorulmam efendim... Bilhassa böyle milletin hayatıyla alâkadar olan bir meseleyi dinleyip bütün karilere de nakledebilmek benim için büyük ve samimî bir zevktir.
-Pek iyi. O halde kahvelerimizi içer içmez başlarız.
-Gece karanlığında yerinizden çıkıyor ve yeni memuriyetinize gidiyordunuz.
-Evet, zulmeti leylden dolayı yol bulmakta birçok sıkıntı çektikten sonra 27 temmuz saat 1.30 evvelde Gümbürdek bayırının cenubunda bulunan grup karargâhına vardım.

 Taarruz fecirle başlayacaktı. Vaktim pek azdı. Herkesin malûmatından istifade etmek için tekmil erkânı harbiye heyetini yanıma çağırdım. Benim bu anda anladığıma göre düşmanın Kireçtepe, Kükürtlüpınar, Sülecik, Mestantepe hattında -ki düşman miktarı katîyetle malûm değil - , mühim fakat yine miktarı gayri muayyen diğer kuvvetlerinin de Kocaçimen eteklerinde ve Conkbayırı'nda bulunduğu ve mütemadiyen Kemikliler'e ihracata devam ettiği anlaşılıyordu. Ben de kuvvetlerimi ona göre tertip ettim. Fakat henüz telefon irtibatı yoktu. Lâzım gelen kumandanlara emirleri birer zabitle fırkalara yolladım. Bu zabitler aynı zamanda haber ve irtibat zabiti olacaklar, bana bizzat doğrudan doğruya rapor vereceklerdi. İşte o zabitlerden biri de budur, diye yaverini gösterdi.
 Yaveri, tıknaz, esmer, az bıyıklı, hem sert ve hem mutî bakışlı genç bir yüzbaşı idi (rahmetli mebus Cevat Abbas Bey). O anda tetkik edilen evrakı tasnifle meşgul oluyordu. Paşa devam etti:
-Telefon sesi, umuru sıhhiye ve iaşe için de icap eden emirleri verdim. Kendim de, taarruzu bizzat idare etmek için saat 4.30 evvelde Çamlıtepe şimalindeki tepelerde bulunan tarassut mahalline gittim. 12'nci fırkanın taarruzî harekâtına başlamış olduğunu gördüm. 7'nci fırka kıt'alarının kâffesini göremiyordum.
 27 temmuz 5.50 evvelde 12'nci fırka, taarruzunun ilerlediğini ve tertibatını raporla bildiriyordu. 7'nci fırkadan ve taarruza başlandığına dair malûmat alındı. Taarruz her iki fırkada muvaffakiyetle devam etti. Artık o günkü muharebenin muhtelif safhalarda sevk ve idaresi için verilmiş emirlerle alınmış raporlar ve sair teferruatı icraîyeden sarfı nazar edelim de neticeyi söyleyelim: Şuhla şarkında bulunan düşmanın bir kolordusu ve Büyük Anafarta istikametinde de bir fırka kadar kuvveti mağlûp edilmiş ve kâmilen gayrimüsait bir vaziyete atılmıştır. Ben mağlûp düşmanın bu derece faikıyetini gördükten sonra kazanılan muvaffakiyetle iktifa ettim. Taarruzu durdurdum. Elde edilen siperlerin tahkim olunmasını, orada yerleşilmesini emrettim.

-Bu kadar faik olduğunu söylediğiniz bir kuvvet böyle, bir gün içinde neden mağlûp oldu?

 Paşa, masasının üzerinde duran kitabı açarak:

-Bunun cevabını en iyi Hamilton'un kendi raporunda okuyabilirsiniz? Benim o gün gördüğüm sebep şudur: Düşman muhtelif kollarla topu nizamda olarak ilerliyordu. Bu yürüyüş kolları önlerinde henüz ne hiçbir mevcudiyete, ne de hiçbir faaliyete tesadüf etmeyeceklerini zannediyorlardı. Onun için önlerinde hafif avcı hattı bulundurmakla iktifa etmişlerdi. Bir taraftan kuvvetli ve fedakâr avcılarımızın hâkim sırtlardan inerek mezkûr düşman kollarının başlarına atılmaları, bir taraftan da topçularımızın isabetli şarapnellerinin yanaşık düşman kolları üzerine tesir etmesi düşmanda inzibatı da, kuveyi mâneviyeyi de, kumandayı da ihlâl etti. Baş taraftan tardedilen hafif avcı hatları bu sebeple geriden takviye olunamadı. Düşman da kâmilen gözlerini geriye çevirmek ve kaçmak tarikını tercih etti. Filhakika düşman kolordusunda kumandanların müessir olmadığını da Hamilton bilâhare itiraf etmiştir. Fakat benim istiğrap ettiğim cihet Hamilton'un bizzat kendisi de oraya geldiği halde emrini yine infaz edememiş olmasıdır. Her  halde Hamilton da dahil olduğu halde İngiliz kumandanları beyninde çok müzakere, çok tereddüt olması, ve bilhassa mes'uliyet korkusu, bize kendilerini mağlûp etmek fırsatını bahşetmiştir. Filhakika mes'uliyetten korkan kumandanların hiçbir vakit icap eden kararları veremediklerini, bunun neticesinde ise acı felâketler husule geldiğini bizzat ben de muhtelif zamanlarda görmüşümdür.
 O gün ihraz olunan muvaffakiyet pek ziyade şayanı memnniyettir. Fakat vaziyeti umumîyenin ıslah ve temini ve binnetice payitahtın tamamen emniyetli bir surette muhafazası noktai nazarından beni henüz tatmin etmiyordu. Çünkü düşman üç gündür Arıburnu ile Azmak arasında başkaca mühim kuvvetlerle icra ettiği mütevali ve fedakârane hücumlar sayesinde Conkbayırı ve Şahintepe'de mevcut tehditkâr vaziyete sahip bulunuyordu. Filhakika Hamilton bütün Kocaçimen silsilesine malik olmak noktai nazarından Conkbayırı'ının zabtını muvaffakiyetine beraeti istihlâl addediyor, bu mevzii, mihveri harekât addediyordu.
 Conkbayırı ve Şahintepe'nin muhafazası için benim kumandayı deruhde ettiğimden evvel orada muharebe eden askerlerimizin pek büyük kahramanlık ve fedakârlık gösterdiğini kemali takdirle yâdederim. Ancak şunu da ilâve etmeye lüzum görüyorum ki: Bu kıt'alar pek ziyade zayıflamış ve yorulmuş buluyordu. Fakat yeniden iki piyade alayının tahtı emrime gireceğine dair olan malûmat beni, vakit geçirmeksizin yeni icraatta bulunabileceğime ikna etmiş oluyordu. 27 temmuz günü öğleden sonra saat üçte Conkbayırı ve Kocaçimen mıntakasında bulunan 8'inci ve 9'uncu fırka kumandanlıklarına telefonla dedim ki: "Bu gece Conkbayırı'nda kendilerinden büyük faaliyet talep edeceğim iki piyade alayı için orada bulunan kıtaat vasıtasıyla hiç olmazsa sıcak bir çorba hazırlatmaya imkân bulmanız çok muvafık olur."
 O günkü muharebeyi idare ettiğim mahalli terkedip Çamlıktekke'deki karargâhıma gelirken yolda Liman Pş. Hazretlerinin yaverleri müşarünileyh tarafından beni tebrik etmek üzere geliyordu. Müşarünileyhin de karargâhıma gelmiş bulunduğunu haber verdi. Conkbayırı'nda düşmana icrasını tasmim ettiğim taarruzun yakından ihzar ve idaresi için bizzat hemen oraya hareket etmek üzere kendisinden ayrıldım. Müşarünileyh beni bizzat ateşin içine girmekten sıyanet etmeyi düşündü. Fakat başka türlü de, yapılacak hareketin neticesinden emin olamayacağımı takdir ederek muvaffakat etti. Erkânı harbiyemle birlikte Çamlıktekke'den Kocaçimen istikametine teveccüh ettik. Düşmanın bir tayyaresi semti resimize geldi ve bizi takibe başladı. Artık zarurî olarak bütün refakatim heyeti sağa sola açılmak mecburiyetinde kalmış, bunun neticesinde yollarını şaşırarak ve karanlığa kalarak ertesi güne kadar buna mülâki olamamışlardır.
 Ben, benden ayrılmayan süvari ihtiyat zabitlerinden Zeki Efendi ile tutuğum yolu takibe devam etmeyi zaruri gördüm. Kocaçimen üzerinden Conkbayırı'na gitmek istedim. Fakat bu yol İngilizler tarafından tutulmuş olduğu için ateşe maruz kaldım. Daha cenuptan dolaşarak Conk sırtının şark yamaçlarında bulunan ... inci fırka karargâhına vâsıl oldum. Kıt'aların ahvali dahiliyelerini tetkik ettikten sonra bana hazırladıkları çadıra çekildim. Zaten gece de hulûl etmişti. Lâzım gelen emirleri verdim. Taze kuvvetlere intizar ediyordum. Bu kuvvetler ise yukarda bahsettiğim iki alaydı. Bunlardan birisi pek geç vâsıl olabilmiş, diğeri ertesi gün ancak muvaffakiyet istihsalinden sonra gelebilmiştir. Bu sebeple kumandanlar ve erkânı harpleri kuvvete nazarı dikkatimi celbettiler; vakıâ hakları vardı. Fakat ben muvaffakiyeti çok kuvvete malik olmaktan ziyade elimizde bulunan kuvvete azim ve şiddet vermekte, ve onları benim tasavvur ettiğim gibi kullanabilmekte görüyordum. Geçirilecek zaman bizden ziyade düşmana faide bahş ola caktı. Onun için bütün mütaleata rağmen sureti kat'îyede taarruz edecektim. Hazırlanmaları bitince baha bildirmelerini kıt'alara emrettim.
-Peki, bu az kuvvetle ne türlü bir hücum tertip edecektiniz?
-Gayet basit!... Conkbayırı'ndaki ve Şahintepe'deki düşman karşısında duran kuvvet ...inci fırkaya aitti. Yeni gelecek alaylar bu hattın gerisinde ve hemen yakınında toplu saffı harp nizamında ahzı mevki edeceklerdi. Hareket fecirle beraber başlayacaktı: Hiçbir tüfek, top ve bomba patlamaksızın süngü ile, düşman üzerine atılmak!
-Demek ki o gece bizimkiler pençelerini içeri alıp pusu kuracaklardı. Ve İngilizler o sabah güneşin parıltısı ile uyanmayacaklar, süngülerimizin pırıltısı ile kamaşıp düşeceklerdi. Fakat zatıâliniz, anladığıma göre kaç gündür uykusuz kalıyorsunuz. Hiçbir yorgunluk duymuyor mu idiniz?
-Tabiî duyuyordum. Ve bu muharebe yorgunluğunu hiç olmazsa telâfi ederek ertesi gün hücum anında zinde bulunabilmem için çadırımda yalnız kaldım. Fakat buna imkân var mı idi? Birçok sebeplerle, birçok zevat yanıma gelmek mecburiyetinde kalıyordu. Aynı zamanda bütün grup cephesinin muhtelif kısımlarından heyecanlı raporlar alıyordum. Meselâ, düşmanın Eçe limanı önünde nümayiş için dolaştırmakta olduğu boş gemileri görmesi üzerine İngilizlerin mezkûr limana asker çıkarmakta olduğunu bildiren raporlar gibi... Geceyi işte bu tarzda geçirmiş bulunuyoruz.
 Mustafa Kemal Paşa'nın tasavvur ettiği hücum 28 temmuz günü takriben saat 4.30 evvelde başlıyor. Hücumu seyretmek üzere Paşa da asker ve kumandanlara mülâki oluyor.
 Fecir başlamış, ortalık aydınlanmaya yüz tutmuş. Fakat Paşa hücum anının gecikmekte olduğunu görüyormuş. "Halbuki buteahhür biraz daha uzayacak olursa ortalık tamamen açılacak, bizim kesif bir yığın halinde bulunan hücum kıta'alarımızı düşman görecek, karadan ve denizden namütenahi topların bombardımanına maruz kalacaktık, belki de bu bir felâket olacaktı." Müthiş heyecanlı bir buhran anı değil mi? Mustafa Kemal Bey derhal oradaki kumandanlarla beraber kaçmaya hazırlandığını, fakat buna müsaade etmeyeceğimizi söylemiş. "Bunun için benim ileriden kırbaç sallayarak vereceğim işaret üzerine hemen hepiniz düşmana atılacaksınız" demiş. Beş on adım ileri yürüdükten sonra işaretini verince zabitan ve efradın tereddütsüz bir aslan savletiyle düşmana saldırdıklarını görmüş. Bu hücumun karşısında düşmanın kâmilen ezildiğini, hiç silâh kullanmak fırsatına vakit bulamamış olduğunu anlamış.

-Ortalık açıldıktan sonra idi ki, diyor, düşman hakikaten Conkbayırı'nı cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı topların muhtelif cinste mermileri Conkbayırı semasında bitmez tükenmez yıldırımlar vücuda getiriyordu.
 Buraya kadar muhaveremizi sakin bir vaziyette dinleyen Yüzbaşı Cevat Bey, paşanın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:
-Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşanın göğsünü okşamıştır! dedi.
-Nasıl? dedim.
 Paşa tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzlar şıkırtı yaparak, göğsünün sol tarafındaki nişan kordeleleri sırası ve ipek kordonu kabara ine şöyle anlatıyordu:
-Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin arası idi. Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken göğsüne bir şeyin gayet kuvvetle çarptığını duymuştur.
-Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan zabit (rahmetli Nuri Conker Bey) "efendim, vuruldunuz" dedi. Ben böyle bir söz şuyu bulursa askerimizin kuvvei maneviyesi üzerinde yapacağı tesiri düşündüm.
Elimle zabitin ağzını kapadım.
"Sus" dedim.

Cevat Bey devamla:

-Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafında tamam saatinin bulunduğu cebe isabet etmiştir. Saat parça parça oldu. Fakat o darbe paşanın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan başka ileri geçmemiştir, dedi.
-O saat sizin için tarihî bir saattir. Görebilirmiyim efendim dedim.
Paşa:
-O saatin enkazını bu muharebeden sonra Liman Pş. Hazretleri hatıra olarak aldılar. Bana da kendilerinin ailei asalet armasını havi bulunan saatlerini verdiler.
Cevat Bey saatini gösterdi: Omega markalı siyah bir saat: Arkasında bir taç ve "L.Z." markaları. Paşanın kırılan saati de Mektebi Harbiye'den beri sakladığı Omega markalı kuvvetlice bir talebe saati imiş. Cevat Bey Zenith markalı bir bilezik saati de gösterdi ki onu Mustafa Kemal Paşa'ya o kurşun değdiği esnada yanında bulunan genç mülâzim vermiş.
Askerinin bu kadar yanına giden, onlara ön ayak olan bir kumandana en zorlu düşmanların bile dayanamayacağına aklım eriyordu.

-Peki, siz bu yaranızla uğraştığınız esnada askerleriniz ne yapıyordu? Hücuma devam ediyor mu idi?

-Tabiî. O kahramanlar, başlarında fedakâr zabitleri olduğu halde gayrikabili tevkif sevletleriyle ilk düşman hattını bire kadar boğdular. Bundan başka önlerine tesadüf eden, imdada gelen bütün düşman kıt'alarını perişan ettiler. Hattâ bizim münferit aksamımız boş buldukları istikametlerden denize kadar gitmişlerdir. Bence maksat hâsıl olmuştu. Karşımda bulunan İngilizleri kâmilen imhaya kalkışacak kadar, şeraiti müsait tasavvur etmiyordum. Onun için verdiğim emirle taarruzu kestim.

Conkbayırı'nda ve Şahintepe'de yerleştik kaldık. Bu muhaberede düşmana binlerce maktul, binlerce mecruh verdirdik. Birçok esliha aldık. O cephede bulunan makineli tüfeklerini iğtinam ettik. Birçok da esir alındı.
Bu hücumumuz Sir Hamilton'u bazı mübalâğalı tasvirlere sevketmiş. Bunu sonra, raporunu okuduğum zaman anladım. (Raporu açıp orada bir sahife arayarak) bakınız, müşarünileyh diyor ki: "Askerlerini biz, mevcut bilcümle toplarımızla topa tutturmuşuz." Bu doğru değil, tabanca bile attırmadım. Çünkü, attırsaydım o zaman baskın tarzında yapmak istediğim hücum muvaffak olamazdı. Zaten onun askerleriyle benim askerlerim değil, bizzat benim ve kumandanlarımın onlarla arasındaki mesafe ancak 15-20 hatve idi. Bu kadar yakın mesafede düşman hattına topçu endahtına imkân olmayacağı erbabınca malûmdur, bahusus gece vakti... Bir de Hamilton iki taburunun boğazlanıp haki helâke serildiğinden bahsediyor. Bu doğrudur. Fakat bizim 28 temmuzda Conkbayırı'nda yaptığımız hücumla mağlûp ettiğimiz İngiliz kuvveti Arıburnu ve Damakçık bayırı arasındaki mıntakada bulunan tekmil kuvvetleridir. Bu meydanı harpte şan ve şeref kazandıklarından bahsettiği General Kayley, bütün erkânı harbiyesiyle beraber maktul düşen General Baldwin, tehlikeli surette yaralanan General Koper nerelere kumanda ediyorlardı, yalnız iki tabura mı?

Galip askerin, doğruyu söylemeyen mağlûp askere karşı esirgeyemediği tezyif tebessümü Paşada pek vazıhtı.

-Maamafih, dedi, Sir Hamilton'un askerimizin hücumunu tasvirdeki maharetini pek takdir ederim. Doğrudur! Onun kullandığı tabirleri istimal ederek diyebiliriz ki bu muhaberede askerlerimiz İngilizler için o gün bir afet oldular. Önlerinde durmaya yeltenenleri haki helâke serdiler. Conkbayırı tepesinin zirvesini tamamen tarayıp temizlendikten sonra, yine Hamilton'un tâbiriyle söylüyorum, kovanından çıkan arı sürüleri gibi, güç halle yakalarını muhakkak bir ölümden sıyırabilen öteki kollar üzerine saldırdılar. "İngilizler için bu derece nevmidâne ve hunrizâne olan muharebenin tafsilâtı asla ve asla sahaifi evrak üzerine konamaz. Türkler birbiri ardınca meydanı kâru zare atıldılar. Ve ismullahı zikrederek hakikaten pek gazanferâne ve şirâne harbettiler" diyor. Bu hücumlara karşı duran İngiliz efradı, oldukları yerde telef oldular.

Ha, bir şey daha söylemeli. Hamilton askerimizin ma'reke meydanında yorulmuş oldukları, tükenmiş oldukları zehabında bulunuyor. Aldanmıştır zavallı. Bizim askerimiz hücum için vermiş olduğum emirde olduğu gibi, tayin ettiğim hatta durmalarına dair olan emrimi de aynı itaat ve gayretle tatbik etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Bu muharebenin daha fazla tafsilâtını yine Hamilton'un raporunda okumak mümkündür. Onun için biz bu kadarla iktifa edebiliriz. Yalnız şunu diyeyim ki 29 temmuzda vuku bulmuş olan Conkbayırı muharebesi Anafartalar muvafakiyetinin en şanlı safhasıdır.

Yaver Cevat Bey, bu muharebelerde askerimizin gayet şiddet ve gayretle hareket ettiklerine dair izahat verdi, misaller getirdi. Onlardan biri de şu ki kuvvei mâneviyesi yerinde olan, mafevklerinin fedakârlığına tamamen inanan askerde mevcut kuvvetli ruhu göstermek itibarıyla mühim buldum. Sıhhiye efradımız bir yerde istirahat ediyorlar ve yemek yiyorlarmış. Tam o esnada bir obüs yakınlarına düşmüş. Askerler bir müddet toz duman arasında kalmışlar. Sonra o sis sıyrılır sıyrılmaz görmüşler ki o askerler arka üstü yatmış kahkaha ile gülüyorlar, kendilerine zararı dokunmamış olan obüsle alay ediyorlar.
Paşa dedi ki: 29. 30. 31 temmuzda, 1 ve 2 Ağustos'ta büyük mikyasta hadisat yoktur. Olanlar da sizi alâkadar etmez.

3 Ağustos muharebesi (Kireçtepe): Kireçtepe Anafartalar muharebe cephesinin sağ cenahında pek mühim bir mevzidir. Düşman 2 Ağustos günü akşam saat 6.30 sonrada bir liva kadar kuvvetiyle grubun sağ cenahına taarruz ve Kireçtepe'nin bazı aksamını zaptetmişti. Fakat aynı gece kıt'alarımız tarafından yapılan mukabil taarruzla Kireçtepe mevzii istirdat edildi. Düşman 3 Ağustos günü daha faik kuvvetlerle tekrar Kireçtepe'ye taarruz etti. Düşmanın pek ciddi olduğu anlaşılan bu taarruzuna karşı yakından ve bizzat ittihazı tedabir etmek üzre mezkûr cephe gerisinde Turşun köyündeki fırka karargâhına gittim. Kireçtepe muharebe meydanında kâfi miktarda kuvvetlerin seian toplanması lüzumu tezahür etmişti. Onun için istifadesi mümkün olan cüzütamları celbetmek suretiyle öğleye kadar 12 tabur cem'ine muvafak oldum. Celbolunan kuvvetler mütemadiyen muharebe hattına yürüyorlardı. En nihayet, erkânı harbiyemden icap edenlerle beraber bizzat ben de muharebe hattına yaklaşmak lüzumunu hissettim. Bulunduğum yerden muharebe hattına giden tek bir yol vardı. Bu yol mütemadiyen sahil yakınından geçiyor, düşmanın sahile yaklaşmış olan iki torpidosu tarafından mütemadiyen ateş altında bulunduruluyordu. Bu sebeple ileri hareket eden tekmil kıtaatın durmuş olduğunu gördüm. Havyandan indim, kolun başına ve mecburî tevakkuf olunan noktaya geldim. Filhakika oradan ileri geçmek mevtle kat'î olarak temas etmek demektir. Halbuki bugün bu kıt'aların ileri geçmesi lazımdı. Arkamdan ve birbirinden fasıla ile erkânı harbiye reisi ve yaverlerim geçtiler. Ondan sonra, tevakkuf eden kıtaat kumandanlarına "geçeceksiniz" dedim. Parça parça koşmak suretiyle arzu edilen kıt'alar geçirildi. Bu muharebenin neticesinde düşman hareketi akim bırakıldı, evvelkinden daha hâkim bir vaziyet alındı.

Yaver Cevat Bey o gün arkadaşlarına o tehlike içinde hizmet gören bir askeri anlattı: Kimsenin geçemediği ateş içinden kemali itidal ve tevekkülle yürüyerek ilerdeki arkadaşlarına yiyecek ve kuvvet taşıyan o fedakâr genci Paşa, yaverinin göğsündeki nişanla hemen orada taltif etmiş.

Paşa dedi ki: 4 ağustostan 6 ağustosa geçeceğim. Hattâ isterseniz 8 ağustos'a geçeceğim. O gün, yani 8 ağustosta sabahtan itibaren düşmanın bir taraftan diğer tarafa asker sevketmekte ve gemilerden bazı kıt'alar çıkarmakta olduğu görülüyordu. Bununla beraber cephede sükûnet vardı. Öğleden evvel Küçük Anafartalar garbında bulunan kıt'alar nezdine gittim, tertibatta bazı tadilât yaptım. Karargâha avdetimde vaziyeti daha meşkûk görüyordum. Onun için, ihtiyatta bulundurduğum fırkalara derhal silâh başı etmelerini telefonla emrettim. Bu esnada idi ki gittikçe mütezayit top sesleriyle beraber düşmanın taarruza geçtiği anlaşıldı. Bu taarruz Küçük Anafarta köyünün sureti umumîyede garbında bulunan fırkalarımıza, Yusufçuk tepesi, İsmailoğu tepesi ve Azmak ile Kayacık ağılı arasındaki sahaya karşı idi. Taarruz olunun cepheye sevkolunabilecek kuvvetler Turşun köyü şimaligarbîsindeki 9'uncu fırka ile Sivli köyü civarında bulunan 6'ncı fırka ve 8'inci ve 4'üncü fırkaların ihtiyat kuvvetleri idi. 9'uncu fırka evvelâ tahrik olundu. 7'inci fırkayı Süliecek ve İsmailoğlu tepesi mıntakalarında takviye etmesini, diğer bir fırkanın Küçük Anafarta üzerine yürümesini, diğer fırkalara, düşmanın topçuları ile taarruz etmekte olduğu istikametleri ateş altına almalarını, hulâsa bütün cephede icap eden tedbirlerin alınmasını emrettim. Ancak, düşmanın hücum ettiği cepheye gönderdiğim ihtiyat kuvvetleri muvasalat edebilmek için zaman geçecekti. O zamanı kazanmak lâzım geliyordu. Elimde bir süvari livası da vardı. Bu süvari kıt'asının mevcudiyeti bende şöyle bir hatıra uyandırdı:

Fransızlar Seddülbahir cephesinde piyadelerinin hücum hatları önünde bir süvari kıt'asını, yayılmış olduğu halde bizim hattımıza saldırtmışlardı. Bu Fransız süvarilerinin ateş karşısında bi-muhaba ölüme koşmaları hoşuma gitmişti. Bu hareketi cidden şövalöresk bulmuştum. Piyadenin önünde bir perde yapıyorlar, ve ötesi yok işte, ölüme kucak açıyorlar, arkalarındaki piyadeyi korumak için kendilerini feda ediyorlardı. Bu ne tasvir edilecek cesaret ve fedâkarlık levhasıdır!

Binaenaleyh derhal bizim süvari alayı kumandanı beyi yanıma çağırdım. İsmailoğlu tepesine taarruz eden düşmanı aynı tarzda bir hareketle tevkif etmesini kendisine emrettim. Pek kıymetli bir süvari kumandanı olan bu arkadaşımız bütün cesareti necibesini bu münasebetle izhar etti. Bana arzu ettiğim zamanı kazandırdı. Düşmanın deniz ve kara topçuları İsmailoğlu tepesi ile Azmak deresinin şimal ve cenubundaki mevzilerimizi şiddetle bombarduman ediyordu. Henüz natamam olan siperlerimiz barınılmaz bir hâle geliyordu. Bilhassa, Yusufçuk tepesine düşman bataryaları ateşlerini temerküz ettirmişlerdi. Düşman bütün cephe üzerine piyadesiyle de taarruz ediyordu. Topçularımızın, piyadelerimizin kemali metanetle icra ettikleri ateş sayesinde bütün bu cephelerdeki düşmanın ilk taarruzu telefat ile püskürtüldü. Öğleden sonra 4 ile, 4.50 raddelerinde tahminen bir fırka kadar düşman kuvvetinin birbirini müteakip birkaç kademe olan Lâletepeden ilerlemekte olduğu görüldü. Bu düşman kuvvetleri Mestantepe ve Kayacıkağılı'na doğru yanaşıncaya kadar pek çok telefat verdi. Ve birçok defa tevakkufa mecbur oldu. Bazı aksamı darma dağınık bir hâle geldi. Fakat herhalde ilk taarruza yapan düşman kıt'atı takviye olundu. Ve ikinci defa olarak tekrar taarruza kalktı. Bu defa da Yusufçuk tepesine karşı vaki olan hücum defedildi. Yalnız bir jandarma bölüğümüzün geriye çekilmesi üzerine orası derhal takviye olunarak bir süngü hücumu ile düşman o noktadan da atıldı. Düşman saat 6 sonraya doğru taarruzunu faik kuvvetlerle ve efradı İngiliz asılzadelerinden mürekkep ikinci süvari yaya fırkası ile üçüncü defa olarak tekrar Yusufçuk tepesine girdi. Tarafımızdan birinci hatlar takviye olunarak icra ettiğimiz taarruza düşmanı o tepeden attık. Hakimiyet bizde kaldı. Düşmanın Azmak cenubunda yaptığı taarruzlar da püskürtüldü. Bu suretle 8 ağustosta düşmanın lâakal biri taze olmak üzre üç fırka ile yaptığı taarruz neticesinde on beş yirmi bin kadar zayiatı oldu.

Düşmanın maksadı bence Kayacıkağılı, İsmailoğlu ve Yusufçuk tepelerini zaptederek cephemizi yarmaktı. Ve bu hat dahilinde şarka ilerleyecekti. Filhakika pek büyük azim ve inat ile müteaddit taarruzlar yaptı. Kıt'alarımızın ve başlarında bulunan kumandanlarla zabitlerimizin metanetleri, fedakârlıkları sayesinde düşmanın hücumları göğüs göğüse, süngü süngüye karşılanarak imha edildi. Neticei muvaffakiyet de bizde kaldı.

Paşa, General Hamilton'un raporunda, aynı güne tesadüf eden vakayii hikâye eden sahifeleri yüksek sesle okudu ve bana dedi ki:

-Görüyor musunuz, işte o da bu mağlûbiyete kabul ediyor. Yalnız tasavvur etmediği müşkülâtı bu mağlubiyeti sebep gösteriyor. Halbuki benim ve kıt'alarımın içinde bulunduğumuz müşkülât, muhakkak ki onlarınkinden daha az değildi. Ve kendi ifadesine nazaran "üç fırkadan da fazla olduğu anlaşılan ve bahusus damarlarında bir damla İngiliz kanı cevelân eden her bir ferdi iftiharından lerzedar eyleyecek derecede ulvî bir manzara" arzettiğini söylediği İngiliz asılzadeler fırkasını mağlûp etmek için benim kullandığım kuvvetlerin miktarını Hamilton tarihi harpte okuyacağı zaman Türk askerlerini, Türk zabit ve kumandanlarını herhalde bu İngiliz fırkasının ulviyetinden daha âli bulacaktır. Bundan eminim. Sir Hamilton mezkûr fırka efradı için diyor ki: "Bu derece güzide efrada zamanı hazır muharebatında pek ender tesadüf olunur". Bunu böyle kabul edersek o halde bizim 34'üncü ve 64'üncü alaylarımızın -ki onları mağlûp etmiştir- efradına dünyanın hiçbir ordusunda tesadüf etmek ihtimali olmadığı itiraf olunmalıdır. Yalnız Sir Hamilton'u parlak gayesine muvaffak olmaktan men'ettikleri için İngiliz kumandanın "Türkler ikinci yaya süvari fırkasının, kendilerinin gırtlaklarına yapışıp bir haddi tedip yemekten kendilerini kurtardıkları için pek talihli imişler" sözünü pek bayağı bulurum. Ve buna mukabil şu cümleyi kullanmaya kendimi mezun addederim. İngiltere'nin baisi iftiharı olan ikinci Mavend yaya süvari fırkası efradının temiz kanlı ve mert Türk kahramanları karşısında dayanamadıkları bence bizim için daha şayanı iftihardır. Hakikaten Türkler takati beşerin fevkinde bir kudret göstermişlerdir.
Şimdi gelelim 13 ağustos muharebesine. Anlıyorsunuz ki sekizden on dörde kadar olan günlerin hadisatından bahse lüzum görmüyorum.
14 ağustos Kayacıkağılı muharebesi: O gün düşman kesif topçu ateşiyle Kayacıkağılı cephesinde bulunan fırkamızı ateş altına alarak oradaki siperlerimizi döğmeye başlamış. Bu ateş öğleden sonra saat dörde büsbütün kesbi şiddet etmiş. Buna gemi topçuları da iştirak etmekte imiş. Mustafa Kemal Bey, düşmanın o cepheye bir taarruz hazırlamakta olduğuna kat'î bir surette hükmetmiş. Oradaki fırka kumandanına, böyle bir taarruza mukabele maksadıyla hazırlanması için icap eden emri vermiş. Aynı zamanda mümkün olan tekmil topçularına da o istikamette ateş açtırmış. İhtiyat fırkalarından birine de hazırlık emri verilmişti. Filhakika düşman mezkûr cepheye taarruz etmiş.
Mustafa Kemal Bey, oradaki fırka kumandanından vazıh haber alamadığı için, kendisine telefonla şu emri veriyor:

"İlerideki kuvvetleri kullanacak kimsenin orada bulunmadığını anlayarak meteessir oluyorum. Her halde birinci hatlar teksif edilmeli. Düşmanın hücumu halinde derakap süngü ile karşılanacak surette ihtiyat taburları birinci hatta takrip edilmeli. Bunun böyle yapıldığından ben emin olmalıyım. Rica ederim icraatınızı hemen bildiriniz".
Aynı zamanda demin bahsettiği ihtiyat fırkasını da o cepheye hareket ettirmiş. Erkânı harbiyesinden Pertev Bey'i de haber zabiti olarak oraya göndermiş. Almakta olduğu haberler natamammış. Bununla beraber düşmanın siperlerimize girmiş olduğuna kanaat getirmiş.
"Fırka kumandanının verdiği haberlerle vaziyet tenevvür etmiyordu. O kadar ki bu fırka kumandanına muğber oluyordum. Saat 6.15 sonrada da kendisine bu emri verdim" dedi.
-Mümkünse lütfen okur musunuz? 
-Ben şu habere intizar ediyorum: Siperlerimize giren düşman mahvedilmiş, düşman siperlerine askerlerimiz girmiştir. Bundan başka hiçbir haber bence haizi ehemmiyet değildir. 

İşte bu emri verdim.

-Netice ne oldu efendim?

-Bu emirden sonra gelen raporlarda da vuzuh yoktu. Bunlarda, hareketin iyice hava karardıktan sonraya talikine müsaade etmem talebinde bulunuyordu. Bunun üzerine yeni bir emrimde dedim ki: "Düşmanın tardı için gecenin hulûlünü bekleyerek bir an bile kaybetmek kat'îyyen caiz değildir. Düşman da karanlıktan bilistifade fazla takviye kıt'aları alır. Faalâne hareket ederek düşmanı hemen tardetmeniz matluptur. Gönderdiğim takviye kıtaatı ile irtibat peyda ediniz. Onları cephe gerisine yaklaştırınız ve bana bildiriniz."
Bu fırka cephesinde o gün ve bütün gece sabaha kadar müteaddit defalar kanlı boğuşmalar olmuş. Neticede düşman maksadını elde etmekten mahrum kalmış. Bundan başka bizim için pek parlak bir muvaffakiyet denecek derecede de fazla zayiata uğramış.

14/15 gece yarısından sonra düşman Mestan tepeden Yusufçuk tepesine taarruza teşebbüs etmişse de piyade ateşlerimizle bu da bertaraf edilmiş.
Paşa dedi ki:

-İşte bu Kayacıkağılı muhaberesinden sonra nihayete kadar artık ciddî hiçbir muhabere vukubulmamıştır. Bu uzun müddet zarfında gerek biz gerekse düşman tahkimat ve tertibatla iştigal ettik. Bütün tafsil ettiğimiz bu muhaberelerde düşman pek büyük zayiata duçar olduğu ve bizim tahtı hakimiyetimizde kalmaktan kurtulamadığı için bütün ümitleri kırıldı. Ben 27 teşrinisanide rahatsızlandım.

-Demek her gün sarsıp emellerinden uzaklaştırdığınız düşmanınızın kaçtığını görmediniz.
-Hayır! Fevzi Paşa. Haz. ni (Mareşal Fevzi Çakmak) yerime tevkil ettim. İstanbul'a geldim.
-Firar haberini nereden aldınız efendim?
-Zannederim on gün sonra, İngilizlerle Fransızların topraklarımızdan kaçtığını İstanbul'da işittik. Bilâhare erkânı harbiye reisimin buna dair verdiği rapora istinaden İngilizlerin bu hareketini izah için, başka kelime aramaya lüzum görmüyorum. Bu tabirin bütün vüs'ati mânasıyla kaçtılar, kaçtılar diyeceğim. Bu, kendilerince muvaffakiyetli bir kaçıştır, dedi.

Ve gülümsedi.

Bu kadar zaman bana şu hulâsaları vermek için yorulan kıymettar zata teşekkürler ettim. Ve askerlik hayatına İstanbul'dan Yafa'ya sürülmekle başlayan, Hareket Ordusu gibi, Trablusgarp ve Balkan muharebeleri gibi memleketin en tehlikeli zamanlarında can verircesine vazife başına atılan bu kahramanın elini sıktım. İçimde ona karşı derin bir hürmet, bir İstanbul çocuğu ruhu ile derin bir şükran olduğu halde yanından ayrıldım.

http://www.kultur.gov.tr/TR,96522/ucuncu-safha.html

***

   
2. General Harbord'a Verdiği Mülâkat


Mustafa Kemal Paşa – General Harbord Görüşmesi 
Tanık ve Tercümanı: 
Prof. Dr. Hulusi Y. Hüseyin 

Dr. Fethi Tevetoğlu

Millî Mücadele başlangıcındaki en önemli dış ilişkilerden, diplomatik ve askerî müzakerelerden biri, 20 Eylül 1919 Cumartesi günü1 Sivas’da yapılan ve üç saat kadar süren (Mustafa Kemal Paşa – General Harbord Görüşmesi)’dir.2Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünü yaptığı Millî Mücadele Hareketi’ni zafere ve başarıya ulaştırmak yolunda çeşitli engellerle karşılaştığı bir gerçektir. Hilâfet meselesi, bolşeviklik ve komünistlik meselesi, Rusya’dan asker, silâh ve para yardımı bahanesiyle Türkiye’ye sokulmak istenilen bolşevik kuvvetler meselesi, Enver Paşa problemi, Damad Ferid başta olmak üzere yerli korkak, çaresiz, umutsuz veya satılmışların yabancı manda faaliyetleri bunlardan birkaçıdır.Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), başlangıçta karşılaştığı bu tehlike ve güçlüklerin tesirlerini ortadan kaldırıncaya, yok edinceye kadar, bazı hususları ustalıkla idare etmek zorunda kalmıştır. Bu çetin meselelerden biri, İstanbul ve Anadolu’da – Atatürk’ün en yakın bazı arkadaşları da dahil kabarık sayıda taraftar bulan “Manda” konusudur.Henüz General Harbord Sivas’a gelip Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeden, Erzurum ve Sivas Kongreleri Öncesinde ve sonrasında, “Amerikan Mandası” meselesi üzerinde çeşitli yazışmalar, tartışmalar, yorum ve dedikodular yapılmıştır. Fakat işi Türklerin yararına kesin bir sonuca bağlayan kararlar, hep bu (Mustafa Kemal Paşa – General Harbord Görüşmesi) neticesinden doğmuştur.Bu tarihî gizli görüşmenin, günümüze kadar yaşayan ve halen o da rahmetlik olan bir tanığı, General Harbord’a tercümanlık yapan, Robert Kolej Tarih Öğretmeni Hüseyin Pektaş (Prof. Hulusi Y. Hüseyin)’dır.1969 yılının ılık bir yaz gününde, Hüseyin Pektaş’ı Rumelihisarı’nda, Kolej’e yakın bir tepecik üzerindeki, Boğaz’a bakan güzel yuvalarında bir akşam üzeri ziyaret etmiştim. Kapıyı bana, 1935 – 1946 yıllarında üç devre Malatya milletvekilliği yapmış çok muhterem Mihri Pektaş Hanımefendi açmışlardır.Millî Mücadele’mizin son derece önemli bir olayını aydınlatmak üzere yardımına başvurduğum bu alçakgönüllü seçkin insan Hüseyin Pektaş Bey, son derece mutlu mütehassis ve heyecanlı idi. Bebek Koyu’na bakan küçük köşkünün zümrüt ve yakut taşan çiçek saksılarıyla süslü çıkmasından Boğaziçi’ni seyrederek konuşmamıza başlamıştık.Amerikan Heyeti’ne Amerika’da hususî surette sızmış vazifeli Ermeni personelin, Türkler, Mustafa Kemal Paşa ve Millî Mücadele zararına oynayacakları rolü, yaptığı tercümanlık vazifesi ve gördüğü büyük hizmetle, milletimiz ve vatanımız yararına çevirmiş bulunan Hüseyin Pektaş, ben kendisine milletçe borçlu bulunduğumuz şükranı ifade ederken, sonsuz bir alçakgönüllükle : “Hayır, bu işteki şeref bana değil, hak ve hukuk bilen samimî bir Türk dostu ve Atatürk hayranı Amerikan generali Harbord’a aittir” diyordu.Yaptığı önemli tercümanlık ve refakat (eşlik) görevi ile Millî Mücadele’ye büyük hizmeti dokunmuş bu tevazu âbidesi, asîl insanın adı pek az yerde anılmakla yetinilmiştir. Kısacık da olsa bir hâl tercümesine ansiklopedilerimizin birinde rastlamamıştım. Bu itibarla önce Hüseyin Pektaş’ın kendi hayat hikâyesini tesbit ettim:

“Yeniköy Belediyesi Vergi Kâtibi Yusuf Bey ‘in oğluyum. Babam, Sarıyer Maliye Dairesi’nde küçük bir memurdu. Annem, Şehitlik Dergâhı Şeyhi Nâfî Baba ‘nın kızı Hayriye Hanım’dır. Ailenin en büyük oğlu olarak 1884’de Rumelihisarı’nda dünyaya gelmişim. Adımı (Hulusi Hüseyin) koymuşlar. Ben gençliğimde, Kolejdeki ad ve imza geleneğine uyarak (Hulusi Y. Hüseyin) diye imza atardım. Buradaki (Y), Babamın adı Yusuf’un ilk harfidir.

Okula Rumelihisarı ‘nda başladım ve evde özel hocalardan ders alarak ilk öğrenimimi tamamladım. Sonra Amerikan Koleji’ne girdim ve ilk Türk öğrencilerinden biri olarak 1903 yılında Robert Koleji bitirdim. Kısa bir süre İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne devam ettikten sonra, yüksek öğrenimimi tamamlamak üzere Paris’e gönderildim. 

Sorbon Üniversitesi tarih bölümünde üç yıl okudum. 1905 yılında Robert Kolej’e dönerek burada yıllarca tarih, Türkçe ve edebiyat; ayrıca Yüksek Ticaret ve Mülkiye mekteplerinde ingilizce öğretmenliği yaptım. Daha 15 yaşımda iken Tevfik Fikret’den evimizde edebiyat, Arabça ve Farsça dersleri almış ve onun hastalanıp gelemediği günler Kolej’de yerine derslerine girmiştim. Tevfik Fikret’den sonra, gazeteci bir Arap yazardan Arapça ve Farsça öğrenmeğe devam ettim. Böylece anadilimiz dışındaki iki Batı ve iki Doğu dilini tam mânâsı ile öğrenmeğe çalıştım. 1927’de Mihri Hamm’la evlendim. Necla (1928) ve Süveyda (1929) adlı iki kızımız dünyaya geldi. Atatürk’ün yakın arkadaşı ve hayranı Hasan Rıza Soyak’ın oğulları (Enver ve Sungu Soy ak) ile evli bulunuyorlar.

Millî Mücadele sırasında, Türkiye’de Manda idaresi ve Ermeni Meselesi konularını yerinde inceleyecek Amerikan Heyeti’nin Başkanı Tümgeneral James G. Harbord’a Anadolu gezisinde eşlik ettim ve Sivas’da Atatürk’le görüşmesinde tercümanlık yaptım. Son resmî vazifem, Lozan Barış Konferansı ‘nın her iki döneminde, Türk Heyeti’ne tercüman kâtip sıfatı ile katılmam olmuştur. Bir ara Şehir Meclisi üyeliği yaptım. Büyük Atatürk, Millî Mücadele’deki hizmetime karşılık beni milletvekili seçtirerek mükâfatlandırmak istediler. Siyasî hayattan hoşlanmayışımı kendilerine arzettiğim zaman bunu hoşgörü ile karşılamışlardı. Bunun üzerine, şahsen çok istedikleri Türk kadının teşriî hayatta yer alması düşüncelerini de gerçekleştirmek için, refikam Mihri Hanım’ın kadın milletvekilleri meyânında Meclis’e girmesini, 1935’de Malatya’dan milletvekili seçilmesini emrettiler. Ben emekli köşemde, hâtıralarımla başbaşa kalıp Aşiyan Bekçiliği yapmayı tercih ettim. 

“Şimdi, 

(Mustafa Kemal Paşa — General Harbord Görüşmesi) ile ilgili târihî hâtıralarını tesbit etmeme sıra gelmişti.Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması sonunda, Türk çoğunluğu bulunan topraklar üzerinde bağımsız bir Türkiye’nin bırakılması gerektiğini ilân eden Wilson hâriciyesi, “Türkiye’nin Yeniden Kurulması” konusunda bir komisyon teşkil etmişti. Bu komite, her ne suretle olursa olsun, büyük çoğunluğu ile Türk bulunan Doğu Anadolu’da bağımsız ve muhtar bir Ermenistan kurulmasını reddediyordu. Fakat, Amerika’da Ermeniler çıkarına yapılan abartılmış propagandalara kanmış ve kapılmış olarak Paris Konferansı’na gelen Wilson, orada da Lloyd George, Clemanceau ve Orlando’nun paraleline düştü. Manda formülü ile Türk topraklarını büyük lokmalara parçalayıp aralarında paylaşmaya kalkışan İtilâf Devletleri’nin liderleri, Amerika’ya da kurulacak Ermenistan’ın manda yönetimini, bir de Boğazlar ve İstanbul üzerinde teşkili düşünülen mandayı bırakmışlardı.W. Wilson’i Türklerle Ermeniler arasında hakem tâyin etmek isteyen İngiltere, Fransa ve İtalya, kendi aralarında paylaşma güçlüğü çekiyorlar ve çıkar yarışması hâlinde bulunuyorlardı. İşin içine Amerika’yı da sokmak isteyişlerinin başlıca sebebi bu idi. Ayrıca, bilhassa Lloyd George, İstanbul ve Türkiye’de bir Amerikan Mandası olursa, bunun Ruslarla kendi aralarında bir tampon kuvvet ve denge vazifesi göreceği düşüncesinde idi. Wilson’in şahsen yanaştığı bu iki manda yönetimine, Amerikan kamuoyunda ve basınında şiddetli tepkiler vardı. Özellikle Herbert Hoover başta olmak üzere Wilson’a yakın çevrelerde ve Amerikan Senatosu’nda kuvvetli bir muhalefet meydana gelmişti. 

Böylece konuyu yerinde inceleyecek bir askerî heyetin gönderilmesi ve Türkiye ile Ermeni meselesi hakkında bu heyetin vereceği rapor üzerine karar alınması ve hareket edilmesi Senatoca kabul olundu.Başkan Wilson’in yetkisi altında, kadrostı bir hayli geniş tutularak kurulan Amerikan Askerî Heyeti, onbeşi asker ve otuzbiri sivil olmak üzere 46 kişiden ibaretti. Fransa’daki Amerikan Askerî Kuvvetleri ile Hoover başkanlığındaki Amerikan Yardım Kuruluşu personelinden seçilen tecrübeli ve yetenekli uzmanlar arasına, bazıları Amerika’dan gelmiş Ermeni asıllı, kasıtlı ve özel görevli kimselerin de sızdığı, sokulduğu görülmektedir. Heyetin kuruluşunda ve özellikle başına dürüst tarafsız ve Filipinler’de başarılı hizmet vermiş tecrübeli General Harbord’ın başkan getirilişinde, daha sonra Amerika’nın 31. Cumhurbaşkanı seçilecek Herbert C. Hoover’in büyük çabası olmuştur.General Harbord ve General Pershing’in de iyi niyet, dürüstlük ve tarafsızlıklarına rağmen, heyete sokulan, sızdırılan ikisi subay, üçü sivil 5 Amerikalı Ermeni şunlardır:Mühendis Binbaşı Şekerciyan Mühendis Üsteğmen H.H. Kaçadoryan Yardımcı Aram KojassarTercüman Dikran SerjenyanTercüman Dik OhanesyanGeneral Harbord’ın konu ile ilgili, Washigton’a Kongre Kütüphanesi’nde bulduğum yazma ve basılı hatıra, rapor ve makalelerinde, Türkiye’deki temaslarında tarafsızlığı sağlamak için, heyetine yerleştirilmiş Ermenileri çevresinden uzaklaştırdığı, gerçeklerin değiştirilmesine fırsat vermemek için mühim tedbirler aldığı belirtilmektedir.Nitekim, rahmetli Hüseyin Pektaş da bu nokta üzerinde özellikle durarak şu açıklamayı yapmışlardır:
“General Harbord, Anadolu’da yapacağı gezi ve araştırmasında Ermeni tercüman ve kılavuzları yanında istemediğini bildirerek, güvenilir, dürüst ve Türk asıllı bir 
tercüman ve kılavuz bulunmasını istanbul’daki temsilcilerinden istemiş. Amerikan Büyükelçisi de Kolej Müdürü ile temas ederek beni seçmişler ve tavsiye etmişler. 
Generalle ilk görüşmemde son derece tarafsız, dürüst, hak ve hukuk arayan bir zat olduğuna kanaat getirdim. Göreceğim vazifenin önemini de takdirle tekliflerini abul ettim.

2 Eylül 7979’da İstanbul’a gelmiş General Harbord, burada kaldığı dört gün Zarfında resmî ve hususî temaslar yapmış. Bu ilk görüşmelerde, Millî Mücadele Hareketine inanmayan, umutsuz, yılmış Türklerin şiddetle “Amerikan Mandası” isteyişleri, Generali şaşırtmış. Fakat, ben de yanında iken, Anadolu’nun dört bir bucağında bulduğu ve tanık olduğu gerçek durum, General Harbord’un olumlu bir izlenimle isabetli kararlar almasını sağladı. Nitekim, Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir Paşalar başta olmak üzere, Rauf Bey (Orbay), Ahmed Rüstem Bey, Bekir Sami Bey (Kunduh), Kurmay Albay Dadaylı Hâlid Bey (Akmansü) gibi Anadolu Mücahidleri ile tanışıp, onların kurtuluş ve istiklâl yolundaki inançlı, kararlı, imanlı ve yılmaz tutumlarına tanık olunca, General Harbord ve arkadaşları, vazifeli kılındıkları konuda dikkate alınacak ve bu bölgede hesaba katılacak tek ciddî kuvvetin, Mustafa Kemal Paşa’nın başbuğluk ettiği Anadolu’daki Millî Mücadele kadrosu olduğu hükmünü kuşkusuz verdiler. 
“Hüseyin Pektaş Bey’e, Kongre Kütüphanesi’nde bulup istinsah ve tercüme ettiğim General Harbord’ın hâtıralarından bir bölümü okuyarak fikrini sordum. O bölüm, aynen şöyleydi: “Sivas yolundayız… Sivas’ın bizim heyetimiz gözünde özel bir yeri ve değeri vardı. Türk Ordusu’nda büyük şöhrete sahip olup Çanakkale’de olağanüstü bir cesaretle Ordu Komutanlığı yapmış bulunan Mustafa Kemal Paşa, Mütareke’den sonra Anadolu’ya ve Ermeni vilâyetlerine (?!) umumî müfettiş olarak gönderilmiş ve Rusya ile Türkiye arasındaki eski sınırı muhafaza ve Doğu vilâyetlerindeki askerî kuvvetlere komutanlık etmekle vazifelendirilmişti. Karargâhı Erzurum’da olan bu zat, burada Türk imparatorluğu’nu korumak ve Halife’yi İstanbul’da eski yerinde muhafaza etmek için, yeryüzündeki Müslüman âleminin temsilcilerini toplayan bir kongre yapmıştı. Bu kongreye bizzat Mustafa Kemal Paşa başkanlık etmiş ve göründüğüne göre iyi yönetmişti. Nihayet kongre, Eylül’de Sivas’da toplanmak üzere dağılmıştı. Mustafa Kemal Paşa da kendisini büsbütün bu mücadeleye adayarak istifasını verdi ve Hükümet Ordusu ‘ndan çekildi.

Bizim heyet İstanbul’dan yola çıktığında, Sivas Kongresi toplanmış bulunuyordu. Biz, gayrı resmî olarak bu kongreyi toplayanlara tasviye edilmiştik. 
Böylece bulundukları yerlere yaklaştığımız zaman tavsiye yazılarımızı gösterip kolaylık sağlayacaktık. Bizce, bu Millî Mücadele’nin ne amaçla yapıldığı ve ne gibi sonuçlar doğurabileceği açıkça bilinmiyordu. İstanbul’daki yabancı temsilciler bu yüzden büyük bir kuşku içinde idiler. Hatta bize : “Ne olur, ne olmaz, tedbirli ve uyanık bulununuz” diye tavsiyelerde bulunmuşlardı. Lâkin, Mardin’e vardığımız zaman anlaşıldı ki, Türkiye’nin doğusundaki bütün sivil ve asker memurlar, yetkililer, Millî Mücadele Hareketi’ne katılmışlar ve yalnız Malatya bunun dışında kalmıştı. Ordu subayları ve memurlar, hep Sivas’dan (Mustafa Kemal Paşa’dan) aldıkları emirlerle hareket ediyorlar ve idare mekanizması eskisi gibi işliyordu.

Biz 18 Eylül’de Malatya’dan hareket ettiğimiz zaman, Sivas Kongresi sona ermiş ve seçtiği bir komiteye de hükümet vazifesini vermişti. Malatya’da bize, Millî Mücadelecilerin bizi, yani Amerikan Hükûmeti’nin gönderdiği araştırma heyetini, iyi karşılayacaklarına ve memleket durumunu görüp anlamak vazifemizi güzelce başarabilmemize memnunlukla yardımcı bulunacaklarına dair güvence verilmişti.

İstanbul Hükûmeti’ne karşı ayaklanma ve ihtilâl sayılacak bir davranışın önderi olan zâtın, bizi “Hoş geldiniz!” diyerek resmî surette karşılayacak kimselerin arasında bulunmasını ve bu yüzden gezimizin kötüye doğru gitmesini istemediğim için, bizi karşılayacak heyette Mustafa Kemal Paşa’nın bulunmasını istemediğimi söyledim.

Ayın yirminci günü (20 Eylül 1919 Cumartesi), öğle vakti Sivas’ın varoşlarına vardık. Yolumuz dağların arasından birkaç mil dolaştıktan sonra, kıvrılıp vadiye iniyordu ve oradan vadinin manzarası fevkalâde idi. Şehir, Karadeniz ‘e akıp giden bir nehrin kenarında idi. Bizi karşılamak için nehre yakın düz bir yere çadırlar kurulmuş, bir pavyon hazırlanıp halılar döşenmiş ve bir müfreze piyade ve süvari kıtası çıkarılmıştı. Romalılardan kalma taş-köprü ve arkasında hızla akan nehir ile bütün bu manzara pek güzel bir tablo teşkil ediyordu.

Karşılama heyetinde sivil ve asker erkân ile —Mustafa Kemal Paşa dışında—Kongre’nin seçtiği diğer Temsilciler Heyeti ileri gelenleri vardı. Bu ileri gelen saygın kimselerin bazıları, memleketin tanınmış, seçkin, yüksek şahsiyetleri idiler. İtalya Savaşı sona erdiği vakit bir Türk kruvazörünün komutanı olarak Akdeniz’de pek cesaretli ve gösterişli bir akın yapıp, geçen Ekim’in birinde de Bahriye Nâzın sıfatı ve Baş-temsilci yetkisi ile Mondros Mütarekenamesi’ni imzalamış olan Rauf Bey de bu zevat arasında idi. Pek güzel İngilizce konuşan bu zat, karşısındakilerde her an mücadeleye hazır ve kuvvetli bir adam tesiri bırakıyordu3.

Bir de Rüstem Bey vardı ki, daha önce Washington’da Türk Sefiri olarak bulunmuş.4 Beyrut ve Haleb valiliklerinde bulunmuş Bekir Sami Bey adında yaşlı bir zat daha vardı.

Sivas’daki Türk askeri, bu ana kadar gördüklerimizin en iyisi idi. Ülkelerinde dokunmuş kumaştan üniforma giymişler ki, uzaktan pek kirli görünüyordu. Başka yerlerde gördüğümüz erlerin çoğu kılıksız-kıyafetsiz ve hatta ayakkabısız oldukları halde, bu Sivas’dakiler hepsinden iyi giydirilmiş ve donatılmıştı, Çadırlardan oluşan pavyonda, gelenek olan çay, kahve ve bisküvi ikramı yapıldı. Türklere has birçok şeylerle âdeta beslenir gibi, hep birlikte yiyip-içtik. Yalnız iyi bir şey vardı ki, onu söylemeden geçemiyeceğim; yiyip-içtiğimiz şeylerde ispirtonun damlası yoktu ve hemen hep meyvelerden, yemişlerden ibaretti. Artık şehre girmiş olduğumuz için, oradan doğru vatandaşlarımızın yanına gittik ve bir gün önceki kahvaltıdan beri, doğru dürüst yememiş olduğumuz için, yıllardır Sivas’da misyonerlik etmekte olan Doktor Partridge ile baldızı Miss Graff am ‘in evlerinde hazırlanan Amerikan yemeğini büyük bir iştihâ ile yedik.

Yemekten sonra resmî ziyaretler için önce Vali Konağı’na gittik. Orada, ne kadar yazık ki, büyük bir özen ile hazırlanmış bir yemekle daha karşılaştık ve reddetmek naziklikle asla bağdaşmadığından, ister istemez oturup az-çok birşeyler yemek zorunda kaldık.

Biz İstanbul’dan ayrılmadan önce, gezi yolumuz üzerinde Sivas’ın da bulunduğunu bilen birçokları, “Buranın çok tehlikeli olduğunu düşünmediniz mi?” diye sormuşlardı. Mardin ile Sivas arasında rastladığımız memurlar da, Kongre Başkanı hakkında derin saygı beslemekle beraber, biraz da korku hissi duyduklarını gizlemiyorlardı. Türk köylerinde, (Paşa) denildi mi, büyük mânalar ifâde eder. işte bu görgü ve duygu üzerinedir ki, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeyi derin bir heyecan ve ilgi ile beklemeğe başladık. Yakın Doğu ‘nun durumunu görmeğe çıkan bizim gibi bir heyet, tabiî olarak, bu millî hareketin başında bulunan zâta karşı ilgisiz kalamaz. Neticede, Valinin resmî ziyaretinden hemen sonra, Mustafa Kemal Pasa ile görüşülmek üzere sözleşildi.

General Moseley ve Me Coy ve tercümanımız Profesör Hüseyin Bey (Pektaş) ile ben (General Harbord) gittik. Mustafa Kemal Pasa ile beraber de Rauf Bey (Orbay), Ahmed Rüstem Bey (Eski Washington Büyükelçisi), Bekir Sami Bey (Kun-duh) vardı ki, bunlar hep icra Komitesi’nden (Heyet-i Temsiliye’den) idiler.

Mustafa Kemal Paşa, otuzsekiz yaşlarında, boyu-bosu yerinde, asker tavırlı genç bir zattı. Bıyıkları kestane renginde, gözleri mavimsi, hafif kumral saçlarını hep arkaya taramış, elmacık kemikleri çıkık olup, üzerine pek özenerek güzel bir sivil kostüm giymişti. Bütün görüşmemiz süresince başı açık durdu. Halbuki Türkler, ötedenberi evde ve dışarıda başlarına fes giyerler. Kemal Paşa ‘nın Çanakkale’de Ordu Komutanı iken tehlikeden sakınmak bilmeyip pervasızca davranışlarda bulunduğunu; komutan olduğu halde tehlikeye uğramaktan çekinmeyip ateş hattında ataklıklar gösterdiğini, maiyeti de ister istemez böyle davranmak zorunda kaldığından Alman olan Kurmay baş kanı’nın şikâyetini davet ettiğini işitmiştik. Bu sebeple de kendisine ayrı bir sempati ile bakıyorduk.

Mustafa Kemal Paşa ile görüşmemiz ikibuçuk saat kadar sürdü ve en çok o konuştu.

Tercümanımız Hüseyin Bey’in aracılığı ile söze ilk ben başladım ve Millî Mücadelecilerin amaçları, o sıradaki durum ve tutumları hakkında dış âleme pek kuşku verici haberler yayılmış olduğundan bahsederek, bu konuda bize gerçek bilgi verilmesini istedim.

Cevapları gayet açık ve akar su gibiydi. Tercüman aracı ile olaylar ve gerçekleri düzenli bir sıra ve mantık çerçevesinde ayrıntılarıyla anlatıyor ve kendini zapt ve cebretmekte büyük sıkıntı çektiği sinirli hâlinden ve elinde tuttuğu oldukça güzel teşbihi hiç durmadan sürekli çekmesinden belli oluyordu. Fakat sonradan öğrendim ki, bir zaman önce sıtmaya yakalanmış ve bizimle görüştüğü sırada kendisi rahatsız, sıtma nöbeti içinde bulunuyormuş. Göze çarpan üstün kişiliği ile bütün arkadaşlarına ve çevresine hâkim olmuştu.

Bu Millî Mücâdele Hareketi’nin, Yunanlılar tarafından İzmir’de başlatılan insanlık dışı vahşetler üzerine geliştiğini ve İmparatorluğun her köşesinde küçük küçük millî savunma ve direniş birlikleri kurulduğunu ve Kongre’nin, bu grupların birleştirilip tek kuvvet ve hareket hâline getirilmek amacıyla yapıldığını anlattı.

Özet olarak maksatlarının Türk Devletinin bütünlüğünü korumak olduğunu söyledi. Topladıkları Kongre’de verdikleri karar, Cumhurbaşkanımıza telgrafla bildirilmiş ve Senato tarafından buraya bir araştırma heyeti gönderilmesi rica edilmiş. Lâkin onların müzaheret (yardım etme, koruma, arkalama) hakkındaki görüş ve fikirleri asla bizimki gibi değildi. Onlar bunu yalnız, bir büyük kardeşin öğütleme, nasihat ve yardımı gibi düşünüyorlar. İç yönetime veya dış ilişkilere hiç bir suretle karışılmamasını şart koşuyorlardı.

Konuşmamız arasında Paşaya ülkesinin dünya nazarındaki mevkiini hatırlattım ki, bunu Clemanceau 1919 Haziranında Paris ‘de, Türk delegelerine pek kızdırıcı kelimelerle söylemiş ve Türklerin hiçbir vakit savaşta kazandıklarını, barışta, masa başında sağlamlaştırmayı beceremediklerini ve yönetimleri altında bulunup ayrılan kavimlerden hiçbirinin daha iyi hale geldiğinin görülmediğini anlatmıştı. Ona, “kendi mevkiini bilen hiçbir devletin, eline tam hâkimiyet ve yetki almadan iç ve dış ilişkilerim düzeltmek ve yürütmek sorumluluğunu kabul edemeyeceğini” söyledim.

O vakit bana dedi ki : “Amerika, Fransa ve İngiltere’de de adam öldürmeler ve çeşitli işkenceler, soykırımlar oluyor ve hiçbir millet suçlandırılmıyor. Yalnız Türkler, kendi ahalisinin bir kısmının ayaklanmaları ve Türkleri katletmeleri karşılığı soykırım ve sürgününden haksız yere sorumlu oluyor.”

Ayrıca bugün İzmir’de, Yunanlıların yaptığı insanlık dışı haince öldürme v.b. vahşetleri ileri sürerek, bu cinayetlerin İngiliz, Fransız ve İtalyanların gözleri önünde ve yine Müttefiklerin savaş gemilerinin memlekete çevrilmiş topları karşısında yapıldığını söyledi. Aynı zamanda Türkiye’de olan bu faciaların sorumlusunun yabancı entrikaları olduğunu tekrar ve ısrarlı belirtti ve o sırada iktidarda bulunan Damad Ferid Paşa Kabinesi’nin sorumlu olduğunu ve onun pek ileri derecede İngiliz yanlısı bulunduğunu ileri sürdü. Kendisi bu kabine ve hükümetin mutlaka düşmesini istiyordu.

Mustafa Kemal Paşa, eğer Barış Konferansı, imparatorluğu parçalamağa çalışmakta ısrar ederse, bu zilleti asla kabul etmeyip millî şeref uğrunda ölmeyi tercih ederek karşı duracaklarını söyledi.

Ben de buna karşılık olarak fertlerin yaptığı gibi milletlerin de intihar edebileceklerini ilen sürdüm ve evvelce Almanya-Avusturya ile ittifak etmekle bir şey kazanmadıklarına göre, yalnız başlarına bütün müttefiklere karşı ölüm – kalım savaşına girişip bunu kazanmaları umudunun pek az olduğunu hatırlattım.

Bu görüşme son derece ilgi çekici oldu. Şunu söylemek zorundayım ki, bu görüşmenin sonucu olarak bende, Mustafa Kemal Paşa ile yakın arkadaşlarının gerçek ve örnek vatanseverler oldukları intibaı (izlenimi) hâsıl oldu.

Türkiye, mütareke (ateşkes) imzalamakla kendisini yenilmiş kabul ediyordu. Lâkin, mütarekenin bir yıldan fazla sürmeyip bozulması ve İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ile orada ve daha başka yerlerde yapılan saldın ve cinayetler ve imparatorluğun parçalanacağı kaygısı, her vatansever Türk’ü coşturmuştu.

Mustafa Kemal Paşa, bu Millî Hareket’in, Müslüman olmayan azınlıklara karşı asla bir saldırı ve şiddet kullanımı amacı taşımadığını bana kesin surette belirterek güvence verdi ve Ermeni vatandaşların bu yüzden düştükleri korku ve kuşkuyu gidermek ve Amerikan kamu oyunu yatıştırmak için bir bildirge yayınlayacağını söyledi ve bunu yayınlayarak sözünü yerine getirdi.

Heyetimizin, hükümetimize vereceği resmî rapora eklenmek üzere, bütün bu söylediklerinin bir muhtıra şeklinde kısaca yazılıp bana verilmesini rica etim. Birkaç hafta sonra Kafkasya’dan dönüşümde, Samsun’a uğradığım vakit, istediğim muhtırayı oraya göndereceğine söz verdi. Bu vaadini de tamamiyle yerine getirdi.

Sonuç olarak anlaşılıyor ki, Türkiye meselesini bir çözüme bağlamak için, millî mücadelecileri hesaba katmak lâzım geliyor. “

Hüseyin Pektaş, derin bir heyecanla dinlediği ve hatırasını yeniden yaşadığı bu sözler üzerine : “Ben, General Harbord’ın Amerikan Senato-su’na verdiği resmî, basılı raporunu görmüştüm, fakat bu yazılarını bilmiyordum. Bütün bunları toplamak ve açıklamakla tarihimize çok şey kazandırıyorsunuz” dedi ve sözlerini şöyle tamamladı:“Konuşma ve raporların tamamını bir kitap halinde aynen yayınlayacağınıza göre, benim tekrarım belki noksan ve hatta hatalı olabilir. Yalnız şu hatıramı söylemeliyim : General Harbord, Atatürk’le konuşurken elektrik cereyanına tutulmuş gibi sinirlenmiş, onun cazibesine kapılmıştı. Teşbihini çekerek ve devamlı yere bakarak ve sıtma nöbeti içinde tane tane konuşan Mustafa Kemal Paşa, “neden hiç yüzüme bakmıyor bana bakmadan konuşuyor?” diye General Harbord’ın soruşunu ve İngilizler için: “Buradaki ahaliyi birbirine boğazlatmak için neler yapmamışlar?” diye verilen bilgiler üzerindeki olumlu hükmünü şimdiki gibi hatırlıyorum. Eski Washington Büyükelçimiz Ahmed Bey’in Türk ve Ermeni ilişkileri hakkında verdiği bilgi ve General’e sunduğu Bern’de igi8’de basılmış belgelerden oluşan kitabı, Harbord’ı son derece ilgilendirmişti. Sivas’dan sonra Batum’a kadar süren eşliğimde General Harbord hep Atatürk’e hayranlığını tekrarlamış ve Rüstem Bey’in Fransızca olan kitabını bana okutarak ve tercüme ettirerek, Atatürk’ün söylediklerindeki haklılığını teyit etmişti (kuvvetlendirmişti, doğruya çıkarmıştı). Erzurum’da Kâzım Karabekir Paşa’nın, General Harbord’la görüşmesi de üzerinde pek müspet (olumlu) ve derin bir intiba (izlenim) bırakmıştı.General Harbord, Mustafa Kemal Paşa’ya veda ederken elini sıkmış ve şu sözleri söylemişti : “Eğer Amerikan ordusunda muvazzaf bir subay olmasaydım, gelir sizinle birlikte mücadelenizi izlerdim!”Bu tarihî gizli görüşmede tercümanlık ve General Harbord’ın Anadolu’da Ermeni konusunda yaptığı inceleme gezisinde kendisine eşlik, kılavuzluk yapmak suretiyle milletimiz yararına büyük hizmet görmüş Hüseyin Pektaş Bey 13 Kasım 1970 Cuma günü hakkın rahmetine kavuşmuş; öğle namazını müteakip Bebek Câmii’nden kaldırılarak Rumeli Hisarı’ndaki ebedî istirahatgâhına tevdi edilmiştir. 

Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın!…

1 Bu görüşmenin tarihi, birçok ciddî kaynaklarda 21 veya 22 Eylül olarak kaydedilmekde ise de, doğrusu 20 Eylül 1919’dur.
2 Dr. Fethî Tevetoğlu: Millî Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa-General Harbord Görüşmesi, Türk Kültürü, Yıl: VII, Sayı: 76, 77, 80, 81, ss. 257-68, 321-34, 525-45, 692-99.
3 1920’de gelen haberler, bu Rauf Bey’in İstanbul’da İngilizler tarafından yakalanıp, Türkiye’den çıkarıldığını (Malta’ya sürüldüğünü) bildirmişti.
4 Daha önce yayımlanmış bir araştırmamızda da ayrıntılarıyla belirttiğimiz gibi (Bk.Türk Kültürü, Haziran 1969, Sayı, 80 ss. 525-45), adı geçen tarihî-gizli toplantıya Mustafa Kemal Paşa’nın yanında katılan üç kişiden biri Ahmed Rüstem Bey’dir. Sayın Doç. Dr. Seçil Akgün’ün General Moseley Raporu’nda rastladıkları “Rustin Bey” adı, tahmin ettikleri gibi “Refet Bey” değil, “Rüstem Bey”dir. (Bk. Belleten, Ocak-Nisan 1984, Sa. 189-190, s.100, dipnot 12).

http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-10/mustafa-kemal-pasa-general-harbord-gorusmesi-tanik-ve-tercumani-prof-dr-hulusi-y-huseyin-pektas


...

Birinci Dünya Savaş'ında, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustafa Kemâl'le görüşür, General bir hayli konuştuktan sonra sözlerine şunları ekler:

- Ben bu göreve getirildiğim zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki milletiniz büyük ordular hazırlamış, büyük kumandanlar yetiştirmiştir. Bunu yapan bir millet, mutlâka bir medeniyet sahibi olmalıdır. Bunu beğenirim. Fakat bugünkü durumumuza bakalım. Başta Almanya olmak üzere dört bağlaşıktınız. Dört sene savaştınız, sonuçta yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız bir şeyi, bu vaziyetimizde tek başınıza yapmayı nasıl düşünebilirsiniz? Fertlerin intihar ettiğini vakit vakit görürüz. Şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız!

Atatürk, büyük bir heyecan içinde bu sözlere aşağıdaki cevabı vermişler:

''- Generale teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, milletimizin büyük ordular, büyük kumandanlar yetiştirdiğini, bunun için milletimizin bir medeniyete sahip olması gerektiğini anlıyor ve kabul ediyor. Fakat şunu bilmesini isterim ki biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi alıştıra alıştıra, sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğlu olma niteliğimizle vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz.''

Atatürk, bu son sözleri söylerken, avucu ile, bir pençeye düşmüş bir kuş işareti yapıyor ve avucunu sıkarak yavaş yavaş ve sefil ölümün şeklini gösteriyor.

Harbord, ve arkadaşları sessizce ayağa kalkıyorlar:

- Biz de olsak öyle yapardık...

Diyorlar ve Atatürk'le arkadaşlarının elini sessizce sıkarak oradan uzaklaşıyorlar.

Vatan, 10 Kasım 1952


" Mustafa Kemâl Paşa'nın United Press Muhabirine Telgraf ile Verdiği Mülâkat "


Amerika ve Avrupa'da kırk, elli milyon okuyucusu olan bin iki yüz gazeteye telgraf haberleri veren United Press'in Roma'daki temsilcisi genel merkezinden aldığı emir üzerine aşağıdaki soruları Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemâl Paşa'ya telgrafla sormuş ve yine telgrafla aşağıdaki cevapları almıştır.
- Zat-ı devletleri, İzmir sorununun barış yolu ile çözülmesi için yeni Yunan hükûmeti ile doğrudan doğruya veyahut bağlaşıkların veya Amerika'nın aracılığıyla görüşmelere girişmeyi arzu ediyor musunuz?

''- İzmir her yönü ile Türk memleketidir, Anadolu'nun ayrılmaz bir parçasıdır.
Kan dökmeğe taraftar olmayan milletimiz haklarının teslim edilmesi ve vatanı derhal boşaltıldığı takdirde uzlaşma ve barış görüşmelerine hazırdır. Bu görüşmenin doğrudan doğruya Yunan hükûmetiyle yapılmasını yeğleriz..
Amerika'nın iyi niyetli aracılığı ve insaniyet girişimini dahi memnuniyetle karşılarız.''
-Sevres Antlaşmasının düzenlenmesi hakkında Türk milliyetçilerinin fikirleri nedir? Sözü geçen antlaşmada ne gibi değişiklikler yapılmasını arzu ediyorlar!

''- Siyasî zafer hukuki, ekonomik ve mallarımızı yok etmeğe ve sonucunda hayat hakkımızı reddederek ve hükümsüz kılmaya yöneltilmiş olan Sevres Antlaşması bizce var olmamıştır. Askeri zafer ve egemenliğimizi sağlayacak bir barış antlaşması amaçlarımızın en kutsalıdır.''
- Sizinle Yunanlılar arasında barış halinin kurulması olasılığı sonucunda Yunanistan'a karşı izleyeceiniz siyaset ne olacaktır!

''- Yunanlıların Türkiye'ye ilişkin istilâcı isteklerine son vermeleri koşuluyla tarafımızdan takip edilerek siyasetin en hakiki dostluk esasına dayandırılacağından şüphe etmeyiniz.''
- İngiltere Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını bırakmak istemediğinden dolayı İstanbul sorununun çözümü için ne gibi düzenleme kabul edeceksiniz!

''- İstanbul olduğu gibi kayıtsız ve şartsız Türk egemenliği altında olmak ve güvenliği korunmak şartlarıyla Karadeniz ve Çanakkale boğazlarında serbest geçiş şartları kararlaştırılabilir.''
- Türk milliyetçilerinin Amerika hakkındaki fikirleri nedir?

''- Türkiye halkı Amerika'yı iyi işler yapan ve insancıl ve özgürlük koruyucusu özellikleriyle tanır. Memleketimiz içerisinde üstlendiğimiz çağdaşlık ve gelişme yolundaki çalışmalarda Amerika kaynaklarından en üst düzeyde yararlanmayı diliyoruz.''
- Gelecekte ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz?

''- Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, eğitim ve öğretim aşağı düzeydedir, ekonomimiz zayıftır. Memleketimizi geliştirme ve milletimizi aydınlatma ve refaha kavuşturma biricik ve kesin isteğimizdir. Böylelikle barış ve sakinlik içinde uygarlığın ciddî çalışmalarına ihtiyacımız var. Gelecekteki politikamız bu ihtiyaçları karşılamaya yöneltilmiş olacaktır.''

Hâkimiyet-i Milliye, 17 Ocak 1921 

https://www.frmtr.com/tarih/980018-mustafa-kemal-pasanin-general-harborda-verdigi-mulakat.html


MUSTAFA KEMAL'İN GENERAL HARBORD'A VERDİĞİ MÜLÂKAT


      Birinci Cihan Harbi'nde, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustfa Kemal'le görüşür, General bir hayli konuştuktan sonra sözlerine şunları ekler:
  ''- Ben bu vazifeye getirildiğim zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki milletiniz büyük ordular hazırlamış, büyük kumandanlar yetiştirmiştir. Bunu yapan bir millet, mutlâka bir medeniyet sahibi olmalıdır. Bunu takdir ederim. Fakat bugünkü vaziyetimize bakalım. Başta Almanya olmak üzere dört müttefiktiniz. Dört sene muharebe ettiniz, neticede mağlûp oldunuz. Dördünüz bir arada yapamadığınız bir şeyi, bu vaziyetimizde tek başınıza yapmayı nasıl düşünebilirsiniz? Fertlerin intihar ettiğini vakit vakit görürüz. Şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız!

  Atatürk, büyük bir heyecan içinde bu sözlere aşağıdaki cevabı vermişler:
  ''- Generale teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, milletimizin büyük ordular, büyük kumandanlar yetiştirdiğini, bunun için milletimizin bir medeniyete sahip olması lâzım geleceğini takdir ve kabul ediyor. Fakat şunu bilmesini isterim ki biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi tedrici, sefil bir ölüme mahkûm olmaktan ise babalarımızın oğlu sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz.''
  Atatürk, bu son sözleri söylerken, avucu ile, bir pençeye düşmüş bir kuş işareti yapıyor ve avucunu sıkarak tedrici ve sefil ölümün şeklini gösteriyor.
  Harbord, ve arkadaşları sessizce ayağa kalkıyorlar:
  ''- Biz de olsak öyle yapardık...

  Diyorlar ve Atatürk'le arkadaşlarının elini sessizce sıkarak oradan uzaklaşıyorlar.

(Vatan'dan, 10 Kasım 1952)


  Efendiler, hatırlarınızda olsa gerektir ki, memleketimizde ve Kafkasya’da incelemeler yapmak üzere Amerikan Hükûmeti General Harbord’un başkanlığında bir hey’et göndermişti.Bu hey’et Sivas’a geldi. 22 Eylül 1919 günü General Harbord ile uzun uzadıya görüştük. General’e, Millî Mücadele’nin maksat ve gayesi, millî teşkilât ve birliğin ortaya çıkış sebebi, müslüman olmayan azınlıklara karşı gösterilen duygular, yabancıların memleketimizdeki yıkıcı propaganda ve eylemleri üzerinde ayrıntılı ve belgelere dayanan açıklamalarda bulundum.General’in bazı garip soruları ile de karşılaştım. Söz gelişi: «millet, tasarlanıp yapılabilecek her türlü teşebbüs ve fedakârlığa başvurduktan sonra da başarı sağlanamazsa ne yapacaksın?» gibi.Yanlış hatırlamıyorsam, verdiğim cevapta demiştim ki: Bir millet varlığını ve istiklâlini kurtarabilmek için düşünülebilen her türlü teşebbüs ve fedakârlığı yaptıktan sonra başarıya ulaşır.Ya başaramazsa demek, o milletin ölmüş olduğu hükmüne varmak  demektir. Öyle ise, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam ettikçe başarısızlık da söz konusu olamaz.General’in bu sorusunun altında yatan asıl maksadın ne olabileceğini araştırmak istemedim. 

Ancak, verdiğim cevabın kendisince takdirle karşılandığını bugün yeri gelmişken belirtmek isterim.

http://www.atam.gov.tr/nutuk/general-harbord-heyeti-ve-generale-verdigim-cevap


   
3.   United Press Muhabirine Verdiği Mülâkat    


MUSTAFA KEMAL'İN ''UNİTED PRESS'' MUHABİRİNE TELGRAFLA VERDİĞİ MÜLÂKAT

Birinci Dünya Savaş'ında, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustafa Kemâl'le görüşür
Amerika ve Avrupa'da kırk, elli milyon okuyucusu olan bin ikiyüz gazeteye telgraf havadisi veren United Press'in Roma'daki mümessili genel merkezinden aldığı emir üzerine aşağıdaki soruları Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa'ya telgrafla sormuş ve yine telgrafla aşağıdaki cevapları almıştır.
  - Zat-ı devletleri, İzmir meselesinin suret-i muslihanede (barış yolu ile) halli için yeni Yunan hükûmeti ile doğrudan doğruya veyahut müttefiklerin veya Amerika'nın vesatetiyle (aracılığıyla) müzakerata girişmeyi arzu buyuruyor musunuz?
  ''- İzmir minküllil vücuh (her yönü ile) Türk memleketidir, Anadolu'nun lâyenfek (ayrılmaz) bir cüz'üdür (parçasıdır).
  Kan dökmeğe taraftar olmayan milletimiz hakkı teslim ve vatanı derhal tahliye edildiği takdirde sulh ve müsalemet müzakeratına hazırdır. Bu müzakeratın doğrudan doğruya Yunan hükûmetiyle icrasını tercih ederiz.
  Amerika'nın tavassut-ı hayırhaha (iyi niyetli aracılığı) ve insaniyetkâranesini dahi memnuniyetle karşılarız.''
  - Sévres ahidnamesinin tâdili hakkında Türk milliyetperverlerinin fikirleri nedir? Muahede-i mezkûrede ne gibi tadilât yapılmasını arzu ediyorlar!
  ''- İstiklâl-i siyasî (siyasî istiklâl) adlî, iktisadî ve malîmizi imhaya (yok etmeğe) ve binnetice hakkı hayatımızı (hayat hakkımızı) inkâr ve iptale (hükümsüz kılmaya) matuf (yöneltilmiş) olan Sévres ahidnamesi bizce mevcut değildir. Levazım-ı istiklâl ve hâkimiyetimizi temin edecek bir sulhun akdi muhbe-i âmâlimizdir (emellerimizin en kutsalıdır.)''
  - Sizinle Yunanlılar arasında hâb-i sulhun (barış halinin) teessüsü kabil olduğu takdirde Yunanistan'a karşı takip edeceğimiz siyaset ne olacaktır!
  ''- Yunanlıların Türkiye'ye tallûk eden âmâl-i istilâcûyânelerine (istilâcı emellerine) hitam vermeleri şartıyla tarafımızdan takip edilerek siyasetin en hakiki dostluk esasına müstenit olacağına şüphe etmeyiniz.''
  - İngiltere Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını bırakmak istemediğinden dolayı İstanbul meselesinin halli için ne gibi tâdilat kabul edeceksiniz!
  ''- İstanbul kemakân (olduğu gibi) bilâ kayd ü şart (kayıtsız ve şartsız) Türk hâkimiyeti altında olmak ve emniyeti mahfuz kalmak şartlarıyla Karadeniz ve Çanakkale boğazlarında serbesti-i seyr ü sefer şeraiti tayin olunabilir.''
  - Türk milliyetperverlerinin Amerika hakkındaki fikirleri nedir?
  ''- Türkiye halkı Amerika'yı hayırhah ve insaniyetperver ve müdafi-i hürriyet (hürriyet koruyucusu) evsafiyle (vasıflarıyla) tanır. Memleketimiz dahilinde deruhte ettiğimiz medeni ve umranperverâne (bayındırlık yolunda) mesaide Amerika menabiinden (kaynaklarından) âzami surette istifade etmeği temenni ederiz.''
  - İstikbalde ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz?
  ''- Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, maarifimiz dûndur (aşağı seviyededir), iktisadiyatımız zayıftır. Memleketimizi imar ve milletimizi tenvir (aydınlatma) ve terfih (refaha kavuşturma) yegâne ve kat'i emelimizdir. Binaenaleyh sulh ve sükûn içinde mesai-i ciddiye-i medeniyeye (medeniyetin ciddî çalışmalarına) muhtacız. Siyaset-i müstakbelemiz (gelecekteki politikamız) bu ihtiyaçları tatmine (karşılamaya) matuf (yöneltilmiş) olacaktır.''

(Hâkimiyet-i Milliye'den: 17 Ocak 1921)

http://mkapalyatif.blogspot.com.tr/2016/11/mustafa-kemalin-united-press-muhabirine.html




4.   Ruşen Eşref'e Verdiği Mülâkat    
5.   Hâkimiyet-i Milliye Muhabirine Verdiği Mülâkat    
6.   Ahmet Emin'e Verdiği Mülâkat    
7.   Chicago Tribune Muhabirine Verdiği Mülâkat    
8.   Dail Mail Muhabirine Verdiği Mülâkat    
9.   Falih Rıfkı'ya Verdiği Mülâkat    
10.   Yakup Kadri'ye Verdiği Mülâkat    
11.   Celal Nuri'ye Verdiği Mülâkat    
12.   United Press Muhabirine Verdiği Mülâkat    
13.   Petit Parisien Muhabirine Verdiği Mülâkat    
14.   Hakkı Tarık'a Verdiği Mülâkat    
15.   Paul Herriot'ya Verdiği Mülâkat    
16.   İzmit'te İstanbul Gazetecilerine Verdiği Mülâkat    
17.   İzmir'de Gazetecilere Verdiği Mülâkat    
18.   Ahmet Şükrü'ye Verdiği Mülâkat    
19.   Grace Ellison'a Verdiği Mülâkat    
20.   Maurice Pernot'ya Verdiği Mülâkat    
21.   Madame Titaina'ya Verdiği Mülâkat    
22.   Falih Rıfkı ile Mahmut Bey'e Verdiği Mülâkat    
23.   Mc Artur'a Verdiği Mülâkat    
24.   Amerikalı Kadın Gazeteci Gladis Baker'e Verdiği Mülâkat    
25.   Antonesco'ya Verdiği Mülâkat  
 



http://www.Heddam.com/index.asp?H=3137


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder