28 Kasım 2017 Salı

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 1


ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 1 


A. Nazmi ÜSTE (*) 
(*)Araş. Gör. D.E.Ü. İ.İ.B.F.Kamu Yönetimi Bölümü 

ÖZET 

Su, 21. Yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde uluslararası politikada dikkate alıması gereken bir olgu olarak belirmiştir. Özellikle hızlı nüfus artışı, sanayi 
gelişimi, teknolojik yenilikler su kullanımını arttıran bir gelişmeye neden olmuştur. Bu şartlar altında özellikle su kaynakları kıt kaynaklar çatısı altına yerleşmiştir. 
Çalışma, Orta Doğu gibi su açısından son drece yetersiz bir bölgenin önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle merkezine oturtulmuş, bu çerçevede uluslararası 
ilişkiler ve Türk Dış politikası değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmada TBMM’de konuya ilişkin olarak yapılan bir anket çalışması ve değerlendirilmesi yer almaktadır. 

I.GİRİŞ 

21.Yüzyıla yaklaştıkça su, "ekolojik denge içinde ekonomik büyüme"nin ve "sürdürülebilir kalkınma"nın en önde gelen faktörü olma özelliğini kazanmaktadır. 
İnsanlık tarihinde dönem dönem bazı doğal kaynaklar öne çıkmakta ve çağın gelişimini etkilemektedir. Nitekim; 19.yüzyılda kömür, 20.yüzyılda petrol, 
Endüstriden ulaşıma kadar toplumlardaki bütün sektörleri etkilemiş, yönlendirmiş ve ayakta durmalarını sağlamıştır (Ayna, Yaz/Güz 1994, s:34). 

Günümüzde yaşanan nüfus patlaması, ekonomik büyüme ve teknolojik gelişim, kaynak kullanımını etkilemekte; bu gelişime koşut olarak öne çıkan 
doğal kaynaklar da değişmektedir. Geçmiş dönemlerin doğal kaynaklarından farklı olarak su öncelik kazanmaya ve "uluslararası kriz"in önemli bir konusu 
durumuna gelmeye başlamıştır. Dünya nüfusunun %40'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, 
suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir. 

Su, Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada geçmişten kalan ve geleceğe uzanan bir miras görünümündedir. Bölgede hızla artan nüfus, doğal 
kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile, optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının 
oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir. 

Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) olarak isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye ve güney komşuları arasındaki ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; özellikle 
Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır. 

Sınıraşan sularımızdan Fırat ve Dicle ile; Suriye'den Türkiye'ye akan Asi Nehri çerçevesinde oluşan ülkelerarası politikalar ve bunların global uzantılarının ele alındığı çalışmada, su sorununun güncel boyutundan çok, gelecekteki öneminin vurgulanması amaçlandığından, konuya ışık tutabileceği düşüncesiyle T.B.M.M'de milletvekilleriyle yaptığımız bir anket çalışmasına da yer verilmiştir. 

Kısır siyasal çekişmelerin kıyasıya yaşandığı Türkiye'nin iç politika açmazına, önemsenmediği takdirde giderek bir sorunlar yumağına dönüşeceğe 
benzeyen dış politika açmazı da eklenecektir. Kendi içinde güçsüz bir siyasal tablo sergileyen Türkiye, içten ve dıştan yönelen tehditler için elverişli bir 
ortam yaratmaktadır. İstikrarsız bir iç politika ile istikrarlı dış politika üretilemeyeceği gibi; dış sorunların çözümü iç sorunların çözümünden bağımsız 
değildir. Bu itibarla Türkiye'nin öncelikli sorununun içeride güçlenmek olduğu açıktır. 

Sorunlar kıskacının her geçen gün daha daraldığı dış politika gündemimizde, sınıraşan sular kendisini giderek daha çok hissettirecek bir sorun olmaya aday konudur. Bu çalışma, konunun önemine dikkat çekmekte katkı sağlayabilir ve daha kapsamlı araştırmaları özendirebilirse amacına ulaşmış olacaktır. 

II. ORTADOĞU'DA SINIRAŞAN SULARIN DAĞILIMI 

Belki de suyun kıt bir kaynak olduğunu en iyi bilenler Ortadoğu'da yaşayan insanlardır. Dünyada bir çok bölge için su bir "sorun" görünümündeyken, Ortadoğu'da "casus belli" olarak düşünülebilir (Tepler, 1994, s:281). Ortadoğu'daki su kaynaklarına coğrafi bir açıdan bakıldığında Lübnan'ın siyasi sınırlarından doğup Akdeniz'e dökülen Litani ve daha küçük olan Awali Irmakları dışında tüm kaynaklar sınıraşan su durumundadır. 

Sınıraşan sulardan Fırat, Dicle, Asi, Ürdün ve Yarmuk nehirleri yataklarının geçtiği ülkelerarasında sürekli bir gerginlik yaratmışlardırlar. 

Ürdün Nehri'nden ve bunun önemli kolu olan Yarmuk'tan Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün yararlanmaktadır. Asi Nehri Lübnan, Suriye, Irak ve Türkiye'den 
geçerek Akdeniz'e akarken; Fırat, Türkiye'den doğup Suriye ve Irak sınırlarını geçer ve Irak'ta Dicle'yle birleşir. Dicle ise Fırat'la birleştiği Şattül-Arap'a 
gelene kadar doğduğu Türkiye'den Irak'a geçer, Irak'ta yine Türkiye'den doğan Büyük Zap ve Irak'tan doğan Küçük Zap'la birleşir. 

Ürdün Nehri'nin yıllık su miktarı 1,5 milyar m3/s iken; Asi Nehri'nin 1,2 milyar m3/s; Fırat ve Dicle'nin ise sırasıyla 35,6 milyar m3/s ve 48,7 milyar 
m3/s olmak üzere toplam 83,3 milyar m3/s düzeyindedir. Bu durumda, Ortadoğu'nun yerüstü su kaynaklarının tamamı yılda 86,8 milyar m3/s'den 
ibarettir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:12). 

Görüldüğü gibi Ortadoğu'daki akarsuların önemli bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları dahilinden kaynaklanmaktadır. Dikkat çeken bir diğer 
olgu, Arap devletlerinin nehirlerinde akan suyun yaklaşık %85'inin Arap olmayan ülkelerden gelmesidir (Bulloch ve Adel, 1994, s:16). 

 Sorunun giderek güncel boyut kazanması, Türk-Arap ilişkilerine ilişkin toplantı veya konferansların gündemlerinde köklü değişiklikler yaratmıştır. 
Arap Birliği Araştırmalar Merkezinin (CAUS) organize ettiği ve 1969'da ilki gerçekleşen toplantılarda genelde Türk-Arap ilişkilerinin geçmişi 
konuşulmuşken, 15-18 Kasım 1993 tarihli toplantıdan sonra (Beyrut Semineri) ilk olarak günümüzdeki durum ve geleceğe ilişkin görüş alışverişleri dikkat 
çekmiştir (Turkısh Review of Middle East Studies, 1993, s:268). 

Kaynakları elinde bulunduran Türkiye için su, Araplara karşı kullanılabilecek önemli bir kozdur. Ancak şu noktaya da dikkat çekmek gerekir 
ki, aralarında sorunlar yaşayan Arap ülkelerini biraraya getirebilecek en önemli etken Arap olmak değil, susuz kalmaktadır. 

III. TÜRKİYE, SURİYE VE IRAK'IN GEREKSİNİM DUYDUKLARI SU MİKTARLARI, KULLANIM HAKLARI, TALEPLERİ VE " DE FACTO " 

Türkiye'nin Ortadoğu ile irtibatlı ve " sınıraşan sular " (trans boundry rivers) kavramıyla açıklanabilen nehirlerinden Fırat, Dicle ve ayrıca Suriye'den 
doğup Türkiye'ye giren Asi Nehirleri'nin yataklarını paylaşan ülkeler arasında sürekli bir anlaşmazlık ve güvensizlik ortamı söz konusudur. Türkiye'nin Fırat 
ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir 
tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir (Turan,1993, s:13). 

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve 

Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. Arap ve dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, toplumsal ve ekonomik her türlü alana kadar uzanan bu baskı yöntemleri içinde, belki de Türkiye açısından en rahatsız edici olanı, Suriye'nin PKK terörizmini bir karşı koz olarak pazarlık masasına sürdüğü iddiasıdır (Ergil, 1990,s:54). 

Karşılıklı görüşmelerde tüm tarafların kabullenebileceği bir sonuca henüz ulaşılmış değildir. Farklı yorumlarla ele alınan uluslararası hukuk kuralları, 
çözüm üretimine beklenen katkıyı sağlayamamıştır. Konunun hukuksal boyutlarının üzerinde durulması bu konuda yapılan yorumların doğruluk 
derecesini ortaya çıkarabilmek açısından yararlı olacaktır. 

A- Uluslararası Hukuk ve Sınıraşan Sular 

Türkiye'nin sınıraşan sulardan kaynaklanan Suriye ve Irak ile yaşadığı sorunlar, önemli ölçüde bu konuya ilişkin hukuksal bir netliğin bulunmamasından  kaynaklanmaktadır. Hukuksal belirsizlik ve bu belirsizliği giderme çabalarının taraf devletlerin işbirliğinden uzak bir şekilde sürdürülmeye çalışılması çözüme ilişkin umutları zayıflatmaktadır. 

Sınıraşan sular ve su sistemlerinin kullanımına ait kapsamlı ve bağlayıcı uluslararası kurallar henüz oluşmamış olmasına karşın, bu konuda literatür ve 
uygulamalar dikkate alınırsa, bazı temel ilkeler oluşturulabilmektedir. Bunlar: Mutlak Hükümranlık (Absolute Sovereignty) ilkesi, Mutlak Bütünlük (Absolute 
Integrity) ilkesi, Karşılıklı Haklar (Correlative Rights) ilkesi, Uluslararası Suların Ortak İdaresi ilkesidir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994 , s:15-16). 

Türkiye bu ilkelerden, "Sınırlı Bölgesel Hükümranlık" ilkesine yakın bir söylem ve tutumu benimsemiştir. Bu ilke gereğince, sınıraşan suların kullanılması diğer ülkelere (Mensab taraf ülkeler) zarar vermemelidir. Türkiye bu ilkeyi benimsemiş olduğunu her fırsatta belirtirken Kamran İnan'ın "Bunlar uluslararası nehir değil (Fırat ve Dicle'yle ilgili olarak), %100 Türk nehirleridir: Kaynaklarını bizim topraklarımızdan alıyorlar..." (Ayna, Kış 1993 / Bahar 1994, s:34) sözlerinde somutlaşan görüşle, bu nehirlerin Türkiye'nin sınırları içinde kalan kısımlarının hükümranlığı hakkında tartışmaya dahi girilmeyeceği 
vurgulanmaktadır. 

Irak ve Suriye'nin söz konusu ilkelerden "Mutlak Bütünlük İlkesi"ni önemli ölçüde benimsedikleri ve bu doğrultuda hareket ettikleri görülmektedir. 

Burada, sınıraşan nehir sularının doğal miktarını ve kalitesini değiştirecek her türlü faaliyeti yasaklayan bir yaklaşım benimsenmektedir. Böyle bir ilkeyi 
uygulayabilmek ise, neredeyse olanaksızdır. 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak Uluslararası Hukuk Derneği (ILA), 1966 yılındaki Helsinki Toplantısı'nda konulan kuralların düzenlenmesi konusunda önemli bir girişimde bulunarak bazı kuralları kabul etmiştir. Bu kurallar, sınıraşan havza sularının hakça ve makul bir şekilde kullanılması ve bunun için de tüm faktörlerin dikkate alınması gerektiğini tavsiye eder niteliktedir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994,s:17). 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun kuralların düzenlenmesiyle görevli organı olan Uluslararası Hukuk Komisyonu'nun 1991 yılında hazırladığı raporun Genel Prensipler başlıklı 2. bölümünün 5., 6. ve 7. maddeleri sınıraşan sularla ilgili açılımlara olanak vermektedir. 

Anılan raporun 5.maddesinde "Taraf ülkeler, ülkelerarası bir akarsuyun (veya akarsu sisteminin) kendi ülkelerinde kalan bölümünü hakça ve akılcı bir 
şekilde kullanacaklardır. İlgili ülkeler uluslararası akarsuyu gerekli koruma koşullarına uygun olarak, optimum yararlanmayı sağlayacak bir biçimde 
kullanacak ve geliştireceklerdir" (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:18) denilmektedir. İfadeden de anlaşılacağı üzere, 5. maddede sınıraşan sularla ilgili 
bir paylaşım söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, hakça ve akılcı kullanımdır. Hakça ve akılcı kavramları son derece göreli nitelikte olduklarından bu madde menba yada yukarı havza ülkelerine oldukça geniş bir hareket hakkı sağlamakta dır. Türkiye 5. maddeyi benimserken Suriye ve Irak bu maddeden son derece rahatsızlık duymaktadırlar. 

Aynı raporun 6.maddesi de suların hakça ve akılcı kullanımına ilişkin bölgenin nüfusu, gelişmişlik düzeyi, iklimi, alternatif su olanaklarının teknolojik durumu ve sosyal ihtiyaçları gibi kriterleri vurgularken, bu kavramların göreliliğini ortadan kaldıramamaktadır (Akmandor, Pazarcı, Köni, 1994, s:38). Esasen 6.madde Türkiye'nin savundukları ile çelişmemektedir. Nitekim, Güneydoğu Anadolu Projesi'ne Suriye ve Irak'ın getirdikleri eleştiriler bu madde ile yanıtlanabilir. 

Komisyonun söz konusu raporunun 7.maddesi ise, kıyıdaş ülkelerin birbirlerine "kayda değer zarar" verecek hareketlerden kaçınmalarını ve karşılıklı işbirliği çerçevesinde, bilgi alışverişinde bulunmalarını önermektedir. Aşağı çığır ülkeleri (Irak, Suriye) tarafından öne çıkarılmak istenen bu maddenin esasen, Türkiye'nin iddiasıyla çelişir bir yanı yoktur. 

Türkiye, Suriye ve Irak arasında yaşanan su sorunuyla ilgili en somut olarak nitelendirilebilecek belge 1987'de imzalanan protokoldür. Bu protokol 
gereğince Türkiye, Fırat'ın sularından saniyede 500 m3/s'ini Suriye'ye bırakmakla yükümlüdür (Ayna, Kış 1993-Bahar 1994, s:43). 

1983'de Türkiye, Suriye ve Irak arasında Ankara'da teknik bilgilerin değiş-tokuşunda üç taraflı bir teknik komite kurulması için anlaşmaya varılmış; 
aynı toplantıda Irak ve Suriye'li temsilcilerin Fırat'ın sularının paylaşımına ilişkin antlaşma önerilerini Türkiye koşullu olarak kabul etmiştir. Anlaşma yapabilmek, yada anlaşma üzerinde tartışabilmek için Türkiye'nin ileri sürdüğü koşul, Dicle ile Suriye'den geçerek Türkiye sınırlarına giren Asi Nehri'nin de gündeme dahil edildiği bir platformun oluşturulmasıdır (Ayna, Kış 1993/Bahar 1994, s:43). 

Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. 
Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler. 

Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan sınıraşan sulara ilişkin hukuki bir konsensusun sözkonusu olmadığını açıkça ortaya koyan bu açıklamalardan da 
anlaşılacağı üzere, çözümden söz etmek oldukça güç görünmektedir. Suriye ile imzalanan ve 500m3/s su vermeyi kabul ettiği 1987 tarihli anlaşmayla çözüme 
yönelik olarak iyi niyetini ortaya koyan Türkiye'nin uluslararası hukuksal teamüller çerçevesinde tavizkar bir tutum içerisine girmesi beklenmemelidir. 
Türk uzmanların konuyla ilgili araştırmalarına göre, esasen günde 500m3/s su miktarı fazladır. Verilmesi gereken su günde 350m3/s olmalıdır (Akmandor, 
Pazarcı ve Köni, 1994, s:62). 

Teknik saptamalar günlük 350m3/s'lik su bırakımını yeterli görmüşken; Türkiye, Atatürk barajında su tutulması işlemini başlattığı 23 Kasım 1989 tarihinden, 13 Ocak 1990 tarihine kadar günlük ortalama 763m3/s su bırakmıştır. 13 Ocak-13 Şubat 1990 tarihleri arasındaki bir aylık sürede de bırakılan su günlük ortalama 509m3/s olmuştur (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:31). Sözkonusu tarihlerin, barajlarda su tutulan ve dolayısıyla Türkiye'nin 500m3/s'lik taahüdünü yerine getiremeyeceğinin iddia edildiği tarihler olması açısından önemlidir. Ayrıca aynı dönemde kuraklığın yaşandığı, yağışların normal miktarların altına düştüğü de dikkate alınmalıdır. 

Suya ilişkin kaygılar, ülkeleri geleceğe yönelik önlemler almak ve politika üretmek konusunda organize olmaya itmektedir. Nitekim, Dünya Bankası, Merkezi Marsilya'da olan Dünya Su Konseyi'ni kurmuştur ve su konusunda dünyadaki tüm görüşleri eşgüdümlemek için Küresel Su Ortaklığı'nı 
(Global Water Partnership) oluşturmaktadır. Ağustos 1996'da sivil toplum örgütleri Stockholm'de bu ortaklık için toplanacaklardır (Bkz. Milliyet, 22 
Haziran 1996, s:18). 

B- Türkiye, Suriye ve Irak'ın Sınıraşan Sular Bağlamında Dış Politikaları 

Ortadoğu'da su günümüzde en az petrol kadar önemli olmuş, yakın bir gelecek de petrolden çok daha önemli olacağının sinyallerini vermiştir. Bu bölgeyi besleyen önemli su kaynaklarına sahip olan Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en 
önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Ayrıca Ortadoğu'ya akmayan ancak aktarılabilir olan bazı nehirler de yine Türkiye sınırları dahilindedir 
(Seyhan, Ceyhan, Manavgat v.b.). 

Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Son dönemdeki gelişmelerden İsrail-Filistin barışı ve Türkiye ile İsrail'in imzaladıkları çeşitli işbirliği anlaşmaları ( son olarak imzalanan 5 yıl süreli askeri eğitimde işbirliği amacını taşıyan anlaşma) özellikle Suriye tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Bahçacı, 1995,s:42-43). Güneydoğu Anadolu Projesi'nin hayata aktarımıyla artan gerilim bu tür işbirliği anlaşmalarıyla hat safhaya ulaşmış, gerek Suriye'yi, gerekse Irak'ı Türkiye'ye ellerinden gelen baskıyı uygulamaya yöneltmiştir. 

Başta Arap ve daha sonra dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, diplomasiye ve ekonomiye kadar uzanan baskılara koşut olarak, bu ülkeler modern silahları yoğun bir şekilde satın almaya ve ordularını güçlendirmeye çalışmaktadırlar (Ergil, 1990, s:54). Nitekim, petrolden kazandığı geliri silah alımı ve üretiminde yoğunlaştıran Irak yaşanan Körfez Savaşı'nda yenilmiş olmasına karşın önemli bir güç olduğunu göstermiştir. 

Güney komşularımızda yaşanan bu gelişmeler Türk Genelkurmayı'nın herhangi bir Arap ordusundan daha üstün olduğu düşüncesine daha temkinli yaklaşılması gerektiğini ve Türkiye'nin bölgedeki savunma gereksiniminin önemini vurgularken, (Mango,1995,s:136), Türk ordusuna karşı önlemler almaya itmektedir. 

 Türkiye'nin sınıraşan sular sorunuyla ilintili olarak mücadele etmek zorunda kaldığı ve dış politikada olduğu kadar iç politikada da (Bkz. İnan, 1993, s:26-27) dikkat çeken bir diğer olgu PKK terörüdür. En büyük destekçisinin Suriye olduğu bugün herkes tarafından bilinen PKK'nın, (Ergil, 1990, s:68) Suriye tarafından desteklenmesi bölgesel liderliğe soyunmuş olan Hafız Esad'ın politikasının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. 

GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir. Yapılan her baraj Suriye'nin yaşam damarlarına atılan bir düğüm olmakta ve bu düğümü çözecek tek ülke de, Türkiye olarak belirmekte dir. Hafız Esad, Türkiye'ye bu denli bağlanmamanın yollarını aramakta ve bu yollardan birinin de PKK kartını elinde bulundurmaktan geçtiğini düşünmektedir. Böylece GAP'ı sabote etmeyi ve pazarlıklardan maksimum kar elde edebilmeyi planlamaktadır. Sabotaj maddeten olmasa bile, toplumsal boyutta eşdeğer bir külfetin Türkiye'nin sırtına yüklenmesi amaçlanmaktadır (Ergil, 1990, s:69). 

"Bir Büyük İnsanlık Projesi" olarak lanse edilen GAP, kapsamındaki 22 Baraj, 19 Hidroelektrik santrali ve 1,7 milyon hektar alanı sulayabilecek şebeke sistemiyle Türkiye'nin Güneydoğu'sunda yaşanan bir çok sorunu halledebilecek ve ülke ekonomisine de önemli katkılar sağlayacaktır (İstanbul Ticaret Gazetesi, 
17 Mayıs 1996,s:7). 

"1984'te başlatılan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), memleketimizi gelecek yüzyıla taşıyacak muhteşem bir eserler manzumesidir. Dünyada bu çapta bir projeyi göze alabilecek az memleket vardır. Atatürk Barajı'nı gören yabancı ziyaretçiler, devlet adamları, bana, "Türkiye bununla nereye varmak istiyor? diye sorar, hayranlıklarını gizleyemezdi..." (İnan, 1995, s:66) sözleriyle Kamran İnan projenin görkemini ve dış dünyanın bakış açısını açık bir şekilde 
vargulamaktadır. 

Dış dünyanın Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki vatandaşlarımızla ilgili olarak sık sık gündeme getirdikleri "insan hakları", "yaşam koşulları", "fırsat eşitsizlikleri" gibi sorunların çözümünü destekler görünürken, GAP gibi tüm bu olumsuzlukları giderebilecek "Bir İnsanlık Projesi"ne destek vermemeleri kesinlikle çelişik bir durumdur. Bu durum, Suriye ve Irak'ın GAP'a yönelik olarak geliştirdikleri uluslararası kamuoyu oluşturma girişimlerinde Türkiye'den daha başarılı olduklarının açık bir kanıtıdır. Belki de bunun için tüm Ortadoğu liderleri içinde en zekisinin Hafız Esad olduğu savunulmaktadır (Bkz.John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:55). Ne var ki Esad bu zekasını barışcı bir yolda kullanmayı tercih etmemektedir. 

Suriye dikkate alındığında, Irak daha uzlaşmacı bir politikaya sahiptir denilebilir. Bu belki de, petrol gelirlerinin etkisiyle projelere ağırlık vermesinden kaynaklanmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararına karşın Irak hareket alanında bir takım tarımsal projelere devam etmiş ve tarım üretimini 1987'ye göre, 1990 sonunda %70 arttırabilmiştir (John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:126). Ancak, Irak'ın 
Körfez Savaşı'nın etkisinden henüz kurtulamamış ve su sorunu yeteri derecede yaşamamış haliyle sergilediği tutum yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü henüz GAP 
tamamlanmamıştır ve Dicle'den şimdiye kadar engelsiz yararlanan Irak, Dicle üzerinde inşa edilecek olan Batman, Dicle ve Kralkızı Barajları'nın etkisini 
hissetmemiştir. 

GAP'ın Dicle bölümündeki çalışmalar tamamlanınca Irak'ın bugünkü kadar yumuşak politika uygulamayabileceğini Türkiye'nin dikkate alması ve bu 
doğrultuda hazırlıklı olması gerekmektedir. Irak yönetiminin başında halen Saddam Hüseyin'in bulunduğu da dikkate alınırsa konunun önemi ortadadır. 

GAP, Türkiye'nin çağı yakalama yarışındaki en büyük kozudur; hatta, birçok toplumsal ve ekonomik sorunu çözebilecek, dış politikada güç ve prestij 
kazandırabilecek kadar büyük bir kozdur denilebilir. 

Güney komşularımızın GAP'a endeksli barış önerilerini kabul etmek ve böyle bir anlaşmaya imza atmak neredeyse Sevr'e imza atmak kadar "yıkıcı" ve 
"bölücü" olabilecektir. Bu komşularımızın Türkiye'ye karşı "Arap Birliği" çabaları günümüzde hız kazanmıştır. Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı "Askeri 
Eğitim İşbirliği Anlaşması"nı öne çıkararak sık sık toplanan Arap liderler İsrail ve Türkiye'ye karşı olan tavırlarına netlik kazandırmaktadırlar. Özellikle 
İsrail'deki son seçimleri sağcı Benjamin Netenyahu'nun kazanmasının ardından yoğunlaşan Arap zirvelerinden çıkan kararlar Arap Birliği'ne gidişin işaretlerini 
vermiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Suriye lideri Hafız Esad ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah arasında gerçekleştirilen iki günlük zirvede, 21-23 Haziran 1996 da Kahire'de genişletilmiş bir Arap zirvesinin yapılması kararlaştırılmış ve zirveye Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri davet edilmişlerdir. 
Bu zirvede Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı son anlaşmanın da gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Yeni Yüzyıl, 9 Haziran 1996, s:13). 

Kahire'deki Arap Zirvesi'nde Suriye Türkiye'yi, sınırlarına askeri birlik yığmakla suçlamış ve kendisinin İran'la müttefik olduğunu vurgulayıp, Türkiye'nin İsrail'le yapmış olduğu anlaşma konusunda kınanmasını istemiştir. 

Ürdün, Suriye'ye karşı tavır alırken; Mısır, Suriye'nin Türkiye ve İsrail ile olan anlaşmazlıklarından tedirgin olduklarına değinerek, Türkiye'ye ilişkin 
olumlu görüşlerini belirtmişlerdir. 

Bu toplantıyla ilgili şöyle bir yorum getirilebilir: Arap ülkeleri tüm anlaşmazlıkları na karşın biraraya gelebilmektedirler. Su konusunda ortak bir tavır alamamaları, hiçbir zaman almayacakları anlamına gelmemektedir. Toplantıda belirginleşen bir diğer konu; Mısır, Türkiye ve İsrail gibi Amerikan müttefiki üç ülkenin asgari müştereklerde birleşmeleridir. Bunun bölgedeki Amerikan politikasının etkinliğinin göstergesi olduğu söylenebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder