AÇISINDAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AÇISINDAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2017 Salı

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 2


ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 2



C- Bölge Dışı Ülkelerin Politikaları ve Senaryolar 

Ortadoğu, zengin petrol yataklarıyla öteden beri bölge dışı güçlü ülkelerin dış politikalarında bu bölge her zaman öncelikli olarak yer almıştır. 
Bölge ülkelerinin çeşitli çıkar mücadelelerinin yanında, dış kaynaklı güçlerin uygulamaya çalıştıkları politikalar, Ortadoğu'yu çok hassas dengelere 
oturtmuştur. 

Su üzerinde oynanan bölgesel politikalar yanında sıkça bölge dışı ülkelerin de konuya eğilimleri, hatta bölgede kendi politikalarını uygulama çabaları dikkat çekmektedir. Bölgenin petrol kaynaklarının zenginliğinden kaynaklanan bu durumu açıklamak zor değildir. Özellikle güçlü olarak tanımlanabilecek ülkelerin (ABD, Almanya v.b) bölgeye yönelik politikaları, çözüm sürecine bölge ülkelerinin politikalarıyla beraber, hatta daha önde katılmakta ve neredeyse kilitlenmiş bir satranç oyununu anımsatan çözümsüzlüğe katkıda bulunmakta dır. 


Çıkan en küçük bir çatışmayı bu çerçevede değerlendiren bölge dışı söz sahibi ülkeler, çıkarları gerektirdiğinde müdahaleden kaçınmazlar. Ancak bu ülkeler böylesine hassas olan bölgede politikalarını büyük bir gizlilik içinde yürüttüklerinden dolaylı amaçları ancak meydana gelen olayların birleştirilmesi 
sonucu tahmin edilebilmektedir. Bazen de bu tahminler ışığında bir takım senaryolar üretilebilmektedir. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak değerlendirilen ABD'nin bölgedeki etkinliğini yadsımak olası değildir. Bu gücün farkında olan Fransa, Almanya ve Japonya gibi güçlü ülkeler, petrole duydukları gereksinmelerini de dikkate alarak ABD'ye Ortadoğu politikasında 
destek verme durumunda kalmışlardır (Bulloch, Darwish, 1994, s:16-17). 

Ortadoğu ülkelerinin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyleri dikkate alındığında, bölge dışı etmenleri değerlendirmeye katmadan politika 
üretemeyecekleri son derece açık görülmektedir. Buradan, sınıraşan sular konusunda Türkiye, Suriye ve Irak'ın aralarında bir çözüme ulaşması, bu 
çözümün başta ABD olmak üzere bölgede etkili diğer güçlü ülkelerin çıkarlarına zarar verilmediği ölçüde mümkün olacağı söylenebilir. 

Bölgede dikkat çeken diğer bir olgu İran'ın ABD faktörüne karşın başına buyruk bir politika izlemesidir. Suriye gibi İran'ın da, politikasının önemli bir 
kısmını teröre destek vererek devam ettirme çabasında olduğu görülmektedir. Bu arada ABD, Ortadoğu dengelerinin ekonomik globalleşmeye uygun olarak 
yeniden kurulmasını İran'daki rejimin yıkılmasıyla olası görmektedir (Bahçacı, 1995, s:36). 

İran'ın bölgede etkin bir güç görünümünde olması, bu gücün kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Batı kaynaklı gelişmiş bir teknolojiyi 
arkasına almadan böyle bir karşı gelişin olamayacağı düşüncesi, Almanya'nın Ortadoğu'ya ilişkin politikalarındaki son dönemdeki aktivite ile birleşince İran-
Almanya dayanışmasının olduğu iddiaları ortaya atılmıştır (Bahçacı, 1995, s:36). 

Amerika'nın Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail'in İran ile ortak sınırlarının olmayışı, İran'a karşı mücadelede ABD açısından bir 
dezavantaj olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada İran'la komşu olan Türkiye, stratejik bir konuma gelmiştir. 1996 Şubat'ı ile ivme kazanan Türk-İsrail yakınlaşmasını bu perspektiften değerlendirmek olasıdır. Böylece ABD'nin desteklediği Türkiye ve İsrail, terörizmi kullanan ve bölgesel istikrarsızlığı körükleyen İran ve Suriye'ye karşı etkin bir baskı oluşturabilecektir (Nokta, 2-8 Haziran 1996, s:12). 

ABD'nin İran'a yönelik politikaları Orta Asya petrollerinin değerlendirilmesinde bir avantaj yakalayabilmeyi de içermektedir. Bu arada İran, Orta Asya Cumhuriyetleriyle oldukça önemli bağlar kurmuş bu durumdan yararlanmaya başlamıştır. Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bölgedeki dış kaynaklı politikalar sadece suya endeksli değildir, ancak bu paylaşımın su yakın bir gelecekte önemli bir soruna dönüşeceği anlamına gelmektedir. 

Bölge ülkeleri (Türkiye, Suriye, Irak) çözüm sürecinde önceliklerini gözden geçirirken bölge dışı etmenleri gözardı edemez durumdadır. Gerçi gözardı etmek fiilen olanaksızdır. Çünkü bölgeye aktarılmış, Çekiç güç gibi oldukça önemli, bölge dışı askeri kuvvetler bulunmaktadır. 

Su kaynaklarına sahip Türkiye bu avantajını kullanabilmenin planlarını bu günden yapmalı gerçekleşebilir politikalar üretmelidir. ABD'nin ünlü mühendislik-müteahhitlik firmalarından Brown and Root, Körfez Savaşı sonrası değişen koşullar ve Türkiye'nin bölgedeki değişen rolü çerçevesinde bir projeyle ilgili olarak hazırladığı fizibilite raporunda, Türkiye'nin 2000 yılında bölgenin su imparatoru olacağını, yılda 15 milyar doların üzerinde gelir elde edeceğini iddia ederken; Türkiye açısından oluşabilecek kazanımların yalnızca bir yönünü vurgulamaktadır (Ayna, Güz 93, s:30). 

Türkiye'nin elde edebileceği bu konumun öneminin güçlü ülkeler yanında, bölgesel ülkeler de farkındadırlar. Böylece Türkiye merkezli politikalar hızla üretilmektedir. Bunun en somut göstergelerinden biri komşularımızdan Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Yunanistan'ın PKK terörüne verdikleri destektir (Bahçacı, 1995, s:36). Ayrıca Suriye ve Yunanistan arasında imzalanan işbirliği anlaşmaları Türkiye'yi Doğu ve Batı'dan rahatsız edebilecek yansımalara sahiptir. Aynı zamanda ABD'nin Kuzey Irak'ta Otonom Kürt Yönetimine destek vererek (Canbolat, 1993, s:355) bir Kürt Devleti oluşumuna katkı sağladığı yönünde sıkça ortaya atılan iddialar da dikkate alınırsa; üretilmesi gereken politikanın çözeceği denklemin ne kadar çok bilinmeyeni 
olduğu ortaya çıkacaktır. 


Türkiye'yi yönetenlerin giderek tırmanışa geçen sorunlar karşısında ne derece duyarlı olduklarını ve hangi konulara öncelik verdiklerini belirleyebilmek amacıyla, 20-24 Mayıs 1996 tarihlerinde, ileriye yönelik tahminlerimize ışık tutabilmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine tek sorulu bir anket çalışması yapılmıştır. 

IV. SINIRAŞAN SULARIN TÜRK DIŞ POLİTİKASINDAKİ ÖNCELİĞİ 

T.B.M.M'nde yaptığımız anket çalışmasında, milletvekillerinin, sınıraşan sular sorununu 2000'li yıllarda Türk dış politikası açısından ne kadar öncelikli 
gördükleri araştırılmıştır. Araştırmada T.B.M.M'nin %50'si hedeflenmiş, ancak %10'luk bir oranda cevap alınabilmiştir. Elde edilen oranın açıklayıcılığı zayıf 
olmakla beraber, yapılan çalışmanın çok yeni olması ve sınıraşan sularımızla ilgili çarpıcı bir bulguya ulaşması nedeniyle incelememiz içinde yer almasında 
yarar görülmüştür. 

Anket çalışmasından elde ettiğimiz sonuçlara göre, Milletvekillerine yöneltilen "2000'li yıllarda Türk Dış Politikası'nın öncelikli sorununun ne 
olacağı" konusundaki soruyu yanıtlayanların %58'i önceliği sınıraşan sular sorununa vermişlerdir. Türk-Yunan ilişkileri %27 ile su sorunundan sonra 
değerlendirilmiştir. Türki Cumhuruyetlerle ilişkiler %6 ve Rusya ile ilişkiler %4 oranında öncelik taşımış, yanıt veren Milletvekillerinin %5'i ise bu soruyu boş 
bırakmıştır (Bkz. Tablo-I). 

Tablo-I bize ileriye dönük olarak olumlu işaretler vermektedir. 


Milletvekillerinin sınıraşan sular konusundaki duyarlılıkları bizi, Türkiye'nin olası bir krizde hazırlıksız yakalanmayacağı, bu konuyla ilgili politikasını 
önceden saptayabileceği varsayımına ulaştırmaktadır. Ancak düşündürücü bir soru vardır: Potansiyel olarak duyarlı milletvekillerinin sıkça yaşanır olan 
hükümet krizleri nedeniyle düşündüklerini realize edebilme olanakları nedir? Bu sorunun yanıtı belki de daha düşündürücü olacaktır. O nedenle Türkiye'nin 
siyasal istikrarının biran önce sağlanması oldukça yaşamsaldır. 

V.SONUÇ 

1950'li yıllardan itibaren giderek ivmesini hızlandıran ekonomik gelişmeye yönelik çabalar, ülkeleri maliyeti yüksek yatırımlara yöneltmiş; eldeki kaynaklardan yararlanma çabalarının yoğunlaşmaya başlaması sınırdaş ülkeler arasında yeni sorunların ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Ülkelerin 
daha çok kaynak kullanma isteğine koşut olarak, kıt kaynaklara olan talep artmış ve aralarında çıkan sorunların temelinde çoğunlukla bu kıt kaynaklar yer 
almıştır. Nitekim Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir. Türkiye'nin özellikle yıllardır ihmal edilişi ve geri kalmışlığının şikayet konusu edildiği Güney Doğu Bölgeleri için yaşamsal değeri olan ve ülkenin ekonomik potansiyelini geliştirmek açısından büyük önem taşıyan bu proje ilerledikçe, su sıkıntısı çekecekleri konusunda endişeleri artan Suriye ve Irak, tepkilerini çeşitli boyutlarda göstermiş ve göstermektedirler. 

 Türkiye ile aşağı çığır ülkelerinden Suriye ve Irak arasındaki bazı temel anlaşmazlıklar göze çarpmakta, bunlarda çözümsüzlüğün bir kader olarak 
belirmesine neden olurken, uluslararası hukukta sınıraşan sularla ilgili çok net bir kabulün bulunmaması, çözüm sürecinin uzamasına katkıda bulunmaktadır. 
Suyun Türkiye'den kaynaklanıyor olması, Suriye ve Irak'a karşı önemli bir koz olarak değerlendirilebilmektedir. Özellikle su kaynakları Irak'a göre çok daha az 
olan Suriye, Türkiye'ye bağlımlı olmaktan duyduğu rahatsızlıkla suya karşı terör kozunu kullanmak istemiştir. 

Güney komşularımızın, özellikle Suriye'nin uluslararası hukuka ve insanlığa aykırı politikalara bel bağlamasına karşın, Türkiye sertlik yanlısı bir politika izlememektedir. Bunu ekonomik çıkarlarını dikkate alma gerekliliğine bağlamak olasıdır. Çünkü Türkiye'nin ihracat yaptığı ülkelerden önemli bir bölümünü Arap ülkeleri oluşturmaktadır. Türkiye'nin uyguladığı bu pasif politikaya bir diğer gerekçe de dış dünyanın alışılmadık bir uygulamaya göstereceği tepkiden çekinmesi gösterilebilir. Burada 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye'ye yöneltilen tepkilerin henüz belleklerden silinmemesinin etkisi var denilebilir. 

Türkiye'nin en büyük yanılgısı, kendisini haklı gördüğü konularda girişimci olmayışıdır. Olumsuz etkilerini halen hissettiren ve kalıcı bir çözüme 
henüz ulaştırılamayan Kıbrıs Sorunu'nun başlangıcında, haklılık tezi ile konuya gereken hassasiyetle yaklaşmayan Türkiye'ye karşın; dünya kamuoyunu 
etkilemek için, uluslararası platformları propaganda fırsatı olarak değerlendiren Yunanistan, kolaylıkla harekete geçebildiği bir kamuoyu desteğine sahip 
olabilmiştir. Bu konuda hayli geciken Türkiye en haklı olduğu tezlerinde uluslararası kamuoyunu iknada zorluk çekmektedir. 

Kıbrıs Sorunu konusundaki deneyimi Türkiye'nin bekle-gör politikasından çok şey kaybedeceğinin delilidir. Türkiye bir kez daha hataya düşmemek için Ortadoğu 'da giderek önemli bir soruna dönüşeceğinin sinyallerini veren "sınıraşan sular" konusunu ciddiye almalı ve geçmişteki hataları yinelenmemelidir. Sınıraşan sular sorununa ilişkin gerçekçi politikalar oluşturmaktaki başarı, çözümde de başarıyı getirecektir. 

Sınıraşan sular konusunda Türkiye'nin alması gereken önlemlerin başında teröristlerle aynı safta bulunan ülkelere karşı dünya kamuoyunu harekete 
geçirmek gelmelidir. Türkiye geri kalmışlık paradoksundan kurtulacaksa, bunun ilk adımı GAP'ı yaşama geçirmek olacaktır. Bu nedenle Ortadoğu politikasını 
tekrar değerlendirilmeli ve PKK-GAP pazarlıklarına ortam oluşturacak yanlışlara fırsat verilmemelidir. Son dönemde İsrail'le olan işbirliği çalışmaları, 
Arap Dünyası'nı her ne kadar rahatsız etse de, Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki tercihinin netleşmesinin en açık işareti ve ikili askeri 
anlaşmalarla çevreleme politikası izleyen komşu ülkelere karşı önemli bir kozdur. 

Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" idealine ulaşmada Ortadoğu'da sağlanacak başarı önemli bir adım olacaktır. Bu adımı atabilmek büyük ölçüde 
"Suda Barış, Bölgede Barış" özleminin giderilmesiyle olasıdır. 


Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türk Dış Politikasında Sınıraşan Sularımız

 03.02.2012

Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türk Dış Politikasında  Sınıraşan  Sularımız

Giriş

Sürekli büyüyen nüfus, su kullanımının her geçen gün artması ve iklim değişikliği gibi nedenlerden dolayı mevcut ve sabit su kaynaklarının ihtiyaçları karşılayamayacak hale gelmesi üzerine akarsuları paylaşan devletlerarasında yaşanan soruna “su sorunu” denilmektedir. Suyun devletlerarasında sorun teşkil etmesi, su sorununun sosyal bir bilimde incelenmesine yol açmıştır.
  Dünya’da ve özellikle bölgemizde kişi başına düşen su miktarının hızla azalması, sınır aşan suları, gerginliklerin ve uluslar arası ilişkilerin merkezine taşımıştır ki, suyun hayati bir önem taşıdığı düşünüldüğünde suyun “sorun” olması gayet normaldir.
  Su sorunu değince aklımıza, Türkiye’nin de içinde bulunduğu, Ortadoğu gelmektedir. Ortadoğu ülkeleri zaman zaman su sorunu yüzünden deyim yerindeyse birbirlerini “ bir kaşık suda boğacak”  duruma gelmektedirler.
  Ortadoğu’nun gerek petrol kaynaklarına sahip olması,gerek geçiş noktası olması gerekse önemli su yollarını barındırması;Ortadoğu’nun odak ve çatışma noktası olmasına,dikkatleri üzerine çekmesine sebep olmuştur.Bu sebeplerle, kanımca, Ortadoğu’yu “kıtalararası” bir bölge olarak adlandırabiliriz.
  Ortadoğu’da Su Sorunu İçinde yaşadığımız Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri, dünyada kişi başına suyun en az miktarda düştüğü yerlerdir.

  Orta Doğu’da su sorunları 1. Dünya Savaşı’ndan yani Osmanlı Devletinin yıkılışından sonra küçük ve batıya bağlı ülkelerin ortaya çıkarılması ile 19. yüzyılın sonlarında ve özellikle de 20. yüzyılda başlamıştır. Merkezi otoritenin coğrafya üzerinde etkili olduğu, bir başka deyişle bölgedeki son istikrarlı dönemde var olmayan bu sorun Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra yani bölgeye hâkim yapının değişip, ulus-devletlerin türemeye başlamasıyla kendisini göstermiştir. Bölgede yeni oluşan sınırlarda nehirler temel alınmış ve böylece sorunun tohumları 20.yüzyıl başlarında atılmıştır. 

  Türkiye'nin dâhil edildiği savaş senaryolarında sorunun temel dayanağını “uluslararası sular” veya “sınıraşan sular” oluşturmaktadır.”Uluslararası sular”, iki farklı devletin topraklarında yer alıp, bu devletler  arasında sınır oluşturan ve her iki ülke arasında paylaşıma tabi olan sulardır. “Sınıraşan sular” ise bir devletin sınırları içinde doğarak akan ve başka devletin sınırlarına geçip buralarda aktıktan sonra denize dökülen sulardır. Ancak son dönemlerde uluslararası su kavramı, sınır aşan su şeklinde kullanılmaya başlamıştır. Daha ziyade ulaşım amaçlı kullanım dışında sulama, içme ve enerji için kullanımı söz konusu olan, iki ya da fazla devlet arasında sınır oluşturan veya farklı ülkelerde doğup akan sulara sınır aşan su tabiri kullanımı yaygınlaşmıştır. Orta Doğu’da sorunlu olabilecek altı tane uluslararası nehir bulunmaktadır. Bunlar;  Nil, Ürdün, Litani, Asi, Dicle ve Fırat nehirleridir.

  Dünya nüfusunun @'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir.    Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (transboundry rivers) olarak isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. 

Türkiye ve güney komşuları arasındaki ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; özellikle Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni(GAP) yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır.    Ortadoğu’yu, su sıkıntısı konusunda üçe ayırarak irdelemek gerekir. Birinci gruba Türkiye, Irak ve Suriye’yi alabiliriz. Bu ülkelerde su konusunda hayati bir sorun bulunmamakta dır. Diğer yandan, Filistin, İsrail ve Ürdün’de yeraltı suları bakımından bir sıkıntı mevcuttur. Bu konuda en kötü durumda olan ülke Suudi Arabistan’dır. Kuzey Afrika’da ise en önemli problem Nil Havzası’nda yaşanmaktadır. Mısır için bir hayat damarı olan Nil Nehri, bu ülke ile diğer yukarı kıyıdaş ülkeler arasında giderek şiddetlenen bir sorun olarak devam etmektedir. Burada önemli olan nokta Mısır’ın Nil olmadan var olamayacağıdır. Suriye ve Irak ise Mısır gibi, tek bir su kaynağına bağlı değillerdir. Dolayısıyla Suriye ve Irak anlaşma yollarını ararlarsa çok iyi ikame edilebilecek şansları vardır.   

Türk Dış Politikasında Sınıraşan Sularımız ve Su Sorunu   Türkiye’nin  Orta Doğu’ya yönelik dış politikalarını etkileyen parametrelerden birisi de su sorunudur. 
  Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir.

  Su kaynakları politikamız, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından önceliklerimiz, AB ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen koşullara göre gözden geçirilmektedir. Türkiye’nin yenilenebilir, ucuz ve çevre dostu olan hidroelektrik potansiyelinden ve su kaynaklarımızın sağladığı diğer ekonomik ve sosyal faydalardan verimli ve sürdürülebilir biçimde yararlanması amacıyla gerekli projeler hayata geçirilmektedir. Bu çerçevede, başta GAP Bölgesi olmak üzere ülkemizdeki baraj, hidroelektrik santrali ve sulama projelerini bir an önce gerçekleştirmesine ilişkin çalışmalar sürdürülmektedir. Fırat ve Dicle üzerinde toplam 21 baraj ve 19 hidroelektrik santralini kapsayan GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) , Irak ve Suriye’yi rahatsız etmiş, suyun miktarının azalacağı ve sulama sularının drenajı nedeniyle kalitesinin düşeceği gerekçesiyle projeye karşı çıkmışlardır.

  Türkiye, suların hakça, akılcı ve optimum kullanımını, suyun yararlarının paylaşılmasını ve diğer kıyıdaş ülkelere “önemli derecede zarar” (significant harm) verilmemesini savunmaktadır. Ayrıca Dicle ve Fırat suları konusunu tüm boyutlarıyla ve bütüncül bir yaklaşımla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer kıyıdaş ülkelere iletilmiş ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerektiği vurgulanmıştır. 
  Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler.  Asi, Fırat ve Dicle su havzaları da soruna konu olan nehirlerdir. Asi’de Türkiye, Suriye ve Lübnan ile sorun yaşarken Fırat ve Dicle’de soruna ortak olarak Türkiye, Suriye ve Irak karşımıza çıkmaktadır. 

  Türkiye iyi niyetinin bir ifadesi olarak, suyu bir silah olarak kullanma yoluna gitmemiştir. Oysa ki, Suriye terörist PKK’yı besleyerek ve Türkiye’nin ikazlarına rağmen bu tutumundan vazgeçmeyerek Türkiye’den bu yönde taviz alabileceğini düşünmüştür.. 

  Türkiye'nin Fırat ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir.

Değerlendirme;

Azalan su arzına karşın, nüfusla birlikte artan su talebinde, arz ve talebin dengelenmeye çalışılması su sorununu meydana getirmiştir. Su sorunu, bir ülkenin sadece sosyal ve ekonomik yapısını değil,onun dış politikadaki tavrını da etkilemektedir.

Kanımca asıl sorun, artan nüfus ve azalan su kaynakları değil; suyun etkin bir şekilde değerlendirememesi ve devletlerin- kendi çıkarlarını gözettikleri için-bir uzlaşma sağlayamamasıdır.

Su meselesi, devletler üstü bir yapının idaresinde olmalı ve böylece insan yaşamı için hayati önem taşıyan ve ikamesi olmayan suyun etkin kullanımı için bütün ülkeler ortak ve hassas hareket etmeli, ülkesel çıkarlar bir yana bırakılmalıdır.  

Kaynakça
  
1)Prof.Dr.Ali İhsan Bağış, “Ortadoğu Su Meselesinde Türkiye Ve Gerçekler”,22 Mart 2004 2) A. Nazmi ÜSTE , “Uluslararası Politika Ve Türk Dış Politikası Açısından  
Sınıraşan Sularımız” ,D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi ,Cilt:13, Sayı:I, Yıl:1998, ss:231-246 3) “Türkiye’nin Sınır aşan Sular Politikasının Ana Hatları” ,T.C. Dışişleri Bakanlığı 
Resmi Web Sitesi 4) http://www.genbilim.com/content/view/3188/39/ ,Erişim Tarihi:02 Şubat 2012 5) Tuğba Evrim Maden, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Suyun Rolü”, 
Orta Doğu Analiz Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 35, Kasım, 2011, Ss. 37-39

AKMANDOR, Neşet; PAZARCI, Hüseyin; KÖNİ, Hasan (1994); Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, Yayın No:4, Ankara. 
ALACAKAPTAN, Aydın G. (1993); "Sınıraşan Sularımız Dicle ve Fırat'ın Arap Komşularımızla Büyük Sürtüşmelere Neden Olmaları 
Beklentileri Abartılıdır" Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, İstanbul. 
BAHÇACI, Çınar (1995); Türkiye'nin Ortadoğu'ya Yönelik Dış Politikası, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara. 
BULLOCH, John; DARWISH, Adel (Ocak 1994); Su Savaşları, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.Basım, İstanbul. 
CANBOLAT, İbrahim S. (1993); "Yeni Dünya Düzeni'nde Ortadoğu ve Türkiye Gerçeği", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayınları, İstanbul. 
CHALABI, Hassan; "Fırat'ın Suları ve Uluslararası Kamu Hukuku" Ayna Dergisi, Kış 1993-Bahar 1994, Sayı 2, "Conference Implications" tarafından çevrilmiştir. 
ERGİL, Doğu (Aralık-Ocak 1990); "Ortadoğu'da Su Savaşları Mı?" Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XLV, Not 4. 
İNAN, Kamran (1995); Hayır Diyebilen Türkiye, 2.Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul. 
İNAN, Kamran (1993); Dış Politika, Ötüken Neşriyat A.Ş, Kültür Serisi:73, İstanbul. 
KUT, Gün (1994); "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Derleyen: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul. 
MANGO, Andrew (1995); Türkiye'nin Yeni Rolü, Türkçesi: Erhan Yükselci-Şükrü Demircan, Ümit Yayıncılık, Ankara. 
ÖZCEL, Berk (Güz 1993); "Güvensizlik Kurbanı: Ortadoğu Barış Suyu Projesi", Ayna. 
REGUER, Sara (January 1993); "Controversial Waters: Exploitation Of The Jordon River, 1950-1980", Middle Eastern Studies, Vol.29, No:1, pp. 
53-90, Published By Frank Cass, London. 
TEPLER-DREZON, Marcia (April 1994); "Contested Waters And The Prospects For Arab-Israeli Peace", Middle Eastern Studies, Vol. 30, 
No:2, pp. 281-303 Published By Frank Cass, London. 
TURAN, İlter (1993); "Sunuş", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayını Hazırlayan:Sabahattin Şen, İstanbul. 
Turkish Review Of Middle East Studies, Formerly Puplushed as" Studies On 
Turkısh-Arab Relations", 1993, İstanbul. 


GAZETELER 

İSTANBUL TİCARET GAZETESİ, Sayı 1911, 24 Mayıs 1996. 
YENİ YÜZYIL GAZETESİ, 9 Haziran 1996. 
MİLLİYET GAZETESİ, 22 Haziran 1996. 

 http://orsam.org.tr/orsam/gencorsam/11401?dil=tr

***

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 1


ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 1 


A. Nazmi ÜSTE (*) 
(*)Araş. Gör. D.E.Ü. İ.İ.B.F.Kamu Yönetimi Bölümü 

ÖZET 

Su, 21. Yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde uluslararası politikada dikkate alıması gereken bir olgu olarak belirmiştir. Özellikle hızlı nüfus artışı, sanayi 
gelişimi, teknolojik yenilikler su kullanımını arttıran bir gelişmeye neden olmuştur. Bu şartlar altında özellikle su kaynakları kıt kaynaklar çatısı altına yerleşmiştir. 
Çalışma, Orta Doğu gibi su açısından son drece yetersiz bir bölgenin önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle merkezine oturtulmuş, bu çerçevede uluslararası 
ilişkiler ve Türk Dış politikası değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmada TBMM’de konuya ilişkin olarak yapılan bir anket çalışması ve değerlendirilmesi yer almaktadır. 

I.GİRİŞ 

21.Yüzyıla yaklaştıkça su, "ekolojik denge içinde ekonomik büyüme"nin ve "sürdürülebilir kalkınma"nın en önde gelen faktörü olma özelliğini kazanmaktadır. 
İnsanlık tarihinde dönem dönem bazı doğal kaynaklar öne çıkmakta ve çağın gelişimini etkilemektedir. Nitekim; 19.yüzyılda kömür, 20.yüzyılda petrol, 
Endüstriden ulaşıma kadar toplumlardaki bütün sektörleri etkilemiş, yönlendirmiş ve ayakta durmalarını sağlamıştır (Ayna, Yaz/Güz 1994, s:34). 

Günümüzde yaşanan nüfus patlaması, ekonomik büyüme ve teknolojik gelişim, kaynak kullanımını etkilemekte; bu gelişime koşut olarak öne çıkan 
doğal kaynaklar da değişmektedir. Geçmiş dönemlerin doğal kaynaklarından farklı olarak su öncelik kazanmaya ve "uluslararası kriz"in önemli bir konusu 
durumuna gelmeye başlamıştır. Dünya nüfusunun %40'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, 
suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir. 

Su, Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada geçmişten kalan ve geleceğe uzanan bir miras görünümündedir. Bölgede hızla artan nüfus, doğal 
kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile, optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının 
oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir. 

Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) olarak isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye ve güney komşuları arasındaki ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; özellikle 
Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır. 

Sınıraşan sularımızdan Fırat ve Dicle ile; Suriye'den Türkiye'ye akan Asi Nehri çerçevesinde oluşan ülkelerarası politikalar ve bunların global uzantılarının ele alındığı çalışmada, su sorununun güncel boyutundan çok, gelecekteki öneminin vurgulanması amaçlandığından, konuya ışık tutabileceği düşüncesiyle T.B.M.M'de milletvekilleriyle yaptığımız bir anket çalışmasına da yer verilmiştir. 

Kısır siyasal çekişmelerin kıyasıya yaşandığı Türkiye'nin iç politika açmazına, önemsenmediği takdirde giderek bir sorunlar yumağına dönüşeceğe 
benzeyen dış politika açmazı da eklenecektir. Kendi içinde güçsüz bir siyasal tablo sergileyen Türkiye, içten ve dıştan yönelen tehditler için elverişli bir 
ortam yaratmaktadır. İstikrarsız bir iç politika ile istikrarlı dış politika üretilemeyeceği gibi; dış sorunların çözümü iç sorunların çözümünden bağımsız 
değildir. Bu itibarla Türkiye'nin öncelikli sorununun içeride güçlenmek olduğu açıktır. 

Sorunlar kıskacının her geçen gün daha daraldığı dış politika gündemimizde, sınıraşan sular kendisini giderek daha çok hissettirecek bir sorun olmaya aday konudur. Bu çalışma, konunun önemine dikkat çekmekte katkı sağlayabilir ve daha kapsamlı araştırmaları özendirebilirse amacına ulaşmış olacaktır. 

II. ORTADOĞU'DA SINIRAŞAN SULARIN DAĞILIMI 

Belki de suyun kıt bir kaynak olduğunu en iyi bilenler Ortadoğu'da yaşayan insanlardır. Dünyada bir çok bölge için su bir "sorun" görünümündeyken, Ortadoğu'da "casus belli" olarak düşünülebilir (Tepler, 1994, s:281). Ortadoğu'daki su kaynaklarına coğrafi bir açıdan bakıldığında Lübnan'ın siyasi sınırlarından doğup Akdeniz'e dökülen Litani ve daha küçük olan Awali Irmakları dışında tüm kaynaklar sınıraşan su durumundadır. 

Sınıraşan sulardan Fırat, Dicle, Asi, Ürdün ve Yarmuk nehirleri yataklarının geçtiği ülkelerarasında sürekli bir gerginlik yaratmışlardırlar. 

Ürdün Nehri'nden ve bunun önemli kolu olan Yarmuk'tan Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün yararlanmaktadır. Asi Nehri Lübnan, Suriye, Irak ve Türkiye'den 
geçerek Akdeniz'e akarken; Fırat, Türkiye'den doğup Suriye ve Irak sınırlarını geçer ve Irak'ta Dicle'yle birleşir. Dicle ise Fırat'la birleştiği Şattül-Arap'a 
gelene kadar doğduğu Türkiye'den Irak'a geçer, Irak'ta yine Türkiye'den doğan Büyük Zap ve Irak'tan doğan Küçük Zap'la birleşir. 

Ürdün Nehri'nin yıllık su miktarı 1,5 milyar m3/s iken; Asi Nehri'nin 1,2 milyar m3/s; Fırat ve Dicle'nin ise sırasıyla 35,6 milyar m3/s ve 48,7 milyar 
m3/s olmak üzere toplam 83,3 milyar m3/s düzeyindedir. Bu durumda, Ortadoğu'nun yerüstü su kaynaklarının tamamı yılda 86,8 milyar m3/s'den 
ibarettir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:12). 

Görüldüğü gibi Ortadoğu'daki akarsuların önemli bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları dahilinden kaynaklanmaktadır. Dikkat çeken bir diğer 
olgu, Arap devletlerinin nehirlerinde akan suyun yaklaşık %85'inin Arap olmayan ülkelerden gelmesidir (Bulloch ve Adel, 1994, s:16). 

 Sorunun giderek güncel boyut kazanması, Türk-Arap ilişkilerine ilişkin toplantı veya konferansların gündemlerinde köklü değişiklikler yaratmıştır. 
Arap Birliği Araştırmalar Merkezinin (CAUS) organize ettiği ve 1969'da ilki gerçekleşen toplantılarda genelde Türk-Arap ilişkilerinin geçmişi 
konuşulmuşken, 15-18 Kasım 1993 tarihli toplantıdan sonra (Beyrut Semineri) ilk olarak günümüzdeki durum ve geleceğe ilişkin görüş alışverişleri dikkat 
çekmiştir (Turkısh Review of Middle East Studies, 1993, s:268). 

Kaynakları elinde bulunduran Türkiye için su, Araplara karşı kullanılabilecek önemli bir kozdur. Ancak şu noktaya da dikkat çekmek gerekir 
ki, aralarında sorunlar yaşayan Arap ülkelerini biraraya getirebilecek en önemli etken Arap olmak değil, susuz kalmaktadır. 

III. TÜRKİYE, SURİYE VE IRAK'IN GEREKSİNİM DUYDUKLARI SU MİKTARLARI, KULLANIM HAKLARI, TALEPLERİ VE " DE FACTO " 

Türkiye'nin Ortadoğu ile irtibatlı ve " sınıraşan sular " (trans boundry rivers) kavramıyla açıklanabilen nehirlerinden Fırat, Dicle ve ayrıca Suriye'den 
doğup Türkiye'ye giren Asi Nehirleri'nin yataklarını paylaşan ülkeler arasında sürekli bir anlaşmazlık ve güvensizlik ortamı söz konusudur. Türkiye'nin Fırat 
ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir 
tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir (Turan,1993, s:13). 

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve 

Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. Arap ve dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, toplumsal ve ekonomik her türlü alana kadar uzanan bu baskı yöntemleri içinde, belki de Türkiye açısından en rahatsız edici olanı, Suriye'nin PKK terörizmini bir karşı koz olarak pazarlık masasına sürdüğü iddiasıdır (Ergil, 1990,s:54). 

Karşılıklı görüşmelerde tüm tarafların kabullenebileceği bir sonuca henüz ulaşılmış değildir. Farklı yorumlarla ele alınan uluslararası hukuk kuralları, 
çözüm üretimine beklenen katkıyı sağlayamamıştır. Konunun hukuksal boyutlarının üzerinde durulması bu konuda yapılan yorumların doğruluk 
derecesini ortaya çıkarabilmek açısından yararlı olacaktır. 

A- Uluslararası Hukuk ve Sınıraşan Sular 

Türkiye'nin sınıraşan sulardan kaynaklanan Suriye ve Irak ile yaşadığı sorunlar, önemli ölçüde bu konuya ilişkin hukuksal bir netliğin bulunmamasından  kaynaklanmaktadır. Hukuksal belirsizlik ve bu belirsizliği giderme çabalarının taraf devletlerin işbirliğinden uzak bir şekilde sürdürülmeye çalışılması çözüme ilişkin umutları zayıflatmaktadır. 

Sınıraşan sular ve su sistemlerinin kullanımına ait kapsamlı ve bağlayıcı uluslararası kurallar henüz oluşmamış olmasına karşın, bu konuda literatür ve 
uygulamalar dikkate alınırsa, bazı temel ilkeler oluşturulabilmektedir. Bunlar: Mutlak Hükümranlık (Absolute Sovereignty) ilkesi, Mutlak Bütünlük (Absolute 
Integrity) ilkesi, Karşılıklı Haklar (Correlative Rights) ilkesi, Uluslararası Suların Ortak İdaresi ilkesidir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994 , s:15-16). 

Türkiye bu ilkelerden, "Sınırlı Bölgesel Hükümranlık" ilkesine yakın bir söylem ve tutumu benimsemiştir. Bu ilke gereğince, sınıraşan suların kullanılması diğer ülkelere (Mensab taraf ülkeler) zarar vermemelidir. Türkiye bu ilkeyi benimsemiş olduğunu her fırsatta belirtirken Kamran İnan'ın "Bunlar uluslararası nehir değil (Fırat ve Dicle'yle ilgili olarak), %100 Türk nehirleridir: Kaynaklarını bizim topraklarımızdan alıyorlar..." (Ayna, Kış 1993 / Bahar 1994, s:34) sözlerinde somutlaşan görüşle, bu nehirlerin Türkiye'nin sınırları içinde kalan kısımlarının hükümranlığı hakkında tartışmaya dahi girilmeyeceği 
vurgulanmaktadır. 

Irak ve Suriye'nin söz konusu ilkelerden "Mutlak Bütünlük İlkesi"ni önemli ölçüde benimsedikleri ve bu doğrultuda hareket ettikleri görülmektedir. 

Burada, sınıraşan nehir sularının doğal miktarını ve kalitesini değiştirecek her türlü faaliyeti yasaklayan bir yaklaşım benimsenmektedir. Böyle bir ilkeyi 
uygulayabilmek ise, neredeyse olanaksızdır. 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak Uluslararası Hukuk Derneği (ILA), 1966 yılındaki Helsinki Toplantısı'nda konulan kuralların düzenlenmesi konusunda önemli bir girişimde bulunarak bazı kuralları kabul etmiştir. Bu kurallar, sınıraşan havza sularının hakça ve makul bir şekilde kullanılması ve bunun için de tüm faktörlerin dikkate alınması gerektiğini tavsiye eder niteliktedir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994,s:17). 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun kuralların düzenlenmesiyle görevli organı olan Uluslararası Hukuk Komisyonu'nun 1991 yılında hazırladığı raporun Genel Prensipler başlıklı 2. bölümünün 5., 6. ve 7. maddeleri sınıraşan sularla ilgili açılımlara olanak vermektedir. 

Anılan raporun 5.maddesinde "Taraf ülkeler, ülkelerarası bir akarsuyun (veya akarsu sisteminin) kendi ülkelerinde kalan bölümünü hakça ve akılcı bir 
şekilde kullanacaklardır. İlgili ülkeler uluslararası akarsuyu gerekli koruma koşullarına uygun olarak, optimum yararlanmayı sağlayacak bir biçimde 
kullanacak ve geliştireceklerdir" (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:18) denilmektedir. İfadeden de anlaşılacağı üzere, 5. maddede sınıraşan sularla ilgili 
bir paylaşım söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, hakça ve akılcı kullanımdır. Hakça ve akılcı kavramları son derece göreli nitelikte olduklarından bu madde menba yada yukarı havza ülkelerine oldukça geniş bir hareket hakkı sağlamakta dır. Türkiye 5. maddeyi benimserken Suriye ve Irak bu maddeden son derece rahatsızlık duymaktadırlar. 

Aynı raporun 6.maddesi de suların hakça ve akılcı kullanımına ilişkin bölgenin nüfusu, gelişmişlik düzeyi, iklimi, alternatif su olanaklarının teknolojik durumu ve sosyal ihtiyaçları gibi kriterleri vurgularken, bu kavramların göreliliğini ortadan kaldıramamaktadır (Akmandor, Pazarcı, Köni, 1994, s:38). Esasen 6.madde Türkiye'nin savundukları ile çelişmemektedir. Nitekim, Güneydoğu Anadolu Projesi'ne Suriye ve Irak'ın getirdikleri eleştiriler bu madde ile yanıtlanabilir. 

Komisyonun söz konusu raporunun 7.maddesi ise, kıyıdaş ülkelerin birbirlerine "kayda değer zarar" verecek hareketlerden kaçınmalarını ve karşılıklı işbirliği çerçevesinde, bilgi alışverişinde bulunmalarını önermektedir. Aşağı çığır ülkeleri (Irak, Suriye) tarafından öne çıkarılmak istenen bu maddenin esasen, Türkiye'nin iddiasıyla çelişir bir yanı yoktur. 

Türkiye, Suriye ve Irak arasında yaşanan su sorunuyla ilgili en somut olarak nitelendirilebilecek belge 1987'de imzalanan protokoldür. Bu protokol 
gereğince Türkiye, Fırat'ın sularından saniyede 500 m3/s'ini Suriye'ye bırakmakla yükümlüdür (Ayna, Kış 1993-Bahar 1994, s:43). 

1983'de Türkiye, Suriye ve Irak arasında Ankara'da teknik bilgilerin değiş-tokuşunda üç taraflı bir teknik komite kurulması için anlaşmaya varılmış; 
aynı toplantıda Irak ve Suriye'li temsilcilerin Fırat'ın sularının paylaşımına ilişkin antlaşma önerilerini Türkiye koşullu olarak kabul etmiştir. Anlaşma yapabilmek, yada anlaşma üzerinde tartışabilmek için Türkiye'nin ileri sürdüğü koşul, Dicle ile Suriye'den geçerek Türkiye sınırlarına giren Asi Nehri'nin de gündeme dahil edildiği bir platformun oluşturulmasıdır (Ayna, Kış 1993/Bahar 1994, s:43). 

Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. 
Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler. 

Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan sınıraşan sulara ilişkin hukuki bir konsensusun sözkonusu olmadığını açıkça ortaya koyan bu açıklamalardan da 
anlaşılacağı üzere, çözümden söz etmek oldukça güç görünmektedir. Suriye ile imzalanan ve 500m3/s su vermeyi kabul ettiği 1987 tarihli anlaşmayla çözüme 
yönelik olarak iyi niyetini ortaya koyan Türkiye'nin uluslararası hukuksal teamüller çerçevesinde tavizkar bir tutum içerisine girmesi beklenmemelidir. 
Türk uzmanların konuyla ilgili araştırmalarına göre, esasen günde 500m3/s su miktarı fazladır. Verilmesi gereken su günde 350m3/s olmalıdır (Akmandor, 
Pazarcı ve Köni, 1994, s:62). 

Teknik saptamalar günlük 350m3/s'lik su bırakımını yeterli görmüşken; Türkiye, Atatürk barajında su tutulması işlemini başlattığı 23 Kasım 1989 tarihinden, 13 Ocak 1990 tarihine kadar günlük ortalama 763m3/s su bırakmıştır. 13 Ocak-13 Şubat 1990 tarihleri arasındaki bir aylık sürede de bırakılan su günlük ortalama 509m3/s olmuştur (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:31). Sözkonusu tarihlerin, barajlarda su tutulan ve dolayısıyla Türkiye'nin 500m3/s'lik taahüdünü yerine getiremeyeceğinin iddia edildiği tarihler olması açısından önemlidir. Ayrıca aynı dönemde kuraklığın yaşandığı, yağışların normal miktarların altına düştüğü de dikkate alınmalıdır. 

Suya ilişkin kaygılar, ülkeleri geleceğe yönelik önlemler almak ve politika üretmek konusunda organize olmaya itmektedir. Nitekim, Dünya Bankası, Merkezi Marsilya'da olan Dünya Su Konseyi'ni kurmuştur ve su konusunda dünyadaki tüm görüşleri eşgüdümlemek için Küresel Su Ortaklığı'nı 
(Global Water Partnership) oluşturmaktadır. Ağustos 1996'da sivil toplum örgütleri Stockholm'de bu ortaklık için toplanacaklardır (Bkz. Milliyet, 22 
Haziran 1996, s:18). 

B- Türkiye, Suriye ve Irak'ın Sınıraşan Sular Bağlamında Dış Politikaları 

Ortadoğu'da su günümüzde en az petrol kadar önemli olmuş, yakın bir gelecek de petrolden çok daha önemli olacağının sinyallerini vermiştir. Bu bölgeyi besleyen önemli su kaynaklarına sahip olan Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en 
önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Ayrıca Ortadoğu'ya akmayan ancak aktarılabilir olan bazı nehirler de yine Türkiye sınırları dahilindedir 
(Seyhan, Ceyhan, Manavgat v.b.). 

Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Son dönemdeki gelişmelerden İsrail-Filistin barışı ve Türkiye ile İsrail'in imzaladıkları çeşitli işbirliği anlaşmaları ( son olarak imzalanan 5 yıl süreli askeri eğitimde işbirliği amacını taşıyan anlaşma) özellikle Suriye tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Bahçacı, 1995,s:42-43). Güneydoğu Anadolu Projesi'nin hayata aktarımıyla artan gerilim bu tür işbirliği anlaşmalarıyla hat safhaya ulaşmış, gerek Suriye'yi, gerekse Irak'ı Türkiye'ye ellerinden gelen baskıyı uygulamaya yöneltmiştir. 

Başta Arap ve daha sonra dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, diplomasiye ve ekonomiye kadar uzanan baskılara koşut olarak, bu ülkeler modern silahları yoğun bir şekilde satın almaya ve ordularını güçlendirmeye çalışmaktadırlar (Ergil, 1990, s:54). Nitekim, petrolden kazandığı geliri silah alımı ve üretiminde yoğunlaştıran Irak yaşanan Körfez Savaşı'nda yenilmiş olmasına karşın önemli bir güç olduğunu göstermiştir. 

Güney komşularımızda yaşanan bu gelişmeler Türk Genelkurmayı'nın herhangi bir Arap ordusundan daha üstün olduğu düşüncesine daha temkinli yaklaşılması gerektiğini ve Türkiye'nin bölgedeki savunma gereksiniminin önemini vurgularken, (Mango,1995,s:136), Türk ordusuna karşı önlemler almaya itmektedir. 

 Türkiye'nin sınıraşan sular sorunuyla ilintili olarak mücadele etmek zorunda kaldığı ve dış politikada olduğu kadar iç politikada da (Bkz. İnan, 1993, s:26-27) dikkat çeken bir diğer olgu PKK terörüdür. En büyük destekçisinin Suriye olduğu bugün herkes tarafından bilinen PKK'nın, (Ergil, 1990, s:68) Suriye tarafından desteklenmesi bölgesel liderliğe soyunmuş olan Hafız Esad'ın politikasının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. 

GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir. Yapılan her baraj Suriye'nin yaşam damarlarına atılan bir düğüm olmakta ve bu düğümü çözecek tek ülke de, Türkiye olarak belirmekte dir. Hafız Esad, Türkiye'ye bu denli bağlanmamanın yollarını aramakta ve bu yollardan birinin de PKK kartını elinde bulundurmaktan geçtiğini düşünmektedir. Böylece GAP'ı sabote etmeyi ve pazarlıklardan maksimum kar elde edebilmeyi planlamaktadır. Sabotaj maddeten olmasa bile, toplumsal boyutta eşdeğer bir külfetin Türkiye'nin sırtına yüklenmesi amaçlanmaktadır (Ergil, 1990, s:69). 

"Bir Büyük İnsanlık Projesi" olarak lanse edilen GAP, kapsamındaki 22 Baraj, 19 Hidroelektrik santrali ve 1,7 milyon hektar alanı sulayabilecek şebeke sistemiyle Türkiye'nin Güneydoğu'sunda yaşanan bir çok sorunu halledebilecek ve ülke ekonomisine de önemli katkılar sağlayacaktır (İstanbul Ticaret Gazetesi, 
17 Mayıs 1996,s:7). 

"1984'te başlatılan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), memleketimizi gelecek yüzyıla taşıyacak muhteşem bir eserler manzumesidir. Dünyada bu çapta bir projeyi göze alabilecek az memleket vardır. Atatürk Barajı'nı gören yabancı ziyaretçiler, devlet adamları, bana, "Türkiye bununla nereye varmak istiyor? diye sorar, hayranlıklarını gizleyemezdi..." (İnan, 1995, s:66) sözleriyle Kamran İnan projenin görkemini ve dış dünyanın bakış açısını açık bir şekilde 
vargulamaktadır. 

Dış dünyanın Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki vatandaşlarımızla ilgili olarak sık sık gündeme getirdikleri "insan hakları", "yaşam koşulları", "fırsat eşitsizlikleri" gibi sorunların çözümünü destekler görünürken, GAP gibi tüm bu olumsuzlukları giderebilecek "Bir İnsanlık Projesi"ne destek vermemeleri kesinlikle çelişik bir durumdur. Bu durum, Suriye ve Irak'ın GAP'a yönelik olarak geliştirdikleri uluslararası kamuoyu oluşturma girişimlerinde Türkiye'den daha başarılı olduklarının açık bir kanıtıdır. Belki de bunun için tüm Ortadoğu liderleri içinde en zekisinin Hafız Esad olduğu savunulmaktadır (Bkz.John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:55). Ne var ki Esad bu zekasını barışcı bir yolda kullanmayı tercih etmemektedir. 

Suriye dikkate alındığında, Irak daha uzlaşmacı bir politikaya sahiptir denilebilir. Bu belki de, petrol gelirlerinin etkisiyle projelere ağırlık vermesinden kaynaklanmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararına karşın Irak hareket alanında bir takım tarımsal projelere devam etmiş ve tarım üretimini 1987'ye göre, 1990 sonunda %70 arttırabilmiştir (John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:126). Ancak, Irak'ın 
Körfez Savaşı'nın etkisinden henüz kurtulamamış ve su sorunu yeteri derecede yaşamamış haliyle sergilediği tutum yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü henüz GAP 
tamamlanmamıştır ve Dicle'den şimdiye kadar engelsiz yararlanan Irak, Dicle üzerinde inşa edilecek olan Batman, Dicle ve Kralkızı Barajları'nın etkisini 
hissetmemiştir. 

GAP'ın Dicle bölümündeki çalışmalar tamamlanınca Irak'ın bugünkü kadar yumuşak politika uygulamayabileceğini Türkiye'nin dikkate alması ve bu 
doğrultuda hazırlıklı olması gerekmektedir. Irak yönetiminin başında halen Saddam Hüseyin'in bulunduğu da dikkate alınırsa konunun önemi ortadadır. 

GAP, Türkiye'nin çağı yakalama yarışındaki en büyük kozudur; hatta, birçok toplumsal ve ekonomik sorunu çözebilecek, dış politikada güç ve prestij 
kazandırabilecek kadar büyük bir kozdur denilebilir. 

Güney komşularımızın GAP'a endeksli barış önerilerini kabul etmek ve böyle bir anlaşmaya imza atmak neredeyse Sevr'e imza atmak kadar "yıkıcı" ve 
"bölücü" olabilecektir. Bu komşularımızın Türkiye'ye karşı "Arap Birliği" çabaları günümüzde hız kazanmıştır. Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı "Askeri 
Eğitim İşbirliği Anlaşması"nı öne çıkararak sık sık toplanan Arap liderler İsrail ve Türkiye'ye karşı olan tavırlarına netlik kazandırmaktadırlar. Özellikle 
İsrail'deki son seçimleri sağcı Benjamin Netenyahu'nun kazanmasının ardından yoğunlaşan Arap zirvelerinden çıkan kararlar Arap Birliği'ne gidişin işaretlerini 
vermiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Suriye lideri Hafız Esad ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah arasında gerçekleştirilen iki günlük zirvede, 21-23 Haziran 1996 da Kahire'de genişletilmiş bir Arap zirvesinin yapılması kararlaştırılmış ve zirveye Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri davet edilmişlerdir. 
Bu zirvede Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı son anlaşmanın da gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Yeni Yüzyıl, 9 Haziran 1996, s:13). 

Kahire'deki Arap Zirvesi'nde Suriye Türkiye'yi, sınırlarına askeri birlik yığmakla suçlamış ve kendisinin İran'la müttefik olduğunu vurgulayıp, Türkiye'nin İsrail'le yapmış olduğu anlaşma konusunda kınanmasını istemiştir. 

Ürdün, Suriye'ye karşı tavır alırken; Mısır, Suriye'nin Türkiye ve İsrail ile olan anlaşmazlıklarından tedirgin olduklarına değinerek, Türkiye'ye ilişkin 
olumlu görüşlerini belirtmişlerdir. 

Bu toplantıyla ilgili şöyle bir yorum getirilebilir: Arap ülkeleri tüm anlaşmazlıkları na karşın biraraya gelebilmektedirler. Su konusunda ortak bir tavır alamamaları, hiçbir zaman almayacakları anlamına gelmemektedir. Toplantıda belirginleşen bir diğer konu; Mısır, Türkiye ve İsrail gibi Amerikan müttefiki üç ülkenin asgari müştereklerde birleşmeleridir. Bunun bölgedeki Amerikan politikasının etkinliğinin göstergesi olduğu söylenebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

13 Kasım 2016 Pazar

TURGUT ÖZAL VE SÜLEYMAN DEMİREL’İN SİYASİ LİDERLİKLERİNİN BÜROKRASİ İLE İLİŞKİLER AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASI BÖLÜM 2





TURGUT ÖZAL VE SÜLEYMAN DEMİREL’İN SİYASİ LİDERLİKLERİNİN  BÜROKRASİ İLE İLİŞKİLER AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASI  BÖLÜM 2



3. SÜLEYMAN DEMİREL’İN HAYATI VE BÜROKRASİ İLE İLİŞKİLERİ 


3.1. SÜLEYMAN DEMİREL VE HAYATI 




 Türk siyasi tarihinde Atatürk’ten sonra belki de adı en çok zikredilenlerden birisi de Süleyman Sami Demirel’dir. Defalarca iktidara bir şekilde ortak olması ya da iktidardan uzaklaştırılması Demirel’i siyasetin vazgeçilmez isimleri arasına sokmaya yetmiştir. 
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’nın resmi internet sitesi Demirel’in hayatını bizlere şu şekilde takdim etmektedir:61 

  “1924’te Isparta’nın Atabey ilçesine bağlı İslamköy’de doğdu. İlköğrenimini doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Isparta ve Afyon’da bitirdi. Şubat 1949’da 
İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde göreve başladı. Sulama ve elektrik konularında araştırma yapmak üzere ABD'ye gönderildi. 1954 yılında Devlet Su İşleri Barajlar Dairesi Başkanlığı’na, 1955 yılında da Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’ne atandı. 1960–1962 yıllarında serbest müşavir ve mühendis olarak çalıştı. Orta Doğu Teknik Üniversitesinde öğretim görevlisi oldu. Siyasî yaşamına, 1962 yılında, Adalet Partisi Genel İdare Kurulu üyeliği ile başladı. 28 Kasım 1964’te bu partiye genel başkan seçilmesinin ardından, kurulmasını sağladığı ve Şubat-Ekim 1965 aylarında görev yapan koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı olarak görev aldı. 10 Ekim 1965 genel seçimlerinde Isparta Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi ve seçimlerde Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olması üzerine Türkiye’nin 12. Başbakanı olarak hükümeti kurdu. Süleyman Demirel 4 yıl süren bu hükümetten sonra 1969, 1970, 1975, 1977 
ve 1979 yıllarında 5 kez daha hükümet kurdu. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askerî müdahale üzerine görevden uzaklaştırıldı ve yedi yıl yasaklı olarak 
siyaset dışı kaldı. 6 Eylül 1987’de yapılan halk oylaması ile siyasî yasaklar kaldırılınca Süleyman Demirel 24 Eylül 1987’de Doğru Yol Partisi Genel 
Başkanlığı’na seçildi. 29 Kasım 1987’de yapılan genel seçimlerde Isparta milletvekili olarak yeniden TBMM’ye girdi. 20 Ekim 1991’de yapılan genel 
seçimler sonrasında Doğru Yol Partisi ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin oluşturduğu 49. Hükümet’te başbakan olarak görev aldı. 16 Mayıs 1993’te, 
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı seçildi. Demirel, 16 Mayıs 2000 günü görev süresini tamamlayarak cumhurbaşkanlığı ndan ayrıldı.” 

 İlkokulu köyünde tamamlayan Demirel’in şehir hayatı ile tanışması, orta halli memur ve esnaf çocuklarıyla beraber okuduğu ortaokul yıllarında Isparta’da olmuş, daha sonra da parasız yatılı olarak lise yıllarını da Muğla ve Afyon’da tamamlamıştır. Öğrenim hayatı devam ederken yaz tatillerinde ailesinin işlerine yardım etmiştir. 

Üniversiteyi okumak için İstanbul’a gelen Süleyman Demirel, bu süreçte okulun pansiyonunda kalmış ve derslerinde başarılı olmasının yanında vaktini iyi değerlendirerek, haftanın belli günlerinde gittiği kursla da İngilizceyi de öğrenebilmiştir. O yıllarına tanıklık edenlerce okumayı seven, yardımsever ve sorumluluk sahibi bir mizaca sahip olduğu ifade edilmektedir. Üniversite hayatı esnasında içlerine tam dâhil olmasa da Türkçü ve İslamcı gruplarla yakınlaşma ları olmuş ve bu gruplardan bazı arkadaşlıklar edinmiştir. Bunlardan bazıları denilebilecek ve sonraları Türk siyasi tarihinde önemli roller üstlenecek olan Necmettin Erbakan, Turgut Özal ve Korkut Özal’la tanışması onlarla yaklaşık olarak aynı dönemlerde ve aynı üniversitede eğitim hayatının devam etmesi ile de ilgilidir.62 

 Üniversiteden mezun olmadan da birkaç küçük iş tecrübesi olsa da diplomasını aldıktan sonra mühendis olarak çalıştığı ilk kurum Elektrik İşleri Etüt İdaresi’dir. 
Bu arada 7 yıl nişanlı kaldığı Nazmiye Şener ile evlenmiştir. Süleyman Demirel önce Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde çalışırken ve daha sonra da Su işleri örgütüne bağlı Barajlar İdaresi’nin başına geçtikten sonra ABD’de ye eğitim için gitmiştir. İkinci gidişi Eisenhower bursuyla olmuş ve bu sefer eşi Nazmiye Hanım’ı da yanında da götürmüştür.63 

 1960 Temmuz’unda yaşı biraz da ilerlemiş olarak Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü görevini bırakıp askerlik başvurusunu Ankara’da Akköprü semtinde Ordu Donatım Yedek subay Okulu’na yapmış, aynı okulda yedek subay eğitimini birincilikle tamamladıktan sonra kıta hizmetini de yeni kurulmuş olan Devlet Planlama Teşkilatı’nda sivil olarak uzmanlık yaparak 2 yılda askerlik görevini tamamlamıştır.64 

 Askerden terhis olduktan sonra –ki bu tarihler siyasete atıldığı döneme rastlar Ankara’da Ulus semtinde bir iş hanında kiraladığı büroda müteahhitlik yapmaya 
başlayacaktı (Turgut, 1992: 186). Bu süre zarfında ayrıca özel danışman ve temsilci olarak Morrison Knudsen isimli Amerikan firmasında çalışmıştır ki bu durumu sonraları siyasi yaşamında hem Amerikan karşıtlığı üzerine siyaset yapanlarca hem de Amerikan yanlısı denebilecek Adalet Partisi içinde ciddi eleştiri sebebi olacak ve kendisine Morrison Süleyman isminin takılmasına engel olamayacaktı.65 Bir yandan ODTÜ’de de dersler veren Demirel, sanat etkinliklerinden de kopmamaya çalışmış, mühendislik meşguliyetlerine rağmen Ankara’nın sanat ve siyasi çevrelerinin gittiği mekânlarda bulunup, seçkinlerle yakın ilişki içinde olmaya özen göstermiştir.66 

 27 Mayıs darbesinden sonra, darbecilerin kapattırdığı Demokrat Parti(DP), yerini Adalet Partisi(AP) ve Yeni Türkiye Partisi(YTP)’ne bırakmış ve haliyle DP’liler bu iki partiye bölünmüştü. 1962 yılında askerden terhis olan Demirel, askerlik yaptığı süre içerisinde de vaktin, imkânların, şartların müsaadesi ile ilgili olduğunu söylediği ve her zaman danıştığı ve görüştüğü arkadaşlarının çoğunun kurucularından olduğu AP ile siyaset sahnesine atılma kararını veriyor ve AP’nin ilk büyük kongresinde rekor oyla partinin Genel İdare Kuruluna seçilmişti. Böylelikle, 1960 öncesinde Türkiye’nin sulama ve baraj hamlesinde başı çeken bu ünlü DSİ eski Genel Müdürü, genç yaşta popüler bir kimlik kazanıp ve zirveye giden yolda adımlarını atmaya başlamıştı.67 

 1963 yılında kendisine İstanbul Belediye Başkanlığı adaylığı da teklif edilen Demirel, 1964 yılında o zamanki AP lideri Gümüşpala’nın ölümünün ardından, AP genel başkanlığına teşvik eden arkadaşlarının da etkisiyle adaylığını koymuş ve Saadettin Bilgiç’e verilen 552 oya karşı aldığı 1072 oyla AP Genel Başkanlığına seçilmiştir.68 

 O dönemde artan nüfusuna rağmen Türkiye, kendi yiyeceğini ve giyeceğini karşılayan az sayıda ülkelerden biri durumundaydı. Cumhuriyet döneminde ülkede 7 adet su bendi bulunurken, “Barajlar kralı” olarak adlandırılan Süleyman Demirel’in iktidarında, 56 yeni barajın da projelendirilip inşaatına geçildiği gibi baraj sayısı da 73’e çıkarılmıştı.69 

a. SÜLEYMAN DEMİREL’İN BÜROKRASİ İLE İLİŞKİLERİ 

 Süleyman Demirel’in bürokrasi ile olan ilişkisine geçmeden önce, kendisiyle ilgili olarak şu bilgilerin bilinmesinde fayda vardır. Demirel 30 yaşında genel müdür, 
40 yaşında önce parti genel başkanı, sonra başbakan olmuş; 12 seneye yaklaşan başbakanlık görevi yapmıştır. Türkiye'nin en genç genel müdürü, en genç başbakanı ve İsmet İnönü'den sonra en uzun başbakanlık yapmış kişisidir. 6 dönem Isparta Milletvekilliği yapmış, 7 sene yasaklı kalmış, 6 defa hükümetten gitmiş, 7 defa hükümet kurmuştur. Bu kısa bilgi Demirel’in siyasi ihtirasının aslında mücessem bir halinden başka bir şey değildir. Demirel iktidarı çok seven ve arzulayan bir kişiliğe sahiptir. Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde görev süresinin bitimine doğru cumhurbaşkanlığı süresinin 3 yıl daha uzatılmasını öngören TC Anayasası’nın 101. maddesi ilgili değişiklik teklifi, 5 Nisan 2000 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda reddedilmiştir.16 Mayıs 2000 tarihinde, görevini Ahmet Necdet Sezer’e devretmek zorunda kalmıştır.70 Demirel’in, Özal’a oranla devlet işlerini daha ciddiye aldığını söyleyebiliriz 71. Ayrıca Demirel, davranış ve konuşmalarında devlet ciddiyetini de daha ön planda tutmuştur72

 Küreselleşme, Avrupa'nın bütünleşmesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından hemen sonra yeni siyasî coğrafyada Balkanlar, Kafkasya, demokrasi, pazar ekonomisi, insan hakları, daha iyi yönetim, kararlılık, yoksulluk, kalkınma, eğitim, kültür, spor, sanat, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, özürlüler, çevre kirliliği, işsizlik, gelir dağılımını düzeltme; ulusal ve evrensel hukukun üstünlüğüne dayanan iç barış, bölgesel barış ve dünya barışı gibi konular; bilgi çağının sağladığı büyük kolaylıklardan yararlanarak evrensel olarak tartışılmaktaydı. Demirel bu tartışmalara kendisinin de katıldığını ifade etmektedir:73 

“Acaba, Türkiye halkın hür iradesine dayanan seçilmiş idareleri taşımakta güçlük mü çekiyor? Meseleye böyle bakıldığı zaman: Bu kadar olup bitenden 
sonra, evet, öyle olduğu doğrudur yani güçlük çekmiştir. Yani halkın hür iradesiyle kurulmuş, seçilmiş idareler dediğimiz zaman, devletin işlemesi 
dediğimiz zaman, demokrasi kurallar rejimidir, kurumlar rejimidir, kavramlar rejimidir, kuralların işlemesi, iktidarların oyla gelip oyla gitmesi, kansız, kavgasız, iktidarların hilesiz el değiştirebilmesi, kurumların uyumlu çalışması, rejime sahip çıkan ve herkesin üstüne düşeni sadakatle yapması. 
Bunları anlamışızdır ve tabii ki bu şartlarda karşımıza pek çok engel çıktı ve bunları da aşarak bugüne geldik. Dünya kurulduğundan beri, yerleşim 
yerlerinin bulunduğu her yerde bir yöneten ve yönetilen mutlaka vardır. 

Yönetenler değişebilir, yani bir kraldan kabile reisine kadar. Aile reisi bile bir yöneticidir aslında. Tabi ki yönetilenlerin rahat olması için de iyi yönetilmeleri şart. Bu, demokraside de, krallıkta da aynı şekilde olup, her şeyde, bütün sistemlerde aynıdır. İyi yönetilmenin en önemli şartı huzur yani sükûndur. Eğer ülkeyi yönetenler huzuru, sükûnu, barışı sağlayamıyorlarsa, adaletin gerçekleşmesini sağlayamıyorlarsa ve daha doğrusu, halkın mal ve can güvenliğini sağlayamıyorlarsa o ülke iyi yönetilmiyor demektir. 
Aslında, yönetimlere olan düşmanca tutumun veya yönetimlere karşı çıkmanın en önemli ve aynı zamanda en kolay yolu halkın hoşnutsuz duruma getirilmesidir. Yani yönetimin karşısında olanların en kolay başvurduğu metot halkı huzursuz yapmaktır. Kısacası eğer bir ülkede kargaşa ve fetret meydana getirilebiliyorsa ve bu kontrol edilemiyorsa bunun arkasından mutlaka kural dışı olan iktidarlar geliyor, birtakım kural dışı reçetelerle, kural dışı yollara başvuruluyor ve işte o zaman ne oluyor? Ülkenin iyi yönetilmesi gerçekten çok önemli bir hadisedir. Bugün de dünyanın her tarafında olduğu gibi, iyi idare edilen ülkelerde bile iyi yönetim arayışları hala sürmektedir. İyi yönetim arayışının bu durumda bir eksiklik değil, ülke için birinci gelen bir çözüm arayışı olduğunu düşünmektedir. Vatandaş o ülkenin vatandaşı, o ülkenin insanı evvela “canım” diyor, ikinciye aldığı şey adalettir.” 

 Demirel’in bürokratik ilişkilerde önem verdiği husus demokrasinin hep işlerliğidir. Askerle ilişkilerinde de bu açıkça görülür ki 1971 muhtırasından sonraki hareket tarzına Demirel zamanının bürokratlarından Ali Yavuz’un vurgusu kayda değerdir 74

“Bir kısım devlet kuruluşlarıyla siyasi teşekküllerin teşvik ve himayesiyle tehlikeli bir duruma giren sokak hareketleri karşısında kuvvet kumandanlarınca 12 Mart 1971 günü verilen muhtıra karşısında “ben sandıktan çıktım, milli irade ile geldim ancak aynı yoldan giderim” sözü yerine cumhuriyetin daha ağır bir yara almasına meydan vermeden hükümetinin istifasını vererek meclisi ve demokrasiyi kurtarmıştır.” 

 Askerle bu tarz ilişkisini, demokrasiyi kurtarmak olarak görmeyenler de vardır. Demirel’in bu durumda direnmemesi, askerin sivil otoriteyi takmaması neticesini de doğurmuştur. Demirel’i 1987’nin Nisan ayında, henüz hakkındaki siyaset yasağı devam ederken, Uluslararası Basın Enstitüsü Direktörü Peter Galliner’le Güniz sokaktaki evinde ziyaret eden Cemal, Demirel’in “ Bir de siviller, bazı entelektüeller askeri darbeye cesaretlendiriyor, bir de bunlar olmasa…” diye yakınmasını eleştirmiş ve Demirel’in askeri Darbeye kışkırtan sivillerden “ Demokratlar nerede? ” diye yakınmaktansa önce bu soruyu siyasetimizin başpehlivanlarından olan kendisine sorması gerektiğini söylemiştir 75.
Demirel, 12 Eylül sürecinde kendisine sorulan “ Kenan Paşa parti kurar mı? ” sorusuna “ Hayır, o hatayı yapmaz ” demiş, bunun nedeni sorulunca da 
“ Siyasetçi Kenan Evren çok tartışılır, bu tartışmaların altından kalkamaz. 13 Eylül günü duran kan, 11 Eylül günü neden akıyordu?  Siz o zaman Antalya Tapu Müdürü mü idiniz? , deriz ” şeklinde “ darbe yapabilmek için mi kan akmasına göz yumdunuz ” anlamına gelecek bir cümleyle Evren Paşa’ya çok ağır bir suçlama yöneltmişti. 
Ancak aynı Demirel, bunları söylemesine rağmen, geçen yıllar içinde darbe liderinden bunun hesabını, akan kan ve gözyaşının hesabını sormamıştır. 
Cemal, bu durumu, “asker karşısında sürekli boyun eğen bu Şark kurnazlığı, bu uysallık da Türkiye’nin ‘sivil sorunu’ dur” diyerek özetlemiştir 76. 

 Devlet yönetiminde Demirel, organik devlet görüşünü benimsemişti yani bürokrasiyi büyüten bir yönetim anlayışı vardı. Bu görüşe göre devletin amaçları, bireylerin amaçlarının mekanik toplamından ibaret değil, devletin bunun dışında ek ve ya farklı amaçları olabilirdi, yani devlet bireyler üzerinde ayrı bir varlık olarak görülebilirdi 77. 




Bu da devletin biraz daha kutsallığı anlamına da geliyordu. 

 Demirel’in bürokrasisini anlamak için özellikle kendisinin ülkemizde gerçekleşen darbeler ve arkasından yapılan seçimlerle halkın tepkisine dair söylediği şu sözlere birlikte bakılabilir:78 

“Bir olay var: Ülkemizde darbenin ardından seçimlerin yapılması gecikmemiş. Ancak bu seçimlerde, referandumlarda vatandaş geçmişi çok fazla irdelememiş, hep ileriye bakmıştır. Yani darbe olmuş ancak sonrasında yapılan seçimlerde ve referandumlarda halkın bir kısmının ya da tamamının sandık başına gitmeyeceği, bir şekilde reaksiyon göstereceği beklenirken, durum hiç de beklenildiği gibi olmamış. Çünkü bu ülkenin sağduyu sahibi vatandaşı geriyle uğraşmaktansa “Şundan bir an evvel kurtulup yine eski yolumuza gidelim.” gibi bir yolu tutmuş ve o yolda gitmiş. Neticede arka arkaya darbeler gelmiş, Türkiye bu darbeleri göğüslemiş ve büyük zararlar görmüş. Eğer ülkemiz bir darbe ülkesi olmasaydı şu andaki durumdan daha iyi olurdu, her şey çok daha iyi olurdu. Darbeden, darbeyi alkışlayanlar, darbeyi teşvik edenler, darbeden memnun olan ve olmayan, herkes zarar görmüş. Bunun idraki içinde olunmazsa, bundan sonra Türkiye’yi ileriye götürmek de zor olur.” 

 Demirel’e göre, birinci mesele halkın sıkıntılarının çözümünü, olağanüstü birtakım reçetelerde, kurallarda ve yönetim şekillerinde değil, hür iradesiyle seçtiği idarelerde aramalı ve eğer halk hür iradesiyle seçtiği idarelerden memnun değilse, o idarenin değişme zamanı gelinceye kadar beklemelidir. Değişme zamanı bir sonraki seçim dönemidir. Halk, sandığın gelmesini bekleyecek ve iradesini orada ortaya koyacak. Bu yerleştirilemediği sürece ülkede huzuru, sükûnu sağlama konusunda sıkıntılar, tüm gayretlere rağmen aşılamaz. 

 Demirel, bürokraside liyakate değer vermiştir. Kendisine faydalı olacağına inandığı kişilerle siyasi görüşleri uyumlu olmasa bile çalışmayı tercih edebilmiştir. 
Donat bu konuyu bir köşe yazısında şu şekilde ifade etmektedir79

“Vahit Erdem (Ak Parti, Kırıkkale Milletvekili), Turgut Özal’ın savunma Sanayi Müsteşarıydı. Özal’dan sonra Demirel, Başbakan olunca Vahit Erdem’i çağırdı: - 

Başarılısın, göreve devam edeceksin.” 

 Burada Demirel’in bürokrasi terbiyesiyle ilgili son olarak ifade edilebilecek önemli bir not da Çekirge’nin 80 ifadeleriyle şu şekildedir: 




“O günlerde Özal köşkte akşam yemekleri verirdi. Türk cumhuriyetlerinin devlet başkanları davet edilirdi. Yemek salonunda biz gazeteciler de masalara oturur, cumhurbaşkanının gelmesini beklerdik. Elbette protokol masasında Meclis Başkanı, Başbakan Demirel, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı gibi önemli isimler otururdu. Bütün salon oturduktan sonra Kaya Toperi kapıda anons ederdi: “Sayın Cumhurbaşkanları!!! Bu anons üzerine salondaki herkes ayağa kalkardı. Aradan yıllar geçmiş ve Özal cumhurbaşkanı olarak salona giriyor… Ama bu defa Demirel ayağa kalkıyordu. Demirel her akşam o yemeklere geldi ve Özal salona girince ayağa kalktı. Bugünün demokrasi çınarı olan Süleyman Bey, o günlerde eski müsteşarının önünde her ayağa kalktığında, demokrasi terbiyesini bir ibret olarak hafızalarımıza kazıyordu.” 


4. TURGUT ÖZAL VE SÜLEYMAN DEMİREL’İN BÜROKRASİ İLE İLİŞKİLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI 


 Turgut Özal ve Süleyman Demirel, Türkiye’nin siyasi tablosunda önemli yerlere sahip olan politikacılardır. Bu iki siyasi liderin izledikleri ortak siyaset anlayışlarının yanı sıra birbirine benzemeyen çok farklı yönleri de mevcuttur. Örneğin hem Özal hem de Demirel merkez sağın temsilcileridirler. Bu ortak noktaya rağmen Özal liberal geleneğe Demirel ise devletçi geleneğe daha yakındır. 

 İlgili bölümde de vurgulandığı gibi Özal ve Demirel bürokrasinin içerisinden gelen iki siyasi figürdür. Bundan dolayıdır ki hem Özal hem de Demirel için rahatlıkla bürokrasiyi çok iyi tanıdıkları sonucuna varılabilir. Bürokrasiyi bu denli iyi tanımanın sonucu olarak Özal ve Demirel bürokraside kendi anlayışlarına göre bir dizi yenilikler ve iyileştirmeler yapmışlardır. Fakat Demirel bürokrasiyi Özal’dan daha iyi tanıdığı için bürokrasiyle ters düşmemeye azami özen göstermiştir. Her ikisi de Türkiye’nin kalkınma hamlesine önemli yere sahip iki siyasetçi olmuş, zamanlarında Türkiye’de hamle üstüne hamle yapmışlardır. 
Ancak özellikle bürokrasi ile ilişkilerinde Demirel’in daha temkinli olduğu söylenilebilir. Çünkü Özal’ın geçmişinde hapse girme ve partisinin kapatılması yoktu fakat Demirel bu süreçleri defalarca yaşadığı için mayınlı siyaset tarlasında temkini hiç elden bırakmadı özellikle Demirel’in 28 Şubat sürecinde askere yakın durması bunu en güzel örneğidir. 

 Demirel ve Özal, kendi dönemlerinde siyaset ve bürokraside önemli atılımlar yapmışlardır. Merkez sağda, Demirel-Özal çizgisini dikkate aldığımızda, Süleyman Demirel iktidarında ekonomide büyük kalkınma yaşanmıştır. Demirel, Türkiye’nin en büyük imar ve inşa dönemine damgasını vurmuş liderdir. 
Turgut Özal merkez sağı “ Çarıklılardan ”, “ Kasketlilerden ” şehirli, modern çizgiye taşımıştır. Özal merkez sağ çizgiyi yerel olmaktan, küresel sınırlara çıkarmış bir liderdir. Merkez sağ partiler DP’den başlayarak çoğunlukla toplumun alt gruplarından oy aldılar. DP’nin sürekli ezilenlerden, köylülerden, 
AP’nin de fakir kesimden söz ettikleri görülmektedir. Merkez sağ politikaların arkasındaki destek kültürel nedenlerin yanında ekonomide büyüme politikalarının etkisiyle oluştu. Ekonomide büyüme politikaları sonucu kırsal alana da birçok vaatlerde bulunuldu. Süleyman Demirel’li DP’den itibaren merkez sağ partiler köylü kesime zenginlik, şehre göç gibi vaatlerde bulundular. Aynı zamanda muhafazakâr geleneği de takip ettikleri görülmektedir. 

 Süleyman Demirel’in devlet işlerinde Turgut Özal’dan daha ciddi olduğu görülmektedir. En azından görüntüde bu böyledir ve Demirel, Özal’a göre devlet işlerini daha çok ciddiye almıştır. Önceden de belirtildiği gibi Cansen bu durumu Demirel’in olaylara bir devlet adamı gözüyle bakarken Özal’ın ise bir iş adamı gözüyle bakmasıyla açıklamıştır 81. Burada hem Demirel hem de Özal için vurgulanması gereken en önemli nokta her ikisinin de devlet yönetiminde liyakate önem vermeleridir. Örneğin Özal’ın liyakate verdiği önemle ilgili bir hatırasında Korkut Özal şunları nakletmektedir: 82 

“- Abim Başbakan’dı. Ziyaretine gitmiştim. Birkaç kişi abime diyordu ki efendim filanca bürokrat ile falanca bürokrat halkçı, onları alın. 

Turgut Abim kızdı. 
– Ne dedi? 
- Bahsettiğiniz kişiler, başarılı bürokratlar. Ben adamın partisine değil, liyakatine bakarım. 

Korkut Özal’ın bu hatırasından sonra Donat, Demirel’in liyakate verdiği önemi de Vahit Erdem’le Demirel arasında geçen şu hatırayla anlatmaktadır: 

Vahit Erdem (Ak Parti, Kırıkkale Milletvekili), Turgut Özal’ın savunma Sanayi Müsteşarıydı. Özal’dan sonra Demirel, Başbakan olunca.. Vahit Erdem’i çağırdı: 

- Başarılısın, göreve devam edeceksin.” 

 Devlet yönetiminde Demirel, organik devlet görüşünü benimsemişti yani bürokrasiyi büyüten bir yönetim anlayışı vardı. Bu görüşe göre devletin amaçları, bireylerin amaçlarının mekanik toplamından ibaret değil, devletin bunun dışında ek ve ya farklı amaçları olabilirdi, yani devlet bireyler üzerinde ayrı bir varlık olarak görülebilirdi 83
Bu da devletin biraz daha kutsallığı anlamına da geliyordu. Özal ise devlet yönetiminde mekanik devlet görüşünü benimsemişti. Bürokrasiyi küçültmek en önemli hedefleri arasında olmuştu. Mekanik devlet yönetimi anlayışında devlet toplumun organik bir parçası değil, bireyler tarafından kendi ortak amaçlarına ulaşmak için yaratılan bir kavramdır. Devlet, bireyler üzerinde ayrı bir varlık olarak görülmeyip onlar için var olan bir egemenlik anlayışıdır. Devleti kutsama söz konusu değildir 84. 

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME 

Siyaset bilimi araştırmaları genellikle problemli olarak kabul edilirler. Siyaset biliminin bu problemli alanında ilk göze çarpan konu ise “ Siyasi Liderlik ” konusudur. 
Liderlik konusu her devlet tipi için oldukça önemli olmuştur. Bundan dolayıdır ki güçlü bir siyasi liderliğin devleti başarıya götüreceğine ve tam tersi bir durumda da yani zayıf bir siyasi liderliğin ise devleti başarısızlığa sürükleyeceğine inanılmaktadır.85 Küreselleşme ile birlikte siyasi liderliğin de tanımı değişmiştir. 
Bu yeni siyasi liderliğe getirilen tanımla küreselleşmenin; bilgi, üretim, yatırım, yeni fikirler ve uluslararası otoriteyi kendi içinde barındıran yeni uluslararası ve 
hatta ulus üstü liderlere ihtiyaç duyulmasına sebep olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni siyasi lider tipinde; uluslararası 
organizasyonlarla, ülkelerin bölgesel gruplarıyla ve küresel aktörlerle uyumiçinde olmanın önemine vurgu yapılmaktadır. 

 Türkiye özelinde de siyasetin en önemli bileşeni hep siyasi liderlerin karar ve uygulamaları olmuştur. Hatta toplumun her alanında siyasi liderlerin öne çıkan rolleri ile siyasetin akışını alt üst edebilir oluşları, Türkiye’deki demokrasinin iddialı bir söylemle “ Siyasi Lider Demokrasisi ” olarak tanımlanmasına bile sebep olmuştur 86. 

Bundan dolayıdır ki ,

Türkiye’de siyasi liderler partilerinden ve parti programlarından daha çok konuşulmuş ve ön planda olmuşlardır. Türk siyasi hayatında kendileri hakkında çok konuşulmuş ve tarihe isimlerini yazdırmış en önemli siyasi liderlerden ikisi Turgut Özal ve Süleyman Demirel’dir. 

 Özal bürokrasinin içinden gelmiştir fakat bürokrasinin dar kalıpları tarafından şekillenmeye müsaade etmemiştir. Özal çoğu yazar tarafından ifade edildiği gibi 
bürokrasiyi yok kabul etmemiş aksine bürokrasiyi iyi tanıdığı için bürokrasiyle ters düşmeden bürokrasiyi dönüştürmeye çalışmıştır. 
Özellikle bürokrasinin hantallığını gören Özal çok hızlı bir şekilde kamu reformları yapmış ve tedrici olarak bürokrasiye istediği şekli vermeye çalışmıştır. 
Özal için bürokraside temel unsur liyakat ve işlevsellik olmuştur. Özal bürokrasi ile ilgili aldığı kararlarda cesur davranmıştır. Temkinden ziyade şecaati tercih etmiştir. Bu ise daha çocukken hiçbir yere bağlanmadan il il gezmesine ve ABD’den aldığı liberal bakış açısı endeksli eğitimine verilebilir. 

 Demirel de bürokrasinin içinden gelmiş bir liderdir. Demirel 30 yaşında genel müdür, 40 yaşında önce parti genel başkanı sonra başbakan olmuştur. 
Bu süreçte 6 defa hükümetten gitmiş ve 7 defa da tekrar hükümet kurmuştur. Bundan dolayıdır ki Demirel’in bürokrasiyi çok iyi tanıdığı bir gerçektir. 
Demirel’in bürokrasiyi çok iyi tanıması O’nun bürokrasiye karşı sürekli temkinli olmasını sağlamıştır. Bundan dolayıdır Demirel hiçbir zaman bürokrasiye karşı olmamıştır. 
Partisinin askeri ve yargı bürokrasisinden çektiği sıkıntılar ve kendisinin de belli bir zaman aralığında yasaklı olması bu temkinin ana sebeplerindendir. 
Demirel’in 28 Şubat sürecindeki özellikle de askeri ve yargı bürokrasisini destekler mahiyetteki beyanatları da bu bilinçaltının yansımasıdır. 

 Demirel’de sürekli bir devlet ciddiyeti vardır. Bu ise yukarıda da bahsedildiği gibi devlet kademelerinin hemen hepsinde görev yapmış olmasından ileri gelmektedir. 

Demirel’in bu ciddiyetinin arkasında da devletçi geleneğin izlerini bulmak mümkündür. 

    Yukarıda bahsedilenler ışığında Özal millete güvendiği ve bunun sayesinde askeri ve yargı bürokrasisi gibi çoğu dengeyi görmezden geldiği ve bunları devre dışı bıraktığı söylenebilir. Demirel ise bu dengeleri hayatı boyunca hep gözetmiştir. Askerle ve yargıyla çatışmamış, her zaman orta yolu tutmuştur. 

 Sonuç olarak Özal ve Demirel’e bakıldığında her ikisinin de bürokrasinin içinden gelmiş olmasından dolayı devleti çok iyi tanıdıkları söylenebilir. Özal da Demirel de kendilerine Türkiye’nin kalkınmasını hedef olarak almışlardır. Özal bu kalkınmayı küresel ölçekte ele alırken Demirel bunu ülke sınırları ile sabitlemiştir. 
Hem Özal için hem de Demirel için demokrasi mecburi istikamettir. Her iki lider de bu istikamette gerek tavizler vererek gerek bürokrasiyi yok sayarak ilerlemişlerdir. Her iki lider de Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için birikimlerini seferber etmişlerdir. Kimisi ekonomik alanda başarılı olurken kimisi de kalkınma alanında muvaffak olmuştur. Halkla mesafeleri ve yakınlıkları gerek kullandıkları dil ve gerekse kullandıkları enstrümanların farklılığına rağmen son derece özenli olmuştur. 
Her iki lider de halkın unutamadığı liderler arasında yerlerini almışlardır. Buradan hareketle günümüz siyasi liderleri için her iki liderden de alınacak çok dersin olduğu muhakkaktır. Çünkü devlet ciddiyetiyle de halkla irtibat kurulabileceği gerçeği bu iki liderde ortaya konulmuştur. 

 Burada Özal ve Demirel bürokrasi ile ilişkileri açısından karşılaştırılmıştır. Unutulmamalıdır ki sosyal bilimler alanında yapılan her türlü karşılaştırma mutlaka ama mutlaka belli noktalarda eksik kalmak zorundadır. Çünkü insanın merkez alındığı sosyal bilimlerde karşılaştırılan kurum, ideoloji, sistem ve insanın kendisi hiçbir zaman mütekabiliyet ölçüsünde karşılaştırılamaz. Bu gerçekten hareketle Özal ve Demirel için yapılan bu karşılaştırmada da her iki şahsın geçmişleri, hayat tecrübeleri, imkân ve imkânsızlıkları, yaşadıkları devir…gibi özellikler bu iki şahıstan birisinin belli bir alanda daha önde görülmesine sebep olmuş olabilir. 
Özal Türkiye’yi liberalleştiren ve dünyaya açan bir lider olarak telakki edilmekte ve anılmaktadır. 

Oysa unutulmamalıdır ki Özal’ı keşfeden ve Türk siyaset sahnesine çıkaran Demirel’dir. 


DİPNOTLAR;

61 http://www.tccb.gov.tr/sayfa/cumhurbaskanlarimiz/suleyman_demirel/ 
62 Komşuoğlu, A. (2008). Siyasal Yaşamda Bir Lider Süleyman Demirel, İstanbul: Bengi Yayınları, s. 103-108. 
63 Komşuoğlu, a.g.e., s. 111-112. 
64 Turgut, H. (1992). Demirel’in Dünyası I. Cilt, İstanbul: ABC ajansı Yayınları, s.177. 
65 Bora, T. (2002). Amerika: “En” Batı ve “Başka” Batı. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık içinde, İstanbul, İletişim Yayınları, s.147-149, 
Arat, Y. (2008). Süleyman Demirel, M.Heper ve S.Sayarı(Der.) içinde, Türkiye’de Liderler ve Demokrasi (s.101-120), İstanbul: Kitap Yayınevi, s. 101. 
66 Komşuoğlu, a.g.e., s. 114. 
67 Turgut, H. (1992). a.g.e., s.185-186 
68 Arat, Y. (2008). a.g.m., s. 103. 
69 Sarıer, İ. (1999). “Zaferden Hezimete”, Sabah, (Yazı Dizisi: 21-24 Nisan 1999), s. 16. 
70 http://www.milliyet.com.tr/suleyman-demirel/ 
71 Çakır, R.(1994). Çiller Takiyye mi Yapıyor?. Milliyet, 12 Aralık 1994, s. 12. 
72 Cansen, E. (1989). Oyunun Kuralı “Demirel ve Özal”, Hürriyet, 4 Haziran 1989, s. 4. 
73 Süleyman Demirel (2012).TBMM Tutanak Hizmetleri Daire Başkanlığı, Komisyon: Darbe Kom. Giriş: 14.45 Tarih: 7/6/2012 Grup: Uyan-Selim Sayfa: 3 

74 Oral, F. S. (1973). Süleyman Demirel’in Kişiliği, Ankara: Fuat Süreyya Oral Yayını, s.198-199. 
75 Cemal, H.(2010). Türkiye’nin Asker Sorunu, İstanbul: Doğan Kitap, s.33. 
76 Cemal , a.g.e., s.27. 
77 Tokatlıoğlu, M.Y. (2005). Küreselleşme ve Kamu Hizmetleri, İstanbul: Alfa Aktüel Yayınları, s.24. 
78 Süleyman Demirel, (2012).TBMM Tutanak Hizmetleri Daire Başkanlığı, Komisyon: Darbe Kom. Giriş: 14.45 
Tarih: 7/6/2012 Grup: Uyan-Selim Sayfa: 4 
79 Donat, a.g.m. 
80 Çekirge, F. (2014). Akşam Yemeklerindeki İbret. Hürriyet, 
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/26197722.asp, 
Erişim Tarihi: 11.04.2014. 
81 Cansen, a.g.e., s. 4. 
82 Donat, a.g.m. 
83 Tokatlıoğlu, a.g.e., s.24. 
84 Çelebi, a.g.e., s.5. 
85 Masciulli, J., Molchanov, M. A., & Knight, W. A., a.g.m. 
86 Heper ve Sayarı, a.g.e., s. 8. 

KAYNAKÇA 

Adair J.(2005).Kışkırtıcı Liderlik-Inspiring Leadership(Çev. P. Ozaner), Ankara: Alteo Yayıncılık. 
Afkhami, M. , Eisenberg, A. , Vaziri, H.(2007). Kadınlar İçin Liderlik Eğitimi El kitabı (Z. Şişman, Çev.), İstanbul: Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı. 
Akyol, M. (2000). Beni Çok Ararsınız, Ankara: Akçağ Yayınları. 
Arklan,Ü.(2006). Siyasal Liderlikte Karizma Olgusu: Recep Tayyip Erdoğan Örneğinde Teorik Ve Uygulamalı Bir Çalışma. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler 
Enstitüsü Dergisi, Sayı: 16, Konya. 
Ataman,M. (2000). Özalizm: Türkiye’de Yeniden Yapılanma Teşebbüsü,” Liberal Düşünce, C.5, S. 19, ss. 53-63. 
Aydın, N. (2012). Weberyen Bürokraside Liyakat Ve Türk Kamu Bürokrasisinden Bir Kesit: ‘Siyasetin Bürokrasi İronisi’. Sayıştay Dergisi, 85, 51-67. 
Başaran, İ. E. (1982). Örgütsel Davranışın Yönetimi, Ankara: A.Ü. Eğitim Fakültesi Yayını. 
Başaran, İ. E.(1992). Yönetimde İnsan İlişkileri(1.Basım), Ankara: Kadıoğlu Matbaası. 
Binark, İ. (2008),Turgut Özal Hayatı ve Eserleri, Ankara: Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği Yayınları. 
Birand, M.A. ve Yalçın, S.(2001). The Özal, Bir Davanın Öyküsü, İstanbul: Doğan Kitapçılık. 
Bora, T. (2002). Amerika: “En” Batı ve “Başka” Batı. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık içinde, İstanbul, İletişim Yayınları. Arat, Y. (2008). 
Süleyman Demirel, M.Heper ve S.Sayarı(Der.) içinde, Türkiye’de Liderler ve Demokrasi (s.101-120), İstanbul: Kitap Yayınevi. 
Cansen, E.(1989). Oyunun Kuralı “Demirel ve Özal”, Hürriyet, 4 Haziran 1989. 
Cemal, H.(2004). Özal Hikayesi, İstanbul: Doğan Kitap, s.136. 
Cemal, H.(2010). Türkiye’nin Asker Sorunu, İstanbul: Doğan Kitap, s.33. Tokatlıoğlu, M.Y. (2005). Küreselleşme ve Kamu Hizmetleri, İstanbul: Alfa Aktüel Yayınları. 
Çakır, R. (1994). “Çiller Takiyye mi Yapıyor?”, Milliyet, 12 Aralık 1994. 
Çekirge, F. (2014). Akşam Yemeklerindeki İbret. Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/26197722.asp, Erişim Tarihi: 11.04.2014. 
Çelebi, K. (2000). Kamu Ekonomisi Analizi Kamu Ekonomisinin Büyüklüğü Sorunu, Manisa: Emek Matbaası. 
Diker, H.Ü.(2007). “Siyasal Liderlik”, http://siyasal.org/content/view/608/80/. 
Donat, Y., (2005) “Bürokrasiye Dair”, http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/donat/2005/05/04/burokrasiye_dair (ErişimTarihi : 05.03.2014) 
Erol, E. (2005). Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi, İstanbul: Beta Yayınları. 
Eryılmaz, B. (2013). Bürokrasi Ve Siyaset, Bürokratik Devletten Etkin Yönetime, İstanbul: Alfa. 
George, A L. and Bennett, A. (2005). Case Studies and Theory Development in the Social Sciences ,Cambridge MA: MIT Press. 
Greenstein, F. (2004). The Presidential Difference: Leadership Style from FDR to George W. Bush ,Princeton NJ: Princeton University Press. 
Grint, K.(2005). Leadership: Limits and Possibilities ,New York: Macmillan. 
Güney, S.(2012). Liderlik, Ankara: Nobel Yayıncılık. 
Heper, M. , Sayarı, S. (2008). Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, İstanbul: Kitap Yayınevi. 
Heywood, A. (2015). Siyaset, Ankara: Adres Yayıncılık. 

http://trosmtr.blogspot.com.tr/2012_08_01_archive.html 

http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-5504-37-ozalin-yerli-prensi.html 

http://www.milliyet.com.tr/suleyman-demirel/ 

http://www.tccb.gov.tr/sayfa/cumhurbaskanlarimiz/suleyman_demirel/ 

http://www.tccb.gov.tr/sayfa/cumhurbaskanlarimiz/turgut_ozal/ 


İbicioğlu, H.(1998). Türk Aile Sistemi Normlarının Üniversitede Okuyan Öğrencilerin Lider Özellikli Yetişip Yetişmemesine Etkisinin İncelenmesi ve Süleyman Demirel 
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğrencileri Üzerinde Bir Uygulama, Isparta: SDÜ İİB. İzmir Ticaret Odası, “ 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 
İzmir Ticaret Odası’ndaki Konuşmaları”, 24 Aralık 1992. 
Kapani, M., (2014). Politika Bilimine Giriş, Ankara: Bilgi Yayınevi. 
King, A. (2002). Leaders’ Personalities and the Outcomes of Democratic Elections, New York: Oxford University Press 
Koçel, T.(2010). İşletme Yöneticiliği, İstanbul: Beta Yayınevi. 
Komşuoğlu, A. (2008). Siyasal Yaşamda Bir Lider Süleyman Demirel, İstanbul: Bengi Yayınları. 
Konukman, E. (1991). Çağ Atlayan Türkiye 1920-1983-1990, Hazırlayan: Kutlay Doğan, Türk Basın Birliği Ankara Temsilcisi, Ankara. 
Laçiner, S. (2003). Özal Dönemi Türk Dış Politikası, Türkiye’nin Dış; Ekonomik, Sosyal Ve İdari Politikaları, Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 25-48. 
Masciulli, J., Molchanov, M. A., & Knight, W. A.(2009). Political Leadership in Context. 
The Ashgate Research Companion to Political Leadership, Farnham: Ashgate. 
Melih, H. (1989). Şahsi Tutumlarında ve Devlet İdaresinde Demirel-Özal Karşılaştırması. 
Doğru Söz, Temmuz 1989, Yıl: 14, Sayı: 161, s. 22.,Demirtepe, Ü. (1991). 
Politikacılarımızın Röntgeni. Milliyet, (19-26 Ekim 1991). 
Nye, J.J. (2008). The Powers to Lead, New York: Oxford University Press. Peele, G. (2005). Leadership and Politics: A Case for a Closer Relationship?,Leadership, 1, 2, 187–204 
Oral, F. S. (1973). Süleyman Demirel’in Kişiliği, Ankara: Fuat Süreyya Oral Yayını. 
Özkazanç, A. (1998). Türkiye’de Siyasi İktidar Tarzının Dönüşümü, Mürekkep, No:10-11. 
Sarıer, İ. (1999). “Zaferden Hezimete”, Sabah, (Yazı Dizisi: 21-24 Nisan 1999), s. 16. 
Süleyman Demirel (2012).TBMM Tutanak Hizmetleri Daire Başkanlığı, Komisyon: Darbe Kom. Giriş: 14.45 Tarih: 7/6/2012 Grup: Uyan-Selim. 
Süleyman Demirel, (2012).TBMM Tutanak Hizmetleri Daire Başkanlığı, Komisyon: Darbe Kom. Giriş: 14.45 Tarih: 7/6/2012 Grup: Uyan-Selim. 
Tolan, B. (1991). Toplum Bilimlerine Giriş, Ankara: Feryal Matbaacılık. 
Tosun, K. (1990). Yönetim ve İşletme Politikası, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İ.İ.E.Ya.,Ya. No:125. 
Turgut, H. (1992). Demirel’in Dünyası I. Cilt, İstanbul: ABC ajansı Yayınları. 
Tümtürk, Y. (2008)Yeni Türkiye’nin Mimarı. Ankara: Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği Yayınları. 
Uğur, F. (2011). Özlenen Demokrat Turgut Özal, İstanbul: Zaman Kitap. 
Uluç, A. V. (2014). Liberal - Muhafazakar Siyaset ve Turgut Özal’ın Siyasi Düşüncesi. Yönetim Bilimleri Dergisi Cilt: 12, Sayı: 23, s. 107-140. 
Wildavsky,A. (2006). Cultural Analysis, ed. Brendon Swedlow, Dennis Coyle, Richard Ellis, Robert Kagan and Austin Ranney ,New Brunswick: Translation. 
Wright, P. (1996). Managerial Leadership, Mackays of ChathanPub., Kent. 
Yalçın, A.S.(1999). Personel Yönetimi, İstanbul: Beta Basım. 
Yavuz, M.H. (1997).Political Islam and the Welfare (Refah) Party in Turkey. Comparative Politics, s. 63-82. 
Yıldız, M. (2008). Yüksek Lisans Tezi: Avrupa Birliğine Tam Üyelik Başvurusuna Giden Süreçte Turgut Özal’ın Yaklaşımları, Çalışmaları ve Politikası, Isparta. 
Yıldız, N. (2002). Liderler, İmajlar, Medya, Ankara:Phoenix Yayınevi. 
Zaleznik, A. (1992). Managers and Leaders; Are They Different, Harvard Busines Review, Mart- Nisan, s.126-132. 


http://dergipark.ulakbim.gov.tr/jemsos/index


****