AB genişlemesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AB genişlemesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2019 Pazar

AVRUPA BİRLİĞİNİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE, BÖLÜM 3

AVRUPA BİRLİĞİNİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE, BÖLÜM 3





4. Schimmelfennig’in Retoriksel Eylem Kuramı Yukarıda açıklanan rasyonel seçim kurumsalcılığı ve sosyal inşaacılık özellikle, temel varsayımları ve metodolojileri ile birbirinden ayrışmaktadır. Ne var ki, açıklamalar kuramsal bir katılık içinde yapıldığında, AB’nin Doğu genişlemesi örneğinde olduğu gibi, bazı olgular yeterince tanımlanamamaktadır. Schimmelfennig’e göre rasyonalist ve sosyal inşaacı kuramlar genişlemeyi birbiri ile kısmen çatışan, kısmen de tamamlayan bir nitelikte açıklayabilmektedir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 508). 

Schimmelfennig aktör davranışlarına dayandırılan tercih oluşumuna ilişkin rasyonalist varsayımlardan hareketle kolektif kararın alınma biçimine odaklanmıştır. 

Benzer şekilde Checkel de, uluslararası sosyalleşmenin sonuçta aktöre dayandığını iddia etmiş14 ve bu nedenle araştırmalarda rasyonel seçim kuramının da, sosyal inşaacılığın da katkısının göz önüne alınması gerektiğini savunmuştur (Checkel, 2005: 801 – 826). Böylece, rasyonalist ve sosyal inşaacıların ılımlı kanadını temsil eden akademisyenler, iddialarını açıklama gücünü, kuramların sınırlarını esneterek artırmaya çalışmıştır. 

Bu üçüncü yolcular, rasyonalist ve sosyal inşaacı yaklaşımların varsayımlarını AB politikalarını açıklamada bir “alet çantası” gibi kullanmayı önermektedir. Jupille, Caporaso ve Checkel farklı bakış açılarını bir araya getirecek kuramsal entegrasyonu sağlamak için dört kuramsal diyalog modeli belirlemiştir: karşılaştırmalı teste tabi tutma, uygulama alanına göre ayrıştırma, zamansal 
sıralama ve alt kapsama koyma (Jupille vd.2002: 23). Schimmelfennig bu diyalog modellerinden zamansal sıralamayı temel almıştır. (Schimmelfennig, 2003a: 161-163). 

Buna göre, AB’nin Doğu genişlemesi iki aşamada yapılmıştır. Birinci aşama, hangi üyenin ne zaman ve ne şartlarda Birliğe katılımına onay verileceğine veya engel konacağına dair tartışma dönemidir. Bu, aynı zamanda Birliğe katılıma aday ülkeler ile genişleme yanlısı ve karşıtı üye ülkeler arasındaki bir pazarlık safhasıdır ve doğal olarak rasyonalist varsayımlarla açıklanabilmektedir. 

14 Zürn ve Checkel, bu konuda Avrupa Birliği’nin üye olmayanlara yönelik sosyalleştirme eylemini, ikna ve sosyal öğretme ile yaptığını, koşulluluk ile stratejik hesaplama ve güdülerin vurgulandığını, böylece sosyalleştirme mekanizmalarının tartışma ve pazarlık ikilemine indirgendiğini iddia etmektedir. Bkz. Zürn ve Checkel, 2005: 1052, 1063, 1064. 

Bu aşamada üye ülkelerin genişlemeye yönelik tercihlerini aday ülkeye sınırdaşlık, coğrafi konum ve üretim yapısı vb. kriterlere göre şekillendirdiği 
görülmektedir. Genişleme “yanlıları” genişlemenin yakın zaman içinde yapılmasını isterken, “frenleyiciler” kararı erteletmek istemiştir. 

Öte yandan, bir grup üye sınırlı bir genişlemeden yanayken, diğerleri tüm on adayı da kapsayacak bir tavır sergilemiştir (Moravcsik ve Schimmelfennig, 2009: 81). Bir başka deyişle, bu aşama ülkelerin hükümetlararası bir karar olan genişlemeyi çıkarlarına aykırı olacağı gerekçesiyle veto edebileceği bir aşamadır. Bu nedenle genişlemenin öncelik sırası ve kapsamının belirlenmesinde üye ülkelerin bireysel çıkar algıları temelinde şekillenen pazarlıklar önemli bir yer tutmuştur. Bu durumda, AB’ye üye ülkeler, Ortaklık Anlaşması ile yetinmek ve 
aday ülkelerin üyelik masraflarını üstlenmeksizin rasyonel çıkarlarını korumak yerine, neden genişlemeye onay vermeyi tercih etmiştir? 

Bu sorunun cevabını genişlemenin ikinci safhasındaki faktörler ortaya koymaktır. İkinci safhayı katılıma yönelik kararın alınması süreci oluşturmaktadır. Schimmelfennig’e göre, Avrupa bütünleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın uluslararası siyaset şablonundaki değişiklik sonucu, sadece demokratik Avrupa devletlerinden oluşan bir birliğin kalıcı barışı sağlayabileceği düşüncesi çerçevesinde bir kurucu efsane geliştirebilmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğunu kuran ülkeler “Avrupa halklarından oluşan ve birbirine gittikçe daha yakınlaşan bir birlik” olarak kendilerini tanımlamış, bu ideali paylaşan ve çabalarına katkı sağlama isteğinde olan diğer Avrupa ülkelerini Topluluğa üyeliğe davet etmiş ve tüm Avrupa ülkelerinin katılım hakkının bulunduğunu ilan etmiştir. Topluluk ayrıca Aralık 1989 Strazburg Zirvesinde, “hedefin Avrupa’nın 
bölünmüşlüğüne son vermek” olduğunu bildirmiştir (Schimmelfennig, 2003a: 267). Bu söz Avrupa’nın “retoriksel taahhüdü” olmuştur. 

Bununla birlikte, söz-eylemin mutlaka yüz yüze iletişim gerektirmediği, taraflar arasında anlam taşıyan her türlü eylem, mimik, ima vb. değişimleri de içerdiği dikkate alınmalıdır. Buna göre, AB genişlemesinde geçmişte yapılan konuşmalar, verilen sözler, jestler ve imalar taraflar üzerinde bağlayıcı etki yapmış, “Avrupalılık” kimliğiyle ilgili Soğuk Savaş esnasında Avrupa’nın bölünmüşlüğüne dair yapılan tüm anlam inşaaları Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte Batı Avrupa ile merkez ve Doğu Avrupa’yı birleştirme sözüne dönüşmüştür. 

Fierke ve Wiener, Batı Avrupa’nın eylemlerinin geçmişteki sözleriyle tutarlı olmaması durumunda, bunun demokratik kurumların ve serbest piyasa ekonomisinin halk desteğini kaybetmesiyle sonuçlanacağını, bu durumun da bölgedeki milliyetçi gerilimleri ve etnik rekabeti artıracağını ve nihayetinde Batı için bir tehdit oluşturacağını, bu tehdidin (NATO ve) AB’nin kimliğine yöneleceğini ifade etmektedir 

(Fierke ve Weiner, 1999: 737). Ayrıca, 1993 yılındaki Kopenhag Zirvesi’nde, merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olabileceklerinin ifade edilmesi ve bu ülkeleri katılıma hazırlama kararının alınması (Schimmelfennig, 2001: 57, 58) bu konuda tüm üye devletleri bağlayıcı bir retoriksel durumun oluşmaya başlamasına neden olmuştur. AB ulusüstü kurumlarından Komisyon’un aday ülkelerin katılım müzakerelerini yürütürken edindiği olumlu tavır ile Avrupa Parlamentosu’nun onayı da bu retoriksel duruma katkı sağlamıştır. Bu durumda, aktörlerin karar aşamasında birbirinden çok farklı ve çatışmalı tartışmalar içine girmesine, ancak nihai olarak ortak bir tutum etrafında birleşmesine 
neden olan tutarlı eylem/davranış biçimi ne olabilir? 

Schimmelfennig, bu davranış biçimini ılımlı (liberal) bir rasyonalist varsayıma sahip retoriksel eylem ile açıklamaktadır. Schimmelfennig, retoriksel eylem kuramının inşaasında öncelikle aktör davranışına neden olan güdülerin neler olduğunu ve birbirleriyle etkileşimlerinin sonuçlarının neler olabileceğini araştırmıştır. Retoriksel eylem aktörlerin rasyonel nedenlerle tercihte bulunduğunu, buna mukabil aktör etrafındaki kurumsal – kültürel, normatif – çevrenin aktörün tercihlerine etki ettiğini varsayar. Öte yandan Schimmelfennig, bütünün, parçalarının bir araya gelmesinden daha fazla (yapısal) etkisinin olduğu fikrine katılmamaktadır. Yani gelişmelere yönverecek davranış 
biçiminin rasyonalist mikro seviyede, bir başka deyişle bireyin temel eylem biçimine ilişkin beklentiler çerçevesinde analiz edilmesi gerekmektedir (Schimmelfennig, 1999: 17-21). Schimmelfennig’e göre, aktörlerin bireysel davranış biçimleri toplu tercihlere yol açmaktadır. 

Topluluk normları aktör için araçsal bir kullanım imkânıdır. Schimmelfennig, aktör motivasyonlarının temelde rasyonel olduğunu, aktörlerin sosyal normları da kullanarak (Elster, 1989: 102) kendileri etrafında kendi çıkarına yarayacak bir görünüm oluşturduğunu (Goffmann, 1959: 6 – 16) ve tartışmalarını buna göre tasarlayarak (bir retorik inşaa ederek) etrafındakileri kendi tercihi yönünde seçim yapmaya (eyleme) ikna etme çabası içinde olduğunu öne sürmektedir. 

Görüldüğü gibi Schimmelfennig, normlar ile rasyonalite arasında yakın bir ilişki olduğunu varsayar. Buna göre aktörler stratejik olarak davranmakta ve eylemleri için duydukları meşruiyet ihtiyacını normları kendi çıkarlarına kullanarak gidermektedir. Aktörler değer tabanlı normatif tartışmaları siyasi konuşmalarda stratejik olarak kullanarak, rasyonel çıkar ve güç algısı ile oluşan kolektif sonucu değiştirme gücüne kavuşurlar. Bu nedenle retoriksel eylem, tartışmaların ikna amaçlı stratejik kullanımı olarak tanımlanmaktadır 
(Schimmelfennig, 1999: 28, 29). 

Retoriksel eylem için kurumlar, aktörlerin ihtiyaç duyduğu meşruiyeti kazanması na uygun bir ortam sağlar. Öte yandan, bu meşruiyet kurumların (normların) sınırlayıcı etkisi ile kazanılmaz. Aktörler, siyasi hedeflerine ulaşmak için siyasi davranışa ilişkin sosyal normları üstlenirler. Bu bir rasyonel seçim ürünüdür. Kurumsal ortam aktörü uygun davranışa itecek kadar güçlü olsa da, rasyonel siyasi aktörler meşruiyetlerini artırmak ve meşruiyet masrafını düşürmek için, topluluğun meşruiyet standardını (ethosunu) olduğundan farklı gösterecektir. 
Aktörler, meşruiyet standartları aleyhlerine işlediğinde, bu standartların sınırlamalarını azaltacak bir tartışma içine girerler. 

(Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2005: 156) Bu tartışmalarda, aktörler normatif değerleri araçsal kullanmak yoluyla diğerlerini ikna ederek, etrafındakileri retoriğin gücüyle rasyonel olmayan seçimleri onaylamak zorunda bırakırlar. 
Retorik, gücünü topluluğun geçmişteki uygulamalarına, aktörlerin geçmiş dönemde kendilerini toplum önünde bağlayan sözlerine uyuma zorlama kapasitesinden almaktadır. Buna göre, geçmişte topluluk içinde iyi bir görünüm elde etmek için sarf edilen sözler ve yapılan uygulamalar, bu görünümün korunması için aktörler üzerinde bağlayıcı bir etki yaratmaktadır. 

Schimmelfennig bunu sosyal etki olarak adlandırmaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 218). 

Retoriksel eyleme gücünü veren diğer etken sosyal etkinin en önemli mekanizmalarından biri olan utandırmadır. Utandırma mekanizması, bir aktörün topluluk meşruiyet standardına aykırı davrandığında devreye girer. 
Yasadışı ya da toplum tarafından onaylanmayan amaçlar ve davranışların kamuya açık hale gelmesi, bir başka deyişle aktörün araçsal nedenlerle standart dışına çıkması topluluğun diğer üyelerini utandırma mekanizmasını kullanmaya sevk eder. Bu safhada, standarda uygun davranmayan aktörün geçmişteki taahhütleri ile mevcut tercih ve davranışları bir kıyaslamaya tabi tutularak, kredibilite ve tutarlılık endişesiyle utanca sürüklenmesi yoluyla norma uyuma zorlanması söz konusudur. Aktör, kişisel çıkar algısıyla sergilediği bireysel 
eylemden, normatif eyleme, bir başka deyişle netice mantığı ile hareketten 
uygunluk mantığı ile harekete geri dönüş yapmak zorunda kalır. 

Bu normatif etken, aynı zamanda stratejik hilenin (manipülasyonun) sınırlarını da belirler (Schimmelfennig, 2003a: 219, 220). 

Tartışma sahnesinin sergileneceği güne (karar alma tartışmalarına) kadar topluluk önünde ikna kabiliyetini artırmak ve tutarlı eylemlerle bunu sağlamlaştırmak için norma uygun davranış sergileyen ve söylemlerini buna göre şekillendiren aktör, kişisel çıkarları için normlara aykırı davranma imkânını bulamayacaktır. Burada aktör retoriksel bir tuzağa düşmüştür (Shimmelfennig, 2003a: 222). 

Buna mukabil, retoriksel eylemle tartışmaya katılan aktörler, karara ilişkin tartışmalarda topluluk norm, değer ve kurallarını stratejik olarak kullanarak, norma uygun davranmayanları retoriksel tuzakla utandıracak ve norma en uygun karara katılıma zorlama imkanını bulacaktır. 

Schimmelfennig’e göre hem merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri hem de Doğu’ya yönelik genişlemenin Batılı taraftarları (sınırlı genişleme yanlısı ülkeler: Avusturya, Finlandiya ve Almanya; kapsamlı genişleme yanlısı ülkeler: İngiltere, Danimarka ve İsveç) (Schimmelfennig, 2001: 50), hedeflerine ulaşmak için retoriksel eylemin etkisine güvenmişlerdir. Merkez ve Doğu Avrupa hükümetleri üyeliğe yönelik taleplerini Avrupa uluslararası topluluğunun meşruiyet standartlarına – Avrupa kimliği ve birliği, liberal demokrasi ve çok taraflılık – 
dayandırmış, bu değerlerin AB’yi kendilerini üye olarak kabul etmek zorunda bıraktığını göstermeye çalışmıştır. Bu ülkeler, Topluluğun anayasal değerleri ve geçmişteki retorik ve eylemleri ile AB’nin merkez ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik mevcut davranışı arasındaki tutarsızlıkları öne çıkarmıştır. Bu şekilde, kurumsal kimliği seferber etmeyi başarmış ve genişlemeyi bir güvenilirlik konusu haline getirmiştir. 

Bunlar, katılıma ilişkin çıkarlarını ilerletmek maksadıyla, kendilerinin Topluluk değerlerini paylaştıklarını ve normlarına iştirak ettiklerini sürekli gösterme imkânı bulmuştur (Schimmelfennig, 2003a: 267, 268). Özetle, genişleme kapsamındaki makro politikalara ilişkin olarak rasyonalist bakış açılarında tüm adayların tercihleri ve üye devletler arasındaki çatışmalar sabit kabul edilmektedir. 

Oysaki aday ülkeler bakımından kendini kurumun değer ve normlarıyla özdeşleştirmenin farklı dereceleri olabilecektir. Ayrıca, karar alma süreci bir pazarlık süreci değil bir tartışma süreci olacaktır (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 514). Kurum, dışarıdakilerin kolektif kimliğini, değer ve normlarını paylaştığı oranda genişleyecektir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 515). 

Sonuçta, AB’nin Doğu genişlemesi tartışmaları esnasında birçok üye ülke rasyonel bir getiriye sahip olmayacağı halde, genişlemeye onay vermiştir. Başlangıçta genişlemeyi frenleme yönünde oy kullanan ülkeler (sınırlı genişleme yanlıları: Belçika, Lüksemburg ve Hollanda; kapsamlı genişleme yanlıları: Fransa, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Portekiz ve İspanya) (Schimmelfennig, 2001: 50), genişlemeye ilişkin tartışmalarda kendilerine Doğu Avrupa ülkelerine 1990’lı yıllardan itibaren verilen sözler hatırlatıldığında, utanca sevk edilerek, genişlemeye onay vermeleri sağlanmıştır. Diğer bir deyişle kurumsal topluluk normları devlet davranışına etki etmiş ve politika değişikliğine neden olmuştur. 

AB’nin Doğu genişlemesini tam olarak açıklayabilen Retoriksel Eylem Kuramının, Doğu Avrupa ülkeleri ile yaklaşık aynı dönemde üyelik müzakerelerine başlamış olan ve pazarlık gücü açısından Doğu Avrupa ülkeleri ile benzer özellikleri taşıyan Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini analiz için de açıklayıcı bir araç olduğu görülmüştür (Mayda, 2013). Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde Topluluk değer, norm ve kurallarına uygun politika sergilediği dönemlerde, Birliğe katılımına karşı gelen AB üyesi ülkelerin retoriksel tuzağa düşerek Türkiye’nin Birliğe üyelik yolunda mesafe kaydetmesine izin vermek zorunda kaldığı gözlenmiştir (Schimmelfennig, 2008: 22). 

Keza Schimmelfennig, Türkiye’nin 1997-1999 yılları arasındaki AB adaylığına kabulü sürecini bu perspektiften açıklamaktadır. Buna göre, 1997 Lüksemburg Zirvesinde AB, AB’ye aday ülkeler arasında yer almamasına karşılık Türkiye’ye, AB’nin Topluluk normları gereğince tüm başvuruda bulunan ülkeleri aynı liberal demokrasi standardına göre değerlendirme zorunluluğu bulunduğundan, kültürel ve ekonomik sebepler, politik masrafının fazlalığı ve AB’ye üye ülkeler arasındaki görüş farklılıklarına rağmen 1999 Helsinki Zirvesinde adaylık statüsü vermek zorunda kalmıştır (Schimmelfennig, 2008a: 4). 
Bu aşamadan sonra, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerine15 uyum 
sağlamayı başardığı müddetçe, üye devletlerin tercihleri değişse dahi müzakerelere başlaması kaçınılmaz hale gelmiştir. 

Zira, Aralık 2002’de Kopenhag Zirvesinde, Aralık 2004’te Komisyonca verilecek bir rapor ve tavsiye doğrultusunda Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini karşıladığı sonucuna ulaşılırsa AB’nin Türkiye ile gecikmeksizin katılım müzakerelerini açacağına yönelik aldığı karar, sadece aday ülkeyi değil, üye ülkeleri de kurumsal ve normatif sınırlamalar altına sokmaktadır. Türkiye’nin 1999 yılı sonrasında kendisinden beklenmedik bir şekilde reform yaparak ilerleme göstermesi karşısında, Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlar “tuzağa düşmüş”, bir başka deyişle Türkiye ile müzakereleri başlatmayı inkar edecek meşru bir yol bulamamıştır. Bu ülkeler, kendi yerel tabanlarını tatmin etmek için son anda Türkiye’nin katılımı konusunda referandum yapılabileceği sözünü vermiştir (Schimmelfennig, 2008a: 18-24). 

Benzer şekilde, AB’nin Kıbrıs politikası, Güney Kıbrıs’ı uluslararası hukuk bakımından sorunlu olmasına rağmen Ada’nın tamamının meşru temsilcisi olarak tanımasıyla şekillenmeye başlamıştır. Öte yandan Yunanistan’ın, Türkiye’nin Birliğe katılım sürecinde geçmesi gereken aşamaları, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyelik süreci Türkiye’den bir adım önünde olacak şekilde kabul etmesi de ayrı bir retoriksel tuzak örneğidir 16. 

15 Kopenhag kriterleri bir aday ülkenin Birliğe tam üye olabilmesi için gerçekleştirmesi gereken siyasi ve ekonomik koşullar ile uyum koşulundan oluşmaktadır. Siyasi kriterler “demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık haklarına saygı” ilkesini ve “bu ilkeleri güvence altına alan kurumların istikrarının sağlanması”nı içermektedir. Ekonomik kriterler, aday ülkenin “işleyen bir pazar ekonomisine” ve “Birlik içindeki rekabet baskısı ve pazar güçleriyle baş edebilme yeteneğine” sahip olmasını gerektirmektedir. 

Buna ilaveten, aday ülkenin “siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına bağlılık dahil, üyelikten kaynaklanan yükümlülüklerini üstlenme yeteneğine sahip bulunmasını” öngörmektedir. 

16 6 Mart 1995 tarihinde yapılan AB Genel İşler Konseyi Toplantısında Konsey, Yunanistan’ın Türkiye ile gümrük birliği yapılması konusundaki vetosunu kaldırması karşılığında Kıbrıslı Rumlar ile üyelik müzakerelerine 1997 yılında yapılacak Hükümetlerarası Konferansın bitimini takip eden altı ay içinde başlanmasına karar vermiştir. 
Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin 1998 yılında Birlik ile üyelik müzakerelerine başlaması sonrasında Türkiye’ye 1999 yılında tam üyeliğe adaylık statüsünün verilmesi sorun teşkil etmemiştir. AB ile 16 Nisan 2003’te Katılım Anlaşmasını imzalayan Kıbrıslı Rum liderlerin 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planını desteklemesi için de bir neden kalmamıştır. Türkiye’nin tam üyelik hakkı ise 
Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ye tam üye olduğu gerçeğinin Türkiye tarafından kabul edilmesi zorunluluğu ortaya çıktıktan sonra verilmiştir. Ayrıntılı analiz için bkz.: (Mayda, 2013: 193 – 208). 

17 Müzakere Çerçeve Belgesi (03 Ekim 2005) Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerine ilişkin ilkeleri, esasları, usulleri ve müzakere fasıllarını belirlemektedir. Türkiye’nin Müzakere Çerçeve Belgesi’nde müzakereler; 

a) Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterlerini istisnasız uygulaması ve siyasi reformları geri dönülemez şekilde derinleştirmesi, 
b) AB müktesebatının üstlenilmesi ve uygulanması, 
c) Kapsayıcı bir sivil toplum diyalogu içine girilmesi temeli üzerine kurulmuştur. 

Üyeliğe alınan diğer ülkelere kıyasla Türkiye’ye getirilen ek koşullar; 

a) müzakere sürecinin ucunun açık olması, 
b) üyelik kararında Birliğin hazmetme kapasitesinin dikkate alınacak olması, 
c) sınır anlaşmazlıklarının halledilmesi (Yunanistan ile Ege Denizine ilişkin ihtilafların giderilmesi), 
ç) Kıbrıs Cumhuriyeti de (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) dahil tüm AB üyesi ülkeler ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesi ve gümrük birliğini tüm AB üyelerine genişletecek Ek Protokol’den doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesi, 
d) kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar ve tarım alanında kalıcı kısıtlamaların getirilebileceği şeklindedir. 


4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

AVRUPA BİRLİĞİNİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE, BÖLÜM 2

AVRUPA BİRLİĞİNİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE, BÖLÜM 2



2. Sosyal İnşaacılık ve AB’nin Doğu Genişlemesi Sosyal inşaacılık temel olarak üç varsayıma dayanmaktadır. İlk olarak sosyal inşaacılık, aktör tercihlerinin belirlenmesinde maddi yapılar kadar normatif ve fikirsel yapıların da önemli olduğunu varsaymaktadır. Sosyal inşaacılıkta, nesnelerin zaman ve mekân içindeki hareketine ilişkin ‘nasıl, ne zaman ve niçin’lerin sadece fiziksel güçlerle ya da sınırlamalarla belirlendiği düşüncesine karşı çıkılmakta, bunun aynı zamanda, paylaşılan bilgi, nesnenin durumuyla ilişkilendirilmiş kolektif anlam, 
bağımlılık, meşruluk, kurallar, kurumlar, kullanılan maddi kaynaklar,uygulamalar ve hatta müşterek yaratıcılıkla da ilgili olduğu savunulmaktadır. 

Dışarıda var olan bütün kurumların "oluşturulmuş" olduğu, bireylerin ve sosyal aktörlerin bunlara atfettiği değer ve anlamın fiziksel etkiler yarattığı, bu nedenle fikirlerin de maddi güçler gibi davranışları belirlemede etken olduğu söz konusudur. Ruggie, inşaa edici kuralların “tüm sosyal hayatın kurumsal temeli” olduğunu öne sürmektedir (Ruggie, 1988: 873). 

Kurumların (genişlemesinin) rasyonalist açıklaması daha çok işlevselci bir yaklaşıma benzerken, normatif bir gündeme sahip olan sosyal inşaacılık bu 
olguyu, dünya politikalarını uygun normların ve kimliklerin yayılması olarak görmektedir.5 
Bir başka deyişle, normların mutlaka davranışları sınırlandırmadığı, oluşturucu etkilerinin de olduğu savunulmaktadır.6 

Bu nedenle ikinci olarak, sosyal inşaacılıkta kimliklerin çıkar ve eylemleri oluşturduğu/belirlediği varsayılır7. Tercih oluşumunu açıklamak için sosyal inşaacılar aktörlerin sosyal kimliklerine odaklanır. Sosyal inşaacılığa göre aktörlerin çıkarları sosyal olarak inşaa edilmiştir (Ruggie, 1988: 856). 

Üçüncü varsayıma göre, aktörler ve yapılar karşılıklı oluşmuştur. Kimliklerimizi ve çıkarlarımızı tanımladığımız sosyal yapıları karşılıklı etkileşim ile oluştururuz. Bunlar rutinleşmiş söylemsel ve fiziksel, zaman ve mekânda süregelen uygulamalardır. Yapılar aktörleri çıkarlar ve kimlikler bakımından oluşturur, ama kendileri de aktörlerin karşılıklı etkileşimleri sonucu üretilir, yeniden üretilir ve değişir (Copeland, 2006: 3).8 

Sosyal inşaacılıkta aktörün (kurumlar dahil) devlet tercih ve davranışlarına fikirler, sosyalleştirme, eğitim, ikna, söylem ve norm telkini gibi süreçlerle etki ettiği varsayılmıştır. Sosyal inşaacılar bu süreçlere ve öznelerarası etkileşimlere odaklanarak, aktörlerin ulusal kimlik, çıkar, uluslararası gündem vb. kimlik algıları ile bu algılar ve tercihlerdeki dönüşümü açıklama imkânına kavuşmuştur.9 

4 Pollack’a göre AB’nin kuruluş dönemlerindeki yeni işlevselci-hükümetlerarasıcı tartışmasının yerini bu yeni “büyük tartışma” almıştır (Pollack, 2006: 44). 

5  Jervis, sosyal inşaacıların tüm norm ve fikirlerin mutlak doğruyu işaret ettiği gibi bir iyimserlik içinde olduğuna işaret ederek, hem devrimci hem de ölümcül sonuçları olan norm ve fikirlerin göz ardı edildiğini, “Hitler Almanya’sının ya da Stalin’in Sovyetler Birliği’nin” güçlü elitlerce yayılan fikir ve normların kaynağı olduğunu görmek gerektiğini iddia etmektedir. Bkz.: (Jervis, 1998: 974). 

6 Finnemore ve Sikkink, normların oluşturucu etkilerine vurgu yaparken, normların rasyonalite ve rasyonel seçimin zıddıymış gibi algılanmasına karşı çıkmakta, rasyonalitenin hiçbir belirgin normatif etki ve değişimden ayrıştırılamayacağını savunmakta ve süreci “stratejik sosyal inşaa” olarak adlandırmaktadır. Bkz.: (Finnemore ve Sikkink, 1998: 888). 

7 Neorealizme göre çıkarları ve davranışları dışsal etkiler belirler. 

8 Neorealizmde aktörün yapıya etkisi söz konusu değildir. Yapı davranışları belirlemektedir. 


Bu dönüşüme ilişkin olarak Checkel, yerel normların aktörlerin tercihlerini şekillendirdiğini ve uluslararası normların yerel ortamda yankı bularak inşaa edici etkiler yaptığını öne sürmektedir (Checkel, 1999: 84). Checkel bu değişimi sosyalizasyon veya sosyal öğrenme (Checkel, 2001: 559) olgusu ile açıklamakta dır. Checkel, sosyalizasyonun yeni aktörlerin bir toplumun norm ve kurallarını davranış biçimi olarak alması anlamına geldiğini, bunun nihai noktasının ise içselleştirme olduğunu ifade etmektedir. 

Sosyal inşaacılar, aktör tercihlerinin stratejik seçimle belirlendiğini iddia eden rasyonel seçimcilerden farklı olarak, öğrenme ve sosyalleşme dinamiklerine, tartışma/müzakere ve uygun davranışa vurgu yapmaktadır. Bu tartışma içinde, ılımlı sosyal inşaacılar ve ılımlı rasyonalistler, aktörlerin çıkar ve kimliklerini oluştururken, hem stratejik seçimde bulunduklarını hem de dinamik bir ikna ve sosyal öğrenme sürecinden geçtiklerini öne sürmektedir.10 

Ilımlı rasyonalist olarak nitelenen Schimmelfennig, sosyal inşaacılıkta genişleme politikalarının fikirsel ve kültürel etkenler tarafından şekillendirildiğinin ve genişlemenin bireysel aktörler üzerindeki maddi, dağılımsal sonuçlarından çok sosyal kimliklerin, değerlerin ve normların analizinin önemli olduğunun altını çizmektedir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 513). Bu bakış açısı, anlam ve lisanın, kimlik ve çıkarların inşaasındaki merkezî önemini vurgulayan Wittgenstein anlayışını (Fierke ve Weiner, 1999: 723) çağrıştırmaktadır. 

9 Sosyal İnşaacılığın, çıkarların biçimlenmesi konusunda dışsal etkenleri vurgulaması bakımından rasyonel seçimciliği desteklediği, ya da sosyal 
eylemin öğrenme modeli/uygunluk mantığıyla gerçekleştirildiğini öne sürmesiyle rasyonel seçimden farklı olduğu gibi tartışmaların yanı sıra, rasyonel seçim kuramı ile postmodernizm arasında bir orta yol olduğu yönünde farklı görüşler bulunmaktadır (Adler, 1997: 319 – 363). 
Price ve Smith’e göre sosyal inşaacılık yaklaşımı gizli bir rasyonalizm ya da pozitivizm olmadığı gibi, temellerini eleştirel kuramdan almakta, eleştirel kuramla uyumlu bir görünüm sergilemekte ve eleştirel kurama katkı sağlama potansiyeli bulunmaktadır (Price ve Smith, 1998: 260). Sosyal inşaacıların bir kısmı, sistematik eğilimden kaçınmak için bilgi birikimini anlamaya dayalı, yorumlayıcı bir epistemolojik yön benimsemişlerdir (Haas ve Haas, 2002: 577). Haas ve Haas aktörlerin anlayışa ilişkin farklı bakış açıları taşıyabileceğini, uluslararası kurumların anlam inşaasında hem neden hem de etki olabileceğini öneren pragmatist sosyal inşaacılardır. Bkz. (Haas ve Haas, 2002: 586). 

10 Jupille, Caporaso ve Checkel, ılımlı sosyal inşaacılara örnek olarak Risse, Ropp ve Sikkink 1999 ve Johnston 2001’i örnek göstermektedir (Fierke ve Weiner, 1999: 13), ılımlı rasyonalistler arasında Frank Schimmelfennig 1999, 2001 (ve Underdal, 1998) öne çıkmaktadır (Checkel ve Moravcsik, 2001: 220). 

Norm inşaası sürecini, gündem kapsamı, söz-eylemler ve kurumsal dönüşüm arasındaki diyalektik bir ilişki olarak inceleyen Fierke ve Wiener, tercihler ve bunların sonuçlarını kimlik ve çıkarların değişen bir kapsam içinde karşılıklı oluşturulduğu tezinden yola çıkarak, söz-eylemin kapsama bağlı olması nedeniyle, kapsam değiştikçe eylemin anlamının da değişeceğini öne sürmektedir (Fierke ve Weiner, 1999: 725).

11 Bu anlayışa göre konuşmalar sadece tanımlama ya da bilgi transferi anlamına gelmemekte, bizzat eylem anlamına gelmektedir. Sözlere yüklenen anlamlar, onların eyleme dönüşmesine neden olmaktadır. Bu konuda, La Libre Belgique gazetesinin sloganı dikkate değerdir: “comprendre c’est déjà agir” (Anlamak, çoktan harekete geçmiş olmak demektir). 

Sosyal inşaacılığa göre, “dışarıdaki bir ülke ne kadar kendini uluslararası kurumu temsil eden uluslararası toplulukla özdeşleştiriyorsa, ne kadar kurumun amaç ve politikalarını tanımlayan değer ve normları paylaşıyorsa, bu kurumla geliştirmek istediği kurumsal bağlar o kadar güçlü olacak ve bu kurumun üye devletleri de o kadar bu devletle yatay kurumsallaşma yoluna gidecektir” (Schimmelfennig ve 
Sedelmeier, 2002: 513). Bu bakış açısında AB genişlemesi, aday ülkenin kendini “Avrupalı” olarak tanımladığı, AB’nin liberal-demokratik siyasi değer temellerine katıldığı ve belli AB politikalarını işaret eden değerlerini paylaştığı ölçüde, katılımı da o kadar kolay olacaktır. 


3. Rasyonel Seçim Kurumsalcılığının ve Sosyal İnşaacılığın Genişlemeyi Açıklama Gücü Rasyonel seçim kurumsalcılığında, devletin üyelik şartları ile kurumun üyeliğe kabul şartları müştereken karşılandığında kurumun genişleyeceği öngörülmektedir. Bu durumda, kuruma katılma arzusu içindeki ülkenin ya gerekli pazarlık gücüne sahip olması ya da üyelerin kaybını telafi imkânının bulunması gerekmektedir. 

Kurum şayet gerekli pazarlık gücüne sahipse, kurum dışındaki katılıma isteksiz bir devleti kuruma katılmaya zorlayabilecektir. Öte yandan, AB içindeki ülkelerin farklı fayda-maliyet hesaplarının olmasının yanı sıra, birbirlerinin adaylarını desteklemeleri karşısında kendi aralarındaki 

11 Fierke ve Weiner, buna örnek olarak, Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Nihai Senedinin (Helsinki, 01 Ağustos 1975), hukuki uygulama gücü olmamasına rağmen, tüm katılımcılar tarafından, ahlaki uygulama zorunluluğu nedeniyle, bir uygulama hedefi olarak ortaya çıktığını, katılımcıların uygulama sözlerinin gerçeğe dönüştüğünü göstermektedirler (Fierke ve Weiner, 1999: 727). 

Söz-eylem kuramı sosyal inşaacılık ve postyapısalcılık arasında bir orta yol olarak ortaya çıkmaktadır (Wæver, 2009: 177). telafileri hesaplamak, yani diğerlerinin ne yapacağına bakarak verecekleri kararları yorumlamak son derece güçtür (Schimmelfennig, 2003a: 33, 34). Öncelikle, Doğu genişlemesi AB’ye net kazanç sağlamamaktadır. İkinci olarak, genişlemeden fayda sağlayabilecek üye devletler genişlemeden zarar göreceğini düşünen diğer üye ülkeleri ikna edebilecek pazarlık gücüne sahip değildir. Son olarak, genişlemeye kıyasla 
ortaklığın daha etkin bir araç olma potansiyeli bulunmaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 55). 

Rasyonel seçim, liberal olmayan ülkelerin Topluluğa katılımı durumunda heterojenliğin artacağını ve dolayısıyla çatışma potansiyelini 
öngörür. Ekonomik ve güvenlik faydalarının olmadığı noktada, Topluluk değerlerinin üstlenilmiş olması rasyonalist bakış açısında bir anlam 
teşkil etmemektedir (Schimmelfennig, 2001: 58 – 61). 

Sonuç olarak, Rasyonel seçim kurumsalcılığı merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katılım isteklerini nedenselleştirebilmekte, ancak AB üyelerinin neden merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri ile katılım müzakerelerini başlatma kararı aldıklarını açıklayamamaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 52). 

Rasyonalist yaklaşımların aday devletlerin üyelik sürecinde makro seviyede gerçekleşen içsel kimlik dönüşümünü, politika-tercih değişimini veya sosyalleşme-sosyal öğrenmeyi açıklama gücü de oldukça zayıf kalmaktadır. Schimmelfennig’e göre, AB’nin Doğu genişlemesinin rasyonalist açıklaması, sadece talep tarafına uygulanabilir bir tezdir (Schimmelfennig, 2003a: 63). 

Sosyal inşaacılığın AB genişlemesine uygulanması, rasyonalist kuramların uygulanmasına kıyasla daha mantıklı görülebilir. Sosyal inşaacılık, kurumları “devletlerin çıkar algılarını değiştirebilecek potansiyel öz denetim katalizörleri” olarak görür (Haas ve Haas, 2002: 581). Bu yaklaşımda uluslararası kurumlar otonom aktörler olarak görülmektedir. Devlet çıkarlarını etkileme, değişime yön verme özellikleri olduğu kabul edildiğinden, kurumların yapıdan çok aktörle ilgili olduğu görülmektedir.12 

Bir kurum olarak AB, 1957 yılında ilk tohumları atıldığı anda genişlemeye açık bir kimliği haizdir. Kurucu anlaşmaların hiçbirinde üyelerinin münhasırlığı ya da bir kârzarar hesabına dayanacağına ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamakta dır. Ayrıca, müktesebat da bugün genişlemeye ilişkin olarak, önceki genişlemelere kıyasla daha farklı niteliksel bir kapsam önerse de, önemli 
bir normatif temel sunmaktadır (Fierke ve Weiner, 1999: 722). Ancak, adayın bu normatif temele uyum ölçütü yine üye devletlerin rasyonel yargısına bağlı kalmaktadır. Bu bulmacayı rasyonalist ve sosyal inşaacı yaklaşımlar farklı eylem/sosyal etkileşim mantıklarıyla açıklamaktadır. 

Rasyonel seçim kurumsalcığının fayda sağladığı sosyal etkileşim mantıklarından “nedensellik mantığı”na, yani sabit çıkar ve tercihler temelinde müzakere ederek egoistik fayda artırımı çabasına karşın, sosyal inşaacılar “uygunluk mantığı”nın, yani aktörün mevcut yasa ve düzenleyici kural ve normlara göre doğru şeyi yapma çabasının geçerli olduğunu öne sürmektedir. 

Zira sosyal inşaacılık aktörün kabul edilen sosyal normlara uygun olarak davranma amacında olduğunu öne sürmektedir. Bir başka deyişle uygunluk mantığını, aktörlerin kural ve kimliklere olan taahhüdüne işaret eden anlayış oluşturmaktadır (Olsen, 2007: 1 - 13). 

Burada “uygun” eylem, erdemli eylem anlamına gelmektedir. Uygunluk mantığına göre, aktörler kuralları takip ederler, belli kimlikleri belli 
durumlarla ilişkilendirirler ve kimliklerinin getirmiş olduğu roller çerçevesinde bu rollerden doğan yükümlülüklerini yerine getirirler. 

Uygunluk, kişinin kendisine ilişkin bilişsel ve etik bakış açısıdır. Dış politikada da belli durumlarda belli kimliklerdeki devletler ya da organizasyonlar belli kuralları uygulamaktadır (March ve Olsen, 1998: 951). 
Diğer bir deyişle, politik aktörler meşruiyete ihtiyaç duymaktadır (Miller ve Banaszak-Holl, 2005: 193). Bu meşruiyet ihtiyacı onların kurumsal baskılara maruz kalmasına neden olmakta, onları kültürel kural, norm ve beklentilere uymaya zorlamaktadır 13. 

Uygunluk mantığında aktörlerin tercihlerini, duruma göre hangi rolü oynamaları gerektiğine ve bu durum içinde bu rolün getirdiği yükümlülüklerin ne olduğuna ilişkin bir hesap dahilinde yaptıkları varsayılır. Uygunluk mantığında aktörler, hakim kurumsal değerler tarafından teşkil edilen parametreler dahilinde bir muhakemede bulunur (Schimmelfennig, 2003b: 164). Avrupa uluslararası topluluğundaki temel kurum olarak Avrupa Birliği de Avrupa ve liberal kolektif kimliğine dayanmaktadır. Topluluğu oluşturan temel inanç ve uygulamalar, 
sosyal çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, demokratik siyasi katılım ve temsil, özel mülkiyet ve piyasa temelli ekonomi ile liberal insan haklarına inançtan geçmektedir. Bu bakımdan AB’nin genişlemesi demek, bu prensiplerle özdeş müktesebatı kabul etmek demektir. 

Avrupa çerçevesine dahil olan aktörün müktesebata uyum sağladığı ölçüde meşruiyet elde ettiği varsayılır. 

12 Alexander Wendt, Michael Barnett ve Martha Finnemore uluslararası kurumları yapısal olarak değerlendiren sosyal inşaacılar arasında 
yer alır. Bkz.: (Wendt, 1999); (Barnett ve Finnemore: 1999: 699-733); (Haas ve Haas, 2002: 573 – 601). 

13 Benzer şekilde, Habermas geleneğinden gelen bir diğer sosyal etkileşim mantığı “tartışma mantığıdır”. Buna göre aktör gerçeği aramak maksadıyla katılım sağladığı tartışmalarda, daha iyi tartışmanın gücünü kabul ederek ortak karara ulaşır (Risse, 2000: 6-7). 

Sosyal inşaacı hipotezlerin AB bütünleşmesinin gözlemlenebilir sebep ve sonuçlarını ortaya koymada yeterli olup olmadıkları konusunda soru işaretleri bulunmaktadır. Esasen, sosyal inşaacılar kurumsal inşaaların kolektif anlamlarına odaklanmıştır. Bu bakımdan, inşaa edici normların aktörlerin gerçek davranışlarına yönelik etkisi bir yere kadar açıklanabilmekte, AB’nin Doğu genişlemesi esnasındaki müzakerelerdeki münakaşalara bir açıklama getirememektedir (Risse, 2009: 125). Risse’ye göre AB, kolektif kimlik edinmenin bedelinin ödenmesi gerektiği noktasındadır ve adaylara giriş koşullarını dayatan, herkese açık olmayan bir kulüp haline gelmektedir (Risse, 2009: 127). 

Bu, topluluğun üye devletleri açısından topluluk inşaasının dışlayıcı bir stratejiye dayandığı anlamına gelmektedir (Schimmelfennig, 2003a: 74). 

Öte yandan sosyal inşaacılık genişlemeyi bir topluluk inşaası olarak görmektedir. Bu topluluk inşaasında yeni üyeler sosyalizasyon sonucu topluluk kurallarını, topluluğun sosyal kimliklerini, değerlerini ve normlarını anlam ve davranış repertuarlarına uyarlayarak içselleştirmektedir. 

Bu da, kuramın aslında topluluk üyeleri açısından içleyici bir topluluk inşaası stratejisine ve sosyalizasyona dayanması gerektiği, ancak gerçekte aksi bir durumun meydana geldiği anlamına gelmektedir (Schimmelfennig, 2003a: 73, 74). 

Netice itibarıyla, rasyonalist kuramlarla sosyal ontolojiye sahip kuramlar arasındaki eylem/sosyal etkileşim mantıkları (rasyonalist araçsal etkinlik ile sosyal inşaacı uygunluk mantığı) kıyaslandığında, rasyonel seçim kurumsalcılığı nın AB’nin genişlemesi sürecinin sonucunu açıklayamadığı, sosyal inşaacı hipotezlerin ise üye devletlerin AB’nin Doğu genişlemesi sürecinin başlangıcında gözlemlenen müzakerelerde aktörlerin sergiledikleri pazarlıkçı davranışları açıklamada yetersiz olduğu görülmüştür (Schimmelfennig, 2003a: 190). 

Sosyal inşaa-cılığın lisana vurgu yapan sürümü olan söylemsel yaklaşımlar sürecin tamamını açıklamaya daha elverişlidir. Ole Wæver’e göre söylemsel yaklaşımlarda karşımıza iki seçenek çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, AB politikalarının kültürel ve kimliksel çalışmalarında, kendini ötekine kıyasla tanımlama yaklaşımıdır. Bu tarz bir söylemsel yaklaşımda, Avrupa kimliği olmayana ergi yönetimi (ne olmadığını ispat ederek olana varmaya çalışma) ile tanımlanırken, ötekileştirme de yapılmış olmaktadır. Bu, rasyonalist dışlayıcı bir lisana benzemektedir. 

İkinci seçenek ise söz-eylem kuramıdır. Söz-eylem kuramı, AB üyelerinin neden çok masraflı bir genişlemeyi kabul ettiğine, sözlerin aslında eylem olduğuna ve gerçekliği değiştirebildiğine, AB üyelerinin de geçmişteki taahhüt ve ahlaki zorunluluklarının beklenmeyen etkiler yarattığına ilişkin hipotezleri açıklamakta dır (Wæver, 2009: 177). 
Epistemolojik ve kuram entegrasyonu bakımından her iki yaklaşım arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan, bireyin temel davranış biçimine ilişkin rasyonel seçim kurumsalcılığı ile sosyal inşaacı söz-eylem kuramı Schimmelfennig’in retoriksel eylem kuramının temel dayanaklarını oluşturmaktadır. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***