Bülent Şener etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bülent Şener etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2019 Pazar

“Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının Yayılışı

  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının Yayılışı 


                           
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
PDF
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi|18 Kasım 2014 Salı
“Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının Yayılışı

Bülent Şener 

Adı konulan ama içeriğinden AKP milletvekillerinin ve destek veren seçmenlerin bile bilgisinin olmadığı “Çözü(l)m(e) Süreci” ne olacak? AKP iktidarının Neo-İslamcı ve Neo-Osmanlıcı iç ve dış siyasetinin türbülansa girdiği 2009 yılının ortalarından bu yana, ilk olarak “Demokratik Açılım”/“Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” adıyla kamuoyuna sunulan ve hâlihazırda “Çözü(l)m(e) Süreci” olarak adlandırılan olgu, bir o yana, bir bu yana gidip geliyor, bazen “askıya alındığı” söyleniyor, bazen “PKK tehdidiyle ve şiddeti”yle tekrar hayat buluyor, fakat öyle ya da böyle AKP iktidarını ve onun komuta ettiği Türkiye Cumhuriyeti 
devletini giderek bir açmaza, siyasal ve toplumsal bir kaosa doğru sürüklüyor.

Genel Durum: “Yeni Türkiye”ye Bir Bakış

Konuyu daha iyi analiz edebilmek için, öncelikle “Çözü(l)m(e) Süreci”nin arkasındaki dış ve iç manzaraya bir bakalım: Türk dış politikası, tarihinde ilk 
defa gerçeklerden kopuk romantik ve ütopik bir mecra içerisinde savrulmaya devam ediyor. AKP iktidarının söylem ve eylemleriyle Türk dış politikasında yarattığı tutarsızlıklar, yalpalamalar, provokasyonlar, gerilimler, hesapsızlıklar, esnemeler ─hatta kırılmalar─ öyle boyutlara vardı ki, bugün artık Türk dış 
politikasında ne “ölçü”, ne “denge”, ne “ihtiyat”, ne “nüans”, ne “meşruiyet”, ne de “gerçekçilik” kalmıştır. Ahmet Davutoğlu’nun ve Recep Tayyip Erdoğan’ın 
ideolojik, mezhepçi ve her yönüyle marjinal Suriye politikası sonucunda Türkiye’nin güneyinde ikinci bir Kürt devleti daha oluşma yolunda. Üstelik 
Türkiye bizzat AKP iktidarı eliyle destek de veriyor bu oluşuma. Zira, hem elimizi mahkûm ettik buna, hem de “iyi geçinebileceğimiz” başka sınır komşumuz 
kalmadı bu coğrafyada. AKP iktidarı içeride ve dışarı Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık hezeyanlarıyla bütün iç ve dış politika kalıplarını, düsturlarını, nüanslarını altüst ederek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün geleneksel temellerini, ulusal çıkarlarını yerinden oynattı. “17 ve 25 Aralık Süreci”nden bu yana Türkiye’de yaşananlar ve hâlihazırda yaşanmakta olanlar, anayasası “hukuka karşı hile yolu”yla ve iktidar gücüyle kısmen askıya alınmış politik ve toplumsal kırılmanın eşiğinde bir ülkenin hikâyesidir aynı zamanda. 

  AKP iktidarı “Yeni Türkiye” söylemi ve propagandasıyla otoriter ─hatta totaliter─ post-modern bir devlet düzenini ve ona uygun toplumsal yapıyı 
biçimlendirmek yolunda kararlılıkla ilerliyor. Şimdilerde siyaset de, hukuk da, ar da, feraset de yerlerde geziyor ve daha uzun bir süre de yerden kalkmayacağa 
benziyor Soma ve Ermenek’in hakkı toprak altında kalmışken toprağın üstünde fütursuzca yükselen ve yayılan “AKsaray”ı düşündükçe. “Çözü(l)m(e) Süreci”nde PKK silah bırakmak şöyle dursun, askeri ve siyasi açıdan daha da güçlendi, meşruiyet kazandı. Sınır dışına çekilmediği gibi, sınır dışından içeriye askeri ve siyasi militanlar da kaydırmış vaziyette. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde birçok yerde ikili iktidar yapılanması oluşmuş durumda, yani ─moda deyimle─ “paralel yapı/paralel devlet”, fakat AKP iktidarının derdi diğer “paralel yapı”yla. “Çözü(l)m(e) Süreci” sayesinde Kürt hareketi ve PKK 1990’lı yılların başındaki ivmesini yeniden yakaladı, hatta kat be kat aşarak konsolide oldu, sağlamlaştı. Tablo 1 ve Tablo 2’deki durum bunu açıkça ortaya koymaktadır.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nde Politik Kürt Hareketinin ve Hegemonyasının Yükselişi

Tablolardan da görüldüğü gibi[1] bugün itibariyle “Politik Kürt Bölgesi” ve PKK’nın aktivitesinin yoğunlaştığı/başarılı olduğu alan 15 ili kapsayan bir 
coğrafyayı işaret etmektedir. Söz konusu bölge, 2009-2014 yılları arasındaki seçimlerde BDP’nin (daha önce DTP) birinci ya da ikinci parti olduğu ve bu 
bağlamda Kürt hareketinin ve PKK’nın etnik temelde siyasal, sosyal ve askeri açıdan mobilize olduğu illeri temsil etmektedir. “Politik Kürt Bölgesi”, Kürt 
hegemonyasının yayılışı açısından 3 farklı alt-bölgeden oluşmaktadır.

“Kırmızı bölge”yi temsil eden ve toplamda 5 milyona yakın kişinin yaşadığı iller, Kürt hareketinin ve PKK’nın siyasal, toplumsal ve askeri açıdan çok net 
ve yoğun bir biçimde “hegemonik üstünlük”[ğ]e sahip olduğu coğrafyayı temsil etmektedir. Diğer bir deyişle, bu alt-bölge Kürt hareketinin ve PKK’nın 
hegemonik üstünlüğünün inşa edildiği ve yüksek düzeyde konsolide olduğu illeri işaret etmektedir. Söz konusu iller şunlardır (Hegemonik üstünlük derecesine 
göre): Şırnak, Hakkâri, Diyarbakır, Van, Mardin ve Batman.  “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza girdiğinde (bu açmazın nedenlerini ileriki paragraflarda belirteceğim), “iç savaş” ve “bölünme” en şiddetli ve yoğun bir şekilde buralarda yaşanabilir..

“Sarı bölge”yi temsil eden ve toplamda 2 milyona yakın kişinin yaşadığı iller, Kürt hareketinin ve PKK’nın siyasal, toplumsal ve askeri açıdan hegemonyasını 
kuramadığı, fakat Ankara merkezli partiler karşısında hegemonik bir denge gücüne ulaştığı coğrafyayı temsil etmektedir.Bu alt-bölgede Ankara merkezli partilere karşı Kürt hareketi ve PKK tarafından başa baş ve yoğun bir mücadele verilmektedir. Bu çerçevede Iğdır’da MHP ile, Tunceli’de de CHP ile hegemonik 
bir denge kuran Kürt Hareketi ve PKK, Ağrı, Muş, Bitlis ve Siirt’te ise AKP’ye karşı “hegemonik denge” kurmaya çalışmaktadır. “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza 
girdiğinde, “iç savaş”ın ve “bölünme”nin eşiğinde duran bu iller de kısa zamanda “iç savaş” ve “bölünme” istikametine girmeye aday durumdadır.

“Yeşil bölge”yi temsil eden ve toplamda 2,5 milyona yakın kişinin yaşadığı illerde ise Kürt hareketi ve PKKsiyasal, toplumsal ve askeri açıdan hegemonik bir güç olmaktan henüz uzaktır, bununla birlikte bu alt bölgede Kürt hareketinin ve PKK’nın ana muhalefet gücü konumunda olduğunu belirtmek gerekir. 
Bu çerçevede, Kürt hareketi ve PKK, bir yandan AKP’nin açık bir hegemonik üstünlüğe sahip olduğu Şanlıurfa ve Bingöl’de mücadele yürütürken; diğer yandan, hegemonik gücün AKP, CHP ve MHP arasında birbirine yakın oranlarda dağıldığı Kars’ta mücadele vermeye devam etmektedir.


Özetle söylemek gerekirse “Çözü(l)m(e) Süreci” bir “araf”sa onun cehennem tarafında en az 12 il durmaktadır (“Kırmızı ve sarı bölge”ler). Abdullah Öcalan 
ve PKK’yla müzakere sürecinde masanın artık işlevinin kalmadığı o nihai anda, yani “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza girdiğinde, “ “iç savaş” ve “bölünme” 
tehlikesinin Türkiye’nin kapısında olacağını söylemek herhalde söylememekten daha kolaydır.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nin Açmazları

Peki “Çözü(l)m(e) Süreci” neden açmaza girecek? AKP el yordamıyla bu işe el attığında, beş yıl önce kaleme aldığım “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik 
Açılım’: Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”[2] başlıklı yazımda bir öngörüde bulunmuştum. O günden bugüne bu öngörümü ortadan kaldıracak ya da zayıflatacak tek bir gelişme dahi ortaya çıkmadığı gibi, aksine, gelişmeler öngörümü daha da kuvvetlendiren bir istikamette ilerliyor.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nin kaderini belirleyecek olan üç temel “açmaz” bulunmakta dır. PKK, teröre son vermek için hem liderlerinin ağzından hem de HDP’nin ağzından “olmazsa olmaz” üç temel koşulu uzun zamandır deklare ediyor:

1) Kürt kimliğinin siyasal bir kimlik olarak anayasada yer alması (İki halklı devletin ve dolayısıyla gelecekte self-determinasyon hakkının kabulü).

2) Başta Abdullah Öcalan olmak üzere öngörülebilir bir zaman dilimi içinde PKK’nın lider kadrosunun serbest bırakılmasının ve siyaset yapabilmesinin 
koşullarının yaratılması, ayrıca tüm PKK’lıların serbest bırakılarak/serbest kalarak haklarındaki davaların ve cezaların düşmesi.

3) Demokratik özerklik (Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunun idari, mali, hukuki, siyasi ve askeri açıdan özerk bölgelere ayrılarak büyük ölçüde merkezden bağımsızlaştırılması, yerel parlamentolar oluşturularak federal birimlere dayalı bir yönetim yapısına yani eyalet sistemine geçilmesi).

Demokratik Özerklik: Post-Modern Etno-Feodalizm

Dünya görüşünün dayandığı temellerin çelişkileri ve sosyo-politik bilgi yetersizliğinden dolayı AKP iktidarının “demokratik özerklik” konusunda kafası 
karışık ve söylemleri muğlak olsa da, Kürt hareketinin ve PKK’nın “demokratik özerklik” konusunda genel çerçevesi ve içeriği belli bir modeli ve hedefi 
vardır. Buna göre Kürt hareketi ve PKK, Türkiye’nin idari, politik, mali ve askeri özerkliğe sahip 20-25 bölgeye ayrılmasını önermektedir. Her ne kadar bu 
bölgelerin oluşturulmasında sosyo-kültürel ve ekonomik ilişkiler ağı içinde olan illerin bir araya getirilmesinin esas alınacağı söylense de, bu yaklaşımın Kürt 
hareketinin hegemonik üstünlük kurduğu ya da hegemonik denge durumunda olduğu bölgelerde hiçbir anlam ifade etmediği/etmeyeceği çok açıktır. Zira, Kürt 
hareketinin ve PKK’nın bu bölgelerde hedeflediği “demokratik özerklik” tamamen “etnik” kimliğe dayalı aşiretsel bir yapı üzerinde yükselecektir (Post-modern 
etno-feodalizm). “Demokratik özerkliğin” de esas olarak hedeflediği budur, çünkü bağımsızlığa giden yol bu yapı ve süreç içerisinde olgunlaştırılacaktır. 

Diğer taraftan, oluşturulması düşünülen bu 20-25 bölge tıpkı il genel meclisleri gibi seçimle iş başına gelen bölge meclisleri tarafından yönetilecektir. Dışişleri, 
maliye ve savunma hizmetlerinin merkezi hükümet tarafından, emniyet ve adalet hizmetlerinin merkezi hükümet ve bölge meclisleri tarafından ortak ve geriye kalan hizmetlerin de bölge meclisleri tarafından yürütüleceği öngörülen bu modelde, Türkiye ulus-devlet yapısını terk ederek, bir yanıyla etnik kimliğe 
dayalı yani “ayrılıkçı” bölgelere sahip olan, bir yanıyla da sosyo-kültürel yapı ve ekonomik gelişmişlik farklılığına dayanan bölgelere sahip olan bir federasyona dönüşecektir.

Sonuç: Araf’taki Son Tango ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Sonu…

Kürt hareketinin ve PKK’nın bu hedefleri karşısında, “Çözü(l)m(e) Süreci”ne destek veren AKP’li seçmenin büyük çoğunluğu Kürtlerin kimliklerinin tanınması 
ve sosyal, kültürel haklarının verilmesi suretiyle sorunun çözüleceğine inanmaktadır. Ne var ki böyle bir çözümün Türkiye’de başarı elde etmesi artık 
çok zor gözükmektedir. Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve PKK’nın ciddi manada askeri yenilgiye uğratıldığı 90’lı yılların sonunda böyle bir çözüm hayata 
geçirilebilseydi Kürtler açısından bugünkünden çok daha fazla anlam ifade edebilirdi. Fakat, bugün artık “Kürt Sorunu”ndaki bu kritik eşik aşılmış 
durumdadır. Kürtlerin yükselen etnik kimlik bilinci, yeni Kürt milliyetçiliğinin oldukça reaksiyoner bir yapıda olması, yeni bir Kürt entelijansıyasının ve Kürt 
gençliğinin varlığı, ulusal kimlik inşasında PKK şiddetinin işlevselliğinin kavranması/kavratılması gibi faktörler bu kritik eşiğin aşılmasını sağlamıştır. 
Dolayısıyla, “Kürt Sorunu”nun dinamikleri artık 90’lı yılların çok ötesinde farklılaşmış durumdadır ve üstelik bölgesel gelişmeler (2003’ten beri Irak’ın 
durumu, 2010’dan beri Suriye’nin durumu) Kürtlere devlet ve millet olma yolunda 21. yüzyılda bir daha ele geçirilemeyecek bir fırsat sunmaktadır.

PKK gibi bir örgütü hem yetenekleri, hem amaçları, hem de iradesi açısından yeterince zayıflatmadan müzakere masasına oturursanız ve üstelik de örgüt bu 
süreçte yetenekleri, amaçları ve iradesi açısından eskisinden daha da güçlü hale gelirse artık “şeytanla pazarlık” ediyorsunuz demektir. Bu ahval ve şerait 
içinde müzakere masasında “Kürt Sorunu”na çözüm olarak ortaya konulacak herhangi bir yol yukarıda işaret ettiğim bu üç parametreyi bir biçimde içermediği sürece bu sorunun siyasi yoldan çözülmesini beklemek fazla hayalcilik olacaktır.

O halde “Çözü(l)m(e) Süreci”nin aslında “Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye süreci” olduğu gerçeğini görmezden gelmenin bir anlamı yok artık. 

Bu noktada, Türkiye’nin yakın zamanda yitirdiği ve ne yazık ki değeri yeterince anlaşılmayan en önemli entelektüel ve Türk milliyetçisi şahıslarından Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu’nun Ağustos 2009 tarihinde 2023 dergisine verdiği “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir” adlı mülâkatında sarf ettiği şu sözler, bugün Türkiye’nin içinden geçtiği ve ─mevcut politik tablo değişmediği taktirde─ içinden geçeceği süreci çok yalın ve bir o kadar da üzüntü verici bir şekilde 
özetliyor aslında: “…Çok kuvvetle muhtemelen, Cumhuriyet’in tasfiyesi hissedilmeyecektir başlangıçta; Türkler hâlâ bir devletleri olduğunu düşünecek 
ve bugünlerde çok sıklıkla propaganda edildiği gibi, “daha güçlü bir Türkiye” yaratıldığını sanacaklardır; tâ ki iş işten geçinceye kadar! Tasfiye, ilk önce 
ve esas olarak, Türkiye’nin tapusunun Türklerden alınıp O’na ortak yaratmakla başlayacak ve süreç bu çizgi üzerinde ilerleyecektir. Yâni, Türkler’in kısmen 
dahi olsa devredilemez, paylaşılamaz, ferâgat ve fedâkârlıkta bulunulamaz ve mutlak sûrette tekellerinde tutmaları gereken hükümranlık haklarını Kürtler ile 
paylaşmaya rızâ göstererek ülkelerinin iki “halk”tan ─“siyâsî halk”, diğer adıyla “millî (ulusal) topluluk”─ oluşan bir ülke olduğunu …tescil ettiklerinde, 
bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu demek olacaktır. Tabii, aynı zamanda, Türklerin millet olma vasfını kaybedişlerinin de başlangıcı…”[3]

O halde AKP’ye, Recep Tayyip Erdoğan’a ve “Çözü(l)m(e) Süreci”ni destekleyen herkese sormak gerekiyor: “Buna var mısınız? Aklınız, vicdanınız, iradeniz bu 
talepleri kabul etmeye yetiyor mu tarih ve millet önünde?”


[1]Tablolardaki veriler Cuma Çiçek, “1991’den 2014’e Kürt Coğrafyasının Siyasi Haritası” (Yazı dizisi), Kurdistan24 News, 04-16 Nisan 2014, s. 31’den 
uyarlanmıştır.

[2]Bkz. Bülent Şener, “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik Açılım’: Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”, TASAM, 
http://www.tasam.org/trTR/Icerik/1128/demokratik_acilim_ve_terorle_mucadele_sureci_yanlis_bilinlenler_ve_temel_acmazlar, 14 Eylül 2009. 

Bu yazının yeniden düzenlenmiş versiyonu için ayrıca bkz. Bülent Şener, “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik Açılım’: 
Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2012a/11/26/6820/demokratik-acilim-ve-terorle-mucadele-sureciyanlis-bilinenler-ve-temel-acmazlar,a
26 Kasım 2012.

[3]Durmuş Hocaoğlu, “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir” (Mülakat), 2023 Dergisi, Sayı: 101 (Eylül 2009), s. 32.

  Çözülme ve kokuşma.  / Sinekler uçuşuyor, kurtçuklar kaynıyor. / 19 Kasım 2014  - 13:16

 Son gelişmeler ışığında dikkat ettiyseniz muhalefet partilerinin tasfiyesi  içinde düğmeye basılmış ve muhalefetin oylarını yok etmeye yönelik yeni oluşumlar, partiler kurulmaya başlamıştır.Ülkede muhalefetin olmaması ne  demektir artık bir düşünün. 


Uzman Hakkında

 Bülent Şener

Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının 
  Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son Dönem Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki Pirus Zaferleri 
  Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması: Doğu Toplumlarında ve Türk 
  Siyaset Geleneğinde Bir “Doku Uyuşmazlığı” mı? 
  Türk Dış Politikasında AKP Romantizmi ya da “Stratejik Derinlik”te 
  Yuvarlanmalar: Türk Dış Politikası “İslam”ileşiyor mu? 

***

4 Kasım 2016 Cuma

15 Temmuz 2016 “ Ters Darbe ”si: AKP- Cemaat Kavgası, “ Parti Devleti ” ve Demokrasi




15 Temmuz 2016 “Ters Darbe”si: AKP-Cemaat Kavgası, “Parti Devleti” ve Demokrasi


Yazar: Bülent Şener

15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun gecesi oldu belki de. Atatürk devrimlerini ve bu devrimlerin üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere 1950’lerde harekete geçen siyasal İslamcı karşı devrimin 1970’lerden itibaren devletin tüm kademelerine (özellikle yargı, emniyet, istihbarat ve ordu) sızma ve etkinlik kazanma girişiminin 2016 yılı Temmuz’unda ulaştığı radde bir “ters darbe” olarak ortaya çıktı ve çok şükür ki başarısızlığa uğradı.

Aynı anda hem TSK yönetimini ve merkezlerini (Genelkurmay Başkanlığı, 1. Ordu Komutanlığı, Özel Kuvvetler Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Akıncılar Üssü) hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin başını ele geçirmek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içindeki siyasal İslamcıların Fethullahçı Terör Örgütü kanadının emir-komuta zincirinin dışında gerçekleştirdiği bu “ters darbe”ye karşı, gerek darbenin erken deşifre edilmesi gerekse Türk milletinin ve devletin ilgili tüm kurumlarının gösterdiği mukavemetle açıkçası Türkiye Cumhuriyeti bir uçurumun eşiğinden döndü. Bu gözü dönmüş cuntanın giriştiği bu darbenin en trajik yönü hiç kuşkusuz verilen şehit ve yaralılarla birlikte Gazi TBMM’nin tarihinde ilk defa bombalanması oldu. Bu, liyakatle ve vatan sevgisiyle bulunduğu göreve gelmiş hiçbir TSK mensubu ve unsurunun bir an bile aklından geçiremeyeceği bir şeydi.

Şimdi soru şu: Türkiye Cumhuriyeti devleti bu durumlara nasıl düştü? Bir devlet kendi içerisinde bu derece ağır bir güvenlik zafiyeti içerisine bir anda düşebilir mi? Bu sorunun cevabı aklını, vicdanını ve iradesini köreltenler için basittir: Evet… “Evet” cevabı verenlerin büyük bir kısmı şüphesiz 2010 anayasa değişikliği referandumunda da “evetçi”ydiler, Çözü(l)m(e) Süreci’nde de “evet”çiydiler, Ergenekon, Balyoz vs. davalarda da “evet”çiydiler. Bir bilim insanı olarak ben hiçbir zaman bu süreçlerde “evetçi” olmadım, olma kolaycılığına düşmedim. “Evetçi” tavra salt AKP iktidarının politikalarını beğenmediğim ve eleştirdiğim için değil, siyasal İslamcıların bu ülkeyle ilgili emellerini az ya da çok kestirebildiğim için onay vermedim. Askeri darbelere ve vesayetçi kurumlara karşı olmak ayrı bir şeydi, bunları bahane ederek devlet içinde yeni vesayetçi klikler ve yapılar oluşturmak ayrı bir şeydi.

Zamanın hükmünü icra etmesi sonucu, AKP-Cemaat ittifakının şaşaalı günlerinde hakikati savunduğunu sananlar nasıl bir yanılgı içinde olduklarını bir kez daha gördüler. 2011’lere kadar devam eden AKP-Cemaat ortaklığının devletin başına açtığı işlerin en kötüsü belki de bu darbe girişimi ve bu süreçlerde TSK’nın yıpranan imajı ve bozulan motivasyonu oldu. Daha önceki yazılarımda da defaatle söylediğim gibi, AKP iktidarının devletin temel kurumlarında, işleyişinde ve teamüllerinde yarattığı deformasyonlar, kırılmalar özellikle “17-25 Aralık Süreci”, Arap Baharı ve Çözü(l)m(e) Süreci’nde tam anlamıyla bir güvenlik zafiyetine dönüştü ve ne yazık ki bunun ağır bedelleri ödenmeye devam ediliyor. AKP-Cemaat ortaklığı sırasında kimse Cemaatin yargıda, emniyette, istihbaratta ve orduda palazlanmadığını söyleyebilir mi? Şu an 6 bine yakın askeri ve sivil (özellikle hakim ve savcı) personel gözaltına alınmış durumda ve belki bunun iki üç katı kadar daha gözaltı ve tutuklamalar olacak, futbol stadyumları bile belki gözaltılar için kullanılacak. Peki bu insanlar bu noktalara liyakatle mi geldiler? “Ne istediler de vermedik”diyen kimdi? Ergenekon Davası için “Ben bu davanın savcısıyım” diyen kimdi? Bu davalarda “bizi ne için feda ettiğinizin farkında mısınız? Bizim yerlerimize kimler yerleştiriliyor farkında mısınız?” diyenlere kulak vermeyenler kimlerdi? TSK’nın elindeki bütün istihbarat yeteneğini alıp TSK’yı elektronik harp ve istihbarat açısından kör bir ordu haline getiren kimdi? TSK’nın YAŞ’taki kararlarına muhalefet şerhi koyanlar kimlerdi? Bu sorulara makul ve “ama”sız bir cevabınız olmalı.

Gülen cemaatinin son kırk yılda, siyasal iktidarlarla kurduğu ortaklıklardan istifade ederek hem sivil toplumda örgütlenmesi hem de devlet bürokrasisinin çok önemli kademelerine nitelik ve nicelik olarak yerleşmesi, AKP iktidarıyla birlikte artık olağan kabul edilen bir durum oluşturdu Şubat 2012’deki MİT krizine kadar. Çevreden gelen AKP Türkiye’de tek başına iktidar olsa da bürokraside zayıftı ve üstelik taşıdığı siyasal kodlar ve geldiği gelenek şu ya da bu ölçüde Cumhuriyet’in değerleri ve kurumlarıyla problemliydi. İşte böylesi bir ortamda, Gülen cemaatinin iyi eğitim görmüş, modern hayat tarzını benimsemiş gözüken ve daha da önemlisi (darbecilerin kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak adlandırmasında ve darbe bildirisinde de görüldüğü gibi) adeta bir bukalemun gibi her türlü siyasal/ideolojik ortama uyum sağlama yeteneğine sahip beşeri sermayesi, Cumhuriyet’i yeni bir siyasi ve ideolojik temelde dönüştürmek noktasında AKP’ye aradığı fırsatı verdi. Hiç şüphesiz bu fırsatın oluşmasına ordunun ve laik kesimlerin AKP’ye karşı aldığı tutumlar da bir katalizör olarak işlev gördü. İşte bütün bu gelişmeler Gülen cemaatinin devleti tamamen ele geçirmek noktasında uzun zamandır beklediği fırsat kapısını aralamış oluyordu. AKP’nin ordunun siyasal hayattaki etkisini kırabilmek ve bürokratik yapıyı dönüştürebilmek için Gülen cemaatiyle yaptığı tarihsel ittifakla birlikte Cemaat on yıl içerisinde önceki dönemlerle kıyaslanamayacak bir ivmeyle devletin her kademesinde palazlandı. Bu palazlanmanın yapısal anlamda Gülen cemaatine sağladığı en büyük kazanımlardan biri, 2010 Eylül’ündeki anayasa değişikliği referandumuyla yargıyı büyük ölçüde eline geçirmesi, diğeri ise Ergenekon, Balyoz vs. kumpas dava süreçleriyle TSK’nın yapısının, geleneklerinin, motivasyonunun ve toplum nazarındaki itibarının deformasyona uğratılması oldu. İşte bu noktadan itibaren takvimler Haziran 2011 genel seçimlerini gösterdiğinde, Gülen cemaati iktidarda gerçek anlamıyla görünür ve tek yöneten olmak için AKP’yle seçim öncesinde ve sonrasında önce pazarlığa, sonra mücadeleye ve nihayet savaşa girişti. Böylece, 7 Şubat 2012’deki MİT kriziyle birlikte AKP-Cemaat tarihsel ortaklığı son buldu. Bu kriz aslında Türk devlet hayatındaki yaşanacak büyük depremin öncü sarsıntısıydı. Bunun ardından yaşanan “17-25 Aralık Süreci” AKP açısından çok daha uyarıcı oldu ve nihayet 15 Temmuz 2016 gecesinde Gülen cemaatinin TSK içindeki terör kanadı AKP’ye ve daha da önemlisi Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı açık bir savaşa girişti ve bu savaşta Erdoğan ya da AKP karşıtlığının/otoriterliğinin ordudaki diğer kesimler açısından kendine avantaj sağlayacağı şeklinde büyük bir yanılgı içerisine düştüler.

Şimdi karşımızda devlet ve toplum güvenliği açısından gerçekten korkutucu bir manzara var. Bu başarısız darbe girişimin siyasal, sosyal, ekonomik açıdan hasar raporu ilerleyen zaman dilimlerinde çok daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. Fakat görünen o ki, “Çözü(l)m(e) Süreci” ve “Arap Baharı” sırasında izlenen hatalı politikaların yaratmış olduğu güvenlik zafiyetleri, bu darbe girişimiyle birlikte çok daha büyük bir risk düzeyine taşınmış durumda. Robert Fisk’in de dikkat çektiği gibi, 15 Temmuz gecesi yaşananlar istisnai bir Türkiye gerçeği değil, tam aksine Ortadoğu’daki sınırların ve devletlerin çökmesi ile yakından bağlantılı bir duruma işaret ediyor.[1] Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşananlardan kendisini soyutlayamayacağı gerçeği bir yana, gerçekten de son 6 yıl içinde AKP iktidarının da katkısıyla (ki bu katkı hala devam ediyor, örneğin, Suriyelilere vatandaşlık verilmesine yönelik adımlar) Türkiye gerçek anlamıyla bir Ortadoğu ülkesi haline döndü. Bunun Türkiye için en net ifadesi “istikrarsızlık”, “iç çatışma”, “ulus-devletinde zayıflama” ve “çözülme”dir. Bu yalın gerçeklik karşısında meydanlarda bu darbenin atlatılmış olmasından dolayı sürdürülen kutlamalar duygusallıktan öte hiçbir anlam taşımıyor aslında. Çünkü Türkiye’de darbe tehlikesi ortadan kalkmadı. Robert Fisk’e göre darbe bir sonraki darbeye kadar engellendi ve önümüzdeki birkaç yıl içinde yeni bir darbeye hazır olunması gerekiyor. Dolayısıyla, salt “paralel devlet yapılanması” noktasından meseleye bakılıp, devletin ve kurumlarının temel ilke ve esaslarının, işleyiş mekanizmasının, yerleşik değerlerinin, teamüllerinin “parti devleti” anlayışıyla deformasyona uğratılmasının yarattığı zafiyetler AKP iktidarı tarafından bir kapsamlı özeleştiriye tabi tutulmadığı sürece, “istikrarsızlık”[ğ]ın, “iç çatışma”nın, “ulus-devletin zayıflama”sının, “çözülme”sinin ve en nihayetinde “darbe”nin bütün sosyolojik ve siyasal nedenleri var olmaya devam edecektir Türkiye’de.

Sonuç: Türkiye Kırılgan Bir Devlet Olma Yolunda (mı?)


Belli bir toprak parçası üzerinde bağımsızlığa ve münhasır bir egemenliğe sahip olmak, devlet olmanın temel koşullarından biridir. Diğer taraftan, devlet olmak, sınırları içerisinde yaşayan bireylerin temel ihtiyaçlarını (eğitim, sağlık, barınma, adalet vb.) karşılayabilmeyi, huzur ve asayişi sağlayabilmeyi ve gerek sınırlar içinden gerekse sınırlar dışından yönelebilecek her türlü tehdit ve saldırıyı ve muhtemel zararlarını minimum düzeye çekebilmeyi gerektirmektedir. Bunları tam olarak sağlayamayan devletler genellikle “kırılgan devlet” (fragile state) olarak adlandırılmaktadır. OECD’nin genel kabul gören tanımına göre “kırılganlık” devletin güvenlik, eğitim, sağlık, adalet gibi temel kamu hizmetleri sunmakta acziyet içinde olması durumudur.[2] Bunun bir adım ötesi ise “başarısız devlet”tir ki (failed state), bu noktada kontrol, idare ve eylem yeteneklerini çekirdek alanlarda kaybetmiş ve toplumsal sözleşmesi bozulmuş çökmekte olan bir devlet vardır artık 

(Bkz. Tablo 1).





1990’lı yıllarla birlikte birçok akademik kuruluşun ve uluslararası örgütün, devletlerin kırılganlığına ilişkin endeksler oluşturmaya başladığı görülmektedir. Bunlardan biri de ABD merkezli “Fund For Peace” (FFP) adlı düşünce kuruluşu ile “Foreign Policy Dergisi”nin işbirliğiyle 2005 yılından bu yana yayınlanan “Başarısız Devletler Endeksi”dir ki (Failed States Index), Haziran 2014’te onuncusu yayınlanan ve adı “Kırılgan Devletler Endeksi” (Fragile States Index)[3] olarak güncellenen bugün için son endeks Türkiye’nin kırılganlığı açısından oldukça olumsuz bir veri setini ortaya koymaktadır. Türkiye, söz konusu endekste 178 ülke arasında 74,1 puanla (puan ne kadar yüksekse kırılganlık o kadar fazladır)[4] 94. sırada yer alarak yüksek riskli (high warning) ülkeler arasında yer almaktadır ki (bkz. Tablo 2), bu durum tüm AB ve OECD üyesi ülkeler içinde Türkiye’yi kırılganlık açısından 1. sıraya taşımaktadır.




Endekste, Türkiye’nin en yüksek puan aldığı, yani en büyük kırılganlık sergilediği alanlar “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi ve “güvenlik aygıtı” göstergesidir. Söz konusu göstergelerin birincisinde Türkiye’nin 2014 puanı 9,0 iken, ikincisinde ise 7,4’tür (Bu iki göstergenin 2007-2014 arasında izlemiş olduğu trendlerin ortalaması ise sırasıyla 8,2 puan ve 7,3 puandır). Gerek “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi gerekse “güvenlik aygıtı” göstergesi her iki alanda da Türkiye’nin taşımakta olduğu aşırı risk potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu riskler dışında “mülteciler” göstergesindeki yükseliş de (Suriyeli sığınmacıların ‘vatandaşlığa’ geçirilmesi başta olmak üzere) Türkiye için daha olumsuz bir tablo yaratmaktadır

 (Bkz. Tablo 3).




Bütün bu gerçeklikler karşısında, darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmış olması Türkiye’de demokrasinin daha iyi işleyeceği anlamına gelen doğrudan bir siyasal sonuca işaret etmiyor maalesef ortada böylesine çok ciddi bir güvenlik ve beka sorunu varken. Bu güvenlik ve beka sorunu, Türkiye’nin otoriter ve son kertede totaliter bir “parti devleti” modeline sürüklenme riskiyle birlikte ele alındığında, bu başarısız darbe girişiminin yarattığı/yaratacağı etkiler, bu modele gidişteki bütün toplumsal ve siyasal itirazların çoğunluk nezdinde “gayri meşru” ilan edilmesi için elverişli bir durum da ortaya çıkarabilir. Diğer bir deyişle, “paralel devlet yapılanması”na karşı sürdürülen mücadelenin zamanı geldiğinde muhalefete kadar uzanması ve bunun da çoğunluk tarafından (gerektiğinde sokaklara çıkarak) desteklenmesi söz konusu olabileceği gibi, devlet güvenliği açısından zorunlu olarak tasfiye edilmesi gereken kadroların yerine partiye yakın isimlerin yerleştirilmesi de söz konusu olabilir. Darbenin olası artçı etkileri de (siyasal suikastler ve iç çatışma) düşünüldüğünde, bu senaryoların başka hangi endişe verici senaryolara yol açabileceğini tahmin etmek zor değildir.
Sonuç olarak, darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin “ulus-devlet”ini muhafaza ederek evrensel standartları yakalamış demokratik bir hukuk devletine ulaşma hedefine yaklaştığını söyleyebilmek düne göre artık daha da zor görünmektedir. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden bu yana defaatle işaret ettiğim gibi, Türkiye içerisine düşürüldüğü güvenlik zafiyetleri ve siyasal/ideolojik bölünmüşlük/kutuplaşma nedeniyle bir “Katastrof Çağı”nın içinden geçiyor ve belki de bunun henüz daha başlangıcındayız. Umarım tarih ve olaylar beni yanıltır…
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü internet sitesinde yer alan yazılar, sadece yazarlarının görüş ve değerlendirmelerini yansıtmakta olup, bunların sitemizde yayınlanması, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından tümüyle veya kısmen benimsendikleri veya ‘Enstitünün’ kurumsal görüşünü yansıttıkları şeklinde alınamaz.

Kaynaklar;

[1]Bkz. Robert Fisk, “Turkey’s Coup May Have Failed – But History Shows It Won’t Be Long Before Another One Succeeds”, Independent, 16 July, 2016, http://www.independent.co.uk/voices/turkey-coup-erdogan-ankara-istanbul-military-army-turkey-s-coup-may-have-failed-but-history-shows-a7140521.html
[2]Bkz. OECD, “Principles for Good International Engagement in Fragile States & Situations: Principles”, April 2007, http://www.oecd.org/development/incaf/38368714.pdf.
[3]“Kırılgan Devletler Endeksi”nde devletler, 12 ayrı sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri göstergeye dayanılarak, her bir gösterge için (0 ile 10 arasında bir rakamla (toplam 120 puan üzerinden) değerlendirilmekte, en yüksek puanı olan devletin en kırılgan olduğu tespiti yapılmaktadır. 178 ülkenin sıralandığı 2014 endeksinde en kırılgan devletlerin Afrika ve Ortadoğu’da, en az kırılgan devletlerin ise Kuzey Avrupa’da yer aldığı görülmektedir. Bkz. Fund for Peace, Fragile States Index 2014, Washington D. C., 2014,
http://library.fundforpeace.org/library/cfsir1423-fragilestatesindex2014-06d.pdf  
[4]Endeksin kriterleri konusunda daha geniş bilgi için bkz. Konur Alp Koçak, “Türkiye Ne Kadar Kırılgan”, 2023 Dergisi, Sayı: 160 (Ağustos 2014), ss. 58-64, http://tasav.org/usr_img/2023_dergisi_160._sayi_konur_alp_koCak.pdf

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/07/20/8476/15-temmuz-2016-ters-darbesi-akp-cemaat-kavgasi-parti-devleti-ve-demokrasi



2 Nisan 2016 Cumartesi

Türkiye Ortadoğu’da “ Dengeleyici Güç ” Olabilir mi?



Türkiye Ortadoğu’da “ Dengeleyici Güç ” Olabilir mi?



Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
21 Kasım 2013 Perşembe
Bülent Şener 
tarafından yazıldı.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü   





Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında “ Neo-Osmanlıcılık”  ve “ Komşularla SIFIR  sorun ” gibi ilkelerin / politikaların yoğun olarak sergilendiği 
ve tartışıldığı bir dönemde, Arap Baharı’yla başlayan süreçle birlikte Türk dış politikasının son on yılda Ortadoğu’ya yönelik olarak kurmaya çalıştığı 
parametrelerinde büyük sarsıntılar yaşanmaya başlanmıştır. Özellikle “ komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde AKP tarafından barış ve refah 
nitelendirmesiyle öne çıkarılmaya çalışılan bölge, bugün gelinen nokta itibariyle bir savaş alanına dönmüştür. Örneğin iki-üç yıl önce vizelerin kaldırıldığı, dostluk barajı temellerinin atıldığı, sınırlardaki mayınlı bölgelerin temizlendiği ve ortak bakanlar kurulunun yapıldığı Suriye sınırından, bir yıl sonra Suriye ordusu ile çatışma durumuna gelinmiştir.2010 yılında Suriye devlet başkanı Esad’ı birkaç kez ağırlayan Türkiye, şimdi Suriyeli muhaliflerin toplantı merkezi haline dönüşmüştür. Suriye’ye yönelik olası bir NATO harekâtı halinde İran NATO’nun Türkiye’deki üslerini vurma tehdidinde dahi bulunmuştur.[1]

Yukarıdaki tablo çerçevesinde Türkiye Ortadoğu’da gerek kendi tercihleri doğrultusunda yürüttüğü politikalar (özellikle “komşularla sıfır sorun” politikası), gerekse öngöremediği olaylar sonucunda giderek daha fazla göze batan bir ülke haline gelirken;  Ortadoğu’yu sanki egemenliğinin tam olduğu bir iç politika alanı gibi gören AKP iktidarı, giderek adeta iç politika refleksleriyle dış politika yapmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu aceleci, müdahaleci ve tarafgir tutumu, ortaya çıkması mukadder olan bazı krizlerin eşzamanlı ve çok yoğun yaşanmasına, dahası Türkiye’nin kapasitesinin çok ötesinde geniş bir cephede dış politika mücadelesi vermesine neden olmaktadır. 

Bu durum kısa vadede Türkiye’nin belki etkinliğini ve görünürlülüğünü artırsa da, orta ve uzun vadede tam tersine sonuç doğurması muhtemeldir.[2] 
Bu hareket tarzıyla birlikte, Türkiye Ortadoğu’da yaşanan her olaya veya krize her defasında bir şekilde taraf olmasıyla milli güvenlik siyaseti açısından da oldukça olumsuz sonuçlarla da yüz yüze kalmıştır. Bu bağlamda, AKP hükümetinin teşvik edici mülteci politikasıyla sayısı beşyüzbini geçen Suriyeli mültecilerden, bir Türk savaş uçağının Suriye’nin denetiminde düşürülmesine ve Reyhanlı’daki (Hatay) patlamalara varan olaylar dizgesi süresince Türkiye dış politikada ciddi bir proaktiflik ve caydırıcılık yitimine uğradığı gibi[3], 
Türkiye’nin ideolojik maluliyet içerisindeki Suriye politikası ve bütün bir Ortadoğu politikası da ulusal ve uluslararası kamuoyunda da sorgulanır hale gelmiştir ki bu hatalı dış politikanın ağır sonuçları “değerli yalnızlık”[4] kavramıyla da gizlenemeyecek kadar büyüktür.

Durum böyle olunca, Ortadoğu’da izlenen politikanın gerçekten Türkiye’nin bölgesel ve ulusal çıkarlarına, beklenti ve amaçlarına hizmet edip etmediği 
tartışmaya açık bir konu haline gelmektedir. Örneğin, “komşularla sıfır sorun” politikası gerçekten Türkiye’nin bölgedeki etkinliğine ve saygınlığına hizmet 
etmekte midir? Acaba Türkiye’nin adeta iç politika refleksleriyle hareket ediyormuş gibi olayların içine bu kadar girmesi, taraflı ve müdahil olması mı, 
yoksa daha dışarıdan ve tarafsız yaklaşarak dengeleyici bir rol üstlenmesi mi onu Ortadoğu’da daha etkin ve saygın kılmakta mıdır?

Bu tür soruların ortaya çıkardığı gerçek, bölgeye yönelik Türk dış politikası için yeni bir kavramsallaştırmaya/modellemeye ihtiyaç duyulduğudur. “Merkez 
ülke”, “oyun kurucu ülke”, “bölgesel başat güç” gibi kavramların/modellerin sıklıkla tartışıldığı ve pratiğe geçirilmeye tartışıldığı bu dönemde, hemen 
hemen hiç gündeme gelmeyen ve tartışılmayan “dengeleyici güç/dengenin dengeleyicisi” (holder of balance) kavramsallaştırması/ modellemesi Türk dış 
politikası için yeni bir açılım sağlayarak, ulusal ve bölgesel çıkarların gerçekleştirilmesinde rasyonel ve pragmatik bir kavramsallaştırma/modelleme olabilir.

Dengeleyici Güç / Dengenin Dengeleyicisi 


Dengeleyici güç / dengenin dengeleyicisi olgusu ve kavramı, klasik güç dengesi anlayışı içinde, statükonun sürmesinden yana olan devlet ya da devletlerin, 
zayıf olan devletin/devletlerin yanında yer alarak mevcut dengeyi dengeleme lerini ifade etmektedir. En tipik örneğini 18. ve 19. yüzyıl Avrupası 
güç dengesi ilişkilerinde İngiltere’nin kıta Avrupası ülkeleri arasındaki saflaşmalara ilişkin takındığı tutumun oluşturduğu bu olguda, dengeleyici devlet 
açısından taraflardan hiçbirisiyle sürekli bir bağ oluşturmamak temel ilke olarak kabul edilmektedir. Sistem, bir terazinin iki kolu gibi düşünüldüğünde, dengeleyi ci devlet üçüncü bir öğe olarak karşımıza çıkmaktadır. Dengeleyicinin tek amacı, dengenin hizmet edeceği somut politikanın mahiyetine bakmaksızın, dengeyi sürdürmektir. Bu yüzden dengeleyici devlet kendi ağırlığını terazinin kâh bir yanına, kâh diğer yanına koyar ve sürekli tek bir düşünce taşır: Terazinin gözlerinin birbirleri karşısındaki nisbi ağırlıkları. Bu yüzden dengeleyici hep yukarıdaki (hafif) göze koyar ağırlığını. Dengeleyicinin devamlı dostu olmadığı gibi düşmanı da yoktur; sadece devamlı bir çıkarı vardır: Güç dengesinin sürdürülmesi.[5]

Dengenin dengeleyicisi güç dengesi sisteminde kilit durumdadır. Zira, güçmücadelesinin neticesini belirleyecek olan onun tutumudur. Bu bakımdan da 
sistemin “hakemi” gibidir, kimin kaybedeceğini, kimin kazanacağını o kararlaştırır. Herhangi bir devletin ya da devletler topluluğunun diğer devlet 
ya da devletler topluluğu üzerinde üstünlük kurmasını imkansızlaştırmaktadır. 

Dengeleyici devlet, güç dengesini sağlayan bir unsur olarak, olaylara aceleci bir biçimde hemen karışmak yerine dengeleri gözetip ona göre pozisyon alan, 
bunun için her ülkeyle güçlü ilişkileri olan, çıkar ve güvenliğini açıkça ihlal etmedikçe kimseyi karşısına almayan, ilişkileri kopartmada da acele etmeyen ve 
son ana kadar sorunların tarafı olmayan devlettir.[6] Dengeleyici devlet aynı zamanda “mükemmel bir yalnızlık” (splendid isolation) içindedir. Yalnızlığı 
isteyerek seçmiştir, zira, terazinin her iki gözündekiler başarı kazanmak amacıyla onu kendi saflarına almak için isteklilik gösterdikleri halde, 
dengeleyici her iki taraftakilerle de daimi bir bağ kurmayı reddetme durumundadır. Güç mücadelesinde neticeyi belirleyen dengeleyicinin kendi 
ağırlığı olduğu için, akıllıca davranırsa, destekleyeceği taraftan dış politikası için en yüksek bedeli koparması mümkündür. Fakat, fiyatı ne olursa 
olsun, bu destek her zaman için belirsiz ve dengenin hareketine göre bir taraftan diğerine kayabilir bir destek olduğu için, dengeleyicinin politikası 
hoşnutsuzluk yaratır; moral açıdan sert eleştirilere uğrar. Nitekim, modern zamanların en başarılı dengeleyicisi olan İngiltere de diğer ulusların 
birbirileriyle savaşmasından hoşnutluk duymak, kıtayı denetimi altında tutmak için Avrupa’yı bölmek ve dış politikasındaki kaypaklık yüzünden kendisiyle 
ittifak yapılmayacak bir devlet olmakla suçlanmıştır.[7]


Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesinin Sınırları

   İşte Türkiye’nin geldiği nokta itibariyle Ortadoğu’da aynen İngiltere’nin kıta Avrupası’nda oynadığı role benzer bir tutum takınarak, dengeleyici devlet 
pozisyonunda olması ulusal çıkar ve beklentilerine daha çok hizmet edebilir. Bu çerçevede, Türkiye Ortadoğu’daki sistem içerisindeki amacını yalnızca dengeleri 
korumakla sınırlandırırsa da, bu yolla aynı zamanda bölgesel etkinliğini ve ağırlığını da artırabilir. Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’daki pozisyonunu “bölgesel 
başat güç”ten ziyade “dengeleyici güç”e dayandırması eldeki veriler ve sonuçlar ışığında daha rasyonel bir tercih gibi durmaktadır. Zira, Türkiye, Ortadoğu’yla 
güçlü sosyo-kültürel ve coğrafi bağları olmakla birlikte “Araplar”ın lideri olamayacağı gibi, Arap “ Monarşileri ”ne model olacak bir ülke de değildir.[8] 
İkinci olarak, Türkiye’nin coğrafi, sosyo-kültürel, siyasi, ekonomik yapı ve özellikleri onu bölgesel başat güç olmaktan ziyade dengeleyici güç olmaya 
zorlamaktadır. Bu sonucu doğuran en önemli faktör Türkiye’nin ulusal güç parametrelerindeki olumsuzluklardır/yetersizliklerdir. 

    İlk olarak, Dışişleri Bakanlığı gerek bütçesi gerekse sahip olduğu personelin niteliği ve niceliğiyle dünya ölçeğinde hala çok gerilerde durmaktadır. 
Bu bağlamda Dışişleri Bakanlığı özellikle hem diplomat sayısındaki yetersizlik nedeniyle hem de dil (Arapça) eksikliği nedeniyle Ortadoğu coğrafyasını kapsayamamakta ve yerel bilgi kanallarına nüfuz edememektedir. (Örneğin, Türkiye’nin Arapça konuşulan ülkelerdeki temsilcilik sayısı 25 olmasına karşın, 135 çalışanın sadece 6’sı Arapça bilmektedir.) İkinci olarak Türkiye en büyük ekonomiye sahip Ortadoğu ülkesi olmakla birlikte, bu büyüklük iki nedenden dolayı bölgesel dış politika hedeflerine sürdürülebilir katkı sağlayamamaktadır: 

i) Türkiye’nin dış ticareti artmasına karşın Türk ekonomisinin kapsamlı bir sanayi stratejisiyle dönüşmemesi,

 ii) Türkiye’nin Ortadoğu pazarlarında sattığı malların kolaylıkla ikame edilebilir ürünlerden oluşması. 

iii) Üçüncü olarak, Türkiye’nin bölgede etkin kılmaya çalıştığı “yumuşak gücü”nde de sorunlar vardır. Örneğin, gündem belirleme gücü yumuşak gücün önemli unsurlarından biri olmasına rağmen, Türkiye bu alanda diğer bölge aktörlerine göre oldukça gerilerde yer almaktadır. Keza, Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük dış politikasında hangi değerleri öne çıkardığı ve nasıl bir rol tanımı içinde olduğu da net değildir. Üstelik bu politika, Türkiye’de iç siyasetin aşırı kutuplaştırıcı etkisiyle sistematik de olamamaktadır. Dolayısıyla, bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’nin Ortadoğu’da “bölgesel başat güç” olabilmesi kapasite artırımına gitmeden mümkün değildir ki kısa vadede bunun olabilmesi açıkçası imkansızdır.[9]


Türkiye Ortadoğu’da dengeleyici bir pozisyon elde ettiği taktirde bu pozisyon hem Ortadoğu sorunlarının içine çekilmekten ve bundan kaynaklanan maliyetlere katlanmaktan onu alıkoyabilecek, hem bölgesel sorunların çözümünde etkinliğini artırabilecek, hem de olası tepkileri ve rekabetleri engelleyerek Türkiye’ye saygınlık kazandırabilecektir. Ayrıca bu yolla Türkiye hem mevcut kapasitesine daha uygun, gerçekçi, gereğini yapabileceği ve başarılı olması daha muhtemel bir rol üstlenmiş olabileceği gibi hem de bölgesel sisteme yön verebilecek kilit aktörlerden biri olabilecektir. Dahası, bu pozisyon Türkiye’nin son dönem politikalarıyla kaybettiği imkan ve yeteneklerini (proaktiflik ve caydırıcılık) yeniden kazanmasını sağlayacak ve gerçek etkinlik aracı olan yumuşak güçle hareket etmesine yardımcı olabilecektir.


Sonuç

Son on yılda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Türkiye’nin sahip olduğu gücün sınırlarını ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti, 
belki de cumhuriyet tarihinde ilk defa bölgeyle bu kadar doğrudan ilgilenmiş ve seferber edebileceği tüm gücü harekete geçirmeye çalışmıştır. Ne var ki, Türkiye ’nin bölgede izlediği dış politika ile sahip olduğu güç arasında bir ters orantı vardır. Diğer bir deyişle, özellikle son üç-dört yıldaki gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin dış politikada gücünün üzerinde politik hatta askeri manevralar yaptığı görülmektedir. Bu bağlamda, hem iç politikada hem de 
dış politikada açıkça bir “güç zehirlenmesi” yaşayan AKP iktidarı, Türkiye’yi dış politikada adeta “gardı düşmüş boksör “ ya da “gücünün üzerinde vurmaya 
çalışan boksör” durumuna düşürmüştür. Daha da önemlisi, AKP iktidarı tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne kimlik değişimi yaşatmak uğruna Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık hevesleriyle Türk iç ve dış politikasının sokulduğu yeni mecra sonucunda yaşanan tutarsızlıklar, yalpalamalar, provokasyonlar, gerilimler, hesapsızlıklar, esnemeler ve kırılmalar sonucu bugün artık Türk dış politikasında ne “ ölçü ”, ne “ denge ”, ne “ ihtiyat ”, ne “ nüans ”, ne “ meşruiyet ”, ne de “ gerçekçilik ” kalmıştır. 

Türkiye’nin durumu toparlayabilmesi ve “ Dengeleyici Güç ” pozisyonunu kurgulayabilmesi için Türk dış politikasının mutlak surette derin bir özeleştiriye tabi tutularak, “ Ulusal ”, “ Realist ” ve “ Pragmatist ” konseptte güncellenmesi ihtiyacı artık kaçınılmaz bir gerekliliktir. Türkiye ulusal güç parametreleri açısından “ Orta Büyüklükte” bir devlet olarak, tarihsel ve jeo-politik misyonunu “dengeleyici güç” pozisyonunda ne kadar şekillendirebilirse Türk dış politikasının bugünkünden daha istikrarlı bir gelişme çizgisine oturması mümkün olabilecektir.

KAYNAK;

[1] Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, “ Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan Kaldı Mı? ”, Haziran 2011, s. 4, http://www.turksae.com/sql_file/384.pdf


[2] Erol Kurubaş, “Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
  http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[3] Bu konuda bkz. Bülent Şener, “ Arap Baharı Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi ”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30 Temmuz 2013, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/07/30/7135/arap-bahari-surecinde-turk-dis-politikasinda-proaktiflik-yitimi


[4] Bu konuda bir değerlendirme için bkz. Bülent Şener, “ Dış Politikada Değerli Yalnızlık ya da Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 24 Eylül 2013, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/09/24/7226/dis-politikada-degerli-yalnizlik-ya-da-yanlis-hesabin-samdan-donmesi


[5] Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, C. I, Çev. Baskın Oran, Ünsal Oskay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970, s. 252.


[6] Erol Kurubaş, “ Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü ”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[7] Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, C. I, s. 253.


[8] Erol Kurubaş, “ Türkiye: Ortadoğu’nun Dengeleyici Gücü ”, Ankara Strateji Enstitüsü, 7 Aralık 2012, 
http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-erol-kurubas/turkiye-ortadogu-nun-dengeleyici-gucu/


[9] Daha geniş bilgi için bkz. Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutlay, Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi: Mümkünün Sınırları, Ampirik Bir İnceleme, USAK, Rapor no: 12-03, Ankara, Nisan 2012, s. 15-39.




Uzman Hakkında
Bülent Şener
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi


Uzmanın Diğer Yazıları

  AB, Türkiye ve “Yalancı Bahar”: Yozlaşmış İlişkiler Perspektifinden Mülteci 
  Pazarlığı ve “Geri Kabul Anlaşması” 
  “Aşırılıklar Çağı”ndan “Küresel Terör Çağı”na: Paris Terör Saldırıları, 
  Medeniyetler Çatışması ve 21. Yüzyıl 
  “Çözü[l)m(e) Süreci”: Tek Taraflı ve Şiddete Bağımlı Bir Aşkın Anatomisi 
  Türkiye’nin Bir Ulusal Güvenlik Politikası Hala Var mı?: Suruç Saldırısı 
  Üzerine Düşünceler 
  Muaviye, Erdoğan ve Din İstismarı: İktidarın Yozlaşması ve Yozlaştırması 
  Üzerine 
  “ Çözü(l)m(e) Süreci ”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt   Hegemonyası nın Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “ Can Simidi ” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara  Teslimi Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son Dönem 
  Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel 
  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki 
  Pirus Zaferleri 




Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

***

30 Aralık 2014 Salı

ÇÖZÜLME SÜRECİ




  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt 
Hegemonyasının Yayılışı 




Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının Yayılışı

“Çözü(l)m(e) Süreci”: 

Bülent Şener 
18 Kasım 2014 Salı


Adı konulan ama içeriğinden AKP milletvekillerinin ve destek veren seçmenlerin bile bilgisinin olmadığı “Çözü(l)m(e) Süreci” ne olacak? AKP iktidarının 
Neo-İslamcı ve Neo-Osmanlıcı iç ve dış siyasetinin türbülansa girdiği 2009 yılının ortalarından bu yana, ilk olarak “Demokratik Açılım”/“Milli Birlik ve 
Kardeşlik Projesi” adıyla kamuoyuna sunulan ve hâlihazırda “Çözü(l)m(e) Süreci” olarak adlandırılan olgu, bir o yana, bir bu yana gidip geliyor, bazen “askıya 
alındığı” söyleniyor, bazen “PKK tehdidiyle ve şiddeti”yle tekrar hayat buluyor, fakat öyle ya da böyle AKP iktidarını ve onun komuta ettiği Türkiye Cumhuriyeti 
devletini giderek bir açmaza, siyasal ve toplumsal bir kaosa doğru sürüklüyor.

Genel Durum: “Yeni Türkiye”ye Bir Bakış

Konuyu daha iyi analiz edebilmek için, öncelikle “Çözü(l)m(e) Süreci”nin arkasındaki dış ve iç manzaraya bir bakalım: Türk dış politikası, tarihinde ilk 
defa gerçeklerden kopuk romantik ve ütopik bir mecra içerisinde savrulmaya devam ediyor. AKP iktidarının söylem ve eylemleriyle Türk dış politikasında yarattığı 
tutarsızlıklar, yalpalamalar, provokasyonlar, gerilimler, hesapsızlıklar, esnemeler ─hatta kırılmalar─ öyle boyutlara vardı ki, bugün artık Türk dış 
politikasında ne “ölçü”, ne “denge”, ne “ihtiyat”, ne “nüans”, ne “meşruiyet”, ne de “gerçekçilik” kalmıştır. Ahmet Davutoğlu’nun ve Recep Tayyip Erdoğan’ın 
ideolojik, mezhepçi ve her yönüyle marjinal Suriye politikası sonucunda Türkiye’nin güneyinde ikinci bir Kürt devleti daha oluşma yolunda. Üstelik 
Türkiye bizzat AKP iktidarı eliyle destek de veriyor bu oluşuma. Zira, hem elimizi mahkûm ettik buna, hem de “iyi geçinebileceğimiz” başka sınır komşumuz 
kalmadı bu coğrafyada. AKP iktidarı içeride ve dışarı Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık hezeyanlarıyla bütün iç ve dış politika kalıplarını, 
düsturlarını, nüanslarını altüst ederek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün geleneksel temellerini, ulusal çıkarlarını yerinden oynattı. “17 ve 25 Aralık 
Süreci”nden bu yana Türkiye’de yaşananlar ve hâlihazırda yaşanmakta olanlar, anayasası “hukuka karşı hile yolu”yla ve iktidar gücüyle kısmen askıya alınmış 
politik ve toplumsal kırılmanın eşiğinde bir ülkenin hikâyesidir aynı zamanda. 

AKP iktidarı “Yeni Türkiye” söylemi ve propagandasıyla otoriter hatta totaliter post-modern bir devlet düzenini ve ona uygun toplumsal yapıyı 
biçimlendirmek yolunda kararlılıkla ilerliyor. Şimdilerde siyaset de, hukuk da, ar da, feraset de yerlerde geziyor ve daha uzun bir süre de yerden kalkmayacağa 
benziyor Soma ve Ermenek’in hakkı toprak altında kalmışken toprağın üstünde fütursuzca yükselen ve yayılan “AKsaray”ı düşündükçe. “Çözü(l)m(e) Süreci”nde 
PKK silah bırakmak şöyle dursun, askeri ve siyasi açıdan daha da güçlendi, meşruiyet kazandı. Sınır dışına çekilmediği gibi, sınır dışından içeriye askeri 
ve siyasi militanlar da kaydırmış vaziyette. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde birçok yerde ikili iktidar yapılanması oluşmuş durumda, 
yani moda deyimle “paralel yapı/paralel devlet”, fakat AKP iktidarının derdi diğer “paralel yapı”yla. “Çözü(l)m(e) Süreci” sayesinde Kürt hareketi ve PKK 
1990’lı yılların başındaki ivmesini yeniden yakaladı, hatta kat be kat aşarak konsolide oldu, sağlamlaştı. Tablo 1 ve Tablo 2’deki durum bunu açıkça ortaya 
koymaktadır.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nde Politik Kürt Hareketinin ve Hegemonyasının Yükselişi

Tablolardan da görüldüğü gibi[1] bugün itibariyle “Politik Kürt Bölgesi” ve PKK’nın aktivitesinin yoğunlaştığı/başarılı olduğu alan 15 ili kapsayan bir 
coğrafyayı işaret etmektedir. Söz konusu bölge, 2009-2014 yılları arasındaki seçimlerde BDP’nin (daha önce DTP) birinci ya da ikinci parti olduğu ve bu 
bağlamda Kürt hareketinin ve PKK’nın etnik temelde siyasal, sosyal ve askeri açıdan mobilize olduğu illeri temsil etmektedir. “Politik Kürt Bölgesi”, Kürt 
hegemonyasının yayılışı açısından 3 farklı alt-bölgeden oluşmaktadır.

“Kırmızı bölge”yi temsil eden ve toplamda 5 milyona yakın kişinin yaşadığı iller, Kürt hareketinin ve PKK’nın siyasal, toplumsal ve askeri açıdan çok net 
ve yoğun bir biçimde “hegemonik üstünlük”[ğ]e sahip olduğu coğrafyayı temsil etmektedir. Diğer bir deyişle, bu alt-bölge Kürt hareketinin ve PKK’nın 
hegemonik üstünlüğünün inşa edildiği ve yüksek düzeyde konsolide olduğu illeri işaret etmektedir. Söz konusu iller şunlardır (Hegemonik üstünlük derecesine 
göre): Şırnak, Hakkâri, Diyarbakır, Van, Mardin ve Batman.  “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza girdiğinde (bu açmazın nedenlerini ileriki paragraflarda belirteceğim), 
“iç savaş” ve “bölünme” en şiddetli ve yoğun bir şekilde buralarda yaşanabilir..

“Sarı bölge”yi temsil eden ve toplamda 2 milyona yakın kişinin yaşadığı iller, Kürt hareketinin ve PKK’nın siyasal, toplumsal ve askeri açıdan hegemonyasını 
kuramadığı, fakat Ankara merkezli partiler karşısında hegemonik bir denge gücüne ulaştığı coğrafyayı temsil etmektedir.Bu alt-bölgede Ankara merkezli partilere 
karşı Kürt hareketi ve PKK tarafından başa baş ve yoğun bir mücadele verilmektedir. Bu çerçevede Iğdır’da MHP ile, Tunceli’de de CHP ile hegemonik 
bir denge kuran Kürt Hareketi ve PKK, Ağrı, Muş, Bitlis ve Siirt’te ise AKP’ye karşı “hegemonik denge” kurmaya çalışmaktadır. “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza 
girdiğinde, “iç savaş”ın ve “bölünme”nin eşiğinde duran bu iller de kısa zamanda “iç savaş” ve “bölünme” istikametine girmeye aday durumdadır.

“Yeşil bölge”yi temsil eden ve toplamda 2,5 milyona yakın kişinin yaşadığı illerde ise Kürt hareketi ve PKKsiyasal, toplumsal ve askeri açıdan hegemonik 
bir güç olmaktan henüz uzaktır, bununla birlikte bu alt bölgede Kürt hareketinin ve PKK’nın ana muhalefet gücü konumunda olduğunu belirtmek gerekir. Bu 
çerçevede, Kürt hareketi ve PKK, bir yandan AKP’nin açık bir hegemonik üstünlüğe sahip olduğu Şanlıurfa ve Bingöl’de mücadele yürütürken; diğer yandan, hegemonik 
gücün AKP, CHP ve MHP arasında birbirine yakın oranlarda dağıldığı Kars’ta mücadele vermeye devam etmektedir.

Özetle söylemek gerekirse “Çözü(l)m(e) Süreci” bir “araf”sa onun cehennem tarafında en az 12 il durmaktadır (“Kırmızı ve sarı bölge”ler). Abdullah Öcalan 
ve PKK’yla müzakere sürecinde masanın artık işlevinin kalmadığı o nihai anda, yani “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza girdiğinde, “ “iç savaş” ve “bölünme” 
tehlikesinin Türkiye’nin kapısında olacağını söylemek herhalde söylememekten daha kolaydır.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nin Açmazları

Peki “Çözü(l)m(e) Süreci” neden açmaza girecek? AKP el yordamıyla bu işe el attığında, beş yıl önce kaleme aldığım “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik 
Açılım’: Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”[2] başlıklı yazımda bir öngörüde bulunmuştum. O günden bugüne bu öngörümü ortadan kaldıracak ya da zayıflatacak 
tek bir gelişme dahi ortaya çıkmadığı gibi, aksine, gelişmeler öngörümü daha da kuvvetlendiren bir istikamette ilerliyor.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nin kaderini belirleyecek olan üç temel “açmaz” bulunmaktadır. PKK, teröre son vermek için hem liderlerinin ağzından hem de 
HDP’nin ağzından “olmazsa olmaz” üç temel koşulu uzun zamandır deklare ediyor:

1) Kürt kimliğinin siyasal bir kimlik olarak anayasada yer alması (İki halklı devletin ve dolayısıyla gelecekte self-determinasyon hakkının kabulü).

2) Başta Abdullah Öcalan olmak üzere öngörülebilir bir zaman dilimi içinde PKK’nın lider kadrosunun serbest bırakılmasının ve siyaset yapabilmesinin 
koşullarının yaratılması, ayrıca tüm PKK’lıların serbest bırakılarak/serbest kalarak haklarındaki davaların ve cezaların düşmesi.

3) Demokratik özerklik (Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunun idari, mali, hukuki, siyasi ve askeri açıdan özerk bölgelere ayrılarak büyük ölçüde merkezden 
bağımsızlaştırılması, yerel parlamentolar oluşturularak federal birimlere dayalı bir yönetim yapısına yani eyalet sistemine geçilmesi).

Demokratik Özerklik: Post-Modern Etno-Feodalizm

Dünya görüşünün dayandığı temellerin çelişkileri ve sosyo-politik bilgi yetersizliğinden dolayı AKP iktidarının “demokratik özerklik” konusunda kafası 
karışık ve söylemleri muğlak olsa da, Kürt hareketinin ve PKK’nın “demokratik özerklik” konusunda genel çerçevesi ve içeriği belli bir modeli ve hedefi 
vardır. Buna göre Kürt hareketi ve PKK, Türkiye’nin idari, politik, mali ve askeri özerkliğe sahip 20-25 bölgeye ayrılmasını önermektedir. Her ne kadar bu 
bölgelerin oluşturulmasında sosyo-kültürel ve ekonomik ilişkiler ağı içinde olan illerin bir araya getirilmesinin esas alınacağı söylense de, bu yaklaşımın Kürt 
hareketinin hegemonik üstünlük kurduğu ya da hegemonik denge durumunda olduğu bölgelerde hiçbir anlam ifade etmediği/etmeyeceği çok açıktır. Zira, Kürt 
hareketinin ve PKK’nın bu bölgelerde hedeflediği “demokratik özerklik” tamamen “etnik” kimliğe dayalı aşiretsel bir yapı üzerinde yükselecektir (Post-modern 
etno-feodalizm). “Demokratik özerkliğin” de esas olarak hedeflediği budur, çünkü bağımsızlığa giden yol bu yapı ve süreç içerisinde olgunlaştırılacaktır. Diğer 
taraftan, oluşturulması düşünülen bu 20-25 bölge tıpkı il genel meclisleri gibi seçimle iş başına gelen bölge meclisleri tarafından yönetilecektir. Dışişleri, 
maliye ve savunma hizmetlerinin merkezi hükümet tarafından, emniyet ve adalet hizmetlerinin merkezi hükümet ve bölge meclisleri tarafından ortak ve geriye 
kalan hizmetlerin de bölge meclisleri tarafından yürütüleceği öngörülen bu modelde, Türkiye ulus-devlet yapısını terk ederek, bir yanıyla etnik kimliğe 
dayalı yani “ayrılıkçı” bölgelere sahip olan, bir yanıyla da sosyo-kültürel yapı ve ekonomik gelişmişlik farklılığına dayanan bölgelere sahip olan bir 
federasyona dönüşecektir.

Sonuç: Araf’taki Son Tango ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Sonu…

Kürt hareketinin ve PKK’nın bu hedefleri karşısında, “Çözü(l)m(e) Süreci”ne destek veren AKP’li seçmenin büyük çoğunluğu Kürtlerin kimliklerinin tanınması 
ve sosyal, kültürel haklarının verilmesi suretiyle sorunun çözüleceğine inanmaktadır. Ne var ki böyle bir çözümün Türkiye’de başarı elde etmesi artık 
çok zor gözükmektedir. Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve PKK’nın ciddi manada askeri yenilgiye uğratıldığı 90’lı yılların sonunda böyle bir çözüm hayata 
geçirilebilseydi Kürtler açısından bugünkünden çok daha fazla anlam ifade edebilirdi. Fakat, bugün artık “Kürt Sorunu”ndaki bu kritik eşik aşılmış durumdadır. Kürtlerin yükselen etnik kimlik bilinci, yeni Kürt milliyetçiliğinin 
oldukça reaksiyoner bir yapıda olması, yeni bir Kürt entelijansıyasının ve Kürt gençliğinin varlığı, ulusal kimlik inşasında PKK şiddetinin işlevselliğinin 
kavranması/kavratılması gibi faktörler bu kritik eşiğin aşılmasını sağlamıştır. 

Dolayısıyla, “Kürt Sorunu”nun dinamikleri artık 90’lı yılların çok ötesinde farklılaşmış durumdadır ve üstelik bölgesel gelişmeler (2003’ten beri Irak’ın 
durumu, 2010’dan beri Suriye’nin durumu) Kürtlere devlet ve millet olma yolunda 21. yüzyılda bir daha ele geçirilemeyecek bir fırsat sunmaktadır.

PKK gibi bir örgütü hem yetenekleri, hem amaçları, hem de iradesi açısından yeterince zayıflatmadan müzakere masasına oturursanız ve üstelik de örgüt bu 
süreçte yetenekleri, amaçları ve iradesi açısından eskisinden daha da güçlü hale gelirse artık “şeytanla pazarlık” ediyorsunuz demektir. Bu ahval ve şerait 
içinde müzakere masasında “Kürt Sorunu”na çözüm olarak ortaya konulacak herhangi bir yol yukarıda işaret ettiğim bu üç parametreyi bir biçimde içermediği sürece bu sorunun siyasi yoldan çözülmesini beklemek fazla hayalcilik olacaktır.

O halde “Çözü(l)m(e) Süreci”nin aslında “Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye süreci” olduğu gerçeğini görmezden gelmenin bir anlamı yok artık. Bu noktada, 
Türkiye’nin yakın zamanda yitirdiği ve ne yazık ki değeri yeterince anlaşılmayan en önemli entelektüel ve Türk milliyetçisi şahıslarından Doç. Dr. Durmuş 
Hocaoğlu’nun Ağustos 2009 tarihinde 2023 dergisine verdiği “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir” adlı mülâkatında sarf ettiği şu sözler, bugün 
Türkiye’nin içinden geçtiği ve ─mevcut politik tablo değişmediği taktirde içinden geçeceği süreci çok yalın ve bir o kadar da üzüntü verici bir şekilde 
özetliyor aslında: “…Çok kuvvetle muhtemelen, Cumhuriyet’in tasfiyesi hissedilmeyecektir başlangıçta; Türkler hâlâ bir devletleri olduğunu düşünecek 
ve bugünlerde çok sıklıkla propaganda edildiği gibi, “daha güçlü bir Türkiye” yaratıldığını sanacaklardır; tâ ki iş işten geçinceye kadar! Tasfiye, ilk önce 
ve esas olarak, Türkiye’nin tapusunun Türklerden alınıp O’na ortak yaratmakla başlayacak ve süreç bu çizgi üzerinde ilerleyecektir. Yâni, Türkler’in kısmen 
dahi olsa devredilemez, paylaşılamaz, ferâgat ve fedâkârlıkta bulunulamaz ve mutlak sûrette tekellerinde tutmaları gereken hükümranlık haklarını Kürtler ile 
paylaşmaya rızâ göstererek ülkelerinin iki “halk”tan “siyâsî halk”, diğer adıyla “millî (ulusal) topluluk”─ oluşan bir ülke olduğunu …tescil ettiklerinde, 
bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu demek olacaktır. Tabii, aynı zamanda, Türklerin millet olma vasfını kaybedişlerinin de başlangıcı…”[3]

O halde AKP’ye, Recep Tayyip Erdoğan’a ve “Çözü(l)m(e) Süreci”ni destekleyen herkese sormak gerekiyor: “Buna var mısınız? Aklınız, vicdanınız, iradeniz bu 
talepleri kabul etmeye yetiyor mu tarih ve millet önünde?”

[1]Tablolardaki veriler Cuma Çiçek, “1991’den 2014’e Kürt Coğrafyasının Siyasi Haritası” (Yazı dizisi), Kurdistan24 News, 04-16 Nisan 2014, s. 31’den 
uyarlanmıştır.

[2]Bkz. Bülent Şener, “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik Açılım’: Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”, TASAM, 
http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/1128/demokratik_acilim_ve_terorle_mucadele_sureci_yanlis_bilinlenler_ve_temel_acmazlar, 
14 Eylül 2009. Bu yazının yeniden düzenlenmiş versiyonu için ayrıca bkz. Bülent Şener, “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik Açılım’: 
Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2012a
/11/26/6820/demokratik-acilim-ve-terorle-mucadele-sureciyanlis-bilinenler-ve-temel-acmazlar,a26 Kasım 2012.


[3]Durmuş Hocaoğlu, “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir” (Mülakat), 2023 Dergisi, Sayı: 101 (Eylül 2009), s. 32.


..