Başöğretmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Başöğretmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI BÖLÜM 2

ATATÜRK’ÜN EĞİTİM REFORMUNUN TEMEL UNSURLARI VE UYGULANMASI BÖLÜM 2



II. Atatürk’ün Eğitim Reformunu Oluşturan Unsurlar Atatürk’ün eğitim reformunu oluşturan temel unsurlar, sınırlandırıcı olmamak üzere, aşağıdaki başlıklar altında toplanabilir: 

1. Öğretimin birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat) Osmanlı Devletinde 1776’lardan itibaren Batı örneğine göre askerî okullar ve Tanzimat (1839) yıllarından itibaren de yine Batılı sivil öğretimden ilham alınarak Rüşdiye, İdadî, Sultanî gibi ortaöğretim ve iptidaî gibi ilköğretim kurumları açılmaya başlanmış, Darülfünun kurulmuştur. Maarif Nezaretine bağlı bu yeni mekteplerin yanında Meşihata, Şer’iye ve Evkaf Nezaretine bağlı medreseler ve sıbyan mektepleri de varlıklarını, etkilerini sürdürmüşlerdir. 

Yeni açılan mekteplere, onları medrese ve sıbyan mekteplerinden ayırmak için bazen Tanzimat mektepleri, Maarif mektepleri de denir. Buralarda yeni bazı derslerin yanında Arapça, din dersleri de yer alıyor, öğrencilere zorunlu olarak ibadetler de yaptırılıyordu. Fakat buna rağmen medrese zihniyeti onları benimsememişti ve her fırsatta onlara tepki gösteriyordu. 

Bir taraftan da azınlık ve yabancı okulları, denetimden uzak, ahtapot gibi ülkede yayılıyor, istedikleri gibi at oynatıyorlardı. 

1868’de kurulan Galatasaray Lisesi’nin ilk yıllarında bu okulda yöneticilik yapan de Salve adında bir Fransız eğitimci, 1874 tarihli bir yazısında şu gözlemde bulunur: 

“Avrupa’nın hiçbir başkentinde aynı şehir halkını oluşturan çeşitli gruplar, İstanbul’daki kadar birbirlerinden bıçakla kesilmiş gibi zıt özellikler taşımaz. Eğitim her ülkede çocukları ve gençleri ortak kurumlarda toplayıp, onların fikir ufuklarını genişleterek, aralarında yavaş yavaş birlik ve kardeşlik bağları kurarken, burada eğitim, şimdiye kadar daha ziyade her türlü yakınlaşmadan uzaklaştırmaya yönelmiştir. Çünkü her toplum, parası ile kendi okullarını kuruyor ve eğitim kendi ana dilleri ile veriliyor, böylece dini geleneklerin ve siyasi art niyetlerin sürüp gitmesine çalışılıyor.” 

Deniliyor ki, Osmanlıda Devletin resmî okulları, medreseler, azınlık ve yabancı okulları vardı ve bunlar üç ayrı tip insan yetiştiriyorlardı. 
Bu doğru olsa da eksik bir belirlemedir. 
Gerçek şöyle görünüyor: Osmanlıda en az 11 tür insan yetiştiren kurum ve uygulama vardı. Bunları şöyle sayabiliriz: 

a) Medreseler 
b) Sıbyan mektepleri 
c) Tekke ve tarikat eğitimi 
d) Cami dersleri 
e) Enderun mektebi 
f) Askerî okullar 
g) Tanzimattan sonra açılan sivil okullar 
h) Azınlık okulları 
i) Yabancı okullar 
j) Bazı edip ve bilginlerin özel dersleri 
k) Ahi ve esnaf örgütlerinin verdikleri genel ve ahlâkî eğitim 

Bu kurumlar millî bir amaç gütmüyor, birbirlerine zıt görüşlü insanlar yetiştirip gidiyorlardı. 
Osmanlı döneminde Ziya Gökalp ve başka aydınlarca bu durumun büyük sakıncaları farkedilmiş ve öğretimin birleştirilmesi gerektiği düşünülerek bazı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bu konuda çözüm bulunamamıştır. Bu sorun millî bir Devlet olan Türkiye Cumhuriyetinde sürüp gidemezdi. Öğretim birliği (tevhid-i tedrisat, vahdet-i tedris) mutlaka sağlanmalıydı. 

Bu amaçla 3 Mart 1924’te 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır. “Öğretimlerin birleştirilmesi” anlamına gelen bu kanunla şu düzenlemeler getirilmiştir: 

Md. 1. Ülkedeki tüm bilim ve öğretim kurumları Maarif Vekâletine bağlanmıştır. 

Md. 2. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ya da özel vakıflarınca idare edilen tüm medrese ve mektepler Maarif Vekâletine bağlanmıştır. 

Md. 3. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti bütçesinde mekteplere ve medreselere ayrılan para, Maarif bütçesine geçirilecektir. 

Md. 4. Maarif Vekâleti yüksek din uzmanları yetiştirmek için Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi, imam ve hatip yetiştirmek için 
de ayrı mektepler açacaktır. 

Bu maddelerden anlaşılacağı gibi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ya da onun sonuçları olarak eğitimimize aşağıdaki yenilikler ve değişiklikler getirilmiş olmaktadır: 

• Tüm eğitim ve öğretim kurumları Eğitim Bakanlığına bağlanmakla eğitim işlerinin tek elden yürütülmesi mümkün olmuştur (Askerî okullar 1925’te tekrar Millî Savunma Bakanlığına bağlanmıştır). 
• Türk eğitim tarihinde en uzun süre yaşamış öğretim kurumları olan medreseler kapatılmıştır. Bu kapama Eğitim Bakanı Vasıf Çınar’ın 11 Mart 1924 tarihlibir genelgesi ile gerçekleşmiştir. O sırada mevcut 16 bin kadar medrese öğrencisi, bulundukları yerlerin ilk, orta okul, lise ve öğretmen okullarına aktarılmış, hocalarının da isterlerse okullarda din dersi öğretmenliklerine atanabilecekleri belirtilmiştir. 
• İmam ve Hatip Mektepleri de 6 yıl sonra kapanmıştır. 
• Eğitimde laiklik ilkesine doğru önemli bir adım atılmıştır. Fakat, laiklik Anayasaya 1937’de girecektir. Yine 3 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisat Kanunundan önce kabul edilen 429 sayılı kanunla Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış, yine aynı gün 431 sayılı kanunla da Hilâfet (Halifelik) kaldırılarak Osmanlı hanedanı mensupları yurt dışına çıkarılmıştır. 30 Kasım 1925 tarihli ve 677 sayılı bir kanunla da tekkeler, türbeler kapatılmış, tarikatlar kaldırılmıştır. 
• İlahiyat Fakültesi de 1933 Üniversite Reformunda, Edebiyat Fakültesine bağlı bir araştırma enstitüsüne dönüştürülmüştür. 
• İlk ve orta öğretimde Din derslerinin saatleri azaltılmış, bu dersler bir süre sonra tümüyle kaldırılmıştır. 

2. Eğitimin Millî olması 

15 Temmuz 1921’de Ankara’da toplanan Maarif Kongresi, yurdun her tarafından gelen 250’den fazla erkek ve kadın öğretmeni biraraya getirmiştir. Kongreyi Mustafa Kemal, cepheden gelerek açmış ve çok önemli bir açış konuşması yapmıştır. 

Mustafa Kemal bu konuşmasında Kongreden “Türkiye’nin millî maarifini kurmasını ister ve kendisi millî maarifi açıklar: “Şimdiye kadar takip olunan 
tahsil ve terbiye usûllerinin (yöntemlerinin) milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir âmil (etkili sebep) olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî 
terbiye programından bahsederken, eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğudan 
ve Batıdan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, millî ve tarihî özelliğimizle uyumlu bir kültür anlıyorum.” 

Önceki dönemlerin millî olmayan eğitimini felaketlerimizin temel nedenleri arasında gören Atatürk, yeni Devletin eğitiminin millî olmasını istemiştir. 

Eylül 1924’te, Samsun’da öğretmenlere seslenirken de, halen milyonlarca Müslümanın millî olmayan eğitimleri yüzünden esaret ve sefalet içinde bulunduklarını belirttikten sonra şöyle demiştir: 

“Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık bir belirsizlik, bulanıklık kalmamalıdır. Millî eğitim esas olduktan sonra onun dilini, yöntemini, araçlarını da millî yapmak gereği tartışılamaz. Millî eğitim ile geliştirilip yüceltilmek istenen genç dimağları bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, gereksiz şeylerle doldurmaktan dikkatle kaçınmak lazımdır.” 

Mart 1923’te Konya gençlerine hitaben yaptığı konuşma da bize “millî eğitimin” ne olduğunu anlamakta ışık tutar: 

“Aydınlarımız, ‘milletimizi en mutlu millet yapalım’derler: ‘Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım’ derler. 

Lâkin düşünmeliyiz ki, böyle bir görüş hiç bir devirde başarılı olmuş değildir. Bir millet için mutluluk olan birşey diğer millet için felaket olabilir. Ayni sebep ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanalım. Lâkin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.” 

3. Eğitimin bilimsel ve laik olması 

Atatürk’ün inancına göre Türk milletinin Batı milletleriyle eşit ve çağdaş bir duruma gelmesi gerekiyordu. Bu da ancak Devlet yönetiminde 
ve eğitimde laikliğin ve bilimin esas alınması ile mümkün olabilirdi. 

Atatürk bilimin her alanda olduğu gibi eğitimde de bize tek rehber olması gerektiğini söylemiştir. Bu açıdan da O, eğitim tarihimizde yepyeni bir çığır açmıştır. 

Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere seslenirken şöyle demiştir: 

“Milletimizin siyasi, içtimaî hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır (...) İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve milletin her ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.” 

Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere seslenişi şöyledir: “Dünyada herşey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakikî yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir, dalâlettir (yolunu sapıtmadır).” Temmuz 1927’de İstanbul’da öğretmenlere seslenişinde aynı konuyu işler: 
“Eski hocalar nasıl dini esastan (topluma) hâkim olmuşlarsa, öğretmenler de ilim esasından kazanmaya başladıkları hâkimiyeti sonuca ulaştırmalıdırlar.” 

Son olarak, 29 Ekim 1933’teki Onuncu Yıl Söylevi’ne değinelim: 

“Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.” 

4. Yazı, Dil ve Tarih Inkılapları 

Tanzimat döneminde, yazının ıslahı, hatta lâtin harflerinin alınması ve dilde sadeleşme meseleleri ilk kez tartışılmaya başlanmış, 

II. Meşrutiyet döneminde, gittikçe güçlenen Türkçülük akımının etkisiyle, dilde hızlı bir sadeleşme gerçekleşmiştir. 
Cumhuriyetin ilk yıllarında yazının ıslahı ya da değiştirilmesi meselesi yeniden gündeme gelmiştir. 
Atatürk’e göre Arap harfleri şu nedenlerle bırakılmalıydı: 

• Türkçe’ye uygun değildir. 
• Öğrenilmesi zordur ve toplumda eğitim düzeyinin düşüklüğünün bir nedenidir. 
• Çağdaş uygarlığa girişin en önemli araçlardan biri lâtin harfleridir. O, Ağustos 1928’de şöyle der: “Bir toplumun % 10’u, % 20’si okuma yazma bilir % 80’i % 90’ı bilmezse, bu ayıptır; bundan insan olanlar utanmak lazımdır. ” 

Atatürk’te yazı ve dil inkılapları alanında fikirlerin oluşmasında, ilkokul öğretmeni Şemsi Efendinin çabuk ve kolay okuma yazma öğretme çabalarına girişmesinin şüphesiz etkisi olmuştur. 

1 Kasım 1928 tarihli bir Kanunla lâtin temelli yeni bir alfabe kabul edilmiştir. 

1931’de Türk Tarih Kurumu, 1932’de Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Atatürk, bir Batılı dilciden ilham alarak, Türkçenin dünya dillerine kaynaklık etmiş olabileceği yolunda Güneş Dil Teorisini ortaya atmıştır. 

Ayrıca, Osmanlı tarih anlayışına karşı çıkılarak, Türklerin binlerce yıllık bir tarihi ve uygarlığı bulunduğu savunulmuş, özellikle İslamiyete geçişlerinden önceki dönemler üzerinde çok daha fazla durulmaya başlanmıştır. Tüm bu çabalardan amaç hem Batılıların tarih, ırk, uygarlık...bakımından haksız saldırılarda bulunduğu Türk insanına köklü bir güven duygusu aşılamak, hem de bilim adamlarını yeni araştırmalara teşvik etmek olmuştur. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***