Etki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Etki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi , BÖLÜM 2


  Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi , BÖLÜM 2



 “…Miladın 1870 senesinde Almanya ve Fransa arasında çıkan büyük savaşa bir bakın. Bu savaşta Almanlar galip gelmiş ve muzaffer olarak Paris’i fethetmişti… 
Almanya’nın gözleri kamaştıran o muhteşem galibiyetine, “öğretmenlerin zaferi” ismi verilmişti… Fransızların sürekli devam eden hakaretlerine karşı koymak ve 
intikam almak isteyen sabırlı, ciddi ve birlik taraftarı Alman öğretmenleri, Bonapart belası ortadan kalkar kalkmaz kurulan okullarda, Alman gençlerinin 
beyinlerine intikam fikrini ve birlik hevesini ektiler…” (Mehmet Arif, 2006: 19). 

Daha önceden belirtildiği üzere burada bahsedilen milli birlik ve vatan mevhumları “Osmanlılık” bilinci üzerinden tesis edilmiştir. Ancak tarih dersine yüklenen bu işlev, Cumhuriyet devrinde atılacak olan adımlar açısından temel oluşturmuştur denilebilir. 

Bu dönemde tarih eğitimi alanındaki önemli anlayış değişikliklerinden birisi de pedagojik alanda meydana gelen gelişimlerdir. Tarih eğitiminde görsel materyallerin kullanımı, müze eğitimi, değerler eğitimi vb. uygulamaların ilk örnekleri bu dönemde okutulan tarih derslerinde görülebilir (Dönmez ve Oruç, 2006). 

Tercüme dalgasının Tanzimat devrinden itibaren başlayıp bu dönemde de devam etmesi “milli” nitelikli eserlerin neşrini mümkün kılmamıştır. Zira tercümeyle birlikte “batıcılık” akımının etkisi kitaplara ve ders programlarına yansımış olup, müelliflerin gerçekleştirdikleri tercümelere milli nokta-i nazardan yorumlar getirememeleri bu durumun etkisini kuvvetlendirmiştir. Diğer yandan 
önceki dönemlerden beri süregelen İslam tarihi ve Osmanlı devlet tarihi anlayışı bu dönemde de devam etmiş olup, Türk tarihi hakkında gerçekleştirilen az sayıdaki çalışma da ders programlarına yansımamıştır. Bu tercüme dalgası yaklaşık olarak 1920’li yılların sonuna kadar, Cumhuriyet’in ilanından sonraki süreçte de devam edecektir. Bu sebeple bu süreçte “milli tarih”i ön plana çıkaran eser ve öğretim programlarının vücuda getirilmesi çok güç olmuş ve az sayıdaki örnekle sınırlı kalmıştır. İhsan Sungu’nun 1922 tarihli raporu bu durumu güzel bir şekilde özetlemektedir: 

 “Mekteplerimizde okutulmak üzere tercüme edilen bir tarih kitabı İslamiyet’te zekatın onda bir olarak hesap edildiğini ve Asurlar hakkında tetkikatta bulunmak için en seri vasıtanın Louvre müzesini ziyaret etmekten ibaret bulunduğunu kaydeden kıraat kitaplarımıza bakılsa bu milletin ruhuna, bu milletin harsına tercüman olmaktan ziyade hepsinden bir tercüme kokusu, bize büsbütün yabancı bir havayı manevisi hissedilir…” (Safran, 2002: 826’den akt. Şengül, 2007: 80). 

3. Cumhuriyet Döneminde Tarih Anlayışı 

II. Meşrutiyet dönemi, Türk milletinin yaşadığı isyanlar, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı gibi felaketler sebebiyle tarih alanındaki hareketliliğin nihai netice doğuramadığı bir dönem olmuştur. O dönemde Türk tarihi hususunda yapılan çalışmaların eğitime ve dolayısıyla da tabana yansımadığı daha önce örnekleriyle belirtilmişti. Ancak bu dönemde yapılan çalışmalar ve doğurduğu anlayış değişikliği Cumhuriyet döneminde yapılacak olan çalışmalara büyük ölçüde zemin hazırlamıştır. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Türk yurdunun İtilaf devletlerinin saldırısına maruz kalması, Anadolu merkezli bir direniş hareketinin hasıl olmasına sebep olmuş; yaklaşık üç yıl süren zorlu bir mücadelenin ardından Anadolu Türklüğü mukadderatını eline alma başarımını göstermiştir. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirilen bu milli kurtuluş hareketini izleyen dönemde ise; Anadolu Türklüğünü tüm müesseseleri ile çağdaşlaştırmayı gaye edinen bir inkılap hareketi başlamıştır. 1923’te cumhuriyetin ilanının ardından hızlanan bu yenileşme hareketi, öncelikli olarak toplumun zaruri ihtiyaçlarını gidermeye yönelmiş; yoğun mesai sebebiyle tarih alanındaki çalışmalar hızlı bir şekilde başlayamamıştır. Ancak yaşanan büyük felaketler, buhranlar ve büyük inkılaplar, tarih ilminin ilerlemesi ve tarih görüşünün değişmesine de zemin yaratmaktadır (Kodaman, 1982’den akt. Turan ve diğ. 2014). Bu yönüyle düşünüldüğünde Milli Mücadele dönemi ve sonrasında yaşananların da benzer etkileri yaratması kaçınılmaz olmuştur. 

Avrupa’da milli devletlerin teşekkülü esnasında tarihin rolüne daha önceden değinilmişti. Milli devletler; ortak kültürün tesis edilmesi, milli kültürün köklerinin ortaya çıkarılması ve inşa edilmek istenen millet formuna bir meşruiyet payandası bulabilmek için tarihe eğilmek zorunda kalırlar (Köken, 2014: 76). Yeni Türk devleti de, yeni millet yapısını Türk tarihinin ve yüksek Türk kültürünün kazandırdığı değerler üzerine inşa etme yolunu seçmiştir. Dönmez (2008) cumhuriyetin ilk yıllarının Türkiye’de milli bir kimlik oluşturma süreci olduğunu belirtmektedir. Şimşek ve Satan (2011) da, kurumlar ve çalışmalar açısından romantik tarihçiliğin asıl Cumhuriyet döneminde kendisini gösterdiğini belirtmiştir (s.21). 

Cumhuriyet döneminde, milli kimliğin inşasında büyük bir rol yüklenen bu tarih anlayışının geçireceği evrimi daha iyi anlayabilmek adına; onun karakteristiğini belirleyen temel faktörleri hatırlamakta fayda olduğu düşünülmektedir. 20. Yüzyılın başlarında Türkiye’de yeniden şekillenmekte olan tarih anlayışı üzerinde yüzlerce yıllık bir geleneğin ürünü olan Osmanlı geleneksel tarih yazıcılığından devralınan miras, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve giderek güçlenen Türk milliyetçiliği düşüncesi ve 19. Yüzyıl Osmanlı aydınını derinden etkileyen pozitivist düşüncenin etkisi vardır (Sönmez, 2010: 98-99). Devralınan bu düşünsel miras göz önünde bulundurulduğunda Cumhuriyet aydınlarının da ilk yıllarda benzer nitelikleri sergiliyor olması gayet doğal karşılanmalıdır. 

Cumhuriyet döneminde milli kimliğin yaratılması hususunda tarih ve tarih eğitimine biçilen yeni rol, hiç de kolay olmayan bir kampanyaya işaret ediyordu. Hatta bu husus diğer inkılapların da düğümlendiği bir noktada merkez unsuru teşkil ediyordu. Zira Atatürk’ün bütün inkılaplarında temel güçlük, Türkiye ile Türklüğün, Osmanlı kimliğini benimsememiş fakat Türk olduğunun da 
bilincine varmamış Türklere bu hususun nasıl kabul ettirileceği noktasında kilitleniyordu. Bu husus devletin adı için dahi geçerliydi. Milli nüfusun %75’ini oluşturan köylülerin büyük çoğunluğu Türkçe anlıyor, konuşuyor ama henüz Türk oduğunun bilincinde görünmüyordu (Güvenç, 1996: 227-236). Bu sebeple tarih çalışmalarının “milli kimlik” kazandırıcı işlevi, Türkiye deneyinde büyük önem taşıyordu. 

Atatürk bizzat tarih ile yakından ilgili bir liderdi. Bu husus onun tarih çalışmalarına doğrudan alakadar olması konusunda etkili olmuştur. Atatürk’ün tarih çalışmaları konusundaki beklentilerinin temel direnek noktasını “ulusal bağımsızlığın” bilim alanında da tamamlanması, Avrupa’nın Türklere karşı yönelttiği “tarih tezi” silahına, aynı cinsten bir silah ile karşılık verilmesi anlayışı oluşturuyordu (Aydoğan, 2006: 27; Karal, 1946: 3). Ancak bu çalışmalar Cumhuriyet’in ilanından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen sürede kesintisiz şekilde aynı anlayış ve hızla devam etmemiştir. Aslan (2012), Atatürk dönemindeki tarih çalışmalarını “Türk Tarih Tezi”nin öncesi ve sonrasını esas alarak sınıflandırma yoluna gitmiştir. Zira “Türk Tarih Tezi”nin oluşturulmaya başlanması ve Türk Tarih Kurumu ile bu tez ile ilgili çalışmaların sistematize edilmesi; bulgularının eğitim programlarına, ders kitaplarına yansıtılması aynı zamanda büyük bir paradigma değişikliğine işaret etmektedir. 
Geçmişten devralınan üç ayaklı mirastan özellikle “Osmanlı geleneksel tarih yazıcılığının” tarih anlayışı üzerindeki etkisinin kırıldığı; pozitivist düşüncenin etkisinin arttırıldığı; milliyetçi düşüncenin ise Anadolu menşeili olacak şekilde revize edilerek etkisinin arttırıldığı ve tüm bu paradigma değişikliklerinin daha önceki dönemlerin başaramadığı şekilde eğitim sistemine kanalize edildiği bir sürece işaret etmektedir. 1923-1931 yılları arasındaki ilk dönemin başlarında ise etkili bir tarih görüşü ortaya koymak mümkün olmamıştır. Zira bu dönemdeki faaliyetlerin geneli, devlet ve toplumun yapısal düzenini yeni baştan kurma meşguliyetinden ibaretti. 

Yusuf Akçura (2010), yeni Türk devletinin kurulmasının hemen akabinde yeni ders kitaplarının hazırlanmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Değiştirilen tarih öğretim programlarına rağmen, o programlara göre ders kitapları hemen neşrolunamamıştır. Ancak seneler geçtikçe eski kitapların milliyet ve halkçılık esaslarına göre bir dereceye kadar ıslah edilmeye çalışıldığı veya bu 
esaslara göre yeni kitaplar yazılmaya çalışıldığı görülmektedir. Ancak Akçura (2010) “bu kitapları yazanlar da itiraf etseler gerektir ki, yapılan tadiller ve ıslahlar asıldan ziyade şekle, ruhtan ziyade maddeye aittir” (s.596) demektedir. Ziya Gökalp’in de daha önceden aynı noktaya dikkat çekmesi ve özellikle tercüme kitaplar sebebiyle tarihi olaylara Fransız nokta-i nazarından baktığımızı belirtmesi bu konuda ciddi sorunların varlığına işaret etmektedir (Ziya Gökalp, 2011: 50). Bu konuda Avrupalıların sömürgecilik doğrultusundaki istilalarına “fetih” adının verilmesi (Akçura, 2010: 602), tarih kitaplarımızda bir “Şark Meselesi”nden bahsolunması (Ziya Gökalp, 2011: 50), Halife Memun’u mukayese amacıyla Türk toplumuna ondan daha yabancı olan XIV. Louis’in örnek verilmesi (Akçura, 2010: 600), İbranilere övgüler dizilmesi (Akçura, 2010: 599) gibi hususlar misal olarak gösterilebilir. 

Akçura (2010), Ali Reşat Bey’in 1929 yılında Türk liseleri için hazırlanan tarih kitabını örnek vererek mevcut durumu açıklama yoluna girmiştir. Ali Reşat Bey’in 1929 yılında Maarif Vekaleti tarafından Devlet Matbaası’nda bastırılan bu eserinde kutsal kitaplara atıf bulunmamakta, menkıbelere yer verilmemektedir. Akçura (2010) bu açıdan eserin, Mizancı Murad’dan o tarihe kadar gerçekleşen 
büyük bir dönüşüme işaret ettiğini belirtmekte ve bunun küçümsenmemesi gerektiğini eklemektedir. Ancak eserin “milliliği” hususunda önemli eleştiriler getirmektedir. Zira kitap büyük ölçüde Avrupa’nın umumi tarihlerinden gerçekleştirilen tercümelerle vücut bulmuştur. Bu sebeple de Türk tarihine ayrılan kısımlar oldukça sınırlıdır: 

 “Türklere sıra, ancak kitabın birinci sülüsü sonlarında gelir. Müelif Türk kavminin tarih sahnesine çıktığı zamana ait takribi bir tarih dahi göstermemekle 
beraber, yazılan şeyler, Milattan birkaç asır sonra gibi anlaşılmaktadır. Yanılmıyorsam “İskitler” hiç mevzubahis olmamıştır. Ali Reşat Bey, Türk kısmını 
Leon Kahun’dan almış ve müspet vakıalardan ziyade efsaneler ve hikayelerle meşgul olmuştur. Türklerin medeniyeti hakkında hemen hiçbir şey yazılmamıştır. 

Orhon abideleri üzerinde lüzumu kadar durulmamıştır. 336 sayfalık bir kitapta İslamdan evvel Türklere tahsis olunan kısım 24 sayfadan ibarettir. Ve umumiyetle denilebilir ki bu faslı okuyan talebe Türklüğe muhabbet bağlayamaz…” (Akçura, 2010: 600). 

Cumhuriyet döneminin ilk programı olan “1924 İlk Mektepler Müfredat Programı”ndan “Saltanat, Osmanlı Hanedanı ve Hilafet ile ilgili konular çıkarılmış ve yerlerine Türk Kurtuluş Savaşı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kuruluşu, Sevr ve Lozan anlaşmaları, Hilafet’in kaldırılması gibi konular eklenmiştir (Aslan, 2012: 336). Bu değişikliğin genç kuşakları duyuşsal olarak Osmanlı’dan kopararak yeni düzene entegre etmeyi amaçladığı söylenebilir. Benzer bir müfredat değişikliği ortaöğretimde de gerçekleştirilmiştir. Bu değişiklikte de Cumhuriyet’in eğitim ve kültür politikalarıyla çelişen konuların ayıklandığı söylenebilir. Eski Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ olarak bölümlere ayrılan tarih dersi konuları, daha çok Avrupa tarihi ve kısmen Osmanlı Devleti tarihi ağırlıklı olarak sıralanmıştır. 
Derste özgürlükçü fikirlere de yer verilmesi önemli bir nokta olarak görülebilir (Şengül, 2007). Ancak tarih öğretimi Avrupa merkezli olacak şekilde kurgulanmıştı. Türk tarihinden ziyade, genel tarih ve Avrupa tarihine öncelik verilmekteydi. Çapa (2002) bu programın öncekilerden en önemli farkının, İslam Tarih ve Medeniyeti’ne yer verilmemesi oduğunu belirtmektedir. Ancak bu Türk-İslam devletlerinden bahsedilmediği anlamına gelmemektedir. Şengül (2007) öğretim programlarını siyasi düşünce akımları açısından incelediği çalışmasında, 1924 programındaki en etkili fikir akımının “Batıcılık” olduğunu belirlemiştir. Buna göre Türkçülük akımı ülke politikasına yön veren bir akım olmasına rağmen tarih öğretim programına yansımamıştır. Bu husus Meşrutiyet dönemindeki 
programların durumu ile benzerlik göstermektedir. Türkçülük akımının ilk kez eğitim programlarına yansıması ise 1927 yılına ait tarih öğretim programı ile olmuştur. Bu programla birlikte Türk kültür ve medeniyeti de önemli bir nokta olarak derslerdeki yerini almıştır. Ziya Gökalp tarafından kaleme alınan “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı eser de liselerde okutulmaya başlanmıştır (Şengül, 2007). Bu programın hedefi şu şekilde tayin edilmiştir: “Çocuklara Türk milletinin mazisi hakkında malumat verip onlarda milli şuur uyandırmak; bugünkü medeniyetin uzun bir mazinin mahsulü olduğunu anlatmak; büyük şahısların hayat ve hareketleri tasvir edilerek çocuklara imtisale şayan numuneler göstermek” (Çapa, 2002). Bu programda Türk tarihinin başlangıçtan Cumhuriyet’e kadar bir bütün halinde ele alınıyor oluşu önemlidir. Bu daha önceki öğretim program larında görülmemiş bir durumun gerçekleştiğini göstermektedir. 1927 programının bir diğer önemli yanı tarih öğretim yöntemi konusunda getirdiği yeniliklerdir. Tarih dersini sıkıcı olmaktan kurtarmak amacıyla, yakın çevrede bulunan müzelere ve tarihsel mekanlara araştırma ve inceleme gezilerinin düzenlenmesinin istenmesi ve önemli tarihsel kişiliklerle sözlü tarih çalışmalarının özendirilmesi bu yeniliklerden bazılarıdır (Aslan, 2012: 345). Bu yeniliklerin II. Meşrutiyet döneminde Satı Bey, İhsan Sungu ve İhsan 
Şerif gibi eğitimcilerin gerçekleştirdiği tarih derslerinde de görüldüğünü hatırlamakta fayda vardır. 


Cumhuriyet döneminde 1928 yılına kadar tarih çalışmalarında büyük bir atılımın gerçekleşmediği görülmektedir. Ancak Afet İnan’ın bu tarihte Atatürk’e Türk ırkının sarı ırka mensup olduğunu ve Avrupa zihniyetine göre “secondaire” (ikinci) nevi insan tipi olduğunu yazan bir Fransız tarih kitabını göstererek bunun böyle olup olmadığını sorması (Karal, 1946: 4), bundan sonra gerçekleşecek olan tarih çalışmalarını adeta tetiklemiştir. Zira Avrupa’nın tarih sahasındaki bu saldırılarına yine aynı cinsten bir silahla yanıt verme zaruriyeti doğmuş ve bu alandaki çalışmaların gayesini bu husus domine etmiştir. 

Türk tarihi ile ilgili çalışmaların bu tarihten itibaren yoğunlaştırılmasında şu hususların etkili olduğu söylenebilir: 

. Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler, 
. Türklerin medeni kabiliyet ve istidattan mahrum olduğu iddiası, 
. Türk toprakları üzerindeki tarihi iddialar (Karal, 1946: 2-3). 


Özellikle sonuncu maddede belirtilen husus, Milli Mücadele yıllarında fiili sahada tesir yaratması bakımından önemlidir. Zira Yunanlıların Batı Anadolu, İtalyan ların Güney Anadolu, Ermenilerin Doğu Anadolu’daki toprak taleplerini bu tipten tarih tezleri ile destekleme girişimleri mevzunun ehemmiyetini gözler önüne sermektedir. Tüm bu hususlar Türk tarihi konusunda gerçekleştirilecek 
olan çalışmalara motivasyon kaynağı oluşturmuştur. 

Karal (1946) Atatürk’ün bu konuda aydınlatılmasını istediği meseleleri şu şekilde belirtmiştir: Türkiye’nin en eski yerli halkı kimlerdir? Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir? Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri nedir? Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kurulması için getirilecek izahat ne şekilde olmalıdır? İslam tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslam tarihinde rolü ne olmuştur? (s.4) 

Belirlenen gayelere ulaşılabilmesi için öncelikle en yeni tarih yayınlarından bir kitaplık kurulmuş ve tarih ile uğraşabilecek kimselerle birlikte bu yayınlar incelenmeye başlanmıştır. Kitaplar tercüme edilerek özetleri çıkarılmakta ve raporlar hazırlanmakta idi. Ancak çalışmaların sistemleştirilmesi 23 Nisan 1930’da toplanmış olan Türk Ocakları 6. Kurultayı’nda Türk Tarihi Tetkik Heyeti adlı bir encümenin kurulması ile ancak mümkün oldu. Bu esnada bir yandan devam eden çalışmalar ilk meyvesini 1930 yılında yayımlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli kitap ile verdi. İstenen düzey tam olarak yakalanamamıştı; Atatürk her ne kadar kitabı tam olarak beğenmese de; bu çalışma Türk Tarih Tezi ile ilgili ilk ipuçlarını vermesi bakımından önemlidir. Ancak Türk Tarih Tezi’nin ve tarih çalışmalarının bilimsel bir sistematiğe bağlanması ancak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (Türk Tarih Kurumu) kurulması ile mümkün oldu. 

3.1. Türk Tarih Kurumu ve Tarih Anlayışı Üzerindeki Etkisi 

Türk Ocakları 15 Nisan 1931’de kapatılınca, ona bağlı olarak faaliyet gösteren Türk Tarihi Tetkik Heyeti de doğal olarak ortadan kalkmış oluyordu. Ancak Türk tarihinin araştırılması çalışmalarına ara verilmemesi için aynı tarihte Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştur (Turan ve diğ., 2014: 207). Atatürk’ün bu cemiyetten istediği “ülkenin eski uygarlıklarını ortaya çıkarmak”, “bugünkü Türkiye halkıyla Türk kavimlerinin birbirleriyle ilişkisini çözmek” ve “genel Türk tarihinin, bilimsel tutarlılık içinde yazılmasını” sağlamaktı (Aydoğan, 2006: 26). 

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin kuruluş nizamnamesi şu maddelerden meydana gelmiştir: 

1. Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti) adlı ilmi bir cemiyet kurulmuştur. 
2. Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekili bu cemiyetin fahri reisidir. 
3. Cemiyetin maksadı, Türk tarihini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim etmektir. 
4. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti maksadına ermek için aşağıdaki vasıtaları kullanır: 

a) Toplanıp ilmi müzakerelerde bulunmak; 
b) Türk Tarihi membalarını araştırıp bastırmak; 
c)Türk Tarihini aydınlatmaya yarayacak vesaik ve malzemeyi elde etmek için icap eden yerlere taharri, hafir ve keşif heyetleri göndermek; 
d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti mesaisinin semerelerini her türlü yollarla neşre çalışmak. 

5. Cemiyetin maksadına hizmet edebilecek zatlar ve manevi şahıslar, hangi milliyetten olursa olsun, Cemiyetin asli, fahri veya muhabir azalığına kabul olunabilirler. 
6. Cemiyete girmek isteyenler, azadan iki zatın teklifi ve Riyaset Heyetinin tasvip ve kararıyla kabul olunurlar. 
7. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 6 azadan mürekkep bir Riyaset Heyeti vardır. Bunlar aralarından bir reis, iki reis vekili, bir umumi katip, bir de veznedar seçerler. Riyaset Heyeti Cemiyetin teessüsünde bu vazifeye intihap olunmuş zatlardır. İnhilal vukuunda Cemiyet azası arasından birinin Riyaset Heyetine intihabı aynı heyete aittir. 
8. Riyaset Heyetinin karar ve davetiyle Cemiyet azasının hepsi veya bir kısmı toplanır ve Riyaset Heyetinin hazırladığı ruzname üzerinde ilmi müzakerelerde bulunur. 
9. Cemiyet mesaisinin neticelerini her üç ayda bir defa tespit ederek Yüksek Hamisine arzeder. 
10. İdari meseleler, Riyaset Heyetinde müzakere olunarak bir karara bağlanır. 
11. Cemiyetin varidatı, teberrulardan, taahhütlerden, neşriyat satışlarından, konferanslar duhuliyesinden toplanır. 
12. Cemiyetin mali idaresi Riyaset Heyetinin elindedir. Senetlerde, mukavelelerde biri veznedar olmak üzere Riyaset Heyetinden üç kişinin imzasının bulunması şarttır. 
13. Umumi Katip, Cemiyetin Hükümet nezdinde ve mahkemelerde mes’ul murahhasıdır (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Nizamnamesi, 1932: 3-7’den akt. Dönmez, 2013: 382-383). 


Kuruluş nizamnamesinden de görüldüğü üzere; cemiyetin temel amacı Türk tarihi konusunda araştırma yaparak elde edilen neticelerle ilgili yayınlar hazırlamaktır. Bu cemiyet ile Türk tarihi araştırmaları artık kurumsallaşmanın getirdiği bir sisteme oturmuş ve bu çalışmalarla oluşturulan tezler, büyük ölçüde gayelerine ulaşmıştır. Hiç şüphe yok ki; Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin en 
önemli çalışması Türk Tarih Tezi’nin sistemleştirilmesi ve gerçekleştirilen bilimsel toplantılarla, hazırlanan yayınlarla Avrupa’da Türk milleti ile ilgili oluşturulan olumsuz iddiaların ortadan kaldırılması olmuştur. Ancak Türk Tarih Tezi sadece dışarıya yönelik hazırlanmamış; içeriye dönük olarak da önemli misyonların gerçekleştirilmesine hizmet etmiştir. 

Çalışmanın bu kısmında özellikle Türk Tarih Tezi’nin oluşturulması, muhteviyatı, bu konudaki çalışmalar ve neticeleri üzerinde durulacaktır. 

Ondokuzuncu yüzyılda Avrupa’da pozitivist bilim anlayışının da etkisiyle Antropoloji çalışmaları hız kazanmış ve “ırklar” hakkında hala tartışılan bazı tezler ileri sürülmüştür. Örneğin Comte de Gobineau’nun “yüksek ırklar aşağı ırklar” nazariyesine göre yüksek ırk olan “Ari ırkın en asil kadim zümreleri” Orta Asya’da Pamir ve Altay yurdunda ortaya çıkıp, orada medenileştikten sonra 
Avrupa’ya ve diğer yerlere gitmişlerdi. Sonradan Almanların “Yeni Cermen Nazariyesi” ortaya atılmış ve “Homo-Europoeus”un (Avrupa adamı) Almanya’da ortaya çıkıp buradan dünyaya yayıldığı belirtilmiştir. Daha sonra bu ırk nazariyeleri ile medeniyet arasında bir ilişki kurulmuş ve ilk medeniyeti kuranların brekisefal kafalı ve beyaz insanlar oldukları iddia edilmiştir. Böylece “Avrupa ırk itibariyle üstün olduğu için medeniyette de üstündür” görüşü benimsenmiştir (Köken, 2014: 99). Esasında Avrupa merkezci bu bakış açısı, Avrupa’nın sömürge faaliyetlerinin de meşruiyetini ortaya koyma çabasından ibaretti (Satan, 2013). Ancak Avrupa’nın sömürge faaliyetlerinin, siyasi-askeri alanda Anadolu’daki milli mücadele neticesinde bölgesel olarak sekteye uğraması, tarih ve ırk tezlerinin de sorgulanmasına yol açtı. Bu konudaki ilk ve en önemli örneklerden birisini “Türk Tarih Tezi” oluşturmaktadır. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1918’de Paris Konferansı’nda; Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar tarihi, coğrafi ve medeniyet hususunda “deliller” ileri sürerek Türklerin Anadolu’nun yerli halkı olmadığını, Türklerin Anadolu’yu zorla istila eden barbar güçler olduğunu ve Anadolu’nun esasen kendilerinin hakkı olduğunu iddia etmişlerdir (Köken, 2014: 103). Yunanlıların Bizans’a, İtalyanların Roma İmparatorluğu’na atıfta bulunarak tezlerini destekleme çabaları dikkat çekicidir. 

Avrupa’daki ırk ve medeniyet teorileri ile Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki bu iddilar, Türk Tarih Tezi’nin muhteviyatını ve gayesini büyük ölçüde şekillendirmiştir. Zira Türk Tarih Tezi, büyük ölçüde Anadolu’nun eski bir Türk vatanı olduğu üzerinde durmuş ve İlk Çağ uygarlıkları ile Türk tarihi arasında bağlantılar tesis edilmeye çalışılmıştır. Türk Tarih Tezi’nin bir savaşımın ürünü 
olduğu, bu tezin sistemleştirilmesinde büyük etkisi olan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde konuşan Reşit Galip’in şu sözlerinden anlaşılmaktadır: 

 “Darülfünunumuzun, muallim mekteplerimizin, liselerimizin, ortamekteplerimizin muhterem, güzide okutucuları; hakikat sizce ve bizce sabittir. 
Her asil manada cevheri tükenmez Türklük kanı taşıyanlar, bundan şüphe edemezler. Davamız bizim hakikatimizi bütün beşeriyetin itikatları sırasına 
koymaktır. Sizlerin ve elinizden yetişecek beynelmilel Türk tarih otoritelerinin bilgi ve irşat şimşekleri Türk tarihine asırlardır katran yağdıran yerli ve yabancı 
taassup bulutlarını paralaya paralaya dağıtacak, Türk tarihi Ergenekon’dan çıkacaktır. Bu yalnız tarihimizin değili ezeli ve ebedi hakikatin zaferi olacaktır” 
(Türk Tarih Kurumu, 2010: 161). 

“Türk Tarihinin Anahatları” kitabının başlangıç kısmında kitabın yazılma amacında da aynı “yabancılar”ın iddialarına atıflar bulunmakta; yabancı tarih kitapları sebebiyle Türklerin ataları hakkında yanlış bilgiler edindikleri, bu sebeple kendi benliklerini tanıma ve geliştirme konusunda büyük zarara uğradıkları belirtilmektedir (Türk Tarihi Tetkik Heyeti, 1996: 25). 

Cumhuriyetin, yeni kurulan devlet içerisinde milli kimliğin tesisine dayalı olarak, ortak kültür potasında buluşturmayı düşündüğü “Türk milleti”, Türk Tarih Tezi’nin içerideki motivasyon kaynağını oluştururken; yukarıda sayılan sebepler ise dış motivasyon kaynağını oluşturmaktadır. Köken (2014) bu amaçları; “iç” cephenin güçlendirilmesi ve “dış” cephenin zayıflatılması şeklinde 
ifade etmiştir. 

Tarihi iddilardan dolayı, dış cepheye karşı verilecek en güçlü mesajın Anadolu’nun Türk yurdu olduğunun ispatı olduğu görülmektedir. Diğer bir husus ise Türklerin “medeniyetsiz-barbar” bir kavim olmadığı, tarihin ilk devirlerinden itibaren ilk medeniyeti Türklerin meydana getirdiği ve sonrasında Dünya’ya yaydıkları iddiasının gündeme getirilmesidir. Türk Tarih Tezi’nin bazı iddiaları 
abartılı olarak bulunsa da; kendisine yöneltilen silaha aynı şekilde karşılık verdiği gerçeğini göz önünden ayırmamak gerekir. 

Türk antropologlar ve arkeologlar Anadolu’nun tarih öncesi dönemlerden beri Türklerin mensup oldukları beyaz ırkın Alpin koluyla meskun olduğunu ve buradaki halkların Orta Asya’daki Türk anayurdundan gelmiş olduklarını göstermeye çalışmışlardır (Durgun, 2015). Ortaya atılan bu yeni görüşlere göre Türk metaforu tekrardan şekillenmiştir. Buna göre Anadolu ahalisi, Hitit ve benzeri isimlerle adlandırılmış olan Türklerdir. Bunlar tarihten evvel Orta Asya yaylasından batıya gerçekleşen göçlerle buraya gelmişlerdir (Türk Tarihi Tetkik Heyeti, 1996: 192). Kısacası Avrupalıların Anadolu’dan söküp atmak istedikleri Türklerin, aslında bu toprakların gerçek sahibi oldukları mesajı verilmeye çalışılmıştır. Bu konuda Afet İnan’ın Birinci Türk Tarih Kongresi’nde sunduğu “Tarihten Evvel Tarihin Fecrinde” başlıklı bildirisi önemli katkılar yapmıştır (İnan, 2010). Afet İnan (2010)’ın bildirisi büyük ölçüde Eugene Pittard’ın görüşlerine dayanıyordu. Pittard ise uzun yıllar boyunca Anadolu’da yaptığı araştırmalarda Anadolu’da neolitik kültürün oluştuğunu, bunun Orta Asya kavimler göçüyle bağlantılı olduğunu belirtmişti. Ancak göç edenlere Türk adını vermekte acele 
etmemişti. Afet İnan’ın bildirisi Pittard’ın bu söylemlerini Türklere atfetmesi açısından bir mihenk taşı olmuştur. Pittard da 1937 yılındaki İkinci Türk Tarih Kongresi’nin açılışında yaptığı konuşmada Türk Tarih Tezi ile örtüşen bir konuşma yaparak Türklerin geçmişte Eti adını taşıdıklarını, birkaç bin yıl sonra da Selçuk, Osmanlı ve Türk ismiyle anıldıklarını söylemiştir (Toprak, 2012: 164). 

Türkün ana yurdu olarak Orta Asya yaylası gösterilmiş olup; bu yurdun bel kemiği olarak da “Altaylar-Pamir” mıntıkası verilmiştir. Türkler bu mıntıkada, milattan en az 9000 yıl önce kültür sahibi bir ırk olarak ele alınmıştır (İnan, 2010: 30). Comte de Gobineau’nun “yüksek ırklar aşağı ırklar” nazariyesine göre yüksek ırk olan “Ari ırkın en asil kadim zümreleri”nin Orta Asya’da Pamir ve Altay yurdunda ortaya çıkıp, orada medenileştikten sonra Avrupa’ya ve diğer yerlere gittikleri yönündeki tezleri göz önünde bulundurulduğunda; Afet İnan’a bu konuda yol gösteren görüşlerin büyük ölçüde Avrupa menşeili olduğu söylenebilir. Avrupalı’nın itibar ettiği unsurların, Türkleştirilmeye çalışıldığı söylense yanlış olmayacaktır. 

Kodaman (1982) Türk Tarih Tezi’nin ana hatlarını şu şekilde sunmaktadır: 

1. Medeniyetin ilk çıkış yeri Orta Asya’dır. 
2. Brekisefal ve beyaz ırkın ilk yurdu Orta Asya’dır. 
3. Türkler brekisefal ve beyaz ırktan olup, ana yurtları Orta Asya’dır. 
4. İlk medeniyetin yaratıcısı Türkler olmuştur. 
5. Tarih öncesi devirde Orta Asya’da meydana gelen büyük ve uzun süren kuraklık yüzünden bu medeniyet dağılmış ve sahibi olan Türkler de Hind’e, Çin’e, Mezopotamya’ya, 

Anadolu’ya, Kafkasya’ya, Balkanlara ve Dünya’nın diğer yerlerine göç etmişlerdir. Bu göç esnasında gittikleri yerlere medeniyetlerini götürmüşler ve oralardaki toplumlara öğretmişlerdir. Böylece medeniyet dünyaya Türkler tarafından yayılmıştır. 
6. Anadolu’nun ilk yerli halkı olan Hititler, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olup bizim atalarımızdır (akt. Dönmez, 2013: 384). 


Tarih Tezi’nin iddialarından da görüldüğü üzere Avrupalıların geliştirdikleri nazariyelere, onların cinsinden bir yanıt üretilmiştir. Oluşturulan bu yanıt üzerinde ise pozitivist düşüncenin yoğunluğu (ırk ve antropolojik veriler) hissedilmektedir. Avrupalıların yaptığı gibi ırk ve medeniyet arasında bir bağlantı kurularak beyaz ırktan, brekisefal kafa yapısına sahip Türklerin ilk medeniyetin kurucuları olarak gösterildiği görülmektedir. Romantik tarihçiliğin en bariz örneklerinden birisini teşkil edecek nitelikte güçlü Türklük vurgusu ve büyük düşünceler hissedilmektedir. 

Alman kültür ve ülkü birliğinin tesis edilmesi yolunda önemli faaliyetler yürüten “Eski Alman Tarihsel Bilgi Cemiyeti” Almanya’nın tarihsel anıtlarını, Roma İmparatorluğu’nun öncesine sarkacak şekilde Vizigotlar, Burgonlar, Vandallar ve Lombardlara zamanına kadar uzatmış; ve Alman kimliğinin temel erdemini coğrafyanın ve dilin sürekliliği üzerine tesis etmişti (Geary, 2012). Türk 
Tarih Tezi üzerinde de benzer temayüllerin olduğu hissedilmektedir. Anadolu’nun İlk Çağ ve tarih öncesi dönemleri ile Türklük arasında bağlantı kurma çabası Almanya’daki deneyi andırmaktadır. 

Lakin Türk tarihinin geniş bir coğrafya içerisinde zuhur etmesi ve göç olgusunu barındırıyor oluşu, binlerce yıllık geçmişini aynı coğrafya üzerinde geriye götürebilen Alman deneyi ile uyuşmamaktadır. 

Bu husus Türk tarihi anlayışı konusunda bazı problemleri de beraberinde getirmiştir. Anadolu’nun Türklüğü’nü tarihi, coğrafi, kültürel ve antropolojik temellere dayandırarak kanıtlama gayreti, Türk Tarih Tezi’nin Anadolu üzerine odaklanması sonucunu doğurmuştur. Bunun sebeplerinden birisi de devletin ideolojisi açısından tehlikeli bulunan “panislamist” ve “pantürkist” fikirlere karşı koymak olabilir (Köken, 2014: 92). Bu durum Türk tarihi anlayışı içerisine “Anadoluculuk” adı verilen bir bakış açısının girmesine sebep olmuştur. “Anadoluculuk” nazariyesi, Türk tarihini Anadolu Türklerinin tarihinden ibaret olarak ele almakta; “Türk”ü de Anadolu Türkü olarak görmektedir. Bu durum Osmanlı’nın son dönemlerinde Rusya’dan göç ederek gelen bazı aydınların ve özellikle de Zeki Velidi Togan’ın tepkisini çekmiştir. Togan Türk Tarih Tezi’ne; Türk milliyetçiliğinin kapsamını Anadolu ile sınırladığı için karşı çıkmıştır. Rusya’daki mücadelesinin verdiği perspektifle tarihi karakterinin büyük ölçüde bunu gerekli kıldığı söylenebilir (Özbek, 1997-a). Zira Togan’ın, Türkiye’de oluşturulan bu Tarih Tezi ile uyuşamamasının altında, onun milliyetçilik ve Türkçülük anlayışının, Türkiyeli Türkçülerden tamamen farklı bir tarihsel çerçeve tarafından şekillendirilmiş olması yatmaktadır (Özbek, 1997-b: 15). Togan’a göre Türk milliyetçiliği için en büyük tehlikeyi, Türkistan’da ve Azerbaycan’da olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçiliğin mahalli tezahürü sıfatıyla “Anadoluculuk” güdenler oluşturmaktadır. Ona göre Türk; “Türk dilinde konuşan, hatta bazen dilini unuttuğu halde milli şuurunu muhafaza eden insandır” (Özbek, 1997-a: 22). Bu açıdan “umumi Türklük” fikrine sahip olduğu söylenebilir. Ancak diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet ideolojisi olarak benimseyeceği Türkçülüğün en azından başlangıçta ve görünüşte Anadolu ile sınırlı olması gerçekçi politikaların bir ürünü olarak nitelendirilebilir. Yoksa Türk Tarih Tezi’nin 
oluşmasında büyük emeği geçen Atatürk’ün Türk dünyası hakkındaki görüşleri gayet açıktır. 

Atsız (2011) da, 1930’larda şekillenen tarih anlayışını güçlü şekilde eleştirenler arasında yer almaktadır. Birinci eleştirisi Türk tarihinin, hanedan tarihleri olarak ele alınması üzerinedir. Türk tarihini hanedanların isimleriyle Selçuklu-Osmanlı vb. şekillerde isimlendirerek tarihte çok sayıda kurulmuş-yıkılmış Türk devletinden bahsedilmesinin onu bütüncül olarak algılamayı güçleştirdiğini; 
oysa tek bir Türk milletinin var olduğunu ve tarihin de onun tarihi olduğunu belirtmektedir. Bu eleştirisini yöneltirken de Avrupa tarihlerinde hanedanlara yaklaşımlardan örneklerle desteklemektedir. Diğer bir eleştirisi ise “dil, antropoloji, kanun ve örf bakımından Türklerle hiçbir ilişiği” olmadığını söylediği Hititlerin Türkiye Türklerinin atası olarak gösterilmesi ile alakalıdır. 
Hititlerin yazılarının okunduğunu ve Turanlı olmadıklarının anlaşıldığını belirtmektedir. Ayrıca tarihteki pek çok milletin Türk olarak gösterilmesinin, çocukların kitaplara olan güvenini sarstığını ve herkesin Türk olmasından sonra Türklüğün bir imtiyaz olmaktan çıktığını, bunun da milliyet duygusunun zayıflamasına yol açtığını iddia etmektedir (Atsız, 2011). Yinanç (2011)’ında bu konuda benzer eleştirileri bulunmaktadır. 

Türk Tarih Tezi, Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan çalışmalarla geliştirildikten sonra, hatta büyük ölçüde aynı süreçte, eğitim programlarına da yansımaları görülmüştür. Tarihi süreç içerisinde incelediğimiz tarih anlayışımız içerisinde, Türkçülük akımının en güçlü şekilde tarih eğitimine yansıması ancak Türk Tarih Tezi ile mümkün olmuştur. “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli kitap her ne kadar okullarda okutulmasa da daha sonraki çalışmalara kılavuz olmuş ve liseler için hazırlanan Tarih 1, Tarih 2, Tarih 3 ve Tarih 4 kitaplarının temelini oluşturmuştur (Şengül, 2007). Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarının eğitime yansıtılmasıyla birlikte “milli tarih öğretimi” insanlık tarihi içerisindeki konumuyla ele alınmış ve diğer milletlere düşmanlık besleyen bir vasıta haline getirilme den milli bilinci kuvvetlendirecek bir formda sunulmuştur. Hatta tarih yazımının ve eğitiminin bu yönü kurumun katıldığı uluslar arası kongrelerde bir övünç kaynağı olarak sunulmuştur (Çapa, 2002). Diğer yandan oluşturulan ve bilimsel faaliyetlerle desteklenen tez sayesinde Avrupa’da Türklerle ilgili önyargıların kırılmasını sağlamış; “sarı ırk” söylemi büyük ölçüde zayıflatılmıştır. 

Oluşturulan Türk Tarih Tezi, uluslar arası alandan da kısmen destek almıştır. Bu hususta özellikle Macarların ilgi ve desteği dikkat çekmektedir. Macar dili ve tarihinin Türk dili ve tarihi ile bağlantılarının geçmişi, Macaristan’daki Türkoloji çalışmaları; ardından da Türkiye’de Hungaroloji Enstitüsü’nün kurulması bu ilişkilerin gelişmesi üzerinde etkili olmuştur (Çolak, 2010). 

Türk Tarih Kurumu’nun çalışmaları ve Türk Tarih Tezi’nin tesisi, Asya kökenli “aydınlanmacı” anlayışın ortaya koyulmasını mümkün kılarak; Avrupa merkezci tarih ve aydınlanma anlayışının yediği ilk büyük darbelerden birisini oluşturmuştur. Böylelikle İstiklal Harbi ile Avrupa sömürgeciliğinin askeri-siyasi kanadına gösterilen direniş; Türk Tarih Tezi’nin ortaya konulması 
suretiyle de Avrupa sömürgeciliğinin meşruiyet kanalı olan “aydınlanmacılık” anlayışı önüne bir set çekilmesiyle tamamlanmıştır. Önceki dönemlerde Avrupa’dan yapılan tarih nakillerinin etkisiyle Türk milleti üzerinde oluşan “eziklik” duygusu, bu yeni bilimsel gelişmelerin eğitim kanalıyla tabana sirayet etmesi neticesinde yerini “kendine güven” duygusuna bırakmıştır. Tanzimat döneminden beri süregelen milliyetçilik ve pozitivizm düşüncelerinin, bu dönemde devlet ideolojisini yönlendiren aygıtlara sirayet etmesi en mükemmel seviyede gerçekleşmiş ve tarih anlayışında uzun müddet devam eden milli tarihin pozitivist yorumunun evrimi büyük ölçüde nihayete ermiştir. 

Türk Tarih Kurumu’nun, Türkiye’deki tarih anlayışı üzerindeki en büyük etkilerinden birisi de onu bilimsel esaslara oturtmuş olmasıdır. Tarih araştırmalarında kanıt ve belge kullanımı, arkeolojik kazılar, geziler, bilimsel toplantılar, yayınlar vb. hususlar tarih anlayışındaki bilimselliğin artışında rol oynamıştır. Ayrıca kurum, uluslar arası bilimsel toplantılara da katılarak yurt dışındaki tarih çalışmalarını da büyük ölçüde takip etmiştir. 

 Tartışma ve Sonuç 

Türk tarihinin çok uzun bir zaman içerisinde, geniş bir coğrafyaya yayılarak şekillenmesi, bizzat o tarihi yaşayan, yapan, yazan, araştıran ve algılayan özneleri için bazı güçlüklere sebep olmuştur. 

Osmanlı İmparatorluğu zamanında hakim olan tarih anlayışı, bahsedilen güçlüklerin mahiyeti hakkında fikir verebilir. Türkistan’dan gerçekleşen “Büyük Oğuz Göçü” neticesinde Anadolu’nun yurt tutulmasının akabinde bölgede beyliklerin kurulması, Selçuklu hakimiyeti ve ardından da Osmanlı hakimiyetinin tesisi neticesinde Anadolu büyük ölçüde Türkleşmişti. Ancak Osmanlı’daki 
tarih anlayışına göre; yalnızca İslam tarihi ve devletin son yüzyıllarına doğru da hanedan çevresinde şekillenen bir Osmanlı tarihi vardı. Tarih anlayışının ve eğitiminin, kimlik üzerindeki etkisi Osmanlı deneyinde de kendisini büyük ölçüde göstermişti. Zira ne Osmanlı millet sistemi tam olarak oturmuştu, ne de Türklük bilinci vardı. Tebaanın kimliği büyük ölçüde “müslümanlık” üzerinden 
şekillenmişti. Ancak Fransız İhtilali ve Aydınlanma Çağı’nın ardından Avrupa’da gelişen ve sonrasında dünyaya yayılan milliyetçilik, özgürlük, eşitlik, bilimsel alanda pozitivizm vb. düşünceler 19. Yüzyılda Osmanlı coğrafyasına da yavaş yavaş girmeye başladı. Ne var ki bu yüzyılın son çeyreğinde ve 20. Yüzyılın başlarında Sultan II. Abdülhamit’in, devletin içerisinde bulunduğu zor 
durumla baş etmek adına, Avrupa’dan ithal edilen bu yeni düşüncelerin etkisini azaltmak için tarih çalışmaları ve tarih eğitimini sekteye uğratması, düşüncenin içtimai hayatta fiiliyata ermesini geciktirdi. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük (Akçura, 2012) düşünce akımlarının varlık mücadelesi verdiği bu dönemde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşünce akımlarının, Balkan Savaşları, 
Trablusgarp Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yediği darbelerle geri plana düşmesi, Türkçülük ve Batıcılık akımlarının ön plana çıkmasıyla sonuçlandı. Atatürk’ün milli kimliğin farkına varılması hususunda “…Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmak lığımızmış” (Keskin, 1999: 102) şeklinde ifade bulan sözü bu konuyu gayet açık bir şekilde özetlemektedir. 

Türkçülük ve Batıcılığın tarih alanına yansıması ise; aslında 19. Yüzyılın başlarında Avrupa’da başta Almanya, Fransa ve İngiltere’de görülen “milli tarihin pozitivist yorumu”nu Türkiye’ye getirecek olan düşünsel gücün harekete geçmesi anlamına geliyordu. Türkçülük akımı, “milli” düşüncenin tekamülünü hızlandırdığı gibi, Batıcılık akımı ise “pozitivist” ve “seküler” bilim anlayışının Türkiye’de yerleşmesi için ortamı uygun hale getirecekti. 

II. Meşrutiyet dönemi her ne kadar özgür düşünce ortamının, eskiye nazaran arttığı bir dönem olsa da; yurt içi ve dışındaki önemli siyasi meseleler bu dönemde “tarih” alanında bir atılım gerçekleşmesinin önüne geçmiştir. Esasında tarih alanındaki kurumsallaşma çalışmaları; Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocakları, Türk Bilgi Derneği vb. kuruluşların teşekkülü ile büyük ölçüde 
hızlanmıştı. Ancak bu kurumların güç şartlar altında gerçekleştirdikleri çalışmalar tabana sirayet edecek nitelikte bir “tarih anlayışı” değişimine sebep olmamıştı. Zira Türkçülük akımı, İttihat ve Terakki ile iktidara gelmiş olmasına rağmen; okullarda özendirilen milliyetçilik hala “Osmanlı millet sistemi” ve milletler mozaiği “Osmanlı Vatanı” üzerine şekillenmişti. Satı Bey, İhsan Sungu, İhsan 
Şerif ve Abdüllatif Bey’in tarih ders planlarının bu durumu net bir şekilde yansıttığına daha önceden değinilmişti. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarında da büyük ölçüde devam etti. İktidardaki güç, büyük ölçüde Türkçülük akımına göre hareket ediyordu. Ancak tarih anlayışı ve tarih eğitimi, iktidarın yoğun ajandasından dolayı ilk yıllarda gündeme alınamamıştı. II. Meşrutiyet döneminde Avrupa’dan tercüme edilen tarih kitapları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da hala kullanımda idi. Ali Reşat Bey’in 1929’da basılan ve liselerde kullanılan “Umumi Tarih” kitabı bu anlayışın devam ettiğini büyük ölçüde göstermektedir. 

Tarih anlayışındaki en büyük değişim, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 1931’de kurulmasının ardından meydana gelmiştir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, birkaç yıl öncesinde başlatılan Türk Tarih Tezi oluşturma çabalarına, 1932 yılında düzenlediği “Birinci Türk Tarih Kongresi” ile bilimsel bir nitelik kazandırmıştır. Bu hareket aynı zamanda çalışmaların tüm dünyaya duyurulması ve 
sistemleştirilmesinin de önünü açmıştır. Zira bu tarihten sonra tüm yurtta bir tarih seferberliği başlatılmış ve Avrupa’nın Anadolu üzerindeki emellerini yansıtan Tarih Tezlerine ve ırk mitosuna karşı adeta bilimsel-kültürel bir savaş başlatılmıştır. Türk Tarih Kurumu bünyesinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılar ve Cumhuriyet tarihinin en büyük antrolopoji çalışmaları, tezi somut veriler ve 
kanıtlarla destekleyerek Avrupa’nın itibar göstereceği bir forma sokmuştur. Nitekim 1937 yılındaki İkinci Türk Tarih Kongresi ile Türk Tarih Tezi yabancı bilim adamlarının da desteği ile büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bu çalışmalar gerçekten de Avrupa’daki iddiaların ve Türklerin “sarı ırk”tan olduklarını iddia eden ırk mitosunun geri plana düşmesine, bir müddet sonra da unutulmasına sebep olmuştur. Türk Tarih Tezi’nin Anadolu’nun ilk sahipleri olarak Türkleri göstermesi, ilk medeniyet kurucusu olarak Türkleri göstermesi ve Avrupa medeniyetinin kökenine dahi Türk izlerini serpiştirmesi; Avrupa’nın Türklere yönelttiği silaha etkili bir cevap vermişti. Bu çalışmalar dış cephedeki konumu sağlamlaştırırken; aynı zamanda son yüzyıllarda gururu kırılmış ve güçlüklere 
göğüs germek zorunda kalmış olan Türk milletinin de “milli bilinç” kazanması hususunda önemli katkılar sağlamıştır. Zira bu dönemde ilk kez “milli tarih” eğitim programlarına girmiş ve genç kuşaklar bu programlar doğrultusunda yetiştirilmiştir. Türk Tarih Kurumu, 19. Yüzyılın başlarında Avrupa’da “milli tarih” yazan “Monumenta Germaniae Historica”, “French Ecole des Chartes” ve 
“The English Public Records Office”in (Köken, 2014: 78) işlevini, 1931’den sonra Türkiye’de çok kısa bir süre içerisinde gerçekleştirmiştir. 

Anadolu’da yaşayan Türk milletine “milli bilinç” yeni tarih anlayışı ile aşılanmıştır. Ancak Avrupa’nın Anadolu üzerindeki iddialarını çürütmek amacıyla; Anadolu’yu sahiplenme dürtüsü, yeni tarih anlayışına da büyük ölçüde şekil vermiştir. Türkistan ve Rusya’dan gelen Türkçü aydınların bazıları bu hususa tepki göstermiş ve inşa edilen milli tarihin “mahalli milliyetçiliğin” ürünü olduğunu savunarak bu hususun Türk dünyasına zarar vereceğini iddia etmişlerdir. Bu konuda en dikkat çekici eleştirileri Başkurdistan’da Sovyetlere karşı milli mücadele vermiş olan Zeki Velidi Togan gerçekleştirmiştir. Ancak bu tarz eleştiriler Türk Tarih Tezi üzerinde önemli bir etki yapmamıştır. Anadolu menşeili Türk tarihi anlayışı, Türkiye’de büyük ölçüde yerleşmiş olup halen devam etmektedir. 

Türk Tarih Kurumu, 1930’lu yıllarda Türkiye’deki tarih anlayışı üzerinde önemli bir paradigma değişikliğini gerçekleştirdikten sonra çalışmalarına devam etmiştir. Türkiye’de tarih ve tarihçiliğin gelişmesinde kuşkusuz en büyük rol bu kuruma aittir. Günümüzde de bu işlevini büyük ölçüde yerine getirmektedir. 

Kurum, 7 Kasım 1982’de kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 134. maddesi ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine dahil edilmiştir. Türk Tarih Kurumu bu dönemden itibaren de ilk kuruluş amaçları doğrultusunda çalışmalarına devam etmiş ve etmektedir (Türk Tarih Kurumu, 2016). 

Türk Tarih Kurumu tarafından 1937 yılından beri yayımlanan Belleten dergisi, sonraki yıllarda Türkiye’de bilimsel tarihçiliğin gelişmesi hususunda önemli bir rol üstlenmiştir. Bugün de uluslar arası standartları yakalamış önemli yayınlar arasındadır. 


Kaynakça 

Akagündüz, Ü. (2015). II. Meşrutiyet Yılları Düşünce Dünyamızda Tarih ve Tarih Yazımı Üstüne Bir Değerlendirme. Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi (21), 3-31. 
Akçura, Y. (2010). Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair. Birinci Türk Tarihi Kongresi Konferanslar Müzakere Zabıtları. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Akçura, Y. (2012). Üç Tarz-ı Siyaset. Ankara: Kilit Yayınları. 
Akman, Ş. T. (2011). Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmi Tarih Yazımının İdeolojik ve Politik Karakteri. Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi , 1 (1), 80-109. 
Aslan, E. (2012). Atatürk Döneminde Tarih Eğitimi-I: "Türk Tarih Tezi" Öncesi Dönem (1923-1931). Eğitim ve Bilim , 37 (164), 331-346. 
Atsız, H. N. (2011). Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 197-208). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Avcı Akçalı, A. ve Çam, İ. D. (2015). II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet Dönemleri Eğitim Anlayışları 
Bağlamında Mizancı Murad ve Ahmet Refik'in (Altınay) Umumi Tarih Ders Kitapları. Milli Eğitim (207), 119-144. Aydoğan, M. (2006). Türk Uygarlığı. İstanbul: Umay Yayınları. 
Çalen, M. K. (2013). Celal Nuri'ye Göre Muhit, Irk, Zaman Teorisi Bağlamında Eski Türkler ile Osmanlı Türkleri Arasındaki Münasebetler. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 15 (1), 279-296. 
Çapa, M. (2002). Cumhuriyet'in İlk Yıllarında Tarih Öğretimi. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk You Dergisi (29-30), 39-55. 
Çolak, M. (2010). Atatürk, Macarlar ve Türk Tarih Tezi. Türkiyat Araştırmaları Dergisi (27), 371-402. 
Demircioğlu, İ. H. (2012). Osmanlı Devletİ'nde Tarih Yazımının Tarih Öğretimi Üzerine Etkileri. Milli Eğitim (193), 115-125. 
Dönmez, C. (2008). Tarihi Gerekçeleriyle Harf İnkılabı ve Kazanımları. Ankara: Gazi Kitabevi. 
Dönmez, C. ve Oruç, Ş. (2006). II. Meşrutiyet Dönemi Tarih Öğretimi. Ankara: Gazi Kitabevi. 
Durgun, Ş. (2015). Ulus İnşa Sürecinde Irkçı Tesirler. Türk Yurdu (333), 39-44. 
Geary, P. J. (2012). Uluslar Miti ve Avrupa'nın Kökenleri. (Ç. Sümer, Çev.) Ankara: Tan Kitabevi. 
Güvenç, B. (1996). Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları. İstanbul: Remzi Kitabevi. Türk Tarih Heyeti (1996). Türk Tarihinin Ana Hatları. İstanbul: Kaynak Yayınları. 
İnan, A. (2010). Tarihten Evvel Tarihin Fecrinde. Birinci Türk Tarih Kongresi. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Karal, E. Z. (1946). Atatürk'ün Türk Tarihi Tezi. Ankara. 
Keskin, M. (1999). Atatürk'ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. 
Köken, N. (2014). Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları ve Tarih Eğitimi (1923-1960). Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. 
Köprülü, F. (2011). Bizde Tarih ve Müverrihler Hakkında. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 31-46). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Türk Tarih Kurumu (2010). Birinci Türk Tarih Kongresi. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Türk Tarih Kurumu (2016). Türk Tarih Kurumu'nun Tarihçesi. 06 09, 2016 tarihinde Türk Tarih Kurumu: 
http://www.ttk.gov.tr/index.php?Page=Sayfa&No=1 adresinden alındı 
Mehmed Arif (2006). Başımıza Gelenler. İstanbul: Babıali Kültür Yayıncılığı. 
Türk Ocakları (2016). Türk Ocakları Derneği Tüzüğü. 06 10, 2016 tarihinde Türk Ocakları Genel Merkezi: 
http://turkocaklari.org.tr/sayfa/3510/tuzuk.html adresinden alındı 
Oral, M. (2006). Türkiye'de Romantik Tarihçilik (1910-1940). Ankara: Asli Yayın Dağıtım. 
Özbek, N. (1997-b). Zeki Velidi Togan ve Milliyetler Sorunu: Küçük Başkurdistan’dan Büyük 
Türkistan’a. Toplumsal Tarih , 8 (44), 15-23. 
Özbek, N. (1997-a). Zeki Velidi Togan ve Türk Tarih Tezi. Toplumsal Tarih , 8 (45), 20-27. 
Saray, M. (1995). Atatürk ve Türk Dünyası. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 
Satan, A. (2013). Avrupamerkezcilik ve Türk Tarih Tezi. İnsan ve Toplum Dergisi , 3 (6), 333-342. 
Sönmez, E. (2010). Annales Okulu ve Türkiye'de Tarih Yazımı, Annales Okulu'nun Türkiye'deki Tarih Yazımına Etkisi: Başlangıçtan 1980'e. Ankara: Tan Yayınevi. 
Şengül, T. (2007). Siyasi Düşünce Akımları ve Tarih Ders Programlarındaki Düşünsel Değişim (1908-1930). Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi , 40 (1), 63-97. 
Şimşek, A. ve Satan, A. (2011). Milli Tarihin İnşası - Makaleler. İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Toprak, Z. (2012). Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 
Turan, M. (2015). Türk Milli Devleti'nin İnşasında Tarihi Süreç ve Gerekçeler. Türk Yurdu (333), 30-33. 
Turan, R., Safran, M., Hayta, N., Çakmak, M. A., Dönmez, C. ve Şahin, M. (2014). Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi. Ankara: Yargı Yayınevi. 
Ülken, H. Z. (2011). Tarih Şuuru ve Vatan. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 209-228). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Yinanç, M. H. (2011). Tanzimat'tan Meşrutiyet'e Kadar Bizde Tarihçilik. A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 59-96). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 
Ziya Gökalp (2011). Tarih İlim mi? Yoksa Sanat mı? A. Şimşek ve A. Satan içinde, Milli Tarihin İnşası - Makaleler (s. 47-48). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 


***

Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi, BÖLÜM 1

  Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi , BÖLÜM 1



Cengiz DÖNMEZ 
Gazi Üniversitesi, 
cdonmez@gazi.edu.tr 

Ömür KIZIL 
Gazi Üniversitesi, 
omurpasha@hotmail.com 



Özet 

Avrupa’daki tarih anlayışı, 19. Yüzyılın başlarında güçlenen milliyetçilik düşüncesinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Tarih çalışmalarının ulus birliğini güçlendirecek mahiyette kullanımının ilk örnekleri bu dönemde Avrupa’da görülmüştür. Bu durum üzerinde tarih çalışmalarının kurumsallaştırılmasının da büyük etkisi vardır. Türkiye’de ise, 19. Yüzyıl açısından Avrupa ile çağdaş 
bir tarih anlayışı evriminden bahsedilememektedir. Bu durum üzerinde milliyetçilik düşüncesinin teşekkülünün, tarih çalışmalarının kurumsallaş tırılmasının, tarihin pozitivist bir yorumla ele alınmasının gecikmesi gibi hususların etkili olduğu söylenebilir. Bu çalışma Türk Tarih Kurumu’nun, Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye’deki tarih anlayışı üzerinde yarattığı etkileri ortaya koymayı amaçlamaktadır. Meydana gelen değişimin anlaşılır olması açısından, Türkiye’deki tarih anlayışı önceki dönemlerden itibaren ele alınmıştır. Bu açıdan II. Meşrutiyet öncesi dönem, II. Meşrutiyet dönemi ve Erken Cumhuriyet dönemindeki tarih anlayışları sırası ile incelenmiştir. 

Araştırma neticesinde şu sonuçlara ulaşılmıştır: Türk Tarih Kurumu’nun kurulması ile birlikte Türkiye’deki tarih çalışmaları kurumsal bir tabana oturmuştur, Avrupa’nın ırk mitosları ile mücadele edecek çalışmalar 
yürütülmüştür, Anadolu’nun ezelden Türk vatanı olduğu anlayışını yerleştirmeyi amaçlayan çalışmalar ortaya konulmuştur, Anadolu merkezli Türk tarihi yazımı ve tarihin pozitivist yorumu kuvvet kazanmıştır. Tüm bu hususların tarih eğitimi ile ilgili olarak da yansımalarının olduğu görülmüştür. 

Anahtar Kavramlar: Türk Tarih Kurumu, Türk tarihi, tarih anlayışı, tarih eğitimi, Cengiz DÖNMEZ, Ömür KIZIL ,


Giriş 

Tarih anlayışı, zaman içerisinde dönemin siyasi ve sosyal özelliklerine bağlı olarak büyük dönüşümler geçirmiştir. Tüm dünyada aynı zamanda meydana gelmeyen bu dönüşümler, çeşitli toplulukların söz konusu siyasi ve sosyal konjonktüre geçişiyle birlikte kendisini hissettirmeye başlamıştır. Örneğin Fransız İhtilali’nin ardından öncelikle Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımı ile birlikte; batıda dönüşüm geçiren tarih anlayışı, tarih araştırmaları ve tarih eğitimine milli kimliklerin inşa edilmesi hususunda önemli bir görev yüklemiştir. 

Önceki yüzyıllarda kroniklere indirgenebilecek, zaman ve mekan mevhumundan büyük ölçüde yoksun olan tarih anlayışı, siyasi ve sosyal hayatta meydana gelen bu hareketlilikten etkilenmiştir. 

Özellikle 19. Yüzyılda Avrupa’da gücünü arttıran milliyetçilik akımları, beraberinde “Romantik tarih anlayışı”nı da kuvvetlendirmiş ve kendisi de bu akımı milletlerin inşası sürecinde payanda olarak kullanmıştır. Romantizm akımının ortaya çıkışı 18. Yüzyılda Aydınlanma hareketinin akılcılığa karşı tepkisinin neticesidir. Aydınlanmacılar evrenselliği, insanlığı, akıl ve ürünlerini ön plana çıkartırken, romantikler her milletin tekil ve özgün olduğunu savunarak milli kültür üzerinde dururlar (Köken, 2014: 33). Romantizm’in tarih anlayışları üzerindeki etkisi de “romantik tarih anlayışı”nı ortaya çıkarmıştır. Bu akımın etkisi özellikle 19. Yüzyılda en ileri safhaya varmış ve gerekli sosyo-kültürel evrimi gerçekleştirmiş olan her millet, milli kimlik ve kendine güven için tarih araştırmaları ve faaliyetleri konusunda seferberliğe girişmişlerdir (Köken, 2014: 33). Bu bakımdan romantik dönemin, ulus birliğini güçlendirecek ve anlamlı kılacak tarihsel çalışmaların önemsendiği bir süreç olduğu söylenebilir (Şimşek ve Satan, 2011: 18). 

Milli devletlerin teşekkülünün ardından, toplumun ortak kültür çerçevesinde buluşturulması gayesiyle Avrupa’nın her yerinde, milli kültür değerlerini ortaya çıkartıp bu hususta eserler neşredecek kurumların tesis edilmeye başlandığı görülür. Bunlardan ilki 1819 yılında Almanya’da “Monumenta Germaniae Historica” olup; bu kurumu 1821 yılında Fransa’da “French Ecole des 
Chartes” ve 1838 yılında İngiltere’de “The English Public Records Office” izlemiştir (Uslu, 1998: 93’den akt. Köken, 2014: 78). 

Bu husustaki ilk kurumun Almanya’da kurulmuş olması rastlantı değildir. Romantizm tarih anlayışının en önemli temsilcilerinden birisi olan Alman felsefecisi Gottfried von Herder (ç. 1803) ve takipçileri, milliyet teorisini her halkın ortak bir “halk ruhu” (Volksgeist) kavramına dayandırmışlardır. Bu kültürel bütünlük, bütün millet üyeleri arasında paylaşılan ve tarihi 
tecrübelerden oluşan belli bir tarih akışı içerisinde meydana gelmektedir (Köken, 2014: 33-34). Herder ve takipçilerinin bu görüşleri ve kavramları ilk kez Almanya’da ortaya koymuş olmaları ülkenin bu konuda öncü olmasında etkili olmuştur. 

Avrupa’nın başlıca devletlerinde tarih araştırmalarıyla ilgili kurumların birbirlerine yakın tarihlerde kurulduğu görülmektedir. Ancak Avrupa’da bu akımın özellikle 19. Yüzyılın başlarında gerçekleşmiş olması onun artık modası geçmiş bir cerayan olduğu anlamına gelmemektedir. Ülken (2011) bu hususta; “medeni alemde söz söyleyebilmek için her milletin tam bir şahsiyet kazanması ne derece zaruri ise, bu şahsiyete erişebilmek için de kendi tarihinin şuuruyla kültür yaratma savaşına girişmesi o kadar zaruridir” (s.221) diyerek her toplumun milli tarih inşa sürecini gerçekleştirebilecek safhaya evrildiği anda bu zaruri durumla yüzleşeceğine vurgu yapmaktadır. Nitekim romantik tarih anlayışı, zaman içerisinde Avrupa dışındaki ülkelere de yayıldı. Özellikle 19. Yüzyılda tarih biliminin gelişmesine de katkıda bulunan bu akımın yayılmasında etkili olan önemli bir husus, sömürgeci milletlerin yanında; Avrupa baskısı altında bunalan milletlerin de milli mücadele ve bağımsızlık hareketlerini destekleyen ideolojilerinin en önemli kaynağı olarak milli tarihlerinin ihtişamını ve milli tarihlerinin kendilerine verdiği misyonu görmeleri olmuştur. Örneğin ABD Bağımsızlık Savaşı’ndan önce Amerika kolonilerinde yaşayan insanların Britanya tarihini kendi tarihleri olarak görmelerine rağmen; daha sonra 13 koloninin milli kimliğin inşasını zaruri görmeleriyle, özgün bir Amerikan tarihine ihtiyaç olduğunu anlamış ve bu yönde çalışmalara girişmişlerdir (Tosh, 1984’den akt. Köken, 2014: 77-78). 

Modern tarih anlayışı üzerinde etkisi olan bir diğer unsur ise Leopold von Ranke’nin tarih bilimine ilişkin yaratmış olduğu “Ranke devrimi”dir. Ranke, tarih araştırmalarında kullanılan kaynaklarda ve metodlarda büyük yenilik yapmıştır. Pozitivist bilimselliği tarih anlayışı içerisine yerleştiren Ranke, nesnelliği sağlamak adına belgeleri araştırmaların merkezine almıştır. 

Belgeciliğin bu şekilde yükseltilmesi ise; “siyasi ulusal (milli)” tarihlerin yüceltilmesini de beraberinde getirmiştir (Şimşek ve Satan, 2011: 15-17). Zira tarih yazımında kullanılacak belgelerin çoğunun devlet arşivlerinden temin ediliyor oluşu, milli tarih yazımına zemin yaratmaktadır. 

Herder ve Ranke’nin tarih anlayışı üzerindeki bu milli ve pozitivist etkileri, Türkiye’deki tarih yazımına da büyük ölçüde etkide bulunmuştur. Ancak bu etkileme süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına yayılacak şekilde uzun bir sürece yayılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki tecrübeleri ve sonrasında İstiklal 
Savaşı’nın yaratmış olduğu ortam milli bir devletin teşekkülünü sağlamış, bu husus da yukarıda belirtildiği üzere Türkiye’de mili kimlik inşa sürecinde romantik devrin zirveye ulaşmasına sebep olmuştur. Türkiye’nin kurulmasıyla tarih alanında yaşanan hareketliliğin ve kurumsallaşmanın önemini daha iyi anlayabilmek adına Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarih anlayışının geçirdiği değişime de geniş perspektiften yaklaşarak dikkat etmek gerekmektedir. Zira Anadolu üzerinde yaşayan Türk halkının, tarih anlayışı mevcut rejim, eğitim politikaları ve siyasi gelişmelerden büyük ölçüde etkilenmiştir. 

Karal (1946), Türk toplumunda tarih yazımının ve anlayışının üç aşamadan geçtiğine vurgu yapmaktadır; dinsel (ümmet) tarih anlayışı dönemi, hanedan tarih anlayışı dönemi ve ulus (milliyetçi) tarih anlayışı dönemi (s.1). Tarih yazımı üzerindeki bu anlayışlar doğal olarak tarih öğretimi hususunda da anlayış değişikliklerine sebep olmuştur (Demircioğlu, 2012). Ziya Gökalp, tarih 
alanında büyük anlayış değişikliklerinin yaşandığı döneme vurgu yaparak şen’i tarih ve milli tarih olmak üzere iki tarih türünden bahsetmektedir. Buna göre şen’i tarih varlıkları olduğu gibi görmeye çalışıp, bunda muvaffak olmak için belgeleri inceleyerek tetkik edip, olayların izahını yapmaya çalışan tarih türüdür. Milli tarihin gayesi ise pedagojik olup, çocuklara kendi vatanlarını ve milletlerini 
sevdirmek için; atalarının faziletlerini, kahramanlıklarını, milletin şanlı ve şerefli serüvenlerini öğretmektir (Ziya Gökalp, 2011: 47-48). Ziya Gökalp’in bu tasnifi, esasında 19. Yüzyılda Avrupa’da tarih üzerinde tesiri görülen milliyetçilik ve pozitivizm düşüncelerinin birer yansımasından ibarettir. 

Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki tarih anlayışı üzerindeki etkisini incelemeyi amaçlayan bu çalışmada; söz konusu etkinin manasını ortaya koyabilmek adına Türkiye’deki tarih anlayışı üzerinde etkili olduğu düşünülen ve 19. Yüzyılda Avrupa’da güçlenen romantik tarih anlayışına ve Ranke devrimine değinmek zaruri görülmüştür. Zira Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasıyla; hem milli tarih 
hem de pozitivist tarih anlayışlarının hakimiyeti konusunda büyük ilerlemeler yaşanmıştır. Çalışma boyunca süreç içerisinde adım adım gerçekleşen bu değişimi ortaya koyabilmek adına Türkiye’deki tarih anlayışı; II. Meşrutiyet öncesi dönem, II. Meşrutiyet Dönemi, Cumhuriyet Dönemi olmak üzere üç merhalede ele alınmış olup; Cumhuriyet dönemi kendi içerisinde Türk Tarih Kurumu’ndan önceki ve sonraki dönemler olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Tarihi dönemlerin belirlenmesinde o dönemde egemen olan tarih anlayışı ve bu anlayış üzerinde meydana gelen değişimler etkili olmuştur. 

1. II. Meşrutiyet Öncesinde Osmanlı Devleti’nde Tarih Anlayışı 

Osmanlı Devleti’nde 15. Yüzyılda yoğunlaşan ve 18. Yüzyıla kadar ağır bir şekilde devam eden Arap etkisi hissedilmekte olup; bu etki Osmanlı’dan önceki Türk devletlerinin temelinde yer alan tarih ve kimlik bilincini büyük ölçüde yok etmiştir (Aydoğan, 2006: 24). Dinsel (ümmet) tarih anlayışına dayalı tarih yazımının baskın egemenliği, Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir. Bu dönemde eser veren İdris-i Bitlisi, İbn-i Kemal Ahmet Şemsüddin, Ali Çelebi ve Hoca Sadettin gibi tarihçiler, tarihi olayların sebep ve neticelerini büyük ölçüde “takdir-i ilahi” ile tasvir etme yoluna girmişlerdir (Yinanç, 2011). Atsız (2011) Hoca Sadettin gibi önemli tarihçilerin, eserlerine doğrudan Osmanlılarla başlamalarının bizim için “Türk tarihi”ni Osmanlı tarihinden ibaret kıldığını belirtmekte ve hatta daha önceki Türklerden az veya çok yabancı milletlermiş gibi bahsedildiğini belirtmektedir (s.197). 

Yinanç (2011); Ali Çelebi, Katip Çelebi, Müneccimbaşı ve Naima’nın biraz daha gelişim göstererek şen’i tarihçiliğe yakın izahat ve tenkit kabiliyeti gösterdiklerini belirtse de esas itibariyle kendilerinden önceki geleneği büyük ölçüde devam ettirdiklerini de eklemiştir (s.60). 

Bahsi geçen dönemdeki Osmanlı tarih anlayışı, diakronik bir zaman algısı ve mekan algısından da yoksun şekilde tezahür etmiştir. Zira Osmanlı tarihçilerinin zaman ve mekanı kendi dünyaları ile sınırlı kalmış olup; esas mevzularını İslamiyet’in doğuşu ve hilafetin kuruluşu, Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlı hanedanı oluşturmaktadır (Köken, 2014: 20). 

Dolayısıyla Osmanlı tarih yazıcısı içerisinde yaşadığı imparatorluğu başka ortamlarla ya da zaman kesitleriyle karşılaştırma yapmaktan mahrum bir bakış açısına sahip olarak kalmıştır. Bu tarih yazıcılığında anlatı imparatorluğun başarıları etrafında dönmekte ve padişahın yetkisinden, davranışlarından sorgu sualolunamamaktadır (Sönmez, 2010: 100-101). 

İslami tarih anlayışı dönemi oldukça uzun sürmüştür. Dönmez (2008) bu durumun sebebini Osmanlı toplumunun, 19. Yüzyıla kadar büyük ölçüde devam eden uzun barış ve huzur devrine bağlamaktadır. Bu süreçte İslam düşüncesi, teoriden paratiğe aktarılarak topluma hem huzur ve saadet verilmiş hem de dolayısıyla bu düşüncenin tarih görüşü topluma kabul ettirilmiştir. Böylelikle 
büyük ölçüde İslami tarih görüşü benimsenmiş ve kısa zamanda değişmesi mümkün olmamıştır (s.376). Ancak 19. Yüzyılda artan uluslar arası bunalımın, yükselen bir ivmeyle Osmanlı toplumu içerisine sirayet etmesi, içtimai hayatın her alanında olduğu gibi tarih anlayışı üzerinde de büyük tesirler yaratmıştır. Tanzimat’tan sonra Avrupa dillerini bilen tarihçilerin yetişmeye başlaması bu 
husus üzerinde etkili olmuştur. Zira bu tarihten itibaren Avrupa dillerinden tercüme edilen “genel tarih”ler sayesinde hem eski kavimlere ilişkin hem de Avrupa devletlerinin tarihlerine ilişkin bir ilgi uyanmaya başlamıştır. Osmanlı tarihçileri de Avrupa devletlerine ilişkin önemli olayları kendi tarihlerinde konu etmeye başlamışlardır (Yinanç, 2011: 68). Bu konuda özellikle 1774-1824 yılları 
arasındaki İmparatorluk Tarihi’ni yazan Cevdet Paşa’nın çalışması dikkat çekmektedir. Zaman içerisinde bu husus halka da sirayet etmiş ve Avrupa devletleriyle ilgili malumat düzeyi artmıştır. 

Osmanlı tarih yazıcılığında Avrupa etkisinin artmaya başlaması, Arap-Fars etkisini hafifletmiştir. Ortadoğu geleneği her ne kadar zayıflasa da bir anda ortadan kalkması mümkün olmamıştır. Osmanlı aydınları Avrupalı yazarlar arasında özellikle Descartes, Voltaire, Condorcet ve Turgot gibi düşünürleri okumuşlardır. Bu yazarların eserlerinde ilerleme ve pozitivizmin önemli derecede yer tutuyor oluşu, Osmanlı aydınını da etkilemiştir (Sönmez, 2010: 105). Ancak önceki kısımda değinildiği üzere; Avrupa’da milliyetçi ideoloji ile pozitivist tarih yorumu birlikte gelişim göstermişlerdi. Avrupa’da meydana gelen bu ikili gelişim, Osmanlı Devleti’nde aynı mahiyette tezahür etmemiştir. Pozitivist anlayış ve dolayısıyla şen’i tarihçiliğin Osmanlı Devleti’ne girişi daha kolay olmuşken; milli 
tarih anlayışının tesisi için daha fazla beklemek gerekmiştir. Ziya Gökalp’in şen’i tarihçilik ve milli tarih tasnifi de esasında büyük ölçüde bu hususa dayanıyor olmalıdır. Zira Türk aydını, şen’i tarih ile milli tarihin gelişimini paralel bir süreçte değil; birbirinin ardılı olacak şekilde yaşamıştır. Ancak Avrupa’dan yapılan tercümeler, yavaş yavaş milli tarihin de tohumlarını atmıştır. Bu tercümelerden 
Türk dünyasına ait malumat alınması sayesinde, milli hissin uyanması ve gelişmesi (Akçura, 2010: 593) uzun bir sürece yayılmış da olsa neticede mümkün olmuştur. 

Tanzimat dönemindeki bu gelişmeler İslami tarih anlayışını tamamen ortadan kaldırmasa da; ona paralel olarak gelişim gösteren devlet tarihi anlayışını ortaya çıkarmıştır. İslam tarihi bu dönemde 
medreselerde okutulmaya devam edilirken; devlet tarihi de yeni açılan okullarda öğretilmeye başlanmıştır. Ancak bu tedrisat içerisinde de Osmanlı öncesindeki Türk tarihi veya Osmanlı Devleti’nin kurulmasında Türk milletinin sarf ettiği gayretlerden bahsedilmemiştir (Karal, 1946: 1). Şevket Süreyya da resmi kitaplara göre ortada bir Türk soyundan bahsetmenin imkanı olmadığını 
belirtmektedir; “Ya Müslümanlar ya da Osmanlılar vardır. Osmanlı toplumu içerisinde yer alan Araplar, Kürtler ve Arnavutlar hep övgü dolu sözlerle anılırken, Türkler adı bile geçmeyen değersiz ve kimsesiz bir topluluk olarak kenara bırakılmışlardır. Bu durum da özellikle aydınlar arasında bir ezilmişlik ve aşağılık duygusu yaratmıştır” (Aydemir, 1985’den akt. Aslan, 2012: 335). 

Osmanlı devlet erkanının, Tanzimat ile birlikte “Osmanlı Vatanı” oluşturma düşünceleri 1877-1878 Osmanlı-Rus, 1911-1912 Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Savaşları ile Osmanlı milletinin mevcut olmadığının anlaşılmasıyla yavaş yavaş terk edilmiştir. Bu durum da aynı süreç içerisinde yine yavaş olmak suretiyle Türkçülük düşüncesinin gelişimine zemin hazırlamıştır (Turan, 2015: 32). Bu hususta dış gelişmeler de büyük ölçüde etkili olmuştur. Önceki devirlerde, Osmanlı’dan önceki Türk devletlerinden yalnızca İslam devleti olanlarının bazıları tarihçiler tarafından konu edilirken; Tanzimat devri ve sonrasında Türkistan’ın Ruslar, Hindistan’ın ise İngilizler tarafından işgal olunması bu bölgelerde yaşayan müslümanların ve bilhassa Türklerin kurtarılmasına ilişkin bir kamuoyu oluşumunu da beraberinde getirmiştir (Yinanç, 2011: 79). Aynı tarihlerde Türkler hakkında yazılan eserlerin de meydana çıkmaya başladığı görülmektedir. Polonya mültecilerinden Mustafa Celalettin Paşa, 1869 yılında yayımlanan “Les Turcs: Anciens et Modernes” (Eski ve Yeni Türkler) başlıklı kitabında Batı uygarlığını yaratmış olan kavimlerle Türklerin aynı kökenden geldiğini ileri sürmüştür (Sönmez, 2010: 118-119). Özellikle de Türk milletinin Arilerden hiçbir eksik yönü olmadığını ispatlamak gayretleri içerisine girerek; Türklerle Aryenler arasındaki ırki yakınlık üzerinde durmuştur (Köken, 2014: 100). Mustafa Celalettin Paşa’nın öne sürdüğü bu düşüncelerin 1930’lu yıllarda şekillenen Türk Tarih Tezi ile benzerliği dikkat çekmektedir. Bundan başka Müşir Süleyman Paşa, 1879 yılında yazdığı “Tarih-i Alem”inde İslamiyet’ten önceki Türklerin tarihini de konu edinmiştir. Ahmet Vefik Paşa da Ebulgazi Bahadır Han’ın “Şeçere-i Türkiye”sini Anadolu Türk lehçesine 
nakletmiş ve bir kısmını da bastırmıştır (Yinanç, 2011: 79). Özellikle Mustafa Celalettin Paşa’nın eseri, Avrupa’da hakim olan ırk mitosu ile mücadelenin henüz Tanzimat devrinde başladığını göstermektedir. 

Türk tarihine yönelik oluşan ilgi bu dönemde oldukça düşük düzeyde olup, aydınlar arasında yukarıda sayılan isimlerde olduğu gibi nadiren rastlanmaktadır. Bu husus, tarih öğretimi üzerinde de kendisini göstermektedir. Zira dönemin ünlü eserlerinden birisi olan Mizancı Murad’ın, ilk basımı 1881-1883 yıllarında yapılan altı ciltlik “Tarih-i Umumi”sindeki konuların dağılımı bu hususta bir fikir vermektedir: 




Tablo 1: Mizancı Murad’ın “Tarih-i Umumi” (1881-1883) Adlı Eserindeki Konuların Dağılımı* 

Tablo 1’de, daha önce de belirtildiği gibi Tanzimat’tan sonra Avrupa’dan nakledilen tarihlerin, tarih anlayışımız ve yazıcılığımız üzerinde büyük etkisi olduğu görülmektedir. Neredeyse tamamı Avrupa’nın kökenine referans oluşturan İlk Çağ Medeniyetleri, kitabın %29,86’sını oluştururken; Orta Çağ ve Yeni Çağ Avrupa Tarihleri ise toplamda %49,30’unu teşkil etmektedir. Bunun yanında asırlardır süre gelen İslam Tarihi konularının kitabın %13,89’unu, Tanzimat ile birlikte gelişen devlet tarihinin ise %6,65’ini oluşturduğu görülmektedir. Türk tarihi konularına ayrılan kısım ise %0,86 ile 
oldukça düşük bir durumdadır. 

Akçura (2010), Mizancı Murad’ın bu eserinin en çok şöhret bulan eserlerden olduğunu belirtmektedir. Söz konusu eserin daha çok Avrupa tasnifine uygun olduğunu belirten Akçura (2010), Türk tarihi ile ilgili konular hususuna da dikkat çekmektedir. Buna göre Murat Bey, Tarih-i Umumi’sinde bütün Türklüğe önem vermemekte; İslamiyet’ten önceki Türklüğü “Doğu Asya” bölümünde “Çin, 
Hindistan ve Türkistan” genel başlığı altında yaklaşık üç sayfadan ibaret olacak şekilde ele almaktadır (s.594). Diğer yandan kitap ise 2555 sayfadan oluşmaktadır. Mizancı Murad İslam tarihini “panislamist” bir bakış açısıyla ele alırken; Yunan-Roma ve Avrupa tarihleri Avrupa bakış açısına göre yazılmıştır (Akçura, 2010). 

II. Abdülhamit döneminde (1876-1909), Avrupa’dan yayılan fikir akımlarının tarihçilere sirayet etmeye başlamasıyla birlikte tarih ve tarih eğitimine ilişkin olumsuz gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Esasında bu dönem hem genel eğitim hem de tarih eğitimi açısından önemli gelişmelerin yaşanmaya başladığı bir dönem olmasına rağmen; 1904 yılında Sıbyan mekteplerinden tarih 
derslerinin kaldırıldığı görülmektedir. Ayrıca Fransız İhtilali’nin etkilerinin gençler arasında yayılmasını önlemek amacıyla rüştiyelerden de “Genel Tarih” dersleri kaldırılmıştır (Safran, 2002’den akt. Demircioğlu, 2012: 120). 20. Yüzyılın başlarında yaşanan bu gelişmeler, Avrupa nazariyesini büyük ölçüde yansıtan Mizancı Murad’ın “Umum-i Tarih”ini de hedef almıştır. Akçura (2010), evinde 
Murad Bey’in eseri çıkan kişilerin Trablusgarp’a sürgün edilmesinin ender olaylardan olmadığını belirterek bu hususta ilginç bir örnek vermektedir (s.595). Tedbirlerden de anlaşılacağı üzere II. Abdülhamit döneminde tarih anlayışı ve yazıcılığı üzerinde “devlet tarih”ini esas alacak Osmanlıcılık düşüncesi doğrultusunda düzenlemeler yapılmış; Avrupa’dan gelebilecek düşüncelerin ve fikir akımlarının önü kesilmeye çalışılmıştır. 

Tarih anlayışının eğitime yansıması hususunda; medreselerde yüzlerce yıl okutulan İslam tarihi ve padişahların “abartılı” öykülerini (Aydoğan, 2006: 25) saymazsak ilk ciddi gelişmenin Sultan Abdülmecid zamanında 1845’te Kemal Efendi’nin açtığı Davutpaşa Mektebi’nde tarih dersinin okutulmasıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz (Toprak, 2012: 152). Saffet Paşa’nın 1869 tarihli “Maarifi Umumiye Nizamnamesi”nin altıncı maddesinde Sıbyan mekteplerinde “Muhtasar Tarihi Osmani” ve “Tarih-i Umumi” adlı iki tarih dersi yer alırken, nizamnamenin 23. Maddesinde rüştüyelerde “Tarih-i Umumi ve Tarih-i Osmani” adlı bir dersin konulmasına karar verilmiştir. Aynı nizamnameye göre İdadilerde “Tarih-i Umumi” adlı bir tarih dersi bulunurken, Mekteb-i Sultanilerin Kısm-ı Ali 
bölümlerinde ise sadece Edebiyat sınıflarında “Tarih” isimli bir ders bulunmak tadır (Maarifi Umumiye Nizamnamesi, 1869: 4-18’den akt. Şengül, 2007: 77). İşte II. Abdülhamit zamanında yapılan düzenlemeler bu derslerin büyük ölçüde kaldırılması veya Osmanlıcılık-İslamcılık düşüncesi doğrultusunda yeniden düzenlenmesi esasına dayalıdır. Reşit Galip’e göre “Osmanlı tarih tezi 
terbiyevi sahada o kadar uğursuz bir tesir göstermiştir ki halis ve hakiki Türkler arasında başka milliyetlere nisbet aramak özentisi bir nevi münevverler modası haline gelmeye başlamıştı… Bu tez milli seciyeyi kanından zehirliyor ve en ağır ölüme sürüklemek yolunda yürüyordu” (Reşit Galip, 1933’den akt. Akman, 2011: 93). 

Osmanlı Devleti içerisinde meydana gelen isyanlar Osmanlı millet sisteminin çökmesine yol açarak “Osmanlıcılık” düşüncesini zayıflatırken; Osmanlı Türkleri arasında da millileşmeyi ön plana alan düşünce akımlarının etkin konuma gelmesini sağlamıştır. II. Meşrutiyet dönemi, bu düşüncelerin hakim konumda olduğu ve bu doğrultudaki gelişmelerin tarih anlayışı ile tarih eğitimi üzerindeki 
etkisinin hissedilmeye başlandığı dönem olmuştur. 

2. II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlı Devleti’nde Tarih Anlayışı 

İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte ülke genelinde yaşanan özgürlük havası, önceki devrin muhaliflerine yayın ve örgütlenme konusunda serbestlik yaratmıştır. Bu ortam içerisinde özellikle Türkçülük düşüncesinin ve tarih çalışmalarının kurumsal bir temele oturduğu söylenebilir. Zira hem Türkçü düşünceyi geliştirmek hem de bu düşüncenin Türk tarihi bilinci temelinde yayılmasını sağlamak üzere pek çok kuruluş ortaya çıkmıştır. 

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı aydınını etkilemeye başlayan pozitivist düşüncenin etkisi bu dönemde de artarak devam etmiştir (Durgun, 2015: 41). Tarih çalışmalarına artan ilgi, tercüme faaliyetlerinin de hızlanmasına sebep olmuştur. Köprülü (2011) özellikle Seignobos’un bu dönemde her yerde heyecan içerisinde tercüme edildiğinden bahsetmektedir. Tanzimat’tan sonra başlayan 
tercümeler, Türk tarihine yönelik ilginin uyanması üzerinde etkili olmuştu. Bu dönemde gerçekleştirilen çevririler de aynı etkiyi büyük ölçüde devam ettirmiştir. Zira milli tarih yazımına zemin hazırlayan en önemli katkı bu dönemde olmuştur. 

Türk milletinin yaşadığı felaketlerin ardından; Türk devletinin ideolojisinin Türklük üzerinde temellendirilmesini savunan Türk aydınları vatan, siyasi kimlik ve Osmanlı müslüman kültürü çerçevesinde devlete bağlılık kavramlarını geliştirdiler (Turan, 2015: 32). Bunu yaparken de özellikle kurumsallaşmaya büyük özen gösterdiler. Avrupa’da 19. Yüzyılın başlarında milli tarihin oluşumuna öncülük eden kurumsallaşma, Türkiye’de ancak 1908’den sonra gerçekleşmeye başlamıştır. 

Ahmet Mithat, Veled Çelebi, Necip Asım ve Yusuf Akçura 25 Aralık 1908’de Türk Derneği’ni kurarak Türkçülük düşüncesinin kurumsallaşması yolunda ilk adımı atmışlardır. Derneğin amacı tüzüğünde şu şekilde ifade edilmiştir: 

 “Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün Türk kavimlerin mazi ve haldeki aşar, ef’al, ahval ve muhitini öğrenmeye ve öğretmeye çalışmak; yani Türklerin asar-ı atikasını, tarihini, lisanlarını, avam ve havas edebiyatını, etnografya ve etnologyasını, ahval-ı içtimaiye ve medeniyeti hazinelerini, Türk memleket lerinin eski ve yeni coğrafyasını, araştırıp taraştırıp ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilim lisanı olabilecek süratte geniş ve medeniyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak ve imlasını ona göre tetkik etmektir.” (Üstel, 1997: 35’den akt. Sönmez, 2010: 122-123). 

Amacından da anlaşıldığı üzere cemiyet, hem genel olarak Türkçülüğün geliştirilmesini amaçlamakta hem de bunu sağlamanın yollarından birisi olarak da Türk tarihinin araştırılıp ortaya konulmasını sağlamayı gaye edinmektedir. Etnografya vb. alanlarda da çalışma yapılmasının hedeflenmesi pozitivist etkiyi gösterirken; Türk kültürüne ait neredeyse her unsurun çalışma konusu edilmesi 
“milliliği” ön plana çıkarmaktadır. Yani kısacası Avrupa’da 19. Yüzyılın başlarında görülen milli tarihin pozitivist yorumu, Türk toplumunun mevcut siyasi ve sosyal konjonktürü içerisinde Anadolu Türklüğü’nün içerisinden vücut bulmaya başlamış tı. Bu husus Türk Derneği’nden sonra kurulan kuruluşlarda da kendisini hissettirmektedir. 

Abdurrahman Şeref başkanlığında 1909 yılında kurulan Tarih-i Osmani Encümeni’nin üyeleri arasında Necip Asım, Mehmet Arif, Ahmet Refik ve Karolidi Efendi gibi tarihçiler bulunmaktaydı. 

Yinanç bu kuruluşu Avrupa tarzındaki akademilere benzetmektedir (Yinanç, 2011: 95). Tarih-i Osmani Encümeni’nin görevleri arasında Osmanlı tarihi yazmak, tarihi yerler, camiler, abidelerle ilgili yazılı belgeleri toplamak ve tüm bunlarla ilgili kaynakları ve bilgileri takip ve tercüme etmek gibi faaliyetler bulunmaktaydı (Sönmez, 2010: 121). Türkiye’de çıkan ilk tarih dergisi de “Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası” olmuştur. Yayımlanma nedeni yazılması düşünülen Osmanlı tarihine zemin hazırlamak ve bu faaliyetler hakkında kamuoyuna malumat vermektir. 1928’e kadar yayımlanan bu dergi, Cumhuriyet döneminde de tarih ve tarih eğitimi alanında gelişmelere ön ayak olmuş olup; pek çok gözlemciye göre bilimsel ölçütleri tutturmuştur (Sönmez, 2010: 122). Bu bakımdan derginin, Türkiye’de tarih disiplininin bilimsel manada gelişimi üzerindeki katkısı yadsınamaz. 

İlerleyen yıllarda 18 Ağustos 1911’de önce Türk Yurdu Cemiyeti’nin, ardından da 12 Mart 1912’de Türk Ocağı’nın kurulması bu konuda önemli örnekleri teşkil etmektedir. Ersanlı (2003)’ya göre Türk Ocakları tüm Türk kökenli halkların tarihini ve kültürünü incelemek amacıyla ve özellikle milli eğitimi ilerletmek, Türklerin bilimsel, sosyal ve ekonomik standartlarını yükseltmek ve ulusun dilini 
ve kültürünü geliştirmek amacını taşımaktadır (akt. Sönmez, 2010: 125). Derneğin 2010 yılından beri yürürlükte olan tüzüğünde de ülküsü şu şekilde ifade edilmiştir: “Dernek, millî kültürün (hars), ahlâk ve fikir hayatının geliştirilmesi, millî birliğin kuvvetlendirilmesi, toplum yapısının sağlamlaştırılması ve Türklüğün yüceltilmesi amacıyla kurulmuştur. Kısaca “Türk Milliyetçiliği” olarak da adlandırılan bu amaç, Derneğin “Millî Ülkü (mefkûre)”südür.” (Türk Ocakları, 2016). Gerçekten de Türk Yurdu ve Türk Ocakları, Türkçülük fikrinin geliştirilmesinde önemli bir rol üstlenmiş ve öncelikle İttihat ve Terakki 
liderlerine sonra da milli devletin kurulmasında Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına tesir etmiştir (Saray, 1995: 24). Türk Ocakları’nın yayın organı olan Türk Yurdu dergisi, Türkiye’de modern tarihçiliğin ve milli düşüncenin yerleşmesi konusunda adeta bir okul işlevi görmüştür. 

Türk Derneği’nin bazı mensupları 14 Mart 1913 tarihinde Türk Bilgi Derneği’ni kurmuşlardır. Dernek Türkiyat (Türkoloji), İslamiyat, Hayatiyat (Biyoloji), Felsefe ve İçtimaiyat, Riyaziye (Astronomi) ve Maddiyat ve Türkçülük olmak üzere altı çalışma kolundan meydana gelmiştir. Baltacıoğlu (1998)’in deyişiyle bu derneğin kurulması batıdaki örneklerini andırır şekilde bir üniversite/akademi 
hamlesidir (akt. Sönmez, 2010: 123). Bu kurum daha sonra kurulan “Asar-ı İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni”nin de temeli olarak nitelendirilmektedir. Bu cemiyet ise; Ziya Gökalp, Fuat Köprülü gibi tarihçiler tarafından kurulmuş olup, daha sonra Mehmet Tahir, Necip Asım ve Mehmet Arif gibi Türk Derneği ve Türk Bilgi Derneği üyeleri de katılmışlardır. 1915 yılından itibaren “Milli Tetebbular 
Mecmuası”nı yayımlamaya başlayan derneğin amacı şu şekilde ifade edilmiştir: 


 “Encümen Türklere ait müesesatı diğer milletlerin müessesatıyla mukayese ederek Türk milletinin hangi enmuzec-i içtimaiye mensup ve tekamülün hangi 
safhasında olduğunu arayacaktır. Türklere ait her müessese hakkında yapılacak tetkikat vesaik-i kafiyeye istinad edecektir. Tetkikat sahası din, ahlak, hukuk, 
iktisat, lisan, bediiyat, fenniyat, bünyevi içtimaiye gibi hususattır. Bu müesseselerin Türk harsında ve İslam medeniyetinde mevkiini tayin etmek ve 
yekdiğeri ile revabıt ve münasebatını bulmak encümenin saha-i mesaisine dahildir (Ersanlı, 2003’den akt. Sönmez, 2010: 123-124). 

Encümen-i Tedkik’in bu gayeleri göz önünde bulundurulduğunda, o dönem tarih biliminde popüler olan pozitivizmin ve milliyetçiliğin etkileri oldukça açık bir şekilde görülebilmektedir. Zira toplumların süreç içerisinde evrimini savunan pozitivist görüş, “Türk milletinin tekamül safhasını belirleme” gayretinde gayet sarih bir şekilde ifade bulmuştur. 

Bu dönemde milliyetçi tarih anlayışının yerleşmesinde etkili olan bir diğer husus İttihat ve Terakki’nin 1913 yılında iktidarı ele geçirmesi suretiyle, siyasi Türkçülüğün devlet yönetimine egemen olmasıdır. 
Bununla birlikte milli düşüncenin aktarımı önem kazanmış ve bunun yollarından birisi olan tarih ve tarih eğitimi de buna paralel olarak gelişim göstermiştir (Demircioğlu, 2012: 119). 

Kurumsallaşma çalışmalarının da etkisiyle bu dönem, daha önceki örneklerin aksine ilk kez toplu halde Türk tarihinin yazılması konusunda da girişimlere sahne olmuştur. Bu hususta özellikle Necip Asım Bey’in “Türk Tarihi” adlı çalışması dikkat çekmektedir. Necip Asım Bey, bu eseri vücuda getirirken Avrupa’dan, Rusya’dan ve İslam dünyasından pek çok eseri tetkik etmiş ve bunlardan istifade etmiştir. Yinanç (2011), Necip Asım Bey’in bu çalışmasında özelikle Kirman Selçuklularına ait bölümün çok kıymetli olduğunu belirtirken, bu bölümün aslında Muhammed bin İbrahim’in Hollanda’da basılmış olan “Farisi Kirman Selçukileri” adlı eserin birebir kopyası olduğunu eklemekte ve Necip Asım’ı hoşuna giden tüm bilgileri esere doldurup bunları hiçbir şekilde tetkike tabi tutmadığı hususunda eleştirmektedir (s. 80). Köprülü (2011) de çok sayıdaki tercüme esere rağmen, bu dönemde milli tarihimize ait “şahsi” hiçbir eserin yazılamadığına dikkat çekerek eleştiride bulunmaktadır. Karal (1946), bu eleştiriyi biraz daha ilerleterek bu dönemde tercümelerin hiçbir kritiğe tabi tutulmadan gerçekleştirildiğini ve yayıldığını; bu suretle Türk tarihi hakkında, gerçeğe uymayan pek çok bilginin, manasız iddiaların ve hatta iftiraların memleket dahilinde yerleşmeye başladığını belirtmektedir (s.2). 

II. Meşrutiyet döneminde yazılan önemli eserlerden birisi de Ahmet Refik’e ait “Büyük Tarih-i Umumi” adlı eserdir. Eserin içeriği adından da anlaşıldığı üzere genel tarih konularını kapsamaktadır. 



Tablo 2’de eserin içeriğinde yer alan konuların dağılımına ilişkin istatistikler verilmiştir: 

 *Tablonun oluşturulmasında kullanılan veriler Avcı Akçalı ve Çam (2015)’den alınmıştır. 

Tablo 2’de görüldüğü üzere Ahmet Refik’in eserinde Türk tarihi konuları %5,07’lik bir paya sahiptir. 

Bu durum Avrupa tarihi konularının yanında oldukça düşük bir oran olarak dikkat çekmektedir. 

Bunun yanında İslam tarihi konularının ise %16,6, Osmanlı tarihi konularının ise %4,54 olduğu görülmektedir. II. Meşrutiyet’ten önce Mizancı Murad tarafından kaleme alınan eserin istatistikleriyle karşılaştırdığımızda Türk tarihi konularının %0,86’dan, %5,07’ye yükselmiş olması önemlidir. Ancak Türk tarihine yönelik ilginin henüz istenilen seviyelere de ulaşmadığının bir göstergesidir. Necip 
Asım ve Ahmet Refik gibi tarihçilerin, kurumsallaşma çalışmaları içerisindeki aktif konumları da göz önünde bulundurulduğunda bu durum daha da anlam kazanmaktadır. Zira yeni tarih anlayışı ile ilgili tüm çalışmaların içerisinde yer alan bu tarihçilerin eserleri dahi “milli”likten uzak bir görünüş sergilemektedir. Bu durum da Yinanç (2011), Köprülü (2011) ve Karal (1946)’ın eleştirilerini büyük ölçüde haklı çıkarmaktadır. Bunun yanında olumlu yönde bir gelişim ivmesinin varlığı da önemlidir. Zira Ahmet Refik’in eserinde artık İslamiyet öncesi Türk tarihinin kaynakları, Türk gelenekleri, Türk kavimleri, Türklerin batıya hareketleri, Çinlilerle ilişkileri, hayat tarzları, dil, din ve sosyal hayatları bağlamında değerlendirmelerde bulunulduğu görülmektedir. Aynı şekilde Cengiz Han ve Moğol İmparatorluğu, Cengiz’in halefleri, Timurlenk başlıkları altında da siyasi, sosyal, edebi ve bilimsel gelişmeler ile ilgili bilgi aktarıldığı da görülmekte dir. Büyük Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçukluları ile ilgili bahislerde de aynı durum söz konusudur (Avcı Akçalı ve Çam, 2015: 134). Ayrıca bu eserde çok sayıda fotoğraf, resim ve harita kullanılması önemli yeniliklerden birisidir. 

II. Meşrutiyet döneminde dikkat çeken ilginç çalışmalardan bir diğeri ise Celal Nuri’ye aittir. Celal Nuri; Taine, Charles Darwin, Le Play, Henry de Tourville, Elisee Reclus gibi isimlere atıfta bulunarak öne sürdüğü “Muhit, Irk, Zaman Teorisi” (Çalen, 2013) ile eski Türkler ve Osmanlı Türkleri arasındaki münasebetlerin tarihine ve antropolojik geçmişine ışık tutmaya çalışmıştır. Celal Nuri, teorisini geliştirirken muhitin evrim üzerindeki etkisini özellikle Darwin’e dayandırarak evrim teorisinin tezlerinden de büyük ölçüde yararlanmıştır . Celal Nuri’nin “Muhit, Irk, Zaman Teorisi”ni gündeme getirmesi ve sistematize etmeye çalışması, bu dönemde Türk aydınları üzerindeki pozitivist etkinin bir diğer örneğini teşkil etmektedir. Hatta Celal Nuri’nin çalışmasının, bu konuda uç örneklerden birisi olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. 

Meşrutiyet döneminde tarih açısından sorun oluşturan bir diğer husus ise günümüzde “İlk Çağ” olarak adlandırılan “Kurun-u Evvel” alanıdır. II. Meşrutiyet yıllarına kadar bu alan büyük ölçüde kutsal kitaplardan temin edilen bilgilerle kurgulanmıştı (Durgun, 2015). Oysa bu dönemde artık Avrupa’dan gerçekleş tirilen tercümelerle İlk Çağ medeniyetlerine ilişkin bilgiler daha bilimsel  şekillerde ele alınıyordu. 

Akagündüz (2015), II. Meşrutiyet yıllarında tarih araştırmalarının yöntemi hususunda da önemli gelişmelerin olduğunu belirtmektedir. O dönemde dünya genelinde bilimselliğin daha çok olguların kanıta dayalı olması prensibine bağlı olmasının da etkisiyle, Türk aydınları da tarih çalışmalarını bu kaideye göre düzenlemek için uğraş vermişlerdir. Belgenin nasıl toplanacağı, nasıl tasnif edileceği, bilimsel yöntemlerle nasıl yazılacağı ve yorumların ne şekilde yapılacağı yoğun bir şekilde ele alınmıştır (Akagündüz, 2015: 28). Esasında bu durum, daha önceden bahsi geçen; 19. Yüzyıl başlarında Avrupa’da meydana gelen Ranke devriminin yaklaşık yüzyıl sonra Türk tarih anlayışına yansımasından ibarettir. 

II. Meşrutiyet dönemi; milliyetçilik düşüncesinin gelişmesi, pozitivist bilim anlayışının aydınlara sirayet etmesi, tarih yazımı ve araştırmalarının artış göstermesi ve eğitimin devlet tarafından bir görev olarak addedilmesinin birlikte yaşandığı, dolayısıyla bu unsurların birbirleri ile etkileşim içerisinde gelişim gösterdiği bir dönemdir. Bu bakımdan bu dört unsur açısından da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra atılacak adımlar için ortamın hazırlandığı bir dönem olarak ifade edilebilir. 

Tarih alanıyla ilgili olarak “milli düşünce”nin teşekkülünü ve yayılmasını sağlamaya yönelik çalışmaların temel dayanak noktalarından birisi de tarih alanından edinilen bulguların öğretim programlarına entegre edilmesidir. Dolayısıyla II. Meşrutiyet döneminde tarih alanındaki yoğun çalışmaların tarih eğitimi alanına da etkide bulunmuş olması kaçınılmazdır. Bundan sonraki kısımda II. Meşrutiyet döneminde tarih eğitimi alanında meydana gelen gelişmelere değinilmektedir. 

Bu dönemde Ali Reşat Bey ve Satı Bey gibi eğitimciler, tarih eğitiminin gelişmesi hususunda önemli çalışmalar yapmışlardır. 

Daha önceki dönemlerde tarih eğitiminin okullarda ne şekilde ele alındığıyla ilgili malumat verilmişti. 

Bu hususta en problemli kurumları oluşturan medreselerde 1910 yılına kadar tarih derslerine yer verilmemiştir (İslam tarihi hariç). Ancak 1909 yılında gerçekleştirilen ıslahat çalışmalarıyla medrese programlarına da tarih derslerinin konulduğu görülmektedir (Oral, 2006: 78). 1911 yılında İdadiler için hazırlanan programda da yedi sınıf düzeyinin tamamında tarih derslerine yer verildiği 
görülmektedir, birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar sırasıyla; “Tarih-i Enbiya ve Tarih-i İslam”, “Muhtasar Tarih-i Osmani”, “Tarihi Umumi”, “Tarihi Umumi”, “Tarihi Umumi”, “Tarihi Umumi”, “Tarihi Umumi” (Şengül, 2007: 83) dersleri konulmuştur. Bu gibi değişikliklerle II. Abdülhamit döneminde tarih dersinin okul programlarından çıkarılmış olmasının yarattığı olumsuz etkinin silinmeye çalışıldığı söylenebilir. Şengül (2007), tarih dersleri ayrıntılı incelendiğinde bu programda İslamcılık, Osmanlıcılık ve Batıcılık fikir akımlarının ağırlığının hissedildiğini belirtmektedir (s.83). Esasında Ali Reşat Bey “milli ve vatani eğitim için en çok tarihten yararlanılır… Osmanlı tarihi çocuğa memleketini sevmeyi ve ona hizmet etmeyi öğretmelidir” (Dönmez ve Oruç, 2006: 51) derken; Satı Bey 
ise “bütün tarihi konular milli ve vatani bir bakış açısından gösterilmelidir” (Şengül, 2007: 78) derken “millilik” hususunda önemli vurgular yapmaktadırlar. Ancak hem Ali Reşat Bey’in, hem de Satı Bey’in vurguladıkları milliyetçilik Türk milliyetçiliği değil, Osmanlıcılık eksenli Osmanlı milletine yönelik bir milliyet çiliktir. Zira bu durum o dönemde hazırlanan ders planı örneklerinden de 
izlenebilmektedir. Dönmez ve Oruç (2006), II. Meşrutiyet döneminde “Tedrisat Mecmuası”nda yayımlanan ve İhsan Sungu, Satı Bey, İhsan Şerif, Abdüllatif Bey gibi eğitimcilere ait tarih ders planı örneklerini derlemişlerdir. Bu örnekler incelendiğinde gerçekten de tarih dersine yüklenen işlevlerden en önemlisinin “milli ve vatani hisler”in uyandırılması ve geliştirilmesi olduğu söylenebilir. 

Ancak bu ders planlarında bahsedilen “ Millilik ” Osmanlı millet sistemine göre oluşturulmuş bir Milliliktir. 

Vatan da doğal olarak Osmanlı vatanıdır. Ders içeriklerine bakıldığı takdirde “Türk tarihi” anlayışının, tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi yalnızca Osmanlı tarihi olarak ele alındığı görülmektedir. Örneğin İhsan Sungu’nun “İlk Osmanlılar” adlı dersinde Osmanlı kurulmadan önceki Anadolu’dan bahsedilirken; “o vakitler Anadolu’da bir İslam padişahı vardı. Adı Alaaddin idi” 
denilerek “Selçuklu” hanedan isminin kullanılmadığı ve Selçuklu Türklerinin yalnızca “İslam” olarak tabir edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum Meşrutiyet öncesindeki tarih anlayışının bir devamı olarak sunulabilir. 

Darül Muallimin kapsamında öğretmenlerin stajyerlik uygulamalarında bulunabilecekleri bir Tatbikat Mektebi’nin (Uygulama Okulu) kurulması bu dönemde eğitim alanında atılan önemli adımlardan birisidir. Bu mektep kapsamında üç sınıf düeyinde okutulan tarih derslerinin içeriğine bakıldığında da yine esas olarak Osmanlı Tarihi’nin ele alındığı, buna ek olarak da üçüncü sınıfta Mısır medeniyeti, Yunan medeniyeti, İslam medeniyeti, Ortaçağ ve derebeyler, Büyük Fransa İhtilali gibi başlıkların konu edildiği görülmektedir (Dönmez ve Oruç, 2006: 39-40). 

1915 yılında hazırlanan tarih programında içerik yeniden değişime uğramıştır. Bu programda göze çarpan ilk değişiklikler genel olarak tarih ders sayısının artması; ayrıca programda yoğun bir şekilde Arap tarihi ve İslamiyet konularına yer veriliyor oluşudur. Bunun yanında sınırlı miktarda Türk tarihi konularına da değinilmiştir (Şengül, 2007). 

II. Meşrutiyet döneminde tarih eğitimi ile ilgili en önemli anlayış değişikliği; tarih eğitimine biçilen işlev ile ilgilidir. Zira tarih eğitiminden beklenen, milli birlik ve beraberliği güçlendirmesi suretiyle vatanın savunulmasında sosyal hatları sağlamlaştırmasıdır. Satı Bey; 

 “Bugün kesinlikle sabit olan hakikatlerdendir ki, Almanya’nın birliği Prusya okulları tarafından hazırlanmıştır. Bu konuda, Prusya okullarında bulunan 
öğretmenlerin kullandıkları silahların en tesirlisi tarih dersleri olmuştur. Bulgaristan’ın, Yunanistan’ın istiklali de, okullarında saçtıkları tohumlar ile 
hazırlanmıştır. Bu tohumların en kuvvetlileri de, tarih dersleri vasıtasıyla saçılmıştır” (Dönmez ve Oruç, 2006: 44-45). diyerek tarih dersinden beklediği işlevin niteliğini gayet açık bir şekilde izah etmiştir. 

Mehmet Arif’in (ö.1898) de henüz II. Abdülhamit devrinde tarih eğitiminden beklediği işlev yine aynı olmuştur; 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***