Gazi Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gazi Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2019 Cumartesi

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 6

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 6



Türkçenin En Güçlü Çağı 

Dil meraklılarının, dil zaptiyelerinin yanında zaman “dil uzmanları”nın da değirmenine su taşıdığı yaygın bir görüşe göre Türkçe hızla kirlenmekte, bozulmakta ve yok olmaktadır. Bu görüş, Türkçenin en güçlü dönemi yaşadığı, Türk dünyasında dünyanın en saygın ödülü olan Nobel’in Türkçeyle yapılan bir sanata, edebiyata verildiği bir dönemde ileri sürülmektedir. Kirlenmeyi, bozulmayı, yok olmayı belgelemek için ileri sürülen görüşler arasında batı dillerinden, özellikle İngilizceden alınan yeni kelimeler; yerel konuşma biçimlerinin kullanılması, söyleyiş kusurları, üslup zaafları, özellikle televizyondaki dil oyunları, farklı nesillerin dili kendine özgü kullanışları, internetteki yeni dil biçimleri gibi birbirinden bağımsız değerlendirilmesi gereken yığınla gerekçe ileri sürülür. Özellikle televizyonlarda reytingi yüksek dizilerdeki farklı dil biçimlerine olan ve kanallar arasındaki rekabetçe körüklenen tepki bazen öyle boyutlara ulaşır ki dilde yaratıcılığı da yok edecek bir hal alır. Dilbilimsel açıdan hiçbir temeli olmayan bu yaklaşımlarda dil-bilimin en temel bulgusu dilin değişken ve üretken olduğu gerçeği göz ardı edilir. 

Türkçe bozulma, yozlaşma, kirlenme gibi absürd anlayışlar bir tarafa tarihindeki en güçlü dönemini yaşamaktadır (bk. Demir 2003). Bunu belgelemek için 
elimizde yeterince ölçüt vardır. Her şeyden önce Türk dillerini anadili olarak konuşanların sayısı tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yüksektir. Dillerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olmalarının tek nedeni az konuşura sahip olmaları olmamakla birlikte konuşur sayısı az olan dillerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya oldukları dil ölümüyle ilgili çalışmalarda genel geçer bir bilgidir. Ancak konuşur sayısı göz önüne getirilince Türkçenin bazı kollarının yok olma tehlikesi taşıdığı, hatta bilinen zamanlarda yok oldukları söylenebilir, ancak Türkçenin geneli için böyle bir durumun söz konusu edilemeyeceği ortadadır. 

Dil ölümünün en önemli nedeni işlev kaybıdır. Türkçe Osmanlı döneminde edebiyat dili, halkın konuştuğu dil ve devlet dili olmakla birlikte eğitim dili değildi. 

Devlet dili olarak kullanılan Türkçe halk dilinden kopuk, ancak özel bir eğitimle üstesinden gelinen ayrı bir üsluptu. Bir standart dil ve bu standart dili destekleyecek, ihtiyaca göre düzenlemeler yapacak bir kurum da yoktu. Eğitimde Türkçe ilk olarak batılı anlamda yeni okulların açılmasıyla 1793 yılından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Daha 1827’de kurulan tıbbiyede Türkçe ders malzemesi, ders verecek öğretim elemanı olmadığı için 1870 yılına kadar Fransızca eğitim dili olmuştur. 

Yine 19. yüzyılda ortaya çıkan eğitimi halka yayma isteklerini karşılayacak bir standart Türkçe de yoktu. Ancak 20. yüzyılın başından itibaren halkın eğitiminde de kullanılabilecek sade bir dil gelişmeye başlamıştır. Bugün ise Türkçe eğitimin her alanında kullanılmaktadır. Bu alanda İngilizce ile büyük bir rekabet içindedir, ancak bu, yine de Türkçenin baskın durumda olduğu gerçeğini değiştirmez. Buradaki rekabet, daha önceki yüzyıllarda Arapça ve Farsça ile olan rekabetle kıyas edilemez. Sözü fazla uzatmadan Türkçenin bir dilden beklenen konuşma dili, devlet dili, eğitim dili, edebiyat dili, ticaret dili, eğlence dili, ibadet 
dili gibi her tür işlevi bugün yerine getirdiğini tereddütsüzce söyleyebiliriz. Bu alanlardan eğitimde, ticarette, eğlence alanında İngilizce başta olmak üzere batı 
dilleriyle, dini ihtiyaçlar alanında ise Arapça ile rekabet halindedir. Ama yine de genel olarak Türkçe tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlü durumdadır. 

Bu güçlü olma durumu sadece Türkiye Türkçesi için değil kardeş diller için, özelikle Türk Cumhuriyetlerinde konuşulan diller için de geçerlidir. Yeni Türk Cumhuriyetlerinde Türkçe, Rusça ile rekabet etmekte ise de bağımsız devletlerin kendi ana dillerini öne çıkarmak için çabaladıkları da gerçektir. Konuşurlarının her tür ihtiyacını karşılayan Türkçe için bu açıdan da bir tehlike söz konusu edilemez, aksine Türkçe bu alanda da tarihinin en güçlü dönemini yaşamaktadır. 

Konuşulduğu alana bakacak olursak da Türkçenin tarihin en geniş sınırlarına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bilinen ilk büyük Türk yazıtları bugünkü Moğolistan sınırları içindedir. Türkçe Moğol istilasını takip eden sürede büyük bir genişleme göstermiştir. Moğol istilası, kurulan büyük imparatorluklar da Türkçenin sınırlarında büyük bir genişlemeye neden olmuştur. Ancak Osmanlı döneminde en uç nokta Balkanlar iken daha sonra burada bir geri çekilme görüşmüş, ancak 

20. yüzyılın ikinci yarısında Batıya giden Türk işçi göçü sonucunda Türkçenin sınırları daha da batıya kaymıştır. Elbette her bölgede Türkçe o bölgede konuşulan başka dillerle rekabet içindedir ve Türkçede bölgelere özgü değişmeler söz konusudur. Ancak bu durum yine de konuşulduğu alan bakımından da Türkçe tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar geniş bir alana yayılmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Yirmi yıl önce beş yeni bağımsız Türk dilli devletin ortaya çıkması ve kendi dillerine sahip çıkması da göz ardı edilmemelidir. Türkçenin tarihinin en güçlü dönemini yaşadığını gösteren, yukarıdakiler kadar önemli olmayan, ama yine de küçümsenmeyecek bir gerçek daha vardır: Türkçe bugün kurumsal desteğe sahiptir. Türkçe daha önceki dönemlerde Enderun gibi özel eğitim verilen yerleri bir kenara bırakırsak hiçbir kurumsal desteğe sahip değildi. Öyle ki Osmanlı döneminde, yüzyıllarca Türkçenin konu edildiği neredeyse tek eser yazılmamıştır. Bergamalı Kadrî’nin 1530’da yazdığı Müyessiretü’l-Ulum’dan sonra bir Türk dil bilgisi için 1949 yılını beklemek gerekecektir. Oysa 20. yüzyılda Üniversiteler bünyesinde Türkçenin araştırıldığı pek çok birim açılmıştır. Bugün Türkçeyle ilgili konuların araştırılmadığı bir yüksek eğitim kurumu yoktur. Bazılarında birden fazla birim doğrudan Türk diliyle ilgilenmektedir. Ayrıca Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Radyo ve Televizyonlar gibi kurum ve kuruluşlar da standart Türkçenin kurallarının belirlenmesi, Türkçenin yaygınlaşması gibi hususlarda önemli katkılarda bulunmaktadır. Türk diline karşı olan ilgi sadece Türkiye 
Türkçesiyle sınırlı değildir, bugün Türk Üniversitelerinde Türk dillerinin neredeyse hepsini araştırmaya çalışan akademisyenler vardır. Son yirmi yılda Türk 
dillerini konu alan çalışmalarda muazzam bir artış olmuştur. 

Ortak Dil Mümkün mü? 

Bütün bunlara rağmen tek bir Türk dili, bir aralar popüler olan ifadesiyle söyleyecek olursak “ortak Türkçe” gelişeceğini beklemek gerçekçi değildir. Türkçe daha bilinen en eski dönemlerinde kendi içinde varyantlaşmalara sahipti (Róna-Tas, Berta 2011: 1111). Yazılı belgelerin artmasına, coğrafyanın genişlemesine paralel olarak Türkçenin kendi içindeki çeşitliliği de artmıştır. Yazı dilleri zaman zaman ortak değerlerden beslense de yine de farklı gelişmiştir. Bu durum dilbilimin temel bulgularıyla da örtüşmektedir. Geniş alana yayılan diller aynı zamanda yeni dillere de kaynaklık ederler, bu Türkçe için de böyle olmuştur. Oğuzcadan, Çağataycadan yeni diller ortaya çıkmıştır. Ayrıca doğal diller belli bir dönemde farklı amaçlarla kullanılan bir varyantlar yığını olduğu gibi, sürekli olarak bir değişim içindedir. Bu değişme Türkçe için de geçerlidir. 

Ortak bir dil oluşturmanın önünde başka engeller de vardır. Prensip olarak ortak bir yazı dili geliştirmek mümkündür. Nitekim tarihte İbranice gibi yok 
olmuş bir dilin yeniden diriltilerek devlet dili haline getirildiğinin örneği vardır. Ancak dil aynı zamanda konuşurları için sembolik değere sahiptir. Hiç kimse kendi dilinden kolayca vazgeçmek istemez. Farklı Türk dillerini konuşanların bazılarının kendi varyantlarından vazgeçerek bütün alanlarda başka bir varyantı kullanacağını beklemek için, bağımsız Türk Cumhuriyetleri arasında ortak bir alfabe geliştirme çabasının bile başarılı olamadığı göz önüne getirilirse, bir neden yoktur. 

Dil, özellikle yazı dilinin nasıl olacağı, aynı zamanda siyasi bir konudur ve sanıldığı gibi doğru-yanlışla ilgili değildir. Karar vericilerin Türkiye’de 1990’lı yıllarda beklendiği gibi Türkiye Türkçesini benimseme veya örnek alma çabası içinde olmadıkları aradan geçen sürede görülmüştür. Günümüzde ortak bir Türk dili yaratma yönünde bir talep de bunu sağlayabilecek bir siyasi irade de söz konusu değildir. 

Türk dillerinin kendi aralarındaki karşılıklı anlaşılırlık oranı da çok değişkendir. Prensip olarak birbirine yakın olanlar veya aynı tarihi gruptan gelenler arasındakarşılıklı anlaşılırlık oranı daha yüksektir. Örnek olarak Türkiye Türkçesi ile Azerbaycan Türkçesi arasındaki karşılıklı anlaşılırlık Türkiye Türkçesi ile Özbekçe arasındakinden daha yüksektir. Buna karşılık Özbekçe ile Uygurca arasındaki anlaşılırlık da Türkiye Türkçesi ile Azerbaycan Türkçesi arasında olduğu gibi yüksektir. 

Ancak bütün olarak bakıldığında, yapılan pek çok ortak toplantıda da yakından görüldüğü üzere günlük ihtiyaçlarda anlaşmanın olduğu durumlarda bile 
bir aracı dile ihtiyaç duyulmaktadır. 

Uzun vadede karşılıklı olarak birbirini anlamaya çalışmak, ortak yönleri güçlendirmek, farklılıkları görmek ve birbirine yaklaşmasını zamana bırakmak önemli görünmektedir. Buradaki diller rekabetinde dil dışı etkenlerin belirleyici olacağını söylemek gerekir. Eğer bir ülke, örneğin Türkiye, ekonomik ve siyasi olarak güç kazanırsa dili de buna paralel olarak güç kazanacak, Türkçe konuşanlar arasında ortak iletişim aracı olma yönünde büyük avantajlar yakalayacaktır. Şu anda bu avantaja sahip durumdadır. 

İleriye Dönük Öngörüler 

Sovyetlerin dağılmasıyla Türk dünyasına karşı Türkiye’de var olan ve bir kısmı gerçek bilgiden çok romantik duygulara dayanan ilgiyi sınama ve gerçek bir zemine oturtma fırsatı ortaya çıkmıştır. Yeni Türk Cumhuriyetleri ile uzun süre tek bağımsız Türk Cumhuriyeti olan Türkiye arasındaki çeşitli seviyedeki görüşmeler aynı zamanda dil hakkında o zamana kadar olan karşılıklı anlaşılırlık tartışmasını da sınama imkanı vermiştir. Yine aradan geçen zamanda ortak değerlerin neler olduğu yönünde de daha gerçekçi bir bilgi birikimi ortaya çıkmıştır. 

Dilsel ve kültürel ögeleri öne çıkarma çabasının siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmekten farklı olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Türk dilleri aynı kökten türemiş olmakla birlikte Türk dünyasının büyük bir kısmının ortak bir tarihi geçmişinin olmadığı gibi akraba ülkeler arasında da sorunların ortaya çıkabileceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. 

İleriye dönük öngörülerde bulunmak gerekirse Türk dilleri tarihinde Çince, başta Farsça olmak üzere İran dilleri, Arapça gibi dillerle eğitim, devlet yönetimi 
gibi alanlarda büyük bir rekabet içinde olmuş, Türk dillerin de arasında bulunduğu çok dilli ortamlarda konuşulmuştur. 

Türkiye Türkçesi Tanzimat’tan sonra güç kazanan batılılaşmaya paralel olarak başta Fransızca olmak üzere Batı dilleriyle, özellikle eğitim alanında ciddi bir çekişme içinde bulunmuştur. İkinci dünya savaşının en önemli galibinin dili olan İngilizce 1950’li yıllardan sonra Türkiye’de Fransızcanın yeri almıştır. Türkiye 
Türkçesinin bugün Almanca, Fransızca, İtalyanca gibi Batı dilleri ile de bir rekabeti vardır, ancak bunlar İngilizce kadar ciddi bir rakip olarak görülemez. Buna karşılık İngilizce şu anda başka pek çok ülkede olduğu gibi bilim ve eğlence hayatının dili olarak çok güçlü durumdadır. Türkçe konusunda duyarlı olduğunu ileri süren aileler çocuklarına İngilizce eğitim verdirme imkanı bulmaları durumunda bunu tercih etmektedirler. Bu tercihin İngilizce eğitimle iş hayatında daha rekabet edebilir duruma gelme, bilgi kaynaklarına daha kolay ulaşabilme gibi avantajları olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Bu nedenle popüler dilcilikte olduğu gibi, bunun eğitim açısından büyük bir felaket olduğunu düşünmüyorum. Ancak Türkçeyi geri plana itecek dil politikaları uygulanması durumunda, Türkçenin eğitim alanında geri plana düşebileceği gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. 

Türk Dünyasının diğer bölgelerinde, bağımsızlıklarını kazanmış Cumhuriyetlerde de Rusça hala çok önemli bir rol oynamaktadır. Ayrıca Farsça, Çince gibi 
diller de Türkçenin pek çok kolunun konuşulduğu bölgede baskın dil durumundadır. Bazı Türk dillerinin ise yazısı yoktur. Eğitimde kullanılmadıkları için yerel konuşma dili olmanın dışında bir desteğe de sahip değillerdir. 

Günümüz Türk dünyasının kendi içindeki çok ciddi bir sorunu da ülkeler içinde farklı dillerin rekabet halinde olmasıdır. Türkçenin, Türk dili tarihi açısından 
çok önemli olan pek çok kolu, yukarıda işaret edildiği gibi, konuşuldukları bölgelerde azınlık dili durumundadır, bir kısmı ise yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 
Yine 20 yıl önce bağımsızlıklarını kazanan Türk dilli devletlerde ülkede geçerli dili konuşanların genel nüfusa oranı da yeni yeni baskın duruma gelmektedir. 

Günümüzde Türk dilleri arasındaki iletişimin ve karşılıklı anlaşılırlığın veya anlama isteğinin de sanılandan daha zayıf olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Türk dillerinin kendi aralarındaki rekabette, hiç şüphesiz uzun zaman bağımsız tek Türk dili olan, en fazla yazılı metne, en fazla konuşura, en yaygın geçerlilik 
alanına, en güçlü edebi geleneğe sahip Türkiye Türkçesinin bir adım önde olduğu, hatta zaman zaman ortak iletişim aracı olarak kullanıldığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. 

Türkçenin konuşulduğu bölgelerde uzun vadede ne gibi değişiklikler olabilir? Doğrusu bu konuda söylenecek pek çok şey spekülasyondan öteye geçmeyecektir. 

Ancak bazı ülkelerde Türk dilli halkların kalabalık nüfusu göz önüne getirilince, yaşam alanlarının daralması durumunda sakin kalmayacaklarını beklemek yanıltıcı olmayacaktır. 

Kaynaklar 

Akalın, Şükrü Haluk (2009), “Turk Dili: Dünya Dili”, Türk Dili, Mart 2009, C: XCVII, S: 687, s. 195-204. AWLD = 
http://www.unesco.org/culture/languages-atlas/ 
Demir, Nurettin (2003), “Popüler Dil Tartışmalarına Dil İlişkileri Açısından Bakış”,Cumhuriyetimizin 80. Yılında Türkçemiz, Ankara. ATO. 37-44. 
Demir, Nurettin (2006), “Türkiye’de Dil-Lehçe-Şive-Ağız Tartışmaları”, Türkiye’de Dil Tartışmaları, Derleyenler: Astrid Menz, Christoph Schroeder, İstanbul:Bilgi Üniversitesi Yayınları. 119-146. 
Demir, Nurettin (2010). “1923-1938 Arasında Türk Dili”, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü, Atatürk Dönemi 1920-1938, Ed. Osman Horata vd., Cilt 2., Ankara: AKM: 871-896. 
Dirim, İnci , Pete Auer (2004), Türkisch sprechen nicht nur die Türken. Über die Unschärfebeziehung zwischen Sprache und Ethnie in Deutschland, Berlin – New York: Walter de Gruyter. 
Doerfer, Gerhard (1969), “İran’daki Türk Dilleri”, TDAY-Belleten 1969: 1-11. 
Doerfer, Gerhard (1977), “Das Khorasantürkische”. TDAY-Belleten 1977: 127205. 
Doerfer, Gerhard (1998), “Turkic Languages of Iran”, The Turkic Languages,eds. Lars Johanson/Éva Ágnes Csató, London: Routledge, 273-282. 
Dolatkhah, Sohrab (2010), “The Kashkay People, Past and Present”, bilig 53: 103-114. 
Hazai, Georg (1990), “Die Denkmäler des Osmanisch-Türkeitürkischen in nicht-arabischen-Schrift”, Handbuch der Türkischen Sprachwissenschaft, Georg Hazai (Hrg.). Budapest: Akadémiai Kiadó. 63-73. 
Johanson, Lars (2001), “Türk Dünyasının Sınırları: Türk Topluluklarının Gelişmesinde Bağlayıcı ve Ayırıcı Unsurlar”, Çev. Nurettin Demir, Türkbilig 2001/2, 168-177. 
Johanson, Lars (2006), “Türk Dili”, Türk Edebiyatı Tarihi, I. c., Ed. Talat Halman vd. Ankara: Kültür Bakanlığı. 62-80. 
Johanson, Lars (2007a), Türkçe Dil İlişkilerinde Yapısal Etkenler, Çev. Nurettin Demir. Ankara: Türk Dil Kurumu. 
Johanson, Lars (2007b), “Türk dilleri. Bir aile portresi”, Edebiyat ve Dil Yazıları, Mustafa İsen’e Armağan. Haz. Ayşenur İslam Külahlıoğlu, Süer Eker, Ankara: Grafiker. 319-326. 
Johanson, Lars (2009), Türk Dili Haritası Üzerinde Keşifler, 3. Baskı, Çev. Nurettin Demir, Emine Yılmaz, Ankara: Grafiker. 
Johanson, Lars (2010), “The hig and low sprits of Transeurasian language studies”. Transeurasian verbal morphology in a comparative perspective: genealogy, contact, chance, Eds. Lars Johanson, Martine Robbeets. Wiesbaden: Harrassowitz. 
Kleinmichel, Siegrid (2006), “Ali Şir Nevayi ve Osmanlı Şairleri”, Türk Edebiyatı Tarihi, I. c., Ed. Talat Halman vd. Ankara: Kültür Bakanlığı. 683-691. 
Lewis, Bernard (1984), Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2. Baskı, çev. Metin Kıratlı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay. 
Menz, Astrid (1999), Gagausische Syntax, Eine Studie zum kontaktinduzierten Sprachwandel, Wiesbaden: Harrassowitz. 
Menz, Astrid (2003), “Slav Dillerinin Gagavuzcaya Etkisi”, bilig 24/2003: 23 45. Róna–Tas, András; Árpád Berta (2011). West old Turkic. Turkic Loanwords in Hungarian. Wiesbaden: Harrassowitz. 
Schönig, Claus (1997-1998), “A new attempt to classify the Turkic languages 1-3”, Turkic Languages I-1, 1997: 118-161; I-2, 1997: 262-277; II-1, 1998: 130151. 
Schönig, Claus (1998), “Bemerkungen zum Fu-yü-Kirgisischen”, Bahşı Ögdisi, Klaus Röhrborn Armağanı, Haz. Jens Peter Laut, Mehmet Ölmez,Freiburg-İstanbul: Simurg. 
Şahin, Erdal (2003). “Kazan Tatar Türklerinin Latin Alfabesi Mücadelesi”, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi 199: 42-45.) 
Tekin, Talat (1990), “A New Classification of the Chuvash-Turkic Languages”, Erdem 5, Ocak 1989 (13): 129-139. 
Tekin, Talat (2004). Irk Bitig Eski Uygurca Bir Fal Kitabı. Ankara: Öncü Kitap. 
Yılmaz, Emine (2009). “Türkçe ve Yazı”, Türk Dili Yazılı Sözlü Anlatım. Ed. Nurettin Demir, Emine Yılmaz: Ankara: Nobel. 


EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ: GENEL DEĞERLENDİRME VE BEKLENTİLER 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR 
Dr. Nermin YAZICI 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR* / 
Dr. Nermin YAZICI** 


****




EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 5

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 5



Latin Alfabesi, 

Latin harfleri Türkçenin yazımında ilk olarak 14. yüzyılın başında, aşağı Volga bölgesinde Kuman (Kıpçak) Türkleri arasında Hristiyanlığı yaymaya çalışan Fransiskan misyonerlerce kullanılır. Bunlar Türkçe öğrenerek dini metinleri Kıpçak Türkçesine çevirmişler ve bunları Latin harfli Codex Cumanicus adı verilen, dil tarihi bakımından büyük öneme sahip bir kitapta toplamışlardı. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Türkçesi döneminde de Latin harfleriyle yazılmış, yine dil tarihi açısından çok önemli epeyce metin vardır. Filippo Argenti’nin İstanbul’daki yabancı tüccarlar için 1533’te hazırladığı Türkçe kılavuz kitaptan itibaren sözlük, gramer kitabı, konuşma kılavuzu gibi Türk dili araştırmaları açısından büyük öneme sahip pek çok eser hazırlanmıştır (bu eserlerle ilgili 1990’a kadar olan çalışmalar hakkında bk. Hazai 1990). 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da Latince, İtalyanca, Fransızca, Almanca ve İngilizce yazılmış Türkçe gramer, konuşma kitabı ve sözlüklerin sayısı giderek artmış, bunlardaki Türkçe sözcükler Latin harfleriyle ve farklı transkripsiyon sistemleriyle tanıtılmıştır. 

Latin alfabesinin Türkçe için kullanımı asıl 20. yüzyıldaki alfabe değişimiyle gerçekleşir. 19. yüzyılda eğitimi geniş halk kesimlerine yayma ve burada kullanılabilecek sade bir dil geliştirme çabalarına, aynı zamanda yazı reformu tartışmaları eşlik eder. Arap alfabesini daha kullanışlı hale getirme çabaları veya Latin alfabesine geçme yönünde görüşler tartışmalarda rekabet halindedir. Başlarda Arap harflerinin kullanılmaya devam edilmesi ya da Arap harflerinde düzenleme yapılması da öneriler arasındaydı. Başka bir bağlamda ayrıntılı olarak değerlendirildiği için (Demir 2010) üzerinde durulmayacak olan bu çabalar, 1 Kasım 1928 tarihinde Latin harflerinin kabulüyle sonuçlanır. Bundan önceki dönemde dil ve alfabe tartışmalarına katılanlar sadece Osmanlı aydınları değildir. Türk dünyasında doğu kesiminde Ekim 1917 devriminden sonra Sovyetlerde ortaya çıkan özgürleşme ortamında yerel konuşma biçimlerine dayanan yeni Türk yazı dilleri ortaya çıkar. 

Bu dillerin yazımında başlarda Arap harfleri kullanılır. Ancak 1926’da Bakü’de toplanan SSCB I. Türkoloji Kongresi, SSCB’de konuşulan bütün Türk dillerinin 
Latin alfabesi ile yazılması kararı alınır; “ Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi (Yanalif) ” Adıyla yeni bir alfabe hazırlanır. Okuryazar oranı yüksek olan Kazan Tatarları arasında olduğu gibi Latin harflerine karşı direniş gösterilse de karar kısa bir sürede uygulamaya konulur. Latin harflerinin Eski Sovyetler Birliği içindeki Türk yazı dilleri için kullanılma süresi birkaç yıllık farklarla şöyledir: 

Azerice 1925-1939; 
Karaçay-Balkarca 1927-1939; 
Tatarca 1927-1939; 
Altayca: 1928-1938; 
Kazakça 1929-1940; 
Kumukça 1928-1938; 
Türkmence: 1929-1940; 
Hakasça 1929-1939; 
Kırgızca 1928-1940; 
Kırım Tatarcası 1929-1938; 
Başkurtça 1930-1940; 
Tuvaca 1930-1943; 
Yeni Uygurca 1930-1947; 
Gagavuzca 1932-1957. 

Hemen hemen aynı dönemde, 1 Kasım 1928’de Türkiye’de de Latin harflerine geçildi. Bulgaristan Türkleri, Türkiye’deki yazı devriminden sonra, yeni yazıyı Türkiye dışında kabul eden ilk Türk topluluğu olmuştur. 1935’ten sonra Bulgar Türkleri arasında Arap harflerine dönüş başlamış ise de bugün Latin alfabesi 
kullanılmaktadır. 

1928’den sonra Latin harflerini kesintisiz kullanabilen yalnız Türkiye Türkleri olmuştur. Sovyetler birliği içinde 1940 civarında Kiril alfabesine geçilmiş, yalnızca Ermeni ve Gürcü alfabeleri kullanımda kalmıştır. 

Alfabe değişikliği pratik ve pedagojik olmanın yanında toplumsal ve kültürel boyutları da olan bir konuydu ve bu dönemde uluslararası ulaşımda, demir yollarında, posta ve telgrafta Latin harfleri kullanılıyordu. 

Kiril Alfabesi ve Latin Alfabesi Rekabeti 

Sovyetler birliğinde başlarda dillere karşı gösterilen hoşgörü kaybolur. Yeni politika aradaki anlaşılırlığı azaltmaya dönüktür. Bu nedenle Latin Alfabesi 1938 yılından itibaren Kiril alfabesiyle değiştirilmeye başlanır. Kiril alfabesi Müslüman Volga Bulgarlarının torunları olan Çuvaşlar arasında 18. yüzyılın başlarında Hristiyanlığı yaymak için giden Rus misyonerlerince kullanılmıştı. Çuvaşça için Kiril harfleri temelinde 1769, 1871 ve 1938 yıllarında olmak üzere üç kez alfabe düzenlenmişti. 

Yine Kuzey Sibirya’daki Sahacanın Kiril harfleriyle yazılmasına 17. yüzyılda başlanmış, Kiril harfli ilk Yakut alfabesi 1819’da, ikincisi de 1851’de düzenlenmişti. 20. yüzyıldan önce Kiril harfleriyle yazılmaya başlanan üç Türk dili daha vardı: Altayca 1845-1928, Şorca 1885-1930 ve Gagavuzca 1895-1932 (ayrıntılar için bk. Yılmaz 2009). 

Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Türk dünyasında alfabe değişikliği konusu yeniden gündeme gelmiş, farklı öneriler ileri sürülmüştür. Latin harfleri 
temelinde ortak bir yazı dili geliştirme yönünde bir takım çabalar olmuştur, çeşitli toplantılar yapılmış, hatta 34 harfli ortak bir Türk alfabesi bile geliştirilmiştir (bk. Yılmaz 2009). 20. yüzyılın başındaki Latin harflerine geçme tartışmalarında olduğu gibi, yüzyılın sonundaki tartışmalarda da asıl sorun, seçimin siyasi tercihlerin bir uzantısı, son kararın da yine bir tercihe bağlı olmasıdır. 

Alfabe değişikliği her şeyden önce büyük bir mali yük getirmekte ve bu durum ekonomileri büyük ölçüde Rusya’ya bağımlı olan Türk cumhuriyetlerinde alfabe değişikliğine ciddi bir direniş oluşturmaktadır. Değişikliğe karşı direncin bir başka gerekçesi olarak dadeğişikliğin son elli yılda yazılmış eserleri topluma unutturma tehlikesidir. Üstelik bu son elli yıl Türk cumhuriyetlerinde yazılı kültürün en üst düzeye ulaştığı dönemdir. 

Yeni Türk Cumhuriyetlerinden Azerbaycan 1 Ağustos 2001’de Latin harflerine geçmiştir; Türkmenistan 12 Nisan 1993’te Latin harflerine geçiş kararı almış ancak uygulama 1 Ocak 2000’de gerçekleşmiştir. Gagavuzlar 13 Mayıs 1993’te, Kırım Tatarları 31 Temmuz 1993’te, Karakalpaklar ise 26 Şubat 1994’te Latin harflerinegeçme kararı almıştır. Özbekistan 2 Eylül 1993’te ilk kararı almış fakat uygulama 2005’te başlayacağı halde süre 2010’a kadar uzatılmıştır. Tataristan 1999’da Latin alfabesine geçmeyi kabul etmiştir. Buna göre Tatar alfabe yasası 1 Eylül 2001’de yürürlüğe girecek ve 1 Eylül 2011’de tamamen Latin alfabesine geçilecekti (Tataristan’daki tartışmaların ayrıntısı için bk. Şahin 2003). 

Ancak 2002’de devlet duması Rusya Federasyonu içinde Kiril dışında alfabe kullanılamayacağı yönünde karar almıştır. Bu nedenle Tataristan’da veya Rusya sınırlarındaki Türk toplulukları arasında Latin alfabesinin kullanımını yasal engeller durduğu sürece beklememek gerekir. 

Bağımsız Türk cumhuriyetlerinden yalnız Kazakistan ve Kırgızistan Latin harflerine geçmeyi kabul etmemiştir. Bu cumhuriyetlerde Rus nüfus yüksektir ve Rusça ikinci resmi dil olarak anayasada yer almakta, sosyal yaşamda aktif olarak kullanılmaktadır. Kırgızistan 1993’te Ankara’da yapılan toplantıda Latin harflerine geçeceğine dair imza atmışsa da bugüne kadar ciddi bir girişimde bulunmamıştır. 

Yine de Kazakistan’da devlet başkanı Nursultan Nazarbayev’in, 2006 yılında Latin esaslı Kazak alfabesine geçiş için altı ay içinde hazırlık yapılması gerektiğine dair bir talimatı olmuştur. Ayrıca 11.-15 Haziran 2007’de Türk Dil Kurumunda Kazakistan’ın Latin harflerine geçişi ile ilgili bir toplantı yapılmış ve gelişmeler değerlendirilmiştir. 

Buraya kadar özetlenen alfabe zenginliğine rağmen, okuryazarlığın ta Tanzimat dönemine kadar belli zümrelere has bir ayrıcalık olduğunu, yaygın bir okuryazarlığın ancak 20. yüzyılda görülmeye başladığını da belirtmek gerekir. 

Alfabe birliği sağlama konusunda son durum için ise, ortak bir alfabe geliştirme çabasının başarılı olamadığını, Kiril alfabesindeki sorunların Latin kökenli alfabeye aktarıldığını belirtmekte yarar vardır. Türkiye Türkçesine en yakın olan Azerbaycan alfabesinde bile, yazılı anlaşmayı daha da kolaylaştıracak işaretler tercih edilme-miştir. 

6. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 4

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 4



Türkçe Sözcükler ilk olarak Çin ve Grek alfabeleriyle yazılmakla birlikte geniş Türkçe metinler ilk olarak Runik alfabeyle yazılmıştır. 8. yüzyılda II. Doğu Türk 
Kağanlığı döneminden ve Uygurlar zamanından kalma taş yazıtlarda kullanılan Runik alfabe Göktürk yazısı olarak da bilinmektedir. Uygur dönemi eseri olan Irk 
Bitig “Fal Kitabı” (bk. Tekin 2004) bu yazının kağıt üzerine yazılmış tek örneğidir. 

Orhon Türkçesini takip eden Uygur dönemi, aynı zamanda ilk alfabe çeşitlenmesinin görüldüğü dönemdir. Başlarda devam eden Runik yazı yanında, bu dönemde Maniheizm inancına sahip Uygurlar Manihey alfabesini, Koço ve Kansu Uygurları Brahmi yazısından geliştirilen Tibet alfabesini de kullanılmıştır. Yine Sogd alfabesiyle ve Hint kökenli Brahmi alfabesiyle yazılmış bu dönemden kalma küçük metinler de vardır. Ama Uygur dönemindeki asıl yaygın alfabe Soğd yazısından geliştirilmiş olan, Türklerin Arap alfabesinden önce en uzun süre kullandıkları ve en çok eser verdikleri, Kaşgarlı Mahmut’un Türk yazısı olarak 
adlandırdığı Uygur alfabesidir. Bu alfabeyle Budizm, Maniheizm ve Hristiyanlıkla ilgili dini metinler başta olmak üzere pek çok eser meydana getirilmiştir. Uygur 
yazısı, 8.-17. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan’dan Osmanlı sarayına kadar geçerliliğini sürdürmüştür. Örnek olarak 11. yüzyılda yazılmış Türkçe ilk islami eser olan Kutadgu Bilig’in Viyana nüshası, Fatih Sultan Mehmet’in 1473’te, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a karşı elde ettiği zaferden sonra yazdırttığı yarlık Uygur harfleriyledir. 

On birinci yüzyıl, daha önce Müslüman olan Türkçe konuşurlarının yeni dinlerinin kutsal kitabının yazıldığı alfabeyi anadillerini yazmak için kullanmaya başladıkları, Türk dili tarihi açısından ilk büyük değişimlerin başladığı bir zaman dilimidir. Bu yüzyılda Türkçe neredeyse bin yıl kullanılacak olan Arap harfleriyle 
yazılmaya başlanır ve Türkçenin konuşulduğu coğrafya genişler. Doğuda Uygurca yerini İslamiyet etkisindeki Karahanlı Türkçesine bırakır. Oğuzca konuşan gruplar ise ilk Türkçe metinlerin yazıldığı zamanda Anadolu kapılarına dayanır. Büyük kargaşaların yaşandığı 11.-13. yüzyıllar arası yine de Türkçenin yazımı açısından pek verimli değildir, en azından eldeki eserler azdır. Türkçenin doğuda kalan kesiminde Karahanlı Türkçesini 14. yüzyılda Harezm, Altın Ordu, Mısır gibi dağınık bir coğrafyada kullanılan Harezm-Kıpçak yazı dili, 15. yüzyıldan yine büyük değişimlerinin görüleceği 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Orta Asya Türklerince kullanılacak olan Çağatayca izler. Aynı dönemde Batıda Oğuz boyları 13. yüzyıldan itibaren başlarda Eski Anadolu Türkçesi olarak anılan, daha sonra imparatorluğun dili Osmanlı Türkçesine evrilecek olan Oğuzca temelli bir yazı dili geliştirir. Böylece doğuda Orta Asya’daki yerleşik Türk topluluklarının, Özbek ve Uygurların ve ayrıca Volga-Ural bölgesindeki Türklerin yazı dili olarak Çağatayca, batıda Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında Osmanlıca olmak üzere aynı alfabeyle yazılan iki büyük Türk yazı dili ortaya çıkar. Her iki dil de Arapça ve Farsçadan bolca öge alır, aynı edebi ve kültürel temellerden beslenir. Alfabenin dil içindeki varyantlarıörten yapısının da desteğiyle ikisi birbirini uzun süre etkiler. Örnek olarak Çağataycanın “Nevai dili” olarak adlandırılmasına sebep olacak kadar büyük şairi Alişir Nevai Osmanlı şairleri üzerinde birkaç yüzyıl sürecek bir etki bırakır (bk. Kleinmichel 2006). 

Aynı şekilde Osmanlı şairleri de doğudakileri etkiler. 

Arap harfleriyle Türkçenin yazımı bu büyük dillerin ortadan kalkmasıyla son bulmaz. Irak ve İran’daki Türk toplulukları, Doğu Türkistan’da yaşayan Yeni Uygur ve Kazaklar hala Arap alfabesi kullanmaktadırlar. Uygurlar 1960 yılından başlayarak Kültür Devrimi süresince 10 yıl Latin alfabesini kullanmış, 1983’ten sonra yine Arap alfabesine dönmüştür. 

Türkçenin yazımında neredeyse bin yıl kullanılan Arap alfabesinin aynı zamanda kutsal bir değer kazandığını, dini mensubiyeti yansıttığını gösteren yeterince 
örnek vardır. Örnek Olarak Anadolu’da yaşayan ve Türkçe konuşan Hrıstiyan gruplar Grek alfabesini kullanırken, Yunanistan’da Müslüman Türklerin Arap harfleri ile Yunanca yazdıkları, Osmanlı topraklarında Arap harflerinin kullanımının Müslüman olanlarla olmayanları ayırdığı (bk. Lewis 1984: 421), yine Musevi Karayların İbrani alfabesini kullandığı bilinmektedir. Latin alfabesine geçmeden önceki tartışmalarda alfabenin dini sembol olarak değerine de sıkça gönderme yapılmıştır (bk. Demir 2010: 888 vd.) 

Kıyıdakiler, 

Bu büyük yazı dillerinin geçerli olduğu alanın dışında kalan, yazılı ürünlerine çok geç rastlanan Türk dilleri de vardır: Bugünkü Çuvaşçanın öncülü olan 14. 
yüzyıla ait Arap harfli mezar taşları dışında elimizde dil malzemesi bulunmayan Volga Bulgarcası, Kuzey Sibirya’ya çekilen Yakutça; Altaylarda, Güney Sibirya’da, Orta Asya bozkırlarında yaşayan ve Çağataycanın uzağında kalan göçebe, okuma yazma bilmeyen, bu yüzden de Çağataycayı hiç tanımamış Türk toplulukları bunlar arasındadır. 

Ayrıca iki büyük yazı dilinin geçerli olduğu bölgede, Batı Türkistan’ın Yedisu bölgesinde Nesturi Hristiyanlık inancındaki Türkler 13.-14. yüzyıldan kalma 
Türkçe mezar yazıtlarında Süryani harflerini kullanmışlardır. Musevi Karaylar 17.

19. yüzyıllar arasında İbrani alfabesini kullanmışlardır. Yine Anadolu’da Osmanlıca yanında özellikle Ortodoks Hristiyan inancına sahip Türkçe konuşurlarının dili Karamanlıca Grek harfleriyle yazılmıştır. En eskisi 1718’de basılan 500 civarındaki Karamanlıca dini ve dindışı metnin çoğu 18. ve 19. yüzyıllarda yazılmıştır. Ayrıca Ukrayna-Polonya Ermenileri ile Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan Ermeni asıllı Türk vatandaşlarına ait Ermeni harfli Türkçe metinler de vardır. 
Örnek olarak Litvanya, Polonya ve Kırım’da yaşayan Musevi Türklerin kullandığı Karay varyantına ait metinler, Kıpçak Türkleriyle yoğun ilişkileri bulunan 
Ukrayna-Polonya Ermenilerinin kendi dillerini bırakarak Kıpçakların Türkçesiyle konuşup yazmaya başlamaları ve Ermeni Kıpçakçası denilen bir varyantla eser vermeleri de 16. yüzyıla gider. 

Yeni Yazı Dillerinin Öncülleri,

En yaygın alfabe olarak Arap alfabesinin kullanıldığı bin yıla yakın dönemde Türkçe çok geniş bir alana yayılmış, gerek bu coğrafi genişleme, gerek farklı kültürel çevrelerle olan ilişkilerin sonucu olarak kendi içinde alabildiğine çeşitlenmiş, uzak bölgelerdeki yerel konuşma biçimleri birbiriyle bağı olmadan gelişmelerini sürdürmüştür. Konuşulduğu alanı genişleten her dil, yeni dillerin de çekirdeğini içinde taşır. Bu Türkçe için de geçerlidir. 

Türk dünyasında yeni yazı dilleri 18. yüzyılda filizlenmeye başlar. Bunlardan birisi Türkmencedir. Türkmen dilini yazı diline dönüştüren Mahdumkulu 18. 
yüzyılda yaşar. Türk dünyasının başka bir bölgesinde Kazan’da Abdülkayyum Nasıri, 19. yüzyılın ortalarında eserlerini Tatarca yazarak Tatar yazı dilinin ortaya çıkışına öncülük eder. Orta Asya’da Abay Kunanbayev ve eğitimci Ibıray Altınsarın 

Rus ve Batı edebiyatı klasiklerini Kazakçaya çevirerek bu yazı dilinin temellerini atar. Çağataycanın geçerli olduğu alanda bu gelişmeler olurken, Osmanlıcanın 
hüküm sürdüğü bölgede de benzer süreçler görülür. Azeri dramaturgu, ömrünün önemli bir kısmını dil reformu çabalarına hasretmiş olan Mirza Fethali Ahundzade, 19. yüzyılın başında komedilerini Azerbaycan Türkçesiyle kaleme alarak bu yazı dilinin kurucusu olur. 

Çağdaş Türk yazı dillerinin ortaya çıktığı yirminci yüzyıla gelindiğinde büyük yazı dilleri yerlerini yavaş yavaş yerel konuşma biçimlerine bırakmaya başlamıştı. 
Yakut, Çuvaş, Karay ve Doğu Türkistan’da Yeni Uygur yazı dilleri mevcuttu. Çağataycanın geçerli olduğu alanda Türkmen, Tatar, Kazak ve Özbek, Osmalıcanın geçerli olduğu alanda da Azerbaycan Türkçesinin yeni yazı dilleri olarak temelleri işaret edildiği gibi daha önceden atılmıştı. Uzun yıllardır kullanılagelen ve bugünkü anlamda bir standarttan söz edilemese de belli yazım alışkanlıklarına sahip olan yazım ve yazı dili ile konuşulan varyantlar arasında zaten bir uçurum ortaya çıkmıştı. Eğitimin bir kesime özgü bir ayrıcalık olmaktan çıkarılıp geniş kitlelere yayılması ihtiyacı da ister istemez alfabe konusunu gündeme getirecekti. Zaten var olan kimi dilsel farkların SSCB içinde öne çıkarılmasıyla, geçerliliği az yerel konuşma varyantları yazı dili haline getirilmiştir. Birbirine çok yakın olan Kırgızca, Karakalpakça ve Nogaycanın ayrı yazı dilleri yapılması bunun bir örneğidir. Sesçil Latin alfabesi de Arap harflerinin örttüğü söyleyiş farklarının yazıya yansıtılmasına yardımcı olmuştur. 1980’den sonra Tofaca (eski Karagasça) ile Yakutçanın diyalekti olan Dolgancanın yazı dili olmasıyla, yazı dili olan Türk dillerinin sayısı yirmiyi geçmiştir. 

Yirminci Yüzyıldaki Büyük Değişmeler, 

Türkçenin tarihinde en önemli gelişmeler yirminci yüzyılda yaşanmıştır. Yirminci yüzyıl Türk dili açısından büyük değişimlerin, geri çekilmelerin ve yeniden 
yayılmaların, azınlık dili olmanın ve bağımsızlık kazanmanın, statü kaybının ve statü kazanmanın, tekrar tekrar alfabe değişiklerinin bir arada yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Osmanlıca ve Çağatayca gibi iki büyük yazı dili bu yüzyılda yerlerini bir daha geri gelmemek üzere yerel konuşma dillerine dayanan yeni yazı dillerine bırakmıştır. Çağataycanın geçerli olduğu bölgede birbirinden uzak varyantların standart dillere temel alınması, alfabe değişiklikleri, yazımda aynı ses için farklı işaretlerin kullanılması veya aynı işaretin farklı ses değerlerine sahip olması gibi nedenlerle birbirinden uzaklaştı. Yine yazı dillerine dayanan eğitim organizasyonu üst dil durumundaki Rusça ile rekabet edecek donanıma sahip değildi. Yeni dillerin kendilerini kabul ettirmesi, bir dilden beklenen işlevleri yerine getirmesi de sanıldığı kadar kolay olmadı. Her şeyden önce bazılarının konuşur sayısı sınırlı idi. Bu küçük gruplar için eğitimi baştan sona organize etmek mümkün değildi. Osmanlıcanın mirasçısı olan Türkçe ise söz türetme ögelerinin yüzyıllarca ihmal edilmesi nedeniyle zorlu süreçlerden geçti. Öyle ki Hint-Avrupa benzeri bir dil yaratma çabaları yanında Türkçedeki yabancı olduğu düşünülen bütün ögeleri dilden atma ile dünyanın bütün dillerinin Türkçeden türediği, dolayısıyla Türkçede yabancı öge diye bir şeyin olamayacağı gibi birbirine tamamen zıt görüşler kısa sayılabilecek bir süre içine sığdırıldı. Yine de bütün bu tartışmaların sonucunda Türkçe eski dönemlerle karşılaştırılamayacak kadar sade bir dil olma, özleşme başarısı gösterdi. 

Yine bu yüzyılda Türk dilleri asında yüzyıllarca var olan ilişkiler kesintiye uğramış, Doğu Bloku sınırları içinde kalan Türk dilleri ile Türkiye Türkçesi arasındaki ilişkiler büyük oranda kopmuştur. Bu dönemde bilimde, sanatta ortaya çıkan terim ihtiyacı karşılanırken Doğu Bloku sınırları içindeki Türk dilleri Rusça üzerinden ve Rusça söyleyişle, Türkiye Türkçesi de doğrudan Fransızca söyleyişle Batı dillerinden kelime almıştır. Böylece ilgi çekici bir biçimde batı dillerinden alınan ortak bir söz dağarcığı ortaya çıkmıştır. Bu diller bir yerde eski Arapça ve Farsçanın işlevlerini üstlenmişlerdir, ancak aynı kökene giden kelimelerin söylenişleri, alınma kanalı nedeniyle farklı olmuştur: fonetika – fonetik, üniversitet – üniversite, demokrasiya – demokrasi vb. 

Yüzyılın sonuna doğru yine dil açısından çok ilgi çekici bir gelişme olmuş, Sovyetler Birliği dağılmış, ortaya Türk dillerini devlet dili olarak benimseyen bağımsız ülkeler çıkmıştır. Bu yeni devletlerin topraklarında neredeyse azınlığa düşmüş Türk dilleri tekrar güç kazanmıştır. Bağımsızlığın ilk yıllarında görülen virgül Türk dillerinin yazımında kullanılacak Latin temelli ortak bir alfabe geliştirme çabalarının siyasi irade olmadığı için iflas etmiş olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Ancak bu defa başka, ilgi çekici bir araç devreye girmiş ve Türkiye Türkçesinin kendiliğinden baskın konuma gelmesini sağlamıştır. Teknolojideki gelişmeler sonucu Türkiye Türkçesi sadece Türk dilli topluluklar arasında değil, dünyanın her yerinde ulaşılırolmuştur. Özellikle son yıllarda televizyon dizilerinin Türkçenin yaygınlaşmasında veya Türkçeye olan ilgide büyük pay sahibi olduğunu söyleyebiliriz. İlgi o kadar büyüktür ki Türkiye’nin gerek doğusunda gerek batısında dizi oyuncuları kahraman gibi karşılanmaktadır. 

Ayrıca Türkiye’nin Türk işadamlarının artan önemine paralel olarak Türkçeye karşı olan ilgi de hiçbir zaman olmadığı kadar artmıştır. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 3

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 3



Güney Sibirya da birkaç Türk dilinin konuşulduğu bir bölgedir. Burada 1922’de Oyrot ağzına dayalı olarak yazı dili haline getirilen Altayca, 1948’e kadar 
Oyrotça olarak adlandırılmıştır. Bugün konuşur sayısının 65 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Tuvaca da Güney Sibirya’da 2002 sayımına göre Rusya Fe
derasyonu’da 24.2754 konuşuru olan görece büyük dillerden biridir ve Çin ve Moğolistan’da küçük gruplar tarafından da konuşulmaktadır. Ağırlıklı olarakHakas Özerk Cumhuriyetinde konuşulan ve 2002 sayımına göre 52.217 konuşuru olan Hakasça, tahminen 35 kişinin konuştuğu Çulım, 2002 sayımına göre 6.210 kişinin konuştuğu Şorca, 1986 yılında yazı dili haline getirilen Tofacanın bugün 30 kadar konuşur kaldığı tahmin edilen Tofaca gibi bir irili ufaklı Türk dilleri de Güney Sibirya’da konuşulmaktadır. 

Güneye, Kafkaslara indiğimizde Karaçay-Çerkes Özerk Bölgesi, DağıstanÖzerk Cumhuriyeti’nin Stavropol bölgesinde 2002 sayımına göre 90.020 bin civarında 
konuşura sahip Nogayca; Dağıstan Cumhuriyeti’nin Hasanyurt, Babayurt, Kızılyurt, Buynak, Kayakent, Kaytak eyaletleri ile Mohaçkale çevresindeki altı 
köyde 2002 sayımına göre 458.121 kişi tarafından konuşulan Kumukça, Karaçay-Çerkes Özerk Bölgesinde ve Kabardin-Balkar Özerk Bölgesinde 2002 sayımına göre 302.748 kişinin konuştuğu Karaçay-Balkarca gibi dillerle karşılaşırız. 

Rusya Federasyonu’na bağlı bir cumhuriyet olarak Orta Volga bölgesinde yer alan Tataristan’da konuşulan Tatarca, 7 milyona yakın konuşuruyla Rusya’daki en fazla konuşura sahip Türk dillerinden biridir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Tatar aydınların çabasıyla yazı dili olarak gelişmeye başlamıştır. Yine Rusya Federasyonu’nun bu bölgesinde 1.379.727’i Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti’nde olmak üzere 1,6 milyon civarında konuşuru olan Başkurtça konuşulur. Başkurtça Tatarcaya oldukça yakındır. 

Batıya doğru göç eden ilk Türk boylarından Bulgarların torunları olan Çuvaşların dili olan Çuvaşça, Moskova’nın 600 km. doğusunda özerk Çuvaş Cumhuriyeti’nde konuşulur. Toplam nüfuslarının 2 milyona yakın olduğu tahmin edilmektedir. Çuvaşça Kiril alfabesiyle yazılan ilk Türk dilidir. 

Diğerleri, 

Bu kalabalık grupların yaşadığı ülkeler dışında da Türk dillerine rastlanmakta-dır. Oğuzcanın en küçük kolu olan ve dilbilimsel açıdan Türkçenin bir ağzı sayılan 
Gagavuzca Moldovya Cumhuriyeti’nin güneyiyle Ukrayna’nın güneybatısında konuşulur. Eski Sovyetler Birliği sınırları içerisinde kalan bu bölgelerdeki Gagavuzların nüfusu 1989 yılı sayımına göre 197.000 civarındadır. Ayrıca Bulgaristan’da 5 bin kişilik bir Gagavuz grubu olduğu tahmin edilmektedir. Yine Romanya, Yunanistan, Kazakistan ve Kafkasya’da Gagavuzlar yaşamaktadır. Hristiyandırlar. 20 Ağustos 1990’da Moldovya’da özerk bir devlet kuran Gagavuzların ülke adı Gagavuz Yeri ve resmi dilleri Gagavuzca, Romence ve Rusçadır. Gagavuzca 1957’de yazı dili olmuş, 1996’ya kadar Kiril harfleriyle yazılmıştır. Gagavuzcanın en belirgin özelliği sözdiziminde ve söz varlığında görülen Slavca etkisidir (bk. Menz 1999, 2003). 

Ukrayna’da Kırım yarımadasında Kırım Tatarcası konuşulur. İkinci Dünya Savaşında Almanların Kırım’ı işgal etmeleriyle burada yaşayan 200 bin Tatar Özbekistan’a sürgün edilmiştir. Özbekistan’a sürülen Tatarların bir bölümü ise ancak 1967’de alınan bir karardan sonra Kırım’a dönebilmişlerdir. 1989 sayımına göreKırım Tatarlarının toplam sayısı 268.379’dur. Bu nüfusun %51’i Özbekistan’da, %16’sı Kırım’da, %8’i Rusya’da yaşamaktadır. 

Karayca Türk dünyasının Kuzeybatı ucunda Litvanya ve Ukrayna’da altı yüz yıl kadar önce Kırımdan buraya gelmiş olan küçük gruplar tarafından konuşulur. 
Sözdiziminde özellikle Slavcanın etkisiyle ilginç değişiklikler ortaya çıkmıştır. Karayca 1930’lu yıllara kadar İbrani, Latin ve Kiril alfabeleri ile yazılmıştır. Polonya ve Litvanya Karayları 1930’lu yıllardan itibaren Latin alfabesiyle dillerini yazmışlardır. Litvanya Karayları Sovyetler zamanında Kiril alfabesini kullanmış, 1990 yılında yeniden Latin alfabesine geçmişlerdir. 

Sayılan bölgeler dışında bir Türk dilini konuşan bir grubun ana kütleden çeşitli nedenlerle koparak başka bir coğrafyada yaşadığını ve anadilini konuştuğunu veya farklı bölgelerde küçük Türkçe varyantlara rastlandığını da unutmamak gerekir.Örnek olarak Afganistan’da, Gürcistan’da, Moğolistan’da, Avrupa Birliği ülkelerinde Türkçenin değişik kollarına rastlanmaktadır. 

Farklı Türk dillerinin konuşulduğu bir alan olarak Türkiye’ye de ayrı bir paragraf açmak gerekir. Türkiye dışındaki pek çok Türk topluluğu asıl vatanlarında 
tehditle karşılaştıklarında Türkiye’ye sığınmışlardır. Bu nedenle Türkiye bugün sadece Türkiye Türkçesinin değil, pek çok Türk dilinin konuşulduğu bir alan durumundadır. Ne yazık ki bu diller hakkında araştırmalar yetersizdir. Türk dili uzmanları araştırma konusu ararken, çok kolay ulaşılabilir durumdaki Ankara’da, Eskişehir’de, Konya’da konuşulan bir kardeş dili yeterince egzotik bulmamaktadır. Oysa bu varyantların araştırılması da tarihi süreçleri anlamamız için büyük önem taşımaktadır. 

Keşifler ve Kayıplar, 

Türk Dillerinin bir kısmı bilinen zamanlarda keşfedilmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra ciddi olarak araştırılan, Orta İran’da konuşulan Halaçça, Moğolistan’da Cengel Tuvalarının, Kuzey Moğolistan’daki Duhaların dili, İran’da Horasan Türkçesi, Çin’de konuşulan Fu-Yü Kırgızcası bu tür diller arasındadır. İran, Çin, Rusya, Afganistan gibi bazı bölgelerde hala yeni keşifler, en azından oradaki dilleri daha ayrıntılı olarak araştırma yapmak mümkün görünmektedir. Yine pek çok yerel varyant hala zengin bir araştırma konusu olarak ortada durmaktadır. Yine sürekli göçler başta olmak üzere pek çok neden yeni varyantların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bunların, örnek olarak Avrupa ülkelerindeki Türkçede gözümüzün önünde gerçekleşen dil değişmelerini araştırmak, tarihte olan süreçleri de anlayabilmemiz için önemli veriler sunacak durumdadır. 

Keşiflerin yanında kayıplar da olmaktadır. Bilinen zamanlarda yok olan Türkçe varyantlar vardır. Konuşur sayısı az, konuşma dili olmanın dışında toplum hayatında önemli işlevi olmayan küçük diller yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 
Bunların yerini baskın durumdaki diller almaktadır. Halaçça, Karayca, Kırım Tatarcası, Nogayca, Tofaca, Fu-Yü Kırgızcası, Sarı Uygurca, Salarca, Tuvaca’nın Moğolistan’daki kolları, Urumca gibi varyantlar da yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 

Sınıflandırma Denemeleri, 

Ortak bir ana dile götürülebilen Türk dillerini, yaşadıkları bölgeler, dilsel özellikler, mensup oldukları tarihi boylar gibi ölçütlere göre sınıflandırma çalışmaları iki yüz yılı aşkın bir süredir görülmektedir. Bunların en son iki örneği Schönig ve Johanson’a aittir. Schönig üç ayrı makale halinde yeni ölçütler de kullandığı ayrıntılı bir sınıflandırma denemesi yayımlamıştır (1997a, 1997b, 1998). Schönig’in tasnifini öncekilerden ayıran en belirgin özellik dil ve diyalektler arasındaki ilişki ve etkileşmelere dikkat ederek karşılaştırmalı bir yöntem kullanmış olmasıdır. Bir başka denemede ise Johanson genetik ve tipolojik özellikleri kullanarak, kısa ve net bir bölümleme yapmıştır 
(1998: 82-83). 
Türkçe olarak yapılan en son tasnif denemesi ise Tekin 1990’dır. Türk dillerini Oğuzca, Kıpçakça, Çağatayca gibi tarihi boy adlarına veya yönlere göre sınıflandırma denemeleri de vardır. 

Dil mi Şive mi Lehçe mi Ağız mı?, 

Türkiye Türkolojisinde 1980’li yıllardan başlayıp sonraki yıllara damgasını vuran Türk dilleriyle ilgili tartışma konularının başında, Türkçenin farklı kollarının 
nasıl adlandırılacağı gelir. Tartışmalar bir kesimin Türk dilleri arasında lehçe, şive, ağız biçiminde üçlü veya lehçe, ağız biçiminde ikili bir ayrım yaparken karşı görüşün bu ayrımları yapmaması, Türkçenin Türkiye dışındaki kollarını da bağımsız dil saymasından kaynaklanır. Tartışmalarda ilgi çekici olan husus, her iki tarafın da karşılıklı anlaşılırlık, bilinen veya bilinmeyen dönemlerde ayrışma, yabancı Türkologların Türkçenin kollarını nasıl adlandırdıkları, batı dillerindeki durumla karşılaştırma gibi ölçütleri kullanması, ama farklı sonuçlara ulaşmasıdır. Ne var ki tartışmadaki en önemli etken dille değil, siyasi tercihlerle ilgilidir. Tartışmalar o zamanın siyasi atmosferi içinde bir tür siyasi çekişmeye dönüştükten sonra yeni ölçütlerle derinleştirilemedi. Oysa bu yapılabilse ve tartışmalar siyasi değil de bilimsel zeminde yürüse, dil incelemelerindeki varyasyon araştırmalarına eklemlenebilseydi çok yararlı olabilecek sonuçlar ortaya çıkabilirdi. 

Ama bu olmamış, Türkologlar arasındaki iki farklı anlayış etrafındaki kutuplaşma, ancak Sovyetler in dağılmasından sonra ortaya çıkan gelişmeler sonucu tartışmaların anlamsız hale gelmesiyle ortadan kalkmıştır. Gerçi bugün de terim tercihinde farklı yaklaşımlar vardır. Ancak terim tercihi genç Türkologlar arasında doğrudan bir çatışma zemini olarak ortadan kalkmış görünmektedir (konuyla ilgili tartışmaların ayrıntıları için bk. Demir 2006) 

Türk Dünyası ve Alfabe, 

Bu yazının genel amacına uygun olarak alfabe konusuna da kısaca değinmek gerekir. Yaklaşık milat yıllarından beri dil verileriyle izleyebildiğimiz süreçte Türk 
dili sadece muazzam bir yayılma değil aynı zamanda yazıldığı alfabeler açısından büyük bir çeşitlilik göstermiştir. Göçler, kültür değişmeleri, farklı dil ve kültürlerle ilişkiler, ekonomik ve siyasi nedenler, Türkçe konuşurların kurduğu büyük imparatorluklar gibi sebepler yalnızca Türkçenin kendi içinde sürekli çeşitlenmesine yol açmamış, aynı zamanda farklı alfabelerle yazılması sonucunu da doğurmuştur. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar olan alfabe değişikliklerini, daha doğrusu yeni alfabelerin benimsenmesini yaygın bir okuryazarlık ve dil planlaması olmadığı için kültürel değişmelerin sonucu olarak görmek gerekir. Yirminci yüzyıldaki değişiklikler de kültürel değişmelerin sonucu olmakla birlikte aynı zamanda planlı ve yine de sancılı dil politikalarıyla gerçekleşmiştir. 

Türkçenin yazıldığı alfabeler konusundan söz ederken anadili Türkçe olanların Türkçeyi yazmak için kullandığı alfabelerle ana dili Türkçe olmayanların Türkçeyi 
yazmak için kullandıkları alfabeleri birbirinden ayırmak gerekir. 

Türk dilli toplulukların kullandığı büyük alfabeler, sırasıyla Runik alfabe, Uygur alfabesi, Arap alfabesi, Latin alfabesi ve Kiril alfabesidir. Bunların en uzun 
süre kullanılanı Arap alfabesi, en fazla eser verileni ise Latin alfabesidir. Verilen bu sıralamaya rağmen yirminci yüzyıldaki dil planlaması sonucu değişiklikler dışında alfabelerin aynı varyantın yazımında paralel kullanıldığını unutmamak gerekir.Örnek olarak Runik alfabeyle Uygur alfabesi, Uygur alfabesiyle Arap alfabesi aynı varyantın yazımında kullanılmıştır. Planlı değişiklikler olan Latin ve Kiril alfabelerinin kullanımı ise aynı zaman dilimine denk gelmekle birlikte, farklı coğrafyalarda gerçekleşmiştir. Görece büyük metinlerin yazıldığı bu alfabeler yanında, 9. yüzyıldan itibaren Türkçenin yazımında bir çeşitlenme olduğunu, çeşitli alfabelerin farklı varyantların yazımında kullanıldığını vurgulamak gerekir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 2

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ., BÖLÜM 2 


Bağımsız Devletler ve Dilleri, 

Sınıflandırma denemelerinde Türk dillerinin en büyük kolu, Gagavuzca, Azerbaycan Türkçesi, Türkmence ve Horasan Türkçesiyle güneybatı veya Oğuz grubuna dahil edilen Türkiye Türkçesidir. Türkiye Türkçesi, Türk dillerinin en fazla konuşura ve en köklü yazılı geleneğe sahip, en iyi araştırılmış koludur. Yetmiş beş milyondan fazla insanın ana dili olan Türkiye Türkçesi, Türkiye dışında Kuzey Kıbrıs’ta resmi dildir. Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Irak, Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika, İsviçre, İngiltere, İsveç, Danimarka, ABD, Kanada, Avustralya, Suudi Arabistan, İsrail, Rusya Federasyonu gibi ülkelerde de konuşulmakta ve yazı dili olarak kullanılmaktadır. 

Türkçeden sonra Oğuzcanın ikinci büyük dalı Azerbaycan Türkçesidir. Kuzey Azerbaycan Türkçesi ve güney Azerbaycan Türkçesi olmak üzere iki büyük kola 
ayrılır. Kuzey’de 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Azerbaycan Cumhuriyeti’nde ve güney’de İran’da konuşulur. Türkiye’nin doğusundaki bazı ağızlar da Azerbaycan Türkçesine İstanbul Türkçesinden daha yakındır. Ayrıca Gürcistan, Ermenistan, Irak ve Rusya’da Azerbaycan Türkçesi konuşan gruplar vardır. Azerbaycan Türkçesi konuşanların kesin sayısı hakkında bir şey söylemek güçtür, ancak 20 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. 

Türkmence, Horasan Türkçesi ile Oğuzcanın doğu kolunu temsil eder. Türkmenistan nüfusunun yaklaşık 3,5 milyonu Türkmence konuşmaktadır. İran’da(yaklaşık 400.000), Afganistan’da (yaklaşık 400.000) ve Özbekistan’da (121.600) büyük Türkmen grupları bulunmaktadır. Ayrıca Rusya, Kazakistan ve Tacikistan’da yetmiş binin üzerinde Türkmen yaşamaktadır. 

Türk dilinin büyük kollarından birini de Kazakça oluşturur. Kazakistan yanında Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan Cumhuriyetleri, Rusya 
Federasyonu, Moğolistan, Afganistan, Çin ve Türkiye’de yaşayan Kazaklar da sa-yılırsa 12 milyondan fazla kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilmektedir. Farklı Kıpçak boylarının karışımından oluşan Karakalpakların dili de dilbilimsel anlamda Kazakçanın bir ağzı sayılabilecek durumdadır. Karakalpakça, Sovyet devriminden sonra ortaya çıkan Türk yazı dillerinden biridir. 

Türk dillerinin büyük kollarından bir başkası olan Doğu Türkçesinin iki yazı dilinden biri ve Çağatay yazı dilinin doğrudan devamı olan Özbekçe, adını 14.
yüzyılda yaşamış Altınordu emiri Özbek’ten alır. Özbekistan dışında Tacikistan,Kırgızistan, Kazakistan ve Türkmenistan’da da kalabalık Özbek toplulukları vardır.

Özbekçe konuşurların sayısının yirmi milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir. Özbek yazı dili 1930-1937 yılları arasında kuzey ağızlarına dayanmaktayken 1937 yılından sonra İrancalaşmış Taşkent ağzına ve Fergana vadisi ağızlarına dayandırılmıştır. 

Bağımsız Türk Cumhuriyetleri içinde konuşur sayısı az olanlardan biri de Kırgızcadır. Kırgızca Sovyet Devriminden sonra yazı dili olmuştur. Yaklaşık olarak 4 milyon konuşuru olduğu tahmin edilmektedir. 

Kalabalık Türk Dili Konuşurlarının Yaşadığı Diğer Ülkeler 

Yukarıda da işaret edildiği gibi Türk dili geniş bir coğrafyada, pek çok ülkede konuşulmaktadır. Türk devleti olmamakla birlikte Türk dili açısından taşıdıkları 
önem nedeniyle bunların bazılarından, sırasıyla Çin, İran ve Rusya’dan kısaca söz etmek gerekir. 

Çin, 

Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin, 9 milyon civarında konuşura sahip, Çağataycanın devamı durumundaki Yeni Uygurca gibi görece büyük diller yanında küçük Türk dillerinin de bulunduğu bir ülkedir. Tibet platosunun kuzey kıyısında resmi etnik azınlıklardan biri olan Müslüman Salarların dili Salarca konuşulur. 
2000 sayımına göre konuşurları 104.503 kişidir. Kansu eyaletinde ve SinkiangUygur Özerk Bölgesinin kuzeyinde Salarca konuşan topluluklar vardır. 
Semerkand’ın güneyinden 14. yüzyılda buraya gelmişler, Çin ve Tibet halklarıyla birlikte yaşamışlar, bunun sonucu olarak da dilleri Çince ve Tibetçe etkisinde kalmıştır. 
Ama dillerinde Oğuzcanın da baskın izleri görülür. Çin’in Kansu eyaletinde bugün Sarı Uygurlar olarak adlandırılan, Budist- Lamaist inanca bağlı grupların dili olan 
Sarı Uygurca bulunur. Hakasça ile aynı dil grubuna giren Sarı Uygurca’nın konuşur sayısı 2000 sayımına göre 4600 kişidir (AWLD). Çin’deki ilgi çekici Türk dillerinden biri de Fu-Yü Kırgızcasıdır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Mançurya bölgesinde, Harbin’in kuzeybatısında, Çin’in Heilungkiang eyaletinde, 18. yüzyıl ortalarında Altay bölgesinden bölgeye göçmüş Fu-yü Kırgızları tarafından pasif olarak kullanılır (bk. Schönig 1998: 317-319, Johanson 2009: 49). AWLD’ye göre konuşuru 10’un altındadır. 

İran, 

Türk dilleri açısından zengin ülkelerden biri de İran’dır. İran’da güney Azerbaycan Türkçesi gibi kalabalık konuşura sahip Türk dilleri yanında, daha küçük gruplarca konuşulanlar da vardır. Orta İran’da, başkent Tahran’ın 200 km kadar güney-batısında, Hemedan ile Kom şehirleri arasındaki bölgede konuşulan Halaçça bunların dil tarihi bakımından en ilgi çekici olanlarından biridir. Nüfuslarının 28 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir (Doerfer 1998: 276). Azericenin bir diyalekti sanılırken Alman Türkologlarından Doerfer’in ve öğrencilerinin yaptığı araştırmalar sonucunda ayrı bir Türk dili olduğu ve eskicil pek çok ögeyi barındırdığı ortaya çıkmıştır. 

Horasan Türkçesi, İran’da Horasan bölgesinde, iki milyon civarında konuşura sahip bir Türk dilidir (Doerfer 1998: 276). Yakın zamanlara kadar bu dil Türkmencenin veya Azerbaycan Türkçesinin bir ağzı sayılıyordu; ama Doerfer’e göre ayrı bir Türk dili olarak görülmelidir (1969: 8; 1977). İran’da konuşulan bir başka Türk dili de Kaşkaycadır. Ağırlıklı olarak Fars eyaletinde yaşayan Kaşkayların nüfusunun 1.5-2 milyon arasında olduğu sanılmaktadır (Dolatkhah 2010)). İranda Oğuzcaya dayanan başka ağızlar da vardır (bk. Doerfer 1998). 

Rusya, 

Rusya’nın Kuzey doğusundan batıya doğru ilerleyecek olursak önce 14. yüzyılda bugünkü yurtları olan Kuzey Sibirya’da ağırlıklı olarak 1922’de kurulan YakutÖzerk Cumhuriyeti’nde, Saha Sire’nde (Saha Yeri) ve Magadan bölgesi ile Sahalin adasında yaşayan Sahaları buluruz. Sahaca konuşanların sayısı 2002 sayımına göre 456.288 (bk. AWLD, 2002 yılına ait aşağıdaki sayılar bu kaynaktan alınmıştır). Sahacanın bir ağzı olup Taymır yarımadasında, 2002 sayımına göre 4.865 kişi tarafından konuşulan Dolganca bulunur. Dolganlar, Sahalaşmış bir Tunguz topluluğudur (bk. AWLD). 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***