FARUK ASLAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FARUK ASLAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KURT ISYANI, GEHLEN’IN KILIÇ’I BÖLÜM 1

PANZER VE KURT ISYANI, GEHLEN’IN KILIÇ’I  BÖLÜM 1


FARUK ASLAN,

Kitabın ilk bölümlerinde Almanların efsane istihbaratçısı Gehlen’den sıkça bahsedilmişti. 
Onun hakkındaki en ilginç bilgi şüphesiz Alman istihbaratından ABD istihbaratına yaptığı geçişti. Birbirine tamamen zıt ve düşman ülkeler arasında yapılan bu geçiş çok önemli sonuçlar doğurdu. Hem Almanya hem ABD için ama en önemlisi Türkiye için...  Alman Gizli Servisi’nin (BND) arşivleri 2011 yılbaşından itibaren tarihçilerden oluşan 4 kişilik bir ekibin araştırmasına açıldı. Araştırmacılar, öncelikle kuruluşundan 1968’e kadar 
başkan olan, faşist Reinhard Gehlen zamanında ne kadar Nazi’nin kurumda görev aldığını ortaya çıkaracak. Yayınlanan belgeler ve bazı mahkeme kararları BND’de sanıldığından çok daha fazla eski faşistin çalıştığını ortaya çıkarmıştı. Bu araştırma, CIA ve İngiliz gizli servisi MI.5 ve MI.6’nın eski faşistlerle Soğuk Savaş dönemindeki ilişkisini, eski Nazi kadrolarının 
üç ülkenin gizli servislerinde ne ölçüde görev aldığını ve batı dünyasının anti komünist mücadele amacıyla hangi karanlık ilişkiler içinde olduğunu da ortaya çıkaracak. Ancak, Almanların çıkan her belgeyi önce, ABD ve İngilizlere gösterecekleri belirtiliyor. 

BND, 1956’da ‘Organisation Gehlen’in devamı olarak kuruldu. Hitler’in generallerinden Reinhard Gehlen, savaşta Hitler’in hizmetine sunduğu teşkilatını, 1947’de ABD’nin isteği üzerine ‘Organisation Gehlen’ adıyla Federal Almanya için kurdu. Gehlen, generalken de istihbarattan sorumluydu. Kariyerini, toplama kamplarında tutsakları sorgularken yaptı. Asıl başarısını, Hitler’in işgal ettiği ülkelerde yakalanan gizli servis elemanlarının, subaylarının taraf değiştirmeye zorlanmasında ve beyin yıkama faaliyetlerinde gösterdi. Gehlen, Doğu Yabancılar Birliği Komutanı iken, bir ilke imza atmış ve devşirdiklerinden antikomünist, ‘çok uluslu bir gizli servis’ kurmuştu. Gehlen, Almanya yenildiği, faşistler yargılandığı halde bu işten sıyrılmasını da bu organizasyon yeteneğine borçluydu. Bir keresinde şunları söylemişti: “Batı cephesi savaştan sonra Rusya’ya karşı olacaktır. Burada batı güçleri komünizmle mücadelede, bana, ajanlarıma, bilgilerime büyük ihtiyaç duyacaktır. Çünkü ben her milletten insana taraf değiştirttim ve ajanlaştırdım. Kimsenin benim kadar bilgisi ve adamı yok…” 
Batı Almanya’nın ve ABD’nin bu antikomünist kadroları özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı kullandığı kesindi. Gehlen’in tam da Truman Doktrini’nin hayata geçtiği, komünizm tehlikesi altında olan ülkelere maddi ve manevi yardım yapılacağının açıklandığı dönemde tekrar iş başına getirilmesi de hiç tesadüf değildi. Gehlen’ın adamlarının Truman Doktrini gereği Türkiye’de çalışmalar yürüttüğünü tahmin etmek de zor değildi. Bakalım, bu araştırmalar sonucunda tarihçiler Türkiye’den de bahsedecek miydı? 

Aslında BND’nin Nazilere sahip çıktığına dair çeşitli belgeler bulunuyordu. Örneğin, BND’nin Yahudi soykırımı sorumlularından ve Hitler’in önemli adamlarından Adolf Eichmann’ın Arjantin’de takma isimle yaşadığını, 1952’den beri bildiği ama hiç bir şey yapmadığı ortaya çıkmıştı. Ta ki, İsrail, Eichmann’ın Mısır’da yaşadığına inanırken, 1957’de bir tesadüf sonucu Arjantin’de olduğunu öğrenene ve 1960’da da MOSSAD Eichmann’ı İsrail’e kaçırmayı başarana kadar. İsrail’de yargılanan Eichmann, 31 Mayıs 1962’de ‘insanlığa karşı suç işlemekten’ idam edildi. Bu zamana kadar İsrail’de idam edilen tek isim Eichmann oldu. 

Araştırma, devlet yöneticilerinin faşistlerle ilişkisini, kimlerin gizli servise çalıştığını ya da gizli servisçe izlendiğini açığa çıkarması açısından da ilginçti. Örneğin Almanya’nın 1959’dan 1969’a kadar Cumhurbaşkanı olan Heinrich Lübke’nin, toplama kampı planlarında bulunan imzasının sahte mi gerçek mi olduğu da ortaya çıkacaktı. Lübke, sahte olduğunu iddia etse de diğer belgeler Hitler’e çalıştığını kanıtlamıştı. Ancak basın, BND’nin ‘asıl sırlarının’ hiçbir zaman açık edilemeyeceği endişesini taşıyordu. 
Çünkü tıpkı bizdeki gibi Almanya’da da ‘devlette süreklilik esastır’ kuralı işliyordu. 
BND’nin 1956’da Başbakanlığa bağlı olarak kurulması ve zamanın Başbakanlık Müsteşarı Hans Globke’nin, Hitler’in İçişleri Bakanı ve 1935’te çıkarılan Yahudi düşmanı ve polisin yetkisini artıran Nürnberger Rassengesetze’nin mimarı olması, buna yeterince iyi bir örnek  oluşturuyor du. 

Lyon Kasabı Klaus Barbie de BND’de çalıştı. Birçok kez savaş suçlusu olarak mahkûm olan Klaus Barbie’nin de aranırken BND’de çalıştığı ortaya çıkmıştı. Gestapo yöneticilerinden ünlü komünist avcısı Barbie, Hitler’in önde gelen işkencecilerindendi. İşkencelere bizzat katılacak kadar hırslıydı da. Ancak savaştan sonra, basının 2010’da ortaya çıkardığı belgelere göre Barbie, 1966’da BND için çalıştı. 

Klaus Barbie adı, Almanya’nın Hollanda ve Belçika’yı işgal etmesiyle, ‘işkence uzmanı’ olarak gündeme gelmeye başlamıştı. Fransa’da direniş önderi Jean Moulin’in öldürülmesinden de bizzat sorumlu tutuluyordu. Kayıtlara göre Barbie, Fransa başta olmak üzere birçok ülkede direniş üyelerine, Yahudilere, partizanlara, komünistlere, kadın ve çocuklara işkence yaptı. Sorgulananların dişlerini kırmak ve söküp çıkarmak için kerpeteni bizzat kullanıyordu. Sıcak su banyosu işkencesini icat etti. İnsanları ölünceye kadar parmaklarından astırdı. Fransa’da yetimhanede kalan Yahudi çocuklarının öldürülmesi olayından sonra ‘Lyon Kasabı’ olarak anılmaya başlandı. 
Savaş bittikten sonra ABD gizli servisi, Barbie’yi ‘antikomünistliğinden yararlanmak için’ işe aldı. ABD, Sovyetlere karşı gizli servis elemanı arıyordu ve elbette eski faşistler bunun için biçilmiş kaftandı. ABD Karşı İstihbarat Birimi'nin (Counter Intelligence Corps-CIC) ajanı Robert S. Taylor, Barbie için üstlerine “Kesin kararlı bir antikomünist. İdealist bir Nazi. Barbie bize, hapiste olduğundan daha yararlı olacaktır” diye yazmıştı. ABD, Barbie’ye önce ‘Organisation Gehlen’de iş verdi, sonra da kendi himayesine aldı. Değerli bir antikomünist olan Barbie’yi ABD, arandığı Avrupa’da bırakmadı ve 1951’de Bolivya’ya gönderdi. Barbie, Klaus Altmann adıyla Bolivya vatandaşlığına geçti. 1964'te, General René Barrientos Ortuño darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Barbie, Ernesto Che Guevara’nın Bolivya’ya gelmesi üzerine İçişleri Bakanı’nın ve darbeci Başkan’ın danışmanı olarak çalışmaya başlamıştı. Paramiliter faşist güçlerle polisleri eğitti. Bolivya Özel Harekât Birliği'ni dizayn etti. 1967'de, Barrientos'un birlikleri Che 'yi pusuya düşürdü ve katletti. Alman gazeteci Kai Hermann, Barbie’nin Che’nin yakalanmasında ve öldürülmesinde ‘kesinlikle’ parmağı olduğunu dile getiriyordu. 

Bolivya’da kalan Barbie, Vietnam savaşında yaralıların ihtiyacı artınca, ABD’ye kinin ihracı yaptı ve sonra diktatör Suárez ile uluslararası silah ticaretine başladı. 1970’te Nazi avcısı Beate ve Serge Klarsfeld, Klaus Barbie’nin Bolivya’daki yerini tespit etti. 1972’de ünlü Fransız devrimci ve kuramcı Régis Debray ve Alman kökenli Bolivya vatandaşı Monika Ertl, Bar-
bie’yi kaçırıp Fransa’ya getirmek için plan yaptı. Ertl, Che’nin öldürülmesinden sonra yeniden kuruluş dönemi yaşayan Bolivya Kurtuluş Ordusu (ELN) militanıydı ve örgüt Barbie’nin Fransa’da yargılanmasını sağlamak istiyordu. Ancak eylem başarısız oldu. Bolivyalı devrimci Monika Ertl, 12 Mayıs 1973’te kurşuna dizildi. Herkes Monika’yı Klaus Barbie’nin 
öldürdüğünü biliyordu. Ama öldürmeden önce işkenceye uğrayıp uğramadığı anlaşılamadı, çünkü cenazesi ailesine verilmedi. Hernán Siles Zuazo devlet başkanı olunca, Bolivya polisi Barbie’yi 19 Ocak 1983’te yakaladı. 1987’de Fransa’ya verdi. Barbie, Fransa’da 842 insanın 
ölümünden sorumlu tutuldu Yargılanırken, “O zamanlar savaş vardı, ben sadece görevimi yaptım” dedi. 1991’de Lyon’da hapiste, görevini tamamlamış bir paçavra gibi öldü. (120) 

Almanlar Agharta efsanesine inanmıştı ve uçuruma sürüklendiler. Aynı biçimde Ergenekon iddianamesi kamuoyuna yansıyınca ortaya yeni bir Agarta Efsanesi çıktı. Aslında Agarta ile Ergenekon arasındaki bağlantı o kadar zayıf değildir. İtalya’da 1990’larda parlamento soruşturması sonucu ortaya dökülen kanıtlar, Avrupa ve Amerika’da konuyu araştıran bazı 
gazeteci ve yazarların bulguları, Gladyo içinden bazı fraksiyonların özellikle böyle bir mistik zırhı üzerlerine geçirdiğine işaret ediyordu. ‘Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır’ diye özetlenebilen, tam olarak ne sağ ne sol olarak adlandırılabilecek, salt güce dayalı bir ideolojik anlayışla siyaseti ve toplumu kukla gibi oynatan bu gruplar, kendi başlarına hareket ederek 
Gladyo içinde Gladyo oluşturdu. Siyasi kökenleri nasyonal sosyalizm ve faşizme dayanan Gladyo ortaklarının oluşturduğu bu gruplar, bombalamalar ve suikastler yoluyla toplumları sindirmeyi amaçlıyordu. Eski patronları olan dış istihbarat örgütleriyle de pazarlık edecek ve onların da gözlerini boyamaya çalışacak güce ulaşmışlardı. 

Gladyo'nun şekillendirilmesinde rol oynayan önemli şahıslardan General Reinhard Gehlen aynı zamanda bir Naziydi. İşin ilginç tarafı ise bu kişinin İsrail'in gizli servisi MOSSAD'la da bağlantısının olmasıydı. Bütün bu bağlantılar Gizli Dünya Devleti'nin geri plandaki faaliyetleri hakkında önemli ip uçları veriyordu. General Gehlen, Gladyo'nun oluşturulması ve 
şekillendirilmesi merhalesinde önemli rol oynadı ve bu konuda Hitler'in yanında edindiği tecrübeden yararlandı. Gladyo'nun siyonizmle bağlantısı hakkında Richard Deacon, ‘The Israeli Secret Service’ adlı eserinde şu işaretleri veriyordu: 
"Almanya'daki kontrgerilla hareketi Gehlen Organizasyonu savaş sonrası dönemde istihbarat toplamak üzere kurulan bir örgüt. 

Örgütün başı Reinhard Gehlen, CIA yoluyla ABD'den destek alıyor. Bu örgüt için çalışan Alman yetkililerden biri Nasır'ın (Mısır'ın eski cumhurbaşkanı Abdünnasır'ın) danışmanlığını yapıyor. Gereken bilgileri yetkililere aktarıyor. Organizasyonda İsrail'le bağlantıdan haberi olan çok az kişi vardı. 

Bağlantılar daha ileriki safhalarda Fransız istihbarat servisindeki MOS-
SAD ajanına haber verilerek Paris'te yürütüldü. Fransa bir NATO üyesiydi ve bu MOSSAD ajanının da NATO ülkeleri arasında askeri istihbarat edinme yolları vardı." Aynı eserde General Reinhard Gehlen'in MOSSAD hesabına çalıştığı da özellikle vurgulanıyordu. Richard 

Deacon'a gore, Gehlen 1950'lerde Soğuk Savaş konusunda Amerika'nın en önemli elemanlarından biriydi. "İngiliz yazar Sefton Delmer de şöyle diyordu; İsrail öyle bir pozisyondadır ki, Mısır'la Federal Almanya arasındaki belgeleri ele geçirebilmektedir. Bundan hiç şüphem yok. Üstelik İsrail'in bu iki ülkede de elçiliği yok. "İsrail, Gehlen Organizasyonu'yla sadece Mısır hakkında bilgi toplamıyor, aynı zamanda Batı Alman İstihbaratı'nın işleyişini ve CIA'yle sağlam bağlantılarını da inceliyordu." "Mossad hesabına çalışan BND şefi Reinhard Gehlen, ellilerde, Soğuk Savaş sırasında Amerikalıların en önemli adamıydı. 1953'te Berlin direnişi ve 1956'da Macaristan olayları gibi pek çok devrimin organize olmasına yardımcı oldu. Ayrıca Sovyetler Birliği'ne yüzlerce ajan soktu." (121) 

Gladyo'nun İtalya kanadının ise bu ülkenin en çok ismini duyuran P-2 Mason locasıyla yakın irtibat içinde olduğu, hukuki soruşturmalar neticesinde ortaya çıkmıştı. Bu locanın üstad-ı azamı Licio Gelli aynı zamanda İspanya iç savaşında faşistler adına savaşmış bir isimdi. İtal-
ya'nın mafyayla ve Gladyo ile yakın irtibatı olduğu tespit edilen eski başbakanı Giulio Andreotti de bu locanın üyesiydi. Meşhur Temiz Eller Operasyonu'nda sorguya çekilen Andreotti başbakanlığı döneminde Gladio'yu savunmuştu. P-2 locasının Gladyo ve mafya bağlantısı araştırıldığında bu locanın üyeleri arasında 43 parlamenter, 54 üst düzey devlet görevlisi, başta Genelkurmay başkanı Amiral Giovanni Torrisi olmak üzere 8'i amiral 30'u general 183 askeri yetkili, 19 hakim, avukatlar, polis komiserleri, bankerler, gazete sahipleri, yazarlar, baş yazarlar, 58 profesör, siyasi parti liderleri ve haber alma servisinin 3 eski başkanı olduğu tespit edilmişti. Bu durum ülkede Gladyo'ya destek veren mason locasının 
ne kadar geniş bir alana yayıldığını ortaya koyuyordu. P2-Mafya-Gladyo bağlantısının gün yüzüne çıkması sebebiyle başlatılan hukuki soruşturmada bir takım ilginç gerçeklerle de karşılaşıldı. Locanın başkanı Gelli, İtalya seçimlerinde Hıristiyan Demokrat Parti'nin seçimi kazanması için naylon operasyonlar düzenlemiş ve bunun için CIA'den yardım almıştı. 

Almanya’da “Anti-komünist Saldırı Birliği” adını alan Gladyo örgütünün başkanı, aynı zamanda 1945-1968 yılları arasında Alman İstihbarat Örgütü BND’nin de başkanlığını da yapan emekli Nazi generali Reinhard Gehlen’den başkası değildi. Alman kontrgerillası, “Gehlen harekatı”, “Stay Behind”, “Sword” gibi adlarla da bilinmektedir. 1950 yılında kurulan “Alman Gençlik Örgütü (BDJ)” de bu nitelikteydi. Örgütün eski ajanlarından Dieter von Glahn, basına BDJ’nin CIA tarafından finanse edilen çok sayıdaki örgütten biri olduğunu açıklamıştı. 

Reinhard Gehlen, 1955-1968 yılları arasında Batı Almanya'nın gizli servisinin yöneticiliği görevini üstlenen kadar ABD'ye de çalıştı. 1942 yılında Dış Doğu Orduları Komutanlığı'na atandı ve burda Sovyet savaş suçlularına ve sivillerine karşı acımasız bir tutum sergiledi. Loringhoven birliği 17 Temmuz 1944 tarihinde Gehlen'e Stauffenberg'in Adolf Hitler'e suikast 
hazırlığı yaptığını bildirdi. Nazi yönetimi bu başkaldırıdan sıyrıldı. 1944 yılının Aralık ayında tümgeneralliğe terfi etti. Nisan 1945 tarihinde Hitler intihar edince Gehlen de ordu komutanlığından ayrıldı. Mart ayında Gehlen ve casusları pekçok gizli SSCB belgesinin mikrofilmini çekti ve bunları Avusturya Alpleri'nde çelik davulların içine gizledi. Gehlen, Mayıs ayında bu bilgileri Amerikan ordusundaki meslektaşlarına teslim etti. O dönem So-
vyetler'le ilgili fazla bilgiye sahip olmayan Amerikalılar bu bilgilerden ötürü Gehlen'e minnettar kaldı. 

Bu aşamanın ardından, Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosu (İngilizce: Office of Strategic Services, OSS) ve CIA bünyesine faaliyet gösterecek olan Gehlen istihbarat örgütünü kuruldu. 350 eski Alman ordu istihbarat elemanı bu örgütün ilk kadrosunda yer alıyordu. Gehlen örgütü, CIA adına Doğu Avrupa ile Sovyetler Birliği'ndeki istihbarat çalışmalarını sürdürdü. Örgüt, 1956'da şimdiki yapısını aldı. Bu, aynı zamanda Federal Almanya Gizli Ser-
visi'nin de (Almanca: Bundesnachrichtendienst, BND) kuruluşudur. Bu örgütün başına getirilen Gehlen, 1968 Nisan'ında Sovyet gizli servisi KGB adına casusluk yapan Heinz Felfe'in kimliğinin deşifre edildiği operasyonun ardından istifa etti. Felfe skandalına rağmen istihbarat tarihinin en önemli isimleri arasında anılan Gehlen 1979 yılında öldü. 

Ama belki de Alman-Aryan Gehlen kendisini Anglo-Saxon-Aryan Amerikan kuzenleri yanında hiç de yabancı hissetmedi. Belki de yabancı olan tek(outsider!) Nazi Avusturyalı(?) Adolf Hitler’di. Fakat her ne olduysa ve nasıl olduysa Gehlen Nazi Almanya’nın III. Reich’nın sürme şansının olmadığını daha 1942’lerde anlamıştı. 20 Temmuz 1944’de Hitler’e 
karşı gerçekleştirilen ünlü suikast ve darbe girişimi başarısızlığa uğramış ve Hitler müteşebbisleri intihar ya da infaz seçeneklerinden biri ile muhatap kılmıştı. Gehlen’in bu komplo teşebbüsündeki rolü “küçük” düzeyde olsa gerek ki Gehlen kellesini bu tehlikeli operasyonda korumasını bildi, dahası Alman ordusunda Korgeneralliğe bile yükseldi. Ve suikast girişiminden daha bir yıl geçmeden ‘doğru adamlar’a teslim olma ferasetini de gösterdi. Ama bu işi yapmadan önce “self-preservation”(kendi kendini koruma) içgüdüsü 
olsa gerek ki Sovyetlere ait çok değerli arşivini bir davul içinde Bavyera Alplerinde yalnızca kendisinin bildiği bir ‘Kozmik Oda’ya saklamayı da ihmal etmedi. Gehlen Amerikan 12. Ordusunun istihbarattan sorumlu tuğgenerali Edwin Sibert’i yalnızca Sovyet Ordusuna ve politik liderlerine ilişkin derin bilgileri ile değil fakat belki de daha önemlisi Amerikan Komünist Partisine sızmış Amerikan OSS(Office of Strategic Services: CIA’in ata örgütü) ajanlarının isimlerini sayma yeteneği ile de şaşırttı. Amerikalılar için okyanus ötesindeki bir Nazi’nin Amerikan Komünist partisindeki kendi adamlarını bilme yeteneği fazlasıyla ikna ediciydi. 

Gehlen Amerikalı kuzenlerine basit bir anlaşma önerdi. Eğer Amerikalılar esir kamplarındaki Gehlen’in arkadaşlarına ve Gehlen’e özgürlüklerini bağışlarlarsa, Gehlen’de Amerikalılar için çalışmayı ve kendi kaynaklarını onlarla paylaşmayı kabullenecekti. 20 Eylül 1945’te Gehlen ve üç yakın arkadaşı A.B.D.’ye uçtular ve ünlü Alman-Amerikan işbirliğinin tohumları atıldı. Gehlen org. çalışmalarına “Güney Alman Endüstriyel Gelişme Organi-
zasyonu” isimli bir “kamuflaj” yapılanma altında başladı. 350 Alman casusu ile işe başlayan Gehlen org. kısa zamanda 4000 “gizli ajan”la çalışan eden devasa bir casus şebekesine dönüşecek ve Soğuk Savaş boyunca Amerikan CIA’in Sovyetler Birliği’ndeki ve Varşova Blok’undaki gözü kulağı olacaktır. Bu rakama artık Amerikan vatandaşı olup CIA’in bizatihi kendi gövdesinde görevini sürdüren Nazi-Amerika’lıların da dahil olmadığını düşünürsek 
Gehlen org’un nelere kadir olduğunu anlamak bakımından belki ufak bir fikre sahip olabiliriz. 

Hitler döneminde Gizli Alman Devlet Polisi (gestapo)’ nun yöneticisi olan Heinrich Müller, Güvenlik Başdairesi' nde (RSHA) planlanmış, hazırlanmış ve organize edilmiş hemen hemen bütün faaliyetlerde üst düzey görevli olarak önemli rol oynamıştı. Eylül 1939 başlarında siyasi karşıtların "özel muamele ye" tabi tutulmaları, yani katledilmeleri talimatını vermiştir. 

Keza Eichmann' ın başında bulunduğu "Yahudi Şubesi" de Müller' in sorumluluğu altındaydı. Sovyetler Birliği Yahudilerinin katledilmesi planının uygulamaya konmasının en ufak ayrıntısına kadar Müller' in doğrudan etkisi olmuştur. Üstü olan Heydrich' in kendisine verdiği talimatların, kendi birlikleri tarafından yerine getirilmesini sağlıyor ve gerçekleştirilen eylemleri rapor ve tebliğ ediyordu. Heinrich Müller, Nazi Rejiminin en güçlü " "masabaşı" katillerinden biriydi. 

Rütbesi SS ve polis kurumu korgeneraliydi. Kızıl Ordu' nun Berlin'e girmesinden beri kayıptır. 

Söylentilere göre ise, albay rütbesinde Sovyet KGB’sinde yaşamına devam etmiştir. Bu söylentilerin kaynağı ise, 1 mayıs törenlerinde halka gösterilen Alman savaş esirlerinin, KGB kıtasında Müller' i görmüş olduklarına dayanmaktadır. 

Müller ile Gehlen’in beraber çalıştıkları iddiası yabana atılacak cinsten değildir. gestapo müller lakabıyla anılır. joseph trento tarafından 2001'de yayınlanan ‘the secret history of cia ’ isimli kitapta, Müller'in CIA tarafından gehlen organizasyonu bünyesinde görevlendirildiği iddia edilmiştir. 
1980 yılında bir CIA görevlisi ile İsviçre'de yaptığı mülakat gregory douglas tarafından kitaplaştırılmıştır. Gehlen org. binlerce anti-komünist Doğu Avrupa ve Rus kökenliyi Oberammergau kampında casusluk eğitiminden geçirip Komünist Blok’a sızdırmaktan Rus suikast timi SMERSH’i deşifre etmeye ve Berlin Duvarı’nın altına inşa edilen ünlü Berlin Tünel’i aracılığıyla Sovyet ve Doğu Avrupa elektronik komünikasyonlarının izlenmesine kadar pek çok önemli işi de yürütmesini bildi. Gehlen org. bu süreçte başarısızlıklar da gördü, fakat (Nazi) disiplinininden çok bir şey de yitirmedi ve pek çok bakımdan Amerikalı kuzenlerine de ilham kaynağı oldular. Bu arada Gehlen org.’un NATO’nun gizli örgütü Gladio’nun baltası-“axe of Gladio”- ve ODESSA organizasyonunda da merkezi bir role sahip olduğunun da iddialar arasında yer aldığını belirtelim. (122) 

KAYIP NAZİLER VE ANTİ KOMÜNİZM 

Antikomünist paramiliter örgütler ve Gladyo türü yapılar artık profesyonel Nazi kasaplarına ihtiyaç duymuyordu. John Demjanjuk’un yakalanması eski Nazi ve CIA kurucusundan, Che’nin katiline kadar bir sürü Naziyi akla getirdi. Sovyet askeri Demjanjuk savaş esiriyken taraf değiştirmişti. Nazi toplama kamplarında gardiyanlık yaparken binlerce Yahudi’nin ölümünden sorumlu tutulan 89 yaşındaki John Demjanjuk, yıllardır yaşadığı ABD'den 
yargılanmak üzere Almanya'ya iade edildi. Bütün dünya bu haberle ilgilendi. Asıl adı Ivan Nikolayeviç Demjanjuk olan Ukrayna asıllı zanlı, 70'li yılların ortalarında ABD'de tutuklanmış ve Amerikan vatandaşlığından çıkarılarak İsrail'e gönderilmişti. Toplama kamplarından sağ kurtulmayı başaran Yahudiler tarafından teşhis edilen Demjanjuk, İsrail'de yargılandığı mahkemede, 1988’de ölüm cezasına çarptırıldı. Demjanjuk ise, asıl kendisinin Nazi kurbanı olduğunu söylüyor ve Sovyet Ordusu’nda 
Nazilere karşı savaşırken esir düştüğünü ileri sürüyordu. 

Aslında Demjanjuk’un buraya kadar söyledikleri doğruydu ancak, Demjanjuk esir düştükten sonra toplama kampında taraf değiştirdiğini ve Alman faşistlerle birlikte savaş esirlerine kan kusturduğunu anlatmıyor  du. Üst mahkemenin, tanıkların ifadesini yeterli bulmaması üzerine dava süreci durduruldu ve Demjanjuk ölüm cezasından kurtularak ABD'ye geri döndü. 

Yeniden Amerikan vatandaşlığına geçen John Demjanjuk için yıllar sonra yargı süreci bu kez de Almanya'da işlemeye başladı. Almanya’nın Ludwigsburg kentindeki Nasyonal Sosyalist Suçları Araştırma Merkezi savcıları, (Zentrale Stelle der Landesjustizverwaltungen zur 
Aufklärung nationalsozialistischer Verbrechen) toplama kamplarında gardiyanlık yaptığını yetkililerden gizlediği için Demjanjuk hakkında dava açarak tutuklama kararı çıkarttı. 1958’de kurulan bu kurumun tek amacı, dünyanını her yerindeki Nazileri mahkemeye çıkartmaktı. Doktorlar, Demjanjuk'un yargılanması önünde sağlık engeli görmezse, Nazi dönemine ilişkin dava için yargı süreci işleyecekti. 

Nazi suçlularıyla ilgili araştırmalar yapan ve adeta bir Nazi avcısı gibi çalışan Simon Wiesental Merkezi 2002'den beri yeryüzüne dağılmış hala yakalanamamış yüzlerce savaş suçlusu Nazi’nin yakalanması için mücadele ediyordu. John Demjanjuk, en çok aranan 10 Nazi arasında 2. sıradaydı. Simon Wiesental Merkezi uzun yıllardır Nazi avcılığı yapıyor ve şaşırtıcı derecede çok Nazi’ye adı sanı belli olduğu halde hiçbir şey yapamıyordu. Aslında Soğuk Savaş dönemiminin bitmesiyle dünyada daha çok Nazi daha fazla hâkim karşısına çıktı. Son yıllarda daha çok Nazi’nin yargılanabilme sinin iki önemli nedeni vardı: Birincisi Soğuk Savaş’ın bitmiş olmasından sonra, antikomünist paramiliter örgütler ve Gladyo türü yapıların artık bu tür insanlara ihtiyaç duymamalarıydı. İkinci neden ise, daha önce çoğu 
resmi devlet görevinde olan bu kişilerin önemli bir kısmının emekli olması ve artık devlette ihtiyaç duyulmaması nedeniyle devletler tarafından korunmamalarıydı. Bu korunmamanın altında yatan nedenlerden biri de tabii artık birçok kişinin yargılanabilir yaşı geçmiş olmasıydı. Hâkim karşısına çıksalar bile yaş haddinden cezasını dişarda çekiyorlardı. Önce 
birinci tezimize uygun bir Nazi’yi hatırlatalım ve daha sonra da hala kayıp bir kaç Nazi’nin portresine bakalım. 

Eski Nazilerin savaş bittikten sonra komünist rejimlerle mücadele etmek için kullanıldığı sır değildi. Özellikle Latin Amerika'da komünizmle mücadele eden, askeri darbelerde kilit roller oynayan CIA ajanlarının eski Nazi subayları tarafından eğitildiğini herkes biliyordu. Lyon Kasabı olarak bilinen Klaus Barbie'nin (Klaus Altmann) Bolivya'da Che Guevara'yı yakalayan Bolivya ordusuna yardım ettiği, paramiliter güçleri eğittiği de sır değildi. 
Barbie'nin And Dağları etrafındaki ülkelerde bütün darbecileri ve faşistleri desteklediği, birçok işkencehaneyi yönettiği biliniyordu. Barbie’nin arkasındaki güç ise ABD idi. ABD her ne kadar Nazi avcılarına yardım ediyor gibi görünse de antikomünist mücadelede işlevsel kıldığı birçok Naziyi korudu, istihdam etti. Bunlara açık örnek Barbie. Tam adı Nikolaus 
Barbie olan Klaus Altmann ismini de kullanan Barbie, 1947 yılında Fransa’da sayısız işkence ve ölüm olayından sorumlu tutularak Lyon Kasabı olarak gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı. Peki, o zaman Barbie neredeydi? Sizi uğraştırmayayım, ABD’nin o zamanki gizli servisi CIG’de (Central Intelligence Group) ajandı ve servis şefi John J. McCloy Fransa’ya 
iadesini engelledi. Zaten 1949 yılında CIA kuruldu. CIA’nın önemli aktörlerinden biri, Reinhard Gehlen idi. Gehlen’nin sahneye çıkmasıyla bir çok Nazi gibi Barbie de daha aktif hale geldi. 

Reinhard Gehlen, daha faşist Alman ordusunda generalken istihbarattan sorumluydu. Büyük kariyerini toplama kamplarında tutsakları sorgularken yaptı. Hatta asıl konumuzu oluşturan John Demjanjuk’un yakalandıktan sonra ajanlaştırılması, taraf değişimini sağlayacak beyin yıkama işini bizzat Gehlen’in yapmış olma olasılığı büyüktü. Çünkü Gehlen savaşta Doğu Yabancılar Birliği adıyla, tutsakken taraf değiştirenlerden ve gönüllü 
antikomünistlerden bir birlik kurdu ve Sovyet Halklarının kurtuluşu için savaştı. 
Bu sıralarda kurduğu ve çok sayıda yabancı da barındıran Gehlen Organizasyonu adlı gizli teşkilatı Almanya’nın gizli servisinin çekirdeğini oluşturdu. Gehlen Almanya’nın yenileceğini anladığında bu organizsyonun ne işe yarayacağını biliyordu. Gehlen’in dediği doğruydu. Almanya, ABD ve hatta Vatikan Gehlen’den yararlandı. Gehlen’in üvey kardeşi Johannes Gehlen Vatikan’da papanın etrafında çalışıyordu. Gehlen, hem Almanya’da hem de ABD’de çeşitli madalyalarla ödüllendirildi. Avrupa’daki eski ve neo Nazilerle ilişkilerini hep sürdürdü. Nazi eskileri ya da Gehlen’in zorla 
Nazileştirdikleri ise birer paçavraya dönüştükten sonra yargılanıyorlardı. Aranan Nazilerin önemli bir kısmı Gehlen’in devşirdiği Alman olmayan Naziler’den oluşuyordu. Simon Wiesenthal Center’in 2008’de yayımladığı listede Alman olmayan faşistlerin sayısı dikkat çekiyordu. Çoğunun eski sosyalit ülke vatandaşı olması da ilginçti. Belki de antikomünizmle ilgili yaptıkları iş bittiği için şimdi kolayca deşifre oldular. Listenin ilk 
sıraları şöyleydi: 

1. Aribert Heim: Dr. Ölüm ya da Mauthausen Kasabı Aribert Heim en çok aranan savaş suçlusu Nazilerin başında geliyordu. Aribert Heim, Avusturya’da Mauthausen toplama kampında doktor olarak çalışırken "Dr. Ölüm" adını almıştı. Çünkü Heim, tutsakları anestezi kullanmadan ameliyat ediyordu. Kampta kaldığı özel odasındaki gece lambasının abajuru insan derisinden yapıldığı söylenirdi. Savaş sonrası ABD güçleri Heim’ı 15 Mart 1945 trihinde gözaltına aldı. Heim Almanya’da Ludwigsburg’taki savaş suçluları merkezine getirildi. 1947 yılından itibaren Heim hiçbir şey 
olmamış gibi, devlet hastanelerinde doktor olarak çalışmaya başladı. ABDliler Heim’ı temize çekmişti. 1954 yılından sonra Baden Baden kentinde jinekolog olarak çalışmaya başladı. Heim, 1962'de Alman ve Avusturya makamlarının hakkında soruşturma açması ardından kayıplara karıştı. Nazilerin mahkeme karşısına çıkması ve yargılanması içim mücadele veren 
Simon-Wiesenthal-Center, Aribert Heim’ı Güney Amerika’da ararken Heim ikinci adı olan Ferdinand Heim ismiyle Mısır’da yaşıyordu ve Avrupa’daki akrabalarıyla da ilişki içindeydi. 

Heim, son yıllarında Mısır’da Tarık Hüseyin Ferid adını alarak müslüman oldu. 10 Ağustos 1992'de kanserden 78 yaşında öldü. Dünya bunu 4 Şubat 2009 tarihinde Alman 2. devlet kanalı ZDF televizyonu ve New York Times gazetesinin araştırmaları sonucu öğrendi. Heim’ın oğlu Rüdiger Heim, babasının savaş suçlusu olarak arandığını bildiğini, hatta ölmeden önce Mısır’a giderek babasına ölünceye kadar aylarca baktığını anlattı. 

Rüdiger’e göre yakalanma tehlikesi de olmamıştı. 

2. John Demjanjuk’tan yukarıda bahsettik. 

3- Sandor Kepiro (Şandor Kepiro):Entelektüel Macar Kasap 

Macar Sandor Kepiro en az 1000 Sırp sivilin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Macar Jandarması’nda subay olan Kepiro, en entelleüktüel Nazi kasabıydı: Hukuk doktoru ünvanına sahipti. Şandor Kepiro’nun kasaplık kariyeri 23 Ocak 1942 tarihli Novi Sad katliamı ile başlıyordu. Macarlar 1943 yılında bu katliam yüzünden Kepiro’yu yargılayıp hapse mahkûm etti. Faşist Almanya’nın desteği ile hapisten kurtuldu. Savaşta Almanlarla 
çalışan Kepiro, 1946 yılında önce Avusturya’ya ardından da 1948 yılında sahte kimlikle Arjantin’e gitti. 

Yaklaşık 50 yıl sonra Kepiro, yargılanmayacağı sözü aldığı için gizlice Macaristan’a döndü. Sol çevreler bunu büyük bir skandal saydı ve ortalık karıştı. Şandor Kepiro bu gün gerçek adıyla Budapeşte’de yaşıyordu ve ev telefonu da kendi adına kayıtlıydı. Budapeşte’deki bir sinegogun yanında oturduğu da ironik bir biçimde tespit edildi. 

4. Milovoj Asner: Hırvat Emniyet Müdürü 

Hırvatistan’daki Nazi hükümeti döneminde kukla hükümette Hırvat emniyet genel müdürü olan Milovoj Asner yüzlerce Yahudi, Sırp ve Çingene’nin sürülmesinden ve öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. 95 küsur yaşındaki Milovoj Asner, bugün Avusturya Klagenfurt’ta Georg Aschner adıyla yaşıyordu. 2011’de İngiliz "The Sun" gazetesine bir demeç veren Milovoj Asner, “Bütün mahkemelerde ifade verebileceğini ve suçsuz olduğunu” söyledi. Resmi olarak bunama gösteren Asner yargılanamaz durumdaydı. Milovoj Asner faşist “Ustaşa” haraketinin üyesiydi ve Sırplara karşı 
savaşmaları için faşist Alman işgal yönetimi tarafından desteklendi. Faşist Nazi desteğiyle işgale uğrayan Yugoslavya topraklarında, Sırplara katliam yapmaya başladılar. Josip Broz Tito’nun Partizanlarıyla mücadeleye giriştiler. Almanların savaşı kaybetmesi ve müttefiklerin Partizanlara destek vermesiyle birlikte Ustaşalar da etkinliklerini kaybetti. Milovoj Asner ülkeyi terk etti. Soğuk Savaş yıllarında ne yaptığı karanlıktı. Asıl kimliği yıllar 
sonra ortaya çıkan Asner’i Avusturya hükümeti sağlık gerekçesiyle Hırvatistan’a vermiyordu. Ancak Simon-Wiesenthal-Center, Asner’in Hırvatistan maçını neşe içinde izlerken çekilmiş bir fotoğrafını Avusturya adalet bakanlığına gönderdi. 

5. Sören Kam: Danimarka’dan gönüllü Sören Kam, Danimarkalı Yahudilerin öldürülmesine katıldığı için listenin 5. sırasında aranıyordu. Kam, 21 yaşındayken gönüllü olarak Nazilere katıldı ve Doğu Cephesi’nde Sovyetlere karşı savaşan yabancılardan oluşan Nazi birliğinde görev aldı. (Gehlen’den hatırlıyoruz) Önce sadece 1943 yılında bir Carl Henrik Clemmensen adlı gazetecinin öldürülmesinden yargılanıyordu. Sören Kam, Nazilere karşı direnen Danimarkalı sivillerine süikast düzenleyen bir çetenin kurucuları arasındaydı. Savaş’tan sonra Sören Kam Almanya’ya kaçıp takma isimle yaşamaya başladı. 1956’da Alman vatandaşı oldu. 

Danimarka’nın isteği üzerine 1968 yılında Münih’te mahkemeye çıkan Kam, 
Clemmensen’in öldürülmesi olayına katıldığını ama ilk kurşunu arkadaşının attığını, ilk kurşunla da Clemmensen’in öldüğünü söyledi. Dava düştü. Ancak 1995 yılında Avusturya’nın bir kentindeki Nazi toplantısında çekilen bir film ortalığı karıştırdı. Gazeteciler, toplantıda Avusturya’da 2010’da bir trafik kazasında ölen neo Nazi Jörg Haider ve Heinrich Himmlers’in kızı Gudrun Burwitz’i görüntülemenin peşindeydiler. Ancak filmlerde Danimarka lı Kam da vardı. Adeta Avrupalı Nazilerinin genel toplantısıydı bu. 

6. Harry Mannil: Estonya polisiHarry Mannil Estonya polisiydi ve Nazi işgali sırasında Almanlarla çalışmaya başladı. Yüzlerce Yahudinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Savaştan sonra Venezuela’ya gitti. Venezuella ve ABD’de otomotiv sektöründe tanınmış bir iş adamı oldu. Büyük iş admı Mannil kendisini kültür işlerine de verdi. 1994 yılında ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile Baltık Ülkeleri Stratejik Komitesi’ni kurdu. Saygın işadamı ama yüzlerce insanın ölümünden sorumlu olarak aynı yıllarda aranmaya da başladı. Ancak arandığı ile kaldı. 

7. Charles Zentai: Bir Macar daha. Charles Zentai Macar ordusunda görevliyken Nazilerle çalışmaya başladı. Toplu suçlarının yanında kişisel olarak da 18 yaşındaki bir gencin koluna sırf Yahudi yıldızı takmadığı için öldürülmesinden de sorumlu tutuluyordu. Avustralya’da yaşayan Charles Zentai bir biçimde korunmayı başardı. 

8. Algimantas Dailide: Litvanya sivil polisi Dailide, Litvanya sivil polisiyken Nazilerle çalışmaya başladı. Polonya ve Litvanya Yahudileriyle komünistlerini Nazilere teslim etti. Dailide, 1950 yılında ABD’ye gitti. 
Emlakçılık yaptı. 2004’ten beri Almanya’da yaşıyor. Soğuk savaşta Sovyetlere karşı antikomünist ABD operasyonlarındaki rolü tartışılıyordu. İlk kez 2006 yılında Litvnya’da yargılandı ve 5 yıl hapse mahkûm edildi. Yaşı ve sağlığı nedeniyle cezasını çekmedi. 

9. Julius Viel: Çek Yahudilerini öldürdü. SS Subayı Julius Viel 2001 yılında yargılandı ve 1945 yalında Çek Cumhuriyeti’ndeki Theresienstadt toplama kampında 7 Yahudi tutsağı sırf zevk için öldürmekten 12 yıl hapis cezası aldı. Viel yargılandığı sırada 83 yaşındaydı ve kanser hastasıydı. Bir yıl sonra hiç hapse girmeden öldü. 

10. Erich Priebke Erich Priebke, savaştan sonra Arjantin’e kaçmıştı. 1995 yılında İtalya’ya döndü. SS Subayı Priebke 1944 yılında Roma’da 335 sivilin öldürülmesinden yargılandı. Priebke 1998 yılında İtalya’da savaş suçlusu olarak ömür boyu hapse mahkûm oldu. 1 yıl sonra salıverildi. (123) 

Gehlen’in öncülüğünde kurulan Gladyolar tüm Avrupa ve demirperde ülkeleri ile Asya ülkelerine kadar sıçradı. En önemli ve kalıtsal olan vaka ise, İtalyan örgütlenmelerinde ortaya çıkan bürokrasi, ordu, polis erkleriyle masonik ilşkiler kurulması ve kullanılan tüm fertlerin kendilerini bir devlet bağımsızlığı için antikominist bir örgütlenme içinde kendilerini görme yanılgısıdır. En haince olanı ise toplumsal kaos ve ya kanı değişikliği 
(beyin kontrolü ) için yapılan kitlesel eylemlerdir. İtalya'da tren garı bombalamaları, aşırı sağcı nasyonel sosyalistlerin öldürülmesi bunlardan bazılarıdır. Kızıl Tugaylar'ca üstlenilmiş ancak Gladyo tarafından yapıldığı soruşturmalar sonunda anlaşılmıştır. 

Federal Almanya'da bugün de, ülkenin gizli servisi tarafından da "Sessiz Şebeke"olarak tanımlanan "Stay Behind -örgütü" adında bir örgüt faaliyet gösteriyordu. NATO'nun İtalya'daki kuruluşunda da Roma tarafından kısaca "Gladyo" olarak biliniyordu. Kuşkulu Gladyo Örgütünün arkaplanı ve Kızıl Ordu'nun bir ileri hareketi durumunda örgütün partizanlarını kendi safına çağırması hakkında komşu Avrupa ülkelerinin gazetelerinde yazılar çıkarken, Federal Almanya'da hiç kimsenin en küçük bir bilgisi yoktu. Komşu ülkelerin parlamentolarında araştırma önergeleri verilip, hükümetler bu gizli konunun üzerine günden güne daha çok eğilirken, Bonn'da sessizlik egemendi. 

Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde ortaya çıkarılan Stassi Olayı'nın çözülen her düğümü medyalarda yoğun şekilde yer alırken, bir gazetecinin Federal Almanya'da da bir Gladyo birliğinin varlığı hakkında sorusu gündeme geldi. Bundan sonra çok uluslu NATO örgütünün dışında bir kuruluş olduğu ortaya çıktı. İlk başta, doğal olarak kimse araştırmalardan netice alınmasını beklemiyordu, çünkü hiç kimse bir şey bilmiyordu. Tüm olası sorumlu hükümet üyeleri işi yokuşa sürüyordu. Kendisinden bilgi istenen savunma 
bakanı, ilk önce kendi memurlarını gizli örgütlerin peşine düşürdüğünü öne sürüyordu. 

Hatta 30 Eylül 1980'e kadar Brüksel'deki NATO askeri karargahının komutanı, Batı askeri ittifaklarının en ileri gizli bilgi taşıyıcısı, eski genel müfettişi Wolfgang Altenburg hiçbir şey bilmediğini açıklıyordu. 1950’li yılların sonunda sadece bir "ahbap çavuşlar klübünün bulunduğu ve buna öylesi bir örgüt denemeyeceği kanısındaydı, general Altanberg. (Bu 
tanımı Encümeni Daniş ortaya çıktığında eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de kullanmıştı.) Hiçbir şey bilmeyenlerin listesi uzayıp gidiyordu. Başbakanlık gizli servis koordinatörlerinden Horst Ehmke (SPD), WaidemannSchreckenber-ger (CDU), BND'nin eski başkanlarından Klaus Kinkel ve Heribert Hellenbroich gizli servis için gizli gündemle 
toplanan "Parlamento Kontrol Komisyonu"nun federal meclis üyeleri bunlardan bazılarıydı. Herkes üç maymunu oynuyordu. 

O zamanki ABD başkanlık güvenlik danışmanı Henry Kissinger (Dünya Derin Devleti’nin Yönetim Kurulu Başkanıdır), bir İtalyan gazetesine verdiği demeçte Gladyo hakkında hiçbir bilgisi olmadığını söylüyordu. Oysa ki bunların tümü bu örgüt hakkında herşeyi bilmek zorundaydılar. Çünkü görevlerini yeminle ve anayasal gerekle üstleniyorlardı. 

Federal Almanya'daki Gladyo örgütü hakkında tüm bilgiler yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Gizli servise bağlı "Savunma Hazırlıkları" hiçbir zaman sadece bazı önemsiz gizli önlemlerle yetinmiyordu. BND başkanları, iddia edildiği gibi görevleri sırasında dükkanlarının tüm bölümlerini tanıyamamış lar mıydı? Başbakanlık gizli servis kontrolörünün sorumluluğu, savunma durumunda alınan tüm gizli önlemler hakkında bilgisi olmadığından mı 
açıklanamıyordu? Halkın temsilcileri, kırk yıl önce Federal Alman Meclisinde gizli servis karargahları üzerinde demokratik kontrollerini yapabilmişler miydi ve bugün iddia edildiği gibi mensupları gerçekten "hiçbir' şey bilmiyorlar mıydı? 

Bazı muhalif politikacılar, seçim kampanyalarındaki çeşitli konuşmalarında bu örgütün kokusunu hissettirmeye başlamışlardı. İlkin sosyal demokrat ların hükümetleri zamanında bu konuya parmak basıldı. 14 Kasım'da SPD silahsızlanma uzmanı HermannScheer'i kamuoyu önüne çıkardı. Scheer gerçi sadece bir parlamenterin açıklamasından başka bir şey yapmamıştı, adaletin müdahalesini talep ediyordu:"Federal savcılığın bir sorunu bu." 

"Parlamentonun ve hükümetlerin kontrolünün dışında silahlı askeri bir gizli örgütün varlığı -ve resmi Silahlı Kuvvetlerin statüsünün dışında- anayasal legaliteyle birleştirilemez ve bu hukuki takibatı gerektirir," sonucuna ulaşılmıştı. Bu çağrı sonuçsuz kaldı.Hermann Scheer savcılığa hiçbir suç duyurusunda bulunmadı. Parlamento Kontrol Komisyonu'nun partili 
arkadaşı Wilfried Penner'e1969'dan 1982'ye kadarki yılların sosyal liberal koalisyonunun sorumluluk payını sordu. Penner gazetecilere sonucu söyledi: Rapor yoktu! 

Soru yöneltilenlerin hiçbirinin ne Gladyo'dan ne de benzeri örgütlerden haberi vardı! Penner, basının önünde "mafyavari müdahalelerden söz ediyor ve "pisliklerin herkesin önünde sergilenmesini" istiyordu. 

Federal Gizli Servis (BND)'in, mesleğinin çiçeği burnunda başkanı Konrad Porzner, herşeyi güzelce örtbas ettiğini göstermişti. 1974'den 1980'e kadar Helmut Schmidt'in başkanlığı sırasında sosyal liberal sorumlulardan Manfred Schuler Spiegerde o zamanki BND şefi Gerhard Wessel'i ilk kez önlemler hakkında bilgilendirdiğini açıkladığını anımsıyordu. 

Büyük muhalefet partisi çok çabuk sessizliğe gömüldü. Kirli işlerin açığa çıkarılması için yapılan tüm çağrılar bir haftada sus pus edilmişti. Eski yasama döneminin son oturumlarında sosyal demokratlar meclisteki Parlamento Kontrol Komisyonu'nda -doğal olarak gizli- sorunu gündeme getirdiler. Sorunla doğrudan ilgili öteki taraflar hakkında hiçbir şey sormadılar. Savunma Komisyonu ve İçişleri Komisyonu,"Yeşiller"in Gladyo 
hakkında Federal Meclisteki müzakerede verdikleri bir öneriyi CDU; CSU, FDP ve SPD'nin oybirliğiyle reddetti. "Yeşiller" hükümet tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Yasama döneminin başında oluşan, Parlamento Kontrol Komisyonu'nda temsil edilmeyen Federal Meclis'teki tek fraksiyon Yeşiller, sonuçta bir anahtar rolü oynadılar. Böylece az da olsa pisliklerin ilk kez gözler önüne serilmesine neden oldu. 

Yeşiller, Parlamento Kontrol Komisyonu'nun önceden belirlenmiş oturumun dan önceki birkaç gün, hükümetin üyeleri, Gladyo hakkındaki tüm bilgileri Penner'in başkanlığındaki Parlamento Kontrol Komisyonu oturumunda -doğal olarak gizli- sergilemeleri; Dossier Spiegelin hemen bir sonraki sayısında hemen yayınlattı. Buna göre Başbakanlığın Vl.ncı bölümünün yöneticisi Hermann Jung bunu yazışmalara geçirdi. 

NATO Avrupa Başkomutanlığı nın arzusuyla Gladyo geri çekildi, "müttefiklerin haberalma servislerinin korunması savunma durumunda da hesaba katılmalıdır." Bu istek "1950’li yıllarda" gerçek oldu. Hem ulusal gizli servisin sorumluluğunu, 1954'den itibaren "Shape" adıyla Gladyo birlikleri olarak görevler üstlendi, hem de Avrupalılar NATO Silahlı Kuvvetlerinin en 
yüksek askeri karargahı tarafından koordine edildi. 1959'da federal gizli haberalma servisinin resmi üyesi oldu. 

Aşağı yukarı 1973'e kadar" sabotaj grupları görevlerini yerine getirdiler. Düşürülen NATO pilotları ya da işgal altındaki ülkelerdeki düşmanın el ulağı bilim adamlarının nasıl kurtarılacağı "düşman hatlarının arkasında direniş güçleri oluşturmak" şeklinde ifade edildi. Bu gibi operasyonlar için "kaynak ağı" olarak 50 asker, 125 genel ve 25 "kaynaktan kökenli" eleman el altında tutulmuş V- olayında işgal altındaki ülkedensavaş için önemli kişilikler 
toplanmıştır. BND'nin bünyesinde "yönetici örgüt" denilen75 kişilik birim kuruluydu. 

Zamanla bu aparat güçlü bir biçimde yoğunlaştırıldı. 

1981'de BND'nin bünyesindeki dört birim sabotaj eylemlerine ayrıldı ve "yönetici örgüt" 35 kişiyle sınırlandırıldı. "Eylem grupları" bu arada tümüyle dağıtıldı. BND bünyesindeki "Stay behind - örgütü" tümüyle Almanlara geri kaldı. Yeraltı örgütlenmesinin korunması için NATO'nun ilgili bölümü 1954'den itibaren "Tüm Koordinasyon Komitesi" adım aldı. 1990 
Ekiminin sonunda Brüksel'de henüz işlevselliğini koruyordu, öteki özel birimler "Stay behind" örgütünün telsiz sistemine özel sızmalar yapıyordu. 

Daimler şubesi AEG/TSTde "zıpkın" adıyla teknikli telsiz gereçlerinden 854 BND siparişi henüz yeni değildi. Bununla Avrupa çapında Gladyo ağını denetleyebilecekti. Toplam fiyatı aşağı – yukarı 130 milyon marktı. Sadece 130 gereç, BND'nin tasarrufundaydı. Geri kalanı "müttefiklere" veriliyordu. Bunun için Federal Almanya devlet kasasından 25 milyon mark çıkıyordu, bunu kamuoyu duymalıydı. Başbakanlığın enformasyonu dışında önce bir 
milletvekili sonunda, bilinmek istenenin sözünü etti. Bonn parlamentosunun en gizli çevresinden, Federal Alman meclisinin sosyal demokrat Güvenilir Kişiler Kumlu'ndan Rudi Walther sözünü söyledi. Bu kurulda haber alma servisinin bütçe planlan kontrol ediliyor ve onaylanıyordu. Bütçe komisyonunun üyeleri seçilirken doğal olarak Yeşiller bunun dışına 
bırakılıyordu. Başkan Rudi Wallher'in "Stay behind"in varlığından haberi vardı. Federal Alman Gladyo birliklerinin milyarlar değerindeki giderleri, yakın döneme kadar örgüt tarafından düzenli olarak ödeniyordu. Başbakanlık, en son raporunda örgütün "savaş sonrasındaki yıllara, olabildiğince geri giden" tarihçesi hakkında hiçbir bilgi vermiyordu. 
Parlamento Kontrol Komisyonu milletvekillerinin raporunda "Buradaki açıklama BND'ye düşer" deniliyordu. Aynı zamanda Gladyatörlerin eylemleri hakkında da hiçbir bilgi yoktu. 

Münih-Pullach'daki BND merkezinde ya da kamufle edilmiş ikametgahlarda görev dağılımı yaparak tüm Federal Almanya Cumhuriyetine yayılan eylemlerdi bunlar. Gizli "değerlendirme örgütü" tarafından ölçülen ve emir verilen eylemler hakkında da şöyle ya da böyle bilgi yoktu. 
Tümüyle nihai açıklığıyla ortada olan Parlamento Kontrol Komisyonu nun olurumdan önce devlet bakanı ve başbakanlıktaki gizli servis koordinatörü Lutz Stavenhagen, Federal Alman Gladyo ordusunun ortaya konulmasının yaklaşık bir zamanını telafuz etti: 1991 ilkbaharı. Gevşemenin dönemi aşağı yukan aynı şekilde tekrarlandı durdu. Devlet Bakanı Bild an Sonntag'da çıkan bir konuşmasında yeni bir enformasyon kapısını araladı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

25 Ocak 2018 Perşembe

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ BÖLÜM 2


NAZİLERİN YABANCI İŞÇİ POLİTİKASI 

1929’da başlayan Büyük Ekonomik Depresyon, ekonomilerini kurtarmak isteyen Almanların faşistleşmesine kapı aralarken, iç ve dış düşman üretmelerine yol açtı. Nazi rejimi, inanılmaz miktarda yabancı işçi gücünü sömürmeye başladı. Çünkü Avrupa’yı işgal planları yapan Adolf Hitler, 11 milyon Almanı askere almıştı. Boşalan işci gücüne yenisi konmadan sa-
vaşamazdı. Bu nedenle öncelikle geleneksel işci gücü tarlası, hazır rezervi olarak gördüğü Polonya’yı işgal etti. İşgal edilen topraklarda bir hafta içinde kurulan İşçi Alma Ofisleri, polis ve asker kolluk kuvvetiyle, çalışacak tüm genç erkek ve kadınları topluyordu. Hitler, sadece bazı Avrupa ülkelerinde biraz dostca davrandı ve gönüllü işcilik metodunu tercih etti. İspanyol, İtalyan ve Hırvatlara kibar davrandı. Savaş sonunda 7 buçuk milyon yabancı işçi gücü kullanılıyordu ve bunun 1.8 milyonu savaş esiriydi. 1944’de endüstriyel üretimin dörtte biri yabancı işciler tarafından sağlanıyor du. Nazi rejimi ve savaş makinesi, yabancı işci sömürgeciliği olmasaydı, daha erken çökebilirdi. 

Yabancı işçilere nasıl davranılacağının prensiplerini yazan ve yöneten Alman Sauckel idi. Filozofisi özetle şöyleydi: “Tüm işçiler mutlaka beslenecek ve barınacak yer verilecek ki, maksimum seviyede sömürülebilsinler ve yüksek seviyede verim alınabilsin.” Bunun anlamı yabancı işçilerin asker gözetimi altında çalıştırılmasıydı. Kaldıkları barakalar da kontrol altındaydı. Sosyal hayatları ve sivil hakları yoktu. Sağlık sigortaları bulunmuyordu. Polonyalı, 
Rus ve Yahudiler, etnik aidatlarını gösteren özel bir kimlik taşıyordu. Pek çok yabancı işci, kötü beslenme, ağır iş şartları, bakımsızlık, hastalıklar ve ağır cezalardan dolayı öldü. Sauckel’in sert disiplin kurallarının temelinde insanlıktan yoksun şu emri ve tavrı vardı: “Yabancı işçiler bir nebze olsun umurumda değil. Eğer iş yerlerinde en küçük bir hata yapar veya suç işlerlerse, önce hemen polise bildirin. Asın, kurşuna dizin onları. Umurumda değiller. Eğer tehlikeli iseler yok edilmeleri gerekir.” 

Nazilerin yabancı işcilere yaptıkları zulüm sadece kölelere yapılan eziyet ve işkencelerle kıyaslanabilir. Aynı zihniyetin yansımalarını, izlerini daha sonraki dönemde de görmekteyiz. 
1955 ile 1973 arasında Almanların uyguladığı misafir işçiyi kabul etme düzeni, aile birleşmesine karşıydı ve göçmenlerin sürekli yerleşmesini engelliyordu. Ancak ailelerin birleşmesini engelleyemediler, başaramadılar. 1973’de Alman hükümeti, yabancı işçilerin ülkelerine dönmesi için elinden geleni yaptı. Türkler ve Kuzey Afrikalılar gitmediler. 1974 ile 1981 arasında 
yabancı göçmen kadınların oranı yüzde 12 arttı. Yabancı çocuklarda yaşı 15’i bulanların oranı yüzde 52’ye çıktı. 1970’lerin sonunda yabancı göçmen yerleşimcinin nüfusu 4 milyondan 1980 ların ilk yıllarında Türklerin sayesinde beşyüzbin birden arttı. Bu durum Almanları rahatsız etti. 

    Bu gün Alman istihbarat birimleri gurbetçilerimize karşı karanlık bir proje yürütüyor. Şimdi de onları tanıyalım. 

FEDERAL ALMAN İSTİHBARAT TEŞKİLATI BUNDESNACHRİCHTENDİENST ( BND) 

Yukarıdaki bölümlerde efsane Alman istihbaratçı Gehlen’den bahsedilmişti. Bu istihbaratçı Alman istihbaratının çevresini değiştirmişti. Fakat bu değişimlerin hemen hepsi Alman derin devlet anlayışının lehine oldu. Federal Almanya İstihbarat Servisi’ne gelince. Bu servis = Gehlen teşkilatıdır. Münih’e bağlı Pullach’da, General Von Gehlen’in idaresinde kurulan Federal İstihbarat Servisinin emrinde 10 bin uzman ve ajan çalışıyordu ve bütçesi de, 1952’de 40 milyon markın üzerindeydi. General Gehlen’in çok kısa bir süre önce teşkilattan ayrılmasına rağmen Gehlen Teşkilatı adıyla da anılan Federal Almanya İstihbarat Servisi, küçük hücreler şeklinde örgütlenip çalışmıştır. Dost veya düşman ayırd etmeden aynı titizlikle çalışan teşkilat Almanya’nın özel statüsü gereği bu yıllarda CIA ile de büyük paslaşmalar ve dayanışmalar içinde çalışmıştır. 
Almanlar iç istihbarat konusunda ise özel olarak oluşturdukları “Batı Almanya Anayasasını Koruma Ajansı”ndan yararlanmaktadırlar. Bu kuruluş aynı zamanda karşı casusuluk örgütü olarak da faaliyet göstermektedir. Amerika’daki FBI’ya denk olan kuruluşun karargahı Köln’e bağlı Ehrenfeld’ de çalışmalara başlamıştır. Merkez teşkilatında bine yakın görevlinin  bulunduğu kuruluşa o zamanlar polis teşkilatı ile askeri istihbarat da yardım vermiştir. 

Alman istihbaratında askeri bölüm çok önemlidir. Çünkü burada oluşturulan ve FOİ ( Field Operations İntelligence) adı ile anılan grup vurucu güçtür ve eylemleri bu grup yapar. Eylemlerinde ünlü ve acımasızlığıyla bilinen bir güçtür. 

DOĞU ALMANYA İSTİHBARAT SERVİSLERİ 

MFS = Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı. 

Almanların ayrılması sonrası Sovyet nüfuz alanında kalan Doğu Almanya casusluğun adeta kalbi olmuştur. Doğu ve Batı Almanya arasında öykülerin gerçeklerle karıştığı casusulukla ilgili olaylar yaşanmıştır. Doğu Almanya’da gizli servis geleneğini geliştiren ve burasını Avrupa yani Batı dünyası içinde bir ileri karakol gibi kullanan Moskovadır. 1950 yılında mevcut oluşumların tek çatı altında toplanmasıyla Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı kurulmuştur. KGB bu bakanlığın oluşturduğu bir konseyle kontrol altında tutmuştur. Bakanlığın emrinde 22 bin subay, 5 bin polis, 3 bin komünist partili memur çalışmıştır. karargahı Doğu Belirlin’de Normannenstrasse’de bulunan MFS’in Batı Almanya ‘da adam kaçırma ve öldürme , yıkıcı faaliyet ve propaganda işlerinde kullandığı 16 bini aşkın ajanının bulunduğu bilinmektedir. İstihbarat bakanlığının başlıca daireleri ve görevleri 
şunlar olmuştur: 

1. Daire : Doğu Almanya ordusu içinde iç istihbarat yapmak, askerlerin rejime sadakatini sağlamak. 
2. Daire : Batılı ülkelerde casusluk faaliyetlerinde bulunmak. 
3. Daire : Sovyet işgal bölgesinde her türlü ekonomik faaliyet sahasında casusuluk çalışması yapmak. 
4. Daire : Din ile mücadele müesseleri ortadan kaldırma. 

“R” Dairesi : Berlindeki müttefik askeri misyonların faaliyetlerini izlemek. 
MFS ayrıca idarecilerin güvenliğini sağlamak amacıyla 6300 kişilik bir muhafız kıtası da oluşturmuştur. 

Ayrıca HVA= Ana İstihbarat Dairesi adı altında Doğu Almanya Komünist İstihbarat Teşkilatı adı altında Batılı ülkelerde casus şebekeleri kurmak ve istihbarat işleriyle görevli bir birim daha vardır. HVA MFS’e bağlı bir birimdir ama ayrıca bir casusuluk okulu da vardır. Bu teşkilatların koordinasyonun dan ise VFK = Koordinasyon Dairesi adı verilen birim sorumludur. Bu da bir gizli servis gibi çalışır. Elbe nehri üzerindeki Klietz’de bir casus okulları faali-
yet göstermiştir. Bunların teknik laboratuvarlarında gizli mürekkepler ve sahte belgeler üretimi gerçekleştirilmiştir. Doğu Alman gizli servisi belge üretiminde oldukça başarılı ve ünlü bir servis olmuştur. 
Bu konu gizli servislerde büyük önem taşımaktadır. 

Ancak bu iki servisin kanlı bıçaklı günleri Doğu ve Batı Almanya’nın birleşme kararının ardından tek çatı altında ortak çalışmaya dönmüştür. Bu birleşme sırasında Doğu Alman casuslarla Batı Alman muhbirler büyük sıkıntılar çekmişler ama Batı Alman istihbarat çatısı altında birleşmeyi başarmışlardır. Çok geniş bir arşivi bulunan MfS ile 1991 birleşmesinden sonra çıkan durum sonucunda Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı sorumlu kılınmıştır. 
Arşiv bilgilerinin incelenmesi görevi bu teşkilata verilmiştir. 
Bu birleşmeden ortaya çıkan bilgi ve ilişkiler ağı dünyanın en büyük istihbarat arşivini ortaya çıkarmıştır. Önümüzdeki dönemde Almanların bundan kaynaklanan güçlerini diğer ülkeler üzerinde kullanacaklarından hiç şüphe yoktur. Arşiv bulgileri içinde Türklere ait bilgilerin çokça olması da doğaldır. Yani önümüzdeki günlerde Almanya hesabına casusluk yapacak Türklerin sayısında bir artışın olması da doğaldır. 

Necip Hablemitoğlu’nun kaleminden Almanya tarihine göz atmakta yarar var: 

XIX.Yüzyılın ikinci yarısında Bismark ile kurumsallaşan, XX. Yüzyılın hemen başlarında II. Wilhelm döneminde emperyalizm ve devlet kavramlarıyla özdeşleşen Alman faşizmi kabul edilebilir milliyetçilik anlayışının da ötesinde- iki temel hedefin gerçekleştirilmesini öngörmekteydi: Ekonomik açıdan yeni “hayat alanları”na yani ürettiklerini pazarlayabilecekleri sömürgelere sahip olurken, siyasal açıdan da “arka bahçe”de yani Avusturya-Macaristan, Romanya, Çarlık Rusyası gibi ülkelerde yaşayan Alman ırkını bir bayrak altında toplamak yani pan-germenizm!.. 

1. Birinci Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası) 

Fas başta olmak üzere sömürge arayışlarından somut bir sonuç elde edemeyen II. Wilhelm Almanya’sı için, Osmanlı İmparatorluğu, stratejik açıdan hayati bir önem taşımaktaydı. Örneğin, Bağdat Demiryolu Projesi, ekonomik getirilerinin yanısıra, İngiltere’nin Hindistan yolunu tehdit etmesi açısından da planlanmıştı. Ancak, Kayzer Wilhelm’in iki kez Osmanlı ül-
kesine gelmesi ile gelişen ikili ilişkiler, Kerkük-Musul bölgesinde arkeolojik çalışma yapma izini ile gelen sözde arkeologların jeolojik çalışma yaptıklarının anlaşılması ile ortaya çıkan kuşkuları giderememişti. Sözkonusu bölgede zengin petrol yataklarının bulunması, Osmanlı 
İmparatorluğu üzerinde emperyalist paylaşım kavgasında İngiltere, Çarlık Rusyası ve Fransa’yı da harekete geçirmişti. Bu nedenle ortaya çıkan Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda, Almanya, tüm bu olumsuz gelişmelere sadece seyirci kalarak ikiyüzlülüğünü, bir başka ifadeyle güvenilmezliğini ortaya koymuştu. Almanya’nın emperyalist politikasının bir yansıması olan vefasızlığın bedelini, Trablusgarp’ı, 12 Adayı ve Rumeli’deki topraklarımızın önemli bir kısmını kaybederek ödeyen Osmanlı yöneticileri, özellikle de İt-
tihatçılar, 1911’den itibaren İngiltere ve Fransa’ya ittifak önerisinde bulunmuşlardı. Hatta, I. Dünya Savaşına girilmezden kısa bir süre önce, Mayıs 1914’de, Sadrazam Talât Paşa bizzat Kırım’a giderek Rus Çarı II. Nikola’ya ittifak teklif etmişti. Bu üç emperyalist ülkenin yanısıra, Yunanistan ve Bulgaristan gibi küçük ülkeler bile Osmanlı Devletinin ittifak önerisini reddettikten sonradır ki, Almanya, yeniden -bu defa alternatifsiz olarak- gündeme gelmişti. İttihatçıların kendilerine güvenmediğini bu ittifak arayışları nedeniyle anlayan Alman Hükûmeti, savaşa birlikte girme karşılığı resmen iki temel konuda “açık çek” talep etmişti: 
Birincisi, İngiltere’yi sömürgelerinde meşgul etmek ve hammadde kaynaklarını zaafa uğratmak için Padişah-Halifenin tüm müslümanlara yönelik olarak “Cihad-ı Ekber” (kutsal savaş) çağrısında bulunması. İkincisi, Osmanlı Ordusunun en az % 25’sinin Alman Genel Kurmayı emrine verilmesi. Almanya’nın istekleri tartışılmaksızın yerine getirilmişti. 

Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914 tarihli Osmanlı-Alman İttifak Anlaşmasının tüm yükümlülüklerini yerine getirirken, Almanya’nın ikiyüzlü ihaneti yeniden sahneye çıkmıştı. Şöyle ki: 

I. Almanya, taahhüt ettiği silâh ve malzemeyi, özellikle de Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının savunması için elzem olan uzun menzilli topların teslimini geciktirmişti. Bu gecikmenin bedeli Çanakkale muharebelerinde Türk askerinin kanıyla ödenmişti. 

II. Alman Genelkurmayı, Galiçya’da ve Kanal Harekâtında, Osmanlı Devletini doğrudan ilgilendirmediği halde Türk Ordusunu kullanırken; kendi çıkarları için en seçkin Türk birliklerinin ağır kayıplar vermesine neden olmuştu. Türk askerini canlı kalkan olarak kullanma oyunu, Hıristiyan İtilâf askerlerini de kollamak (imhasını önlemek) amacına yönelik olarak Çanakkale’de sahnelenmişti. İtilaf birliklerini en az 6 ay Çanakkale’de 
oyalamayı hesaplayan Alman Genel Kurmayı, bu doğrultuda General Liman Von Sanders vasıtasıyla planını uygularken, Türk tarafının ikiyüzbini aşkın asker kaybının başlıca sorumlusu olmuştu. Ta ki, Yarbay Mustafa Kemal’in ünlü müdahalesine kadar… 

III. Almanya’nın samimiyetsizliği daha I. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında belli olmuştu. 
Osmanlı Hükûmeti’nin İtilâf emperyalistlerine karşı tepki olarak, 1 Ekim 1914’den itibaren geçerli olmak üzere Kapitülâsyonları kaldırdığını açıklayan (9 Eylülde İstanbul’daki Büyükelçilere tebliğ edilen, 17 Eylülde de resmen yayınlanan) kararına öncelikle ve en sert karşı çıkan ülkeler, Almanya ile diğer savaş müttefiğimiz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmuştu. İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin sert eleştirileri sonrasında bu 
iki ülke kapitülasyonlarla doğan haklarını her ne kadar daha sonra reddetseler de, kendileri ile ilgili kuşku ve güvensizliğin bu vesileyle bir kez daha pekişmesine engel olamamışlardı. 

IV. Almanya’nın güvenilmezliği ve hatta hainliği, Kafkas Cephesinde açık biçimde ortaya çıkmıştı. Hazar petrolleri ile ilgili olarak Kafkasya ve Azerbaycan’ın Osmanlı kontrolü altına girmesini istemeyen Almanya, Galiçya ve Ukrayna’da savaştığı can düşmanı Ruslarla işbirliğine gitmiş ve bu gelişme Teşkilât-ı Mahsusa tarafından belgelenmişti. Keza, stratejik 
açıdan önemi büyük olan Kudüs, düşman İngiliz birlikleri tarafından işgal edildiğinde, Alman Kiliselerinde şükran ayinleri düzenlenmişti. 

Aynı şekilde, Savaş sona erdikten sonra Almanya, kendisine sığınan Talât Paşa başta olmak üzere önde gelen İttihatçı liderlerin Ermeni teröristler tarafından vahşice öldürülmelerine seyirci kalmıştı. Hatta, Talât Paşa’nın katili, Türk Milleti ve de Hukukun temel kuralları ile alay edilircesine Alman yargısı tarafından beraat ettirilmişti. İşte, Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, tüm bu deneyimleri unutmayarak Almanya ile mesafeli durmaya gayret etmiş; bu arada Hitler’in yükselişini kuşku ve endişe ile izlemişti. Atatürk, Almanya’nın dostu olunamayacağını; dostluk ya da düşmanlık kavramlarını ancak bu ülkenin çıkarlarının ve de üstün ırk nazariyesinin belirlediğini çok iyi bilmekteydi. 

2. II. Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası) 

Alman toplumunda zaten var olan şoven ve saldırgan (irredantist) milliyetçilik duyguları, Versay Barış Antlaşması’nın Almanya’ya yüklediği 56 Milyar Dolar savaş tamirat borcunun neden olduğu ekonomik çöküntü ortamında daha da gelişerek yükseliş trendine girmişti. İtilaf Devletlerinin daha sonra ödenmesi mümkün olmadığı anlaşılan bu borcu 33 Milyar 
Dolara çekmesi, sonucu değiştirmemiş; yalnızca Hitler’i iktidara getirmeye yetmişti. Hitler’le birlikte, pan-germenizm bir devlet politikasına dönüşerek hayata geçirilmiş; hatta daha da ileri gidilerek “ari ırkın dünya egemenliği” söylemleri açıkça ifade edilmişti. Hitler Almanyası’nın ilk hedefi, Alman dilinin konuşulduğu Alsas-Loren bölgesinden başlayarak İdil (Volga) nehrinin boylarında yaşayan küçük Alman kolonilerini kapsayacak bir “germen vatanı” oluşturmaktı. Bu vatan kapsamına, Türk bölgelerinden Kırım, Gence şehrindeki birkaç yüz kişilik küçük bir Alman kolonisinin varlığı nedeniyle bu şehre kadar tüm Kuzey ve Güney Kafkasya ile iç Rusya’nın önemli bir bölümü girmekteydi. İşte, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Ordularını Stalingrad (Volvograd) önlerine kadar getiren neden buydu. 
Eğer Almanlar savaştan zaferle çıkmış olsalardı, sıra tüm dünyanın Alman “hayat alanı”na dönüşmesine gelecekti. 

3. Soğuk Savaş Döneminde Alman Milliyetçiliği 

2. Dünya Savaşı’nın Almanya’da yarattığı ekonomik, toplumsal ve siyasal tahribat, savaşta kazanılan tüm toprakların yanısıra Doğu Almanya’nın da kaybedilmesi ve ülkenin müttefik devletler tarafından işgal edilmesiyle daha da büyük boyutlara ulaşmıştı. Ancak, bu olağanüstü zor koşullarda Alman milliyetçiliğinin gelişimini önlemek asla mümkün olmadı. İşte bu noktada Almanya yöneticileri, milliyetçiliklerini gizleyerek hatta ırkçı parti  kurulmasını kâğıt üzerinde yasaklayarak dış dünya önünde farklı bir imaj yaratmaya yöneldiler. Bir yandan A.B.D.’nin baskılarına boyun eğerek Münih’de C.I.A. tarafından finanse edilen “Sovyetler Birliği’ni Araştırma Enstitüsü”, “Hürriyet Radyosu”, “Hür Avrupa Radyosu” na izin verirken; diğer taraftan Macaristan, Romanya, Sovyetler Birliği ile gizli pazarlıklar sürdürürerek soydaşlarını kişi başına ortalama 35.000 Marktan başlayan ve 
eğitim durumuna göre yükselen bedel karşılığı “satın almaya” başladılar. Alman Hükûmetinin bu girişimi elbetteki salt milliyetçilik duygularıyla izah edilmezdi; konunun insani boyutu da kuşkusuz mevcuttu: II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, Stalin, Alman Ordusu ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, Türkiye sınırında yaşayan “güvenilmez halklar” kapsamında Kırım, Karaçay, Balkar ve Mesket (Ahıska) Türklerini, Çeçenleri, İnguşları ve de Volga boyunda yaşayan Almanları, -bebeğinden yaşlısına kadar cinsiyet ayırımı yapmaksızın tümünü- Urallar, Sibirya, Özbekistan, Kazakistan ve benzeri sürgün bölgelerine göndererek cezalandırmıştı. Örneğin, sadece Kırım Türklerinin hayvan vagonlarında, en ilkel koşullarda ve yaklaşık iki ay süren yolculuklarında toplam nüfusunun 
% 46’sını kaybettiği gözönüne alındığında, Alman asıllı sürgünlerin kayıpları hakkında bir kıyaslama yapmak mümkün olabilir. İşte Alman Devleti, sürgündeki soydaşlarının yanısıra, Macaristan ve Romanya gibi komünist rejimin esareti altındaki soydaşlarına sahip çıkmak, onların mağduriyetini gidermek yolunda bu ülkelere büyük meblağlar akıtmıştı… Ya Türkiye?!. 

ALMANLARIN TÜRK LEJYONU 

Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkıma uğrayan Almanya’ya “bin yıllık bir gelecek” vaat eden Hitler, 1800’lerin felsefe akımlarının öncüsü Almanya’nın yerine büyük bir disiplinle ilerleyen askeri Almanya’yı koyabilmiş ve bu şekilde askeri anlamda çok büyük başarılar 
göstermişti. Neredeyse 3 yıl içinde tüm Avrupa’ya ve Mısır hariç Kuzey Afrika’nın tamamına “Gamalı Haç”a boyun eğmeyi öğretmişlerdi. Alman ordularını uçsuz bucaksız Rus cephesine yönelten Hitler’in bilinen hataları olmasaydı, III. Reich uzun yıllar hükmünü sürdürürdü. Biliyoruz ki durum böyle olmadı. Schutzstaffel; Türkçe karşılığı ile “Koruma Timi” anlamına gelen bu mutantan harp makinesini yaygın kullanımıyla   “SS”  olarak  biliyoruz. Kuruluş amaçları Adolf Hitler’in şahsi güvenliğini sağlamaktı. Toplama kampları kurulana kadar polis görevi de yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Bundan sonra Waffen-SS ve Allgemeine-SS olarak 2 gruba ayrıldılar. Allgemeine-SS isimli grup polis görevi yaptı. Genellikle ordu kökenli olmayan subaylar tarafından idare edildi. Çok büyük savaş suçları işleyen SS bölümü Allgemeine-SS kuvvetleridir. Waffen-SS ise ordu eğitimi almış subaylar tarafından yönetiliyordu. 1942’den sonra gençler askerlik vazifelerini burada yapmaya başlayınca da parti muhafızı gibi bir özelliği kalmadı. Naziler Paris’ten Moskova’ya kadar çok büyük toprakları işgal ettikleri için işgal ettikleri bölgelerin halklarından da asker 
temin etmişlerdir. Waffen-SS toplamda 38 tümene sahipti ve bunların 26 tanesi Alman olmayan kavimlerden oluşmuştu. Öncelikle Alman kavmine akraba kavimlerden askere alım olsa da, daha sonra diğer kavimlerden de tümenler oluşturulmuştur. 
Bunlar: 
Macaristan, Letonya, Estonya, Arnavutluk, Hırvatistan, Hollanda, İtalya, Flamanya, Valonya, Rusya ve Belarus birlikleriydi… 

Bu 38 tümen haricinde gönüllü birlikler de Naziler için savaşmışlardır. 31 farklı isme sahip olan bu gruplar arasında Türk Dünyası’na akraba halklar da vardır. Özbek, Kazak, Kırgız, Azeri, Çerkes, Çeçen, Kırım Tatarı, Gürcü, Ermeni, Türkmen, Dağıstanlı, Karakalpaklar, İnguşlar, Çuvaşlar, Udmurtlar’dan oluşan bu gönüllü birliklere Doğu Lejyonları diyoruz. 
Stalin’in ordusunda Rus iklimine uygun olmayan teçhizatla görev yapmak mecburiyetinde kalan bu halklar gerek Sovyet baskısı gerekse uzayan savaş sebebiyle milyonlarca kurban verdiler. Aileler bir daha birleşmemecesine parçalandı ve büyük acılar yaşandı. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov “Toprak Ana” isimli eserinde o dönemde yaşanan drama ışık tutarken her açıdan baskı altındaki bir halkın simgelerle konuşan dili olmayı da başarmıştı. 22 Haziran 1941 günü başlayan Barbarossa Harekâtı’nın başında, Doğu Cephesine yönelirken, Baltık halklarının, Ukraynalıların ve Sovyet zulmünden yılan onlarca ulusun Nazi ordularını çiçeklerle karşılamasını görerek, Sovyetler için, “Biz sadece kapıyı tekmeleyeceğiz ve tüm 
çürük bina yıkılacak.” diyen Führer savaşın muhtemel süresi hakkında yanılıyordu. Başlangıçta Führer’in sözü doğru çıkacak gibi görünmekteydi. Zaten zorla cepheye sürülen Kızıl Ordu’nun binlerce askeri ya firar ediyor ya da subaylarını öldürerek teslim oluyorlardı. Kış mevsimi başladığı vakit iki milyonu aşkın esire sahip olan Almanya bu gönüllü tutsakları SS Birlikleri’ nin içine serpiştirmişti. Zaman geçtikçe sayıları ve etnik çeşitlilikleri artan bu askerler Waffen-SS yönetiminde örgütlendiler. 

Bu örgütlenmeyi Türkistan Milli Birlik Komitesi’nin kurucusu olan ve Alman-Sovyet Savaşı başladığı dönemde Almanya’da olan Türkistanlı Veli Kayyum Han sağlamıştı. Türkistanlı esirleri kamplardan kurtarmak için Alman genelkurmayı ile görüşmüş ve Türkistan Lejyonu’nu kurdurmayı başarmıştı. 4 Ocak 1944 tarihinde Berlin’de yapılan bir toplantıda SS İdari Merkezi’nin temsilcisi SS Binbaşı Schulte 1 Ocak 1944 tarihinden itibaren geçerli olmak 
kaydıyla 450. Türk Taburu’nun ve subaylarının SS kadrosuna alındığını ve birliğin ilk komutanı olan Andreas Meyer’in yarbay yapıldığını bildirmiştir. Bu lejyonda Rus ve Slav ırkına dâhil olmayan, Kırım’dan Kafkasları da içine alarak Orta Asya’ya kadar uzanan topraklarda yaşayan halklar görev yaptı. Türkistan Lejyonu, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Karakalpaklar, Balkarlar, Karaçaylar, Azeriler, Dağıstanlılar, İnguşlar ve Çeçenlerden müteşekkildir. 

Kur’an-ı Kerim ve iki kılıca el basarak, Türkistan Bayrağı’nın önünde yemin eden gençler sağ kollarında “Türkistan, Allah Bizimle” yazılı askeri üniformalarını giyerlerdi. Lejyonun siyasi ve milli tüm işlerini Türkistan Milli Birliği Komitesi yönetirdi. SS Şefi Heinrich Himmler bu tümenin hava yolu ile Orta Asya’ya gönderilip burada bir ayaklanma başlatma fikrine büyük 
destek vermiştir. Her ne kadar tümen olarak geçse de Türk Silahlı Kuvvetleri ölçülerine göre alay seviyesindedir. Bu birliğe Trawkini’deki SS Birlik Eğitim Kampı’nda eğitim verilmiştir. Yeterli üniforma, çizme ve donanım yoktu. Birliğin fotoğraflarında çok farklı Waffen-SS üniformaları  nın görünmesinin sebebi budur. Beyaz Rusya’nın başkenti Minks’de örgütlenen partizanlara karşı yapılan operasyonlara katılırken ileri düzey eğitimlerini de almaya devam ediyorlardı.”Bu sırada alay komutasında da değişiklikler yapılmıştır. Binbaşı Meyer-Mader alay komutasını bırakmıştır. Bu değişikliğin sebebi konusunda çeşitli rivayetler mevcuttu. Bunlardan birine göre, Binbaşı, anti-partizan operasyonlarından birinde, bir düşmanın 
keskin nişancı ateşiyle öldürülmüştü. Başka bir rivayete göre de, 1944 yılının Mart ayında alayda çıkan bir isyan sırasında ölmüştü. Ancak büyük ihtimalle, Wehrmacht’a haber vermeden yeni Türk Birliği için kara kuvvetlerinin diğer birliklerinden asker toplamaya çıktığı için kendisi askeri mahkemeye çıkarılmış ve firar suçundan yargılanmıştı. Rütbesi 
binbaşılıktan indirilmiş ve 1944 yılının Mart ayında SS-Sonderregiment Dirlewanger’e (Dİrlewanger Ceza Alayı) gönderilmişti. 2 Mayıs 1944’de de çatışma sırasında öldürülmüştü. 

28 Mart 1944’de Yuratishki’de, eski bir ordu yüzbaşısı olan ve 5 Şubat 1944’de Waffen-SS yüzbaşısı rütbesiyle görev yapan SS-Hauptsturmführer Billig tarafından alay komutası devralındı. Bu dönemde bazı düzensizlikler yaşanmış olmalı ki, Yüzbaşı Billig 78 isyancıyı kurşuna dizdirtmiştir. Bu olay ve alkol sorunu yüzünden, 6 Nisan 1944’de Billig komutadan alındı. Onun ardından SS-Hauptstmführer (Yüzbaşı) Hermann 27 Nisan 1944’de alay komu-tasını devraldı. Bu komuta boşluğunda alaydaki isyankâr davranışlar kontrol altına alınmış ve alay tekrar düzene sokulmuştu. Bu huzursuz dönemde alayda yüksek miktarda firar yaşanmış fakat bunların çoğu 7–12 Nisan tarihleri arasında alayın hareketinde tekrardan gönüllü olarak alaya teslim olmuşlardı. Yüzbaşı Hermann’ın 2 Mayıs 1944’de alay komutasını fiilen devralmasına kadar neden alay kadrosunun yerlerinden ayrılmadıkları ve yeni komutanın gelmesini bekledikler ise bilinmemektedir.” 

Birlik Rusların Minks’deki cephe gerisi sabotaj faaliyetlerine karşı mücadele ettikten sonra 22 Haziran 1944 tarihinde çökmüş olan Merkez Ordular Grubu’nun savaş bölgesinden, önce Lomza’ya oradan da Bialystock yönüne gönderildi. 

“26 Ağustos 1944’de Doğu Müslümanları SS Alayı 9. Ordu’nun Emrine alındı. Bu tarihte tekrar Von der Bach’ın kolordu grubuna dâhil oldu. Dış Mahallelerdeki çatışmalar 27 Ağustos 1944’e kadar sürmüştü. Sonuç olarak Weichselviertel’deki çatışmalar 3-10 Eylül arasında, Mokotow’daki çatışmalar 11-23 Eylül arasında, Zoliborz’daki çatışmalar da 29 Eylül-2 Ekim 1944 tarihleri arasında sürmüştü. 15 Eylül 1944’de alaya, Radom bölgesi üst SS şefliği ve polis şefliği komuta etmişti. 24 Eylül 1944’de Alayın bazı kısımlarıyla, Albay Lang Muharebe Grubu’na bağlı 3. Panzer Grenadier Taburu bünyesindeki Staufer Muharebe Grubu yer değiştirdi. 29 Eylül 1944’de 9. Ordu’nun komutasında olan bölgeye ‘Varşova Muharebe Bölgesi’ adı verildi. Bölgede Dirlewanger Alayı’nın yanı sıra, Polis Taburu ‘Brückhardt’, Polis Taburu ‘Krabbe’ ve Müslüman SS Taburu ‘Kalus’ bulunmaktaydı. Bunun dışında Doğu Müslümanları Alayı’ndan bahsedilmiyor. 3 Ekim’de Polonya Anavatan Ordusu teslim oldu. Bu sırada alayın herhangi bir kısmının görev alıp almadığını, belge yetersizliği yüzünden bilmiyoruz.” 

Bu birlikler tüm Nazi geri çekilişinde ve hatta Berlin Müdafaası’nda görev yapmışlardır. Bugün tam sayısından emin olamasak da takriben bir buçuk milyon asker Kızıl Ordu’dan ayrılarak Naziler için savaşmıştır. Bunlar ideolojik olarak Nazi yanlısı olmasa da Rus işgalini önlemenin Almanya’ya destek olmaktan geçeceğini hesaplayan insanlardı. Dönemin şartlarını dikkate alan bir değerlendirme bizi bu bakış açısının da yabana atılmaması sonucuna ulaştırır. Birçoğu uzayıp giden savaşlarda ölen bu insanların bazıları da Stalin’in tarafından idam edilmiştir. Müttefiklere esir düşen bir kısmı ise savaş sonrasında Stalin’e teslim edilmişlerdir. Onların yolculuk güzergâhında bulunan Türkiye bu insanlar için sahte bir ümit ışığı olmuş, Türkiye’nin kendilerini salıvereceği umudunu taşıyan bu askerler hayal 
kırıklığı içerisinde Stalin’in idam mangalarının önüne sürülmüşlerdir. 

İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya’ya karşı oluşturulan tugaylar bugün dahi bir tartışma ve karalama kampanyasının konusudur. Balkanlarda Boşnak ve Arnavutlar, Orta Asya’da Türk halkları halen Nazi işbirlikçisi olmakla itham edilir haldedirler. Bu kara propagandanın altında tüm halkları baskı altında tutmaya yönelik siyonist hesabı görmemek mümkün değildir. Biz konu ile ilgilenen herkesi bugünden geriye doğru bakarken o günün şartlarını hesaba katmaya ve kendi vatanlarına yönelen birinci derecedeki bir tehlikeyi atlatmak için kendilerine daha uzak bir tehlike ile ortak mücadele yürütmelerinin gerçek sebeplerini daha dikkatli tahlil etmeye davet ediyoruz. (119) 

Bugünkü Almanya aslında Hitler’in eski sağkolu, CIA’nın Soğuk Savaş dönemindeki has adamı Gehlen’in eseridir. Bu nedenle Gehlen Organizasyonu’nu anlamadan Kılıç’ı çözemeyiz. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


116. Aytunç Altındal. ‘Bilinmeyen Hitler’.
117. Aydoğan Vatandaş. Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı. hhttp://www.derki.com/sayfalar13/erolkomplo.html
118. Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 102.
119. Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 111.



***