Falih Rıfkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Falih Rıfkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2020 Cumartesi

Türkçülüğün Esasları. BÖLÜM 2

 Türkçülüğün Esasları. BÖLÜM 2



Ziya Gökalp, “hars”ı meydana getiren millî değerleri de sekiz bölümde toplamış ve Türkçülüğün Esasları kitabının ikinci kısmında Türkçülüğün Programı başlığı altında incelemiştir. 

Bunlar; 


1- Lisanî Türkçülük, 

2- Bediî Türkçülük, 

3- Ahlâkî Türkçülük, 

4- Hukukî Türkçülük, 

5- Dinî Türkçülük, 

6- İktisadî Türkçülük, 

7- Siyasî Türkçülük, 

8- Felsefî Türkçülük’tür.

Bu sekiz konuda mutlaka millî harsa gitmek gerekir. Çünkü Batı medeniyetine bağlı olan bütün milletler de, kendi töre, gelenek ve ihtiyaçlarına göre hukuk, iktisat, sanat, dil sahibi olmuşlardır. Millî konularda, medenileşmek adı altında başkalarını taklit eden milletler, hars bakımından zayıf düşerek yabancıların kültür sömürgesi olurlar. Halk ile aydınların arası giderek açılır. Aydınlar millî harstan, halk da medeniyetten uzak yaşadığı için, o millet, gerçek anlamda çağdaş ve medenî olamaz. 

Sonuç olarak, Türk düşünce, kültür ve siyaset tarihinin önemli simalarından biri olan Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eseriyle Türk milletindenim demenin ne demek olduğunu, Türk milletinin kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gitmesi gerektiğini öğreten bir ilk öğretmendir. Bu çabalarıyla Türk milliyetçiliğinin ideologluğunu da yapan Gökalp, kendisine kadar dağınık bir halde gelen düşünceleri bir araya getirerek, gerçek anlamını bulan bu düşünceye Türkçülük adını vermiş ve milletin bundan sonra gideceği yolu tayin etmiştir. 

   İmparatorluk sürecinden Ulus-Devlete geçiş döneminde yaşayan Gökalp’ın, insanların kafalarının karışık olduğu bir dönemde, bu karışıklığa çözüm bulmak amacıyla Türk toplumu ve kültürü üzerine yaptığı sosyolojik, kültürel ve siyasal teori ve değerlendirmeler bugün de gerçekliğini devam ettirmektedir. 

Son yüzyılda Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük fikir adamlarından biri olan Ziya Gökalp’ın, içerisinde yaşadığımız çağda da bir takım yeni arayışlara ışık tutacak nitelik taşıyan Türkçülüğün Esasları adlı eserini yayınlayan Ötüken Neşriyat’a ve bu çalışmanın fikir babalığını yapan Prof. Dr. Ali Duymaz’a teşekkürü bir borç biliyorum.

Doç. Dr. Salim ÇONOĞLU

Ağustos 2014, Balıkesir


Türkçülüğün Esasları

Bu kitap, Nazarî Kısım (Teorik Kısım) ve Amelî Kısım (Uygulamalı Kısım) diye ikiye ayrılmıştır. 

Nazarî Kısım, Türkçülüğün mâhiyetini (niteliklerini) tetkik edecek (inceleyecek); Amelî Kısım, Türkçülüğün programını tespit etmeye çalışacaktır. 

Birinci Kısım

Türkçülüğün Mâhiyeti

I. Türkçülüğün Tarihi

Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel (ortaya çıkışından önce) Avrupa’ da Türklüğe dair iki hareket vücûda geldi. Bunlardan birincisi Fransızcada Turquerie denilen Türkperestliktir (Türk hayranlığıdır). Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri; mücellitlerin, tezhipçilerin yaptıkları teclidler (ciltler) ve tezhipler, mangallar, şamdanlar ilh (vb). gibi Türk sanatının eserleri çoktan Avrupa’daki nefâis-perestlerin (sanatseverlerin) dikkatini celp etmişti (çekmişti). 

Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel eşyayı binlerce liralar sarf ederek (harcayarak) toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücûda getirirlerdi. Bazıları da bunları başka milletlere ait bedîalarla (estetik değeri yüksek sanat eserleriyle) beraber, bibloları arasında teşhir ederlerdi. 

Avrupalı ressamların Türk hayatına dair yaptıkları tablolarla, şairlerin ve feylesofların (filozofların) Türk ahlâkını tavsîf yoluyla (anlatmak için) yazdıkları kitaplar da “Turquerie” dâhiline girerdi. Lamartine’in, Auguste Comte’un, Pierre Lafitte’in, Âlî Paşa’nın husûsî kâtibi bulunan Mismer’in, Pierre Loti’nin, Farrere’in Türkler hakkındaki dostane yazıları bu kabildendir. Avrupa’daki bu hareket, tamamıyla Türkiye’deki Türklerin bediî sanatlarda (güzel sanatlarda) ve ahlâktaki yüksekliklerinin bir tecellisinden (görünümünden) ibarettir. 

   Avrupa’da zuhur eden (ortaya çıkan) ikinci harekete de Türkiyât (Türkoloji) nâmı verilir. Rusya’da, Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de birçok ilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara dair tarihî ve atîkıyâtî taharrîler (arkeolojik incelemeler) yapmaya başladılar. Türklerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulunduğunu ve muhtelif zamanlarda cihângirâne (dünyaya hâkim olan) devletler ve yüksek medeniyetler vücûda getirdiğini meydana koydular. 

    Vâkıâ (gerçi), bu sonki tetkiklerin mevzuu, (incelemelerin konusu) Türkiye Türkleri değil, kadim (eski) Şark (Doğu) Türkleriydi. Fakat birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de memleketimizdeki bazı mütefekkirlerin (fikir adamlarının) ruhuna tesirsiz kalmıyordu. Bilhassa, Fransız müverrihlerinden (tarihçilerinden) Deguignes’in Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu büyük tarihle, İngiliz âlimlerinden Sir Davids Lumley’in Sultan Selim-i Sâlis’e (III. Sultan Selim’e) ithaf ettiği Kitâbü’l-İlmü’n-Nâfi ismindeki umumî Türk sarfı (Genel Türk Grameri), mütefekkirlerimizin ruhunda büyük tesirler yaptı. Bu ikinci eser, müellifi (yazarı) tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir müddet sonra validesi (annesi) bu kitabı Fransızcaya tercüme ederek Sultan Mahmud’a ithaf etti. Bu eserde Türkçenin muhtelif şubelerinden (farklı dallarından) başka, Türk medeniyetinden, Türk etnografyasından ve tarihinden bahsolunuyordu. 

Sultan Abdülaziz’in son devirleri ile Sultan Abdülhamid’in ilk devirlerinde İstanbul büyük bir fikir hareketine tecelligâh (sahne) olmuştu. Burada hem bir Encümen-i Dâniş (akademi) teşekküle (oluşmaya) başlamış hem de bir Dârülfünûn (üniversite) vücûda gelmişti. Bundan başka, askerî mektepler de yeni bir ruhla yükselmeye başlamıştı. O zaman bu Dârülfünun’da Hikmet-i Tarih müderrisi (Tarih felsefesi profesörü) bulunan Ahmed Vefik Paşa idi. 

Ahmed Vefik Paşa, Şecere-i Türkî’yi, Şark (Doğu) Türkçesinden İstanbul Türkçesine tercüme etti. Bundan başka Lehçe-i Osmânî isminde bir Türk kamûsu (sözlüğü) vücûda getirerek, Türkiye’deki Türkçenin umumî (genel) ve büyük  Türkçenin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında mukayese (karşılaştırma) yaparak meydana koydu. 

Ahmed Vefik Paşa’nın bu ilmî Türkçülüğünden başka, bir de bediî (estetik) Türkçülüğü vardı. Evinin bütün mobilyaları, kendisinin ve ailesi fertlerinin elbiseleri umumîyetle (genellikle) Türk mamulâtındandı (ürünlerindendi). Hatta çok sevdiği kerimesi (kızı), Avrupa tarzında bir terlik almak için çok ısrar gösterdiği hâlde, “Evime Türk mamûlâtından başka bir şey giremez!” diyerek bu arzunun husûlüne (oluşmasına) mümânaat göstermişti (engel olmuştu). Ahmet Vefik Paşa’nın başka bir orijinalitesi de Moliere’nin mudhikelerini (komedilerini) Türk âdetlerine adapte etmesi (uyarlaması) ve şahısların isimlerini ve hüviyetlerini (kimliklerini) Türkleştirmek sûretiyle Türkçeye nakletmesi ve millî bir sahnede oynatması idi. 

Dârülfünûn’un (üniversitenin) bir müderrisi (profesörü), Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî mekteplerin nâzırlığında bulunan Şıpka kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askerî mekteplere sokmaya çalışıyordu. 

Süleyman Paşa’nın Türkçülüğüne Deguignes’in tarihi müessir olmuştur (etkili olmuştur) diyebiliriz. Çünkü memleketimizde ilk defa olarak Çin menba’larına (kaynaklarına) istinâden (dayanarak) Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserinde bilhassa Deguignes’i mehaz edinmiştir (kaynak almıştır). Süleyman Paşa, Tarih-i Âlem’inin medhalinde (giriş kısmında), bu eseri niçin yazmaya teşebbüs ettiğini izah ederken diyor ki: “Askerî Mekteplerinin Nezaretine geçince bu mekteplere lâzım olan kitapların tercümesini mütehassıslara (uzmanlarına) havale ettim. 

Fakat sıra tarihe gelince, bunun tercüme tarîkiyle (yoluyla) yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa’da yazılan bütün tarih kitapları ya dinimize yahut milliyetimize, Türklüğümüze ait iftiralarla doludur. Bu kitaplardan hiçbirisi tercüme edilip de mekteplerimizde okutturulamaz. Bu sebebe binaen (dayanarak) mekteplerimizde okunacak tarih kitabının telifini (yazılmasını) ben üzerime aldım. 

Vücûda getirdiğim bu kitapta hakikate mugayir (ters) hiçbir söze tesadüf olunamayacağı gibi, dinimize ve milliyetimize muhalif hiçbir söze de rast gelmek imkânı yoktur.”

Avrupa tarihlerindeki Hunların, Çin tarihindeki Hiung-nular olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han’ın Hiung-nu Devleti’nin müessisi (kurucusu) (Mete) olması lâzım geldiğini bize ilk defa öğreten Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa bundan başka, Cevdet Paşa gibi lisanımızın sarfına (gramerine) dair bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi Kavâid-i Osmâniye (Osmanlıca Kuralları) adını vermedi. Sarf-ı Türkî (Türkçe Gramer) nâmını verdi. Çünkü lisanımızın Türkçe olduğunu biliyordu ve Osmanlıca nâmıyla üç lisandan mürekkep (oluşmuş) bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu husustaki kanaatini, Talîm-i Edebiyât-ı Osmâniye nâmıyla bir kitap neşreden Recaizade Ekrem Bey’e yazdığı bir mektupta açıkça meydana koydu. 

Bu mektupta diyor ki: 

“Osmanlı Edebiyatı demek doğru değildir. Nasıl ki lisanımıza Osmanlı lisanı ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü Osmanlı tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin ünvânı ise yalnız Türk’tür. Binâenaleyh (bundan dolayı), lisanımız da Türk lisanıdır, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır. ”

Süleyman Paşa, askerî rüştiyelerinde okunmak üzere, Esmâ-yı Türkiye (Türkçe İsimler) adlı kitabı da Osmanlıcanın tesiri altında Türkçe kelimelerin unutulmaması maksadıyla yazmıştı. 

Görülüyor ki, Türkçülüğün ilk babaları Ahmed Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır. Türk Ocakları’nda ve sâir Türkçü müesseselerde bu iki Türkçülük kılavuzunun büyük kıt’ada (boyda) resimlerini ta’lik etmek (asmak), kadirşinaslık (değerbilirlik) icabındandır. 

Türkiye’de Abdülhamid bu kutsî cereyânı (kutsal akımı) durdurmaya çalışırken, Rusya’da iki büyük Türkçü yetişiyordu. 

Bunlardan birincisi Mirza Fethali Ahundof’dur ki Azerî Türkçesinde yazdığı orijinal mudhikeler (komediler), bütün Avrupa lisanlarına tercüme edilmiştir. İkincisi Kırım’da Tercüman Gazetesi’ni çıkaran İsmail Gasprinski’dir ki Türkçülükteki şiârı (ilkesi) “Dilde, fikirde ve işte birlik” idi. Tercüman Gazetesi’ni Şimal (Kuzey) Türkleri anladığı kadar Garp (Batı) Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil (mümkün) olduğuna bu gazetenin vücûdu (varlığı) canlı bir delildi. 

Abdülhamit’in son devrinde İstanbul’da Türkçülük cereyânı (akımı) tekrar uyanmaya başladı. 

Rusya’dan İstanbul’a gelen Hüseyinzâde Ali Bey, Tıbbiye’de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. Turan ismindeki manzûmesi, Panturanizm mefkûresinin (idealinin) ilk tecellisi (görünümü) idi. Yunan Harbi başladığı sırada, Türk şairi Mehmet Emin Bey:

“Ben bir Türküm dinim cinsim uludur. ” mısraıyla başlayan ilk şiirini neşretti. 

Bu iki manzûme, Türk hayatında yeni bir inkılâbın başlayacağını haber veriyordu. 

Hüseyinzâde Ali Bey, Rusya’daki milliyet cereyânlarının tesiriyle Türkçü olmuştu. Bilhassa, daha kolejde iken, Gürcü gençlerinden son derece milliyetperver olan bir arkadaşı ona, milliyet aşkını aşılamıştı. 

Türk şairi Mehmet Emin Bey’e Türkçülüğü aşılayan – mûmâileyhin beyânâtına göre (kendisinin söylediğine göre)- Şeyh Cemâleddin-i Afganî’dir. Mısır’da Şeyh Muhammed Abduh’u, Şimal Türkleri arasında Ziyaeddin bin Fahreddin’i yetiştiren bu büyük İslam müceddidi (yenilikçisi), Türk vatanında Mehmet Emin Bey’i bularak, halk lisanında, halk vezninde milliyetperverâne (millet sevgisiyle dolu) şiirler yazmasını teşvik etmişti. 

Türkçülüğün ilk devrinde Deguignes tarihinin müessir (etkili) olduğunu görmüştük. İkinci devrinde de Leon Cahun’un Asya Tarihine Medhal (Asya Tarihine Giriş) ünvânlı kitabının büyük tesiri oldu. Necib Âsım Bey, birçok ilâvelerle bu kitabın Türklere ait olan kısmını Türkçeye nakletti. Necib Asım Bey’in bu kitabı her tarafta Türkçülüğe dair temâyüller (eğilimler) uyandırdı. Ahmet Cevdet Bey, İkdam gazetesini Türkçülüğün bir organı haline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necib Âsım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleri idi. Fakat İkdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden bilhassa, Fuad Raif Bey’in Türkçeyi sadeleştirmek hususunda yanlış bir nazariyeyi (teoriyi) takib etmesi, Türkçülük cereyânının (akımının) kıymetten düşmesine sebep oldu. Bu yanlış nazariye tasfiyecilik fikriydi. 

   Tasfiyecilik, lisanımızdan Arap, Acem cezirlerinden (köklerinden) gelmiş bütün kelimeleri çıkararak bunların yerine Türk cezrinden doğmuş eski kelimeleri yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten (yerleştirmekten) ibaretti. Bu nazariyenin fiilî tatbikatını (uygulamasını) göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar, zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk lisanına geçmiş olan Arabî ve Farisî kelimeleri Türkçeden çıkarmak, bu lisanı en canlı kelimelerinden; dinî, ahlâkî, felsefî tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf (gramer) kaidelerini hercümerç (altüst) edeceğinden başka, halk için ecnebî (yabancı) kelimelerden daha yabancı, daha meçhuldü. 

   Binâenaleyh (bundan dolayı), bu hareket, lisanımızı sadeliğe, vuzuha (açıklığa) doğru götürecek yerde, muğlakiyete (anlaşılmazlığa) ve zulmete (karanlığa) doğru götürüyordu. 

Bundan başka, tabiî (doğal) kelimeleri atarak onların yerine sun’î (yapay) kelimeler ikamesine (yerine koymaya) çalıştığı için hakikî bir lisan yerine sun’î bir Türk Esperantosu vücûda getiriyordu. Memleketin ihtiyacı ise, böyle bir yapma Esperantoya değil, bildiği ve anladığı munis (alışılmış) ve gayr-i sun’î (yapay olmayan) kelimelerden mürekkep (oluşmuş) bir müfâheme (anlaşma) vasıtasına idi. İşte, bu sebepten dolayı İkdam’daki tasfiyecilik cereyânından, fayda yerine mazarrat (zarar) husûle geldi (meydana geldi). 

Bu sırada Tıbbiye’de teşekkül eden (kurulan) gizli bir inkılâp cemiyetinde Pantürkizm, Panottomanizm ve Panislâmizm mefkûrelerinden (ideallerinden) hangisi daha ziyade şe’niyete (gerçekliğe) muvâfık olduğu (uygun olduğu) münakaşa ediliyordu. Bu münakaşa, Avrupa’daki ve Mısır’daki Genç Türkler’e intikal ederek (geçerek) bazıları Pantürkizm mefkûresini, bazıları da Panottomanizm mefkûresini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır’da çıkan Türk gazetesinde Ali Kemal, Osmanlı ittihâdı (Osmanlı birliği) fikrini ileri sürerken, Akçuraoğlu Yusuf Bey’le Ferit Bey, Türk ittihâdı (Türk birliği) siyâsetini tavsiye ediyorlardı. 

Bu sırada Hüseyinzâde Ali Bey, İstanbul’dan, Ağaoğlu Ahmet Bey, Paris’ten Bakü’ye gelmişler ve orada mücâhede (mücadele) için el ele vermişlerdi. Topçubaşıyef de bunlara iltihak etti (katıldı). 

Bu üç zât, orada o zamana kadar hâkim bulunan Sünnîlik ve Şiîlik ihtilâflarını izale ederek (gidererek) Türklük ve İslâmlık câmiaları (toplulukları) etrafında bütün Azerbaycanlıları toplamaya çalıştılar. 

24 Temmuz inkılâbından sonra Türkiye’de Osmanlılık fikri hâkim olmuştu. 

Bu esnada intişâra (yayımlanmaya) başlayan Türk Derneği Mecmûası gerek bu sebepten, gerek yine tasfiyecilik cereyânına kapılmasından dolayı hiçbir rağbet görmedi. 

31 Mart’tan sonra Osmanlıcılık fikri eski nüfûzunu (gücünü) kaybetmeye başladı. Vaktiyle Abdülhamid’e İslam ittihâdı (İslam birliği) fikrini vermiş olan Alman Kayseri, bu fırsattan istifade ederek, Sultanahmet Meydanı’nda İslam ittihâdı nâmına bir miting yaptırdı. Bu günden itibaren, memleketimizde gizli İttihâd-ı İslam teşkîlâtı yayılmaya başladı. Genç Türkler, Osmanlıcı ve İttihâd-ı İslâmcı olmak üzere iki muarız (karşı) kısma ayrılmaya başladılar. 

Osmanlıcılar, kozmopolit (ulusal özelliklerini yitirmiş); İttihâd-ı İslâmcılar (İslam birliği taraftarları) ise ultramonten (milliyetlerine bakılmaksızın Müslüman olanların taraftarı) idiler. 

   Her iki cereyân da memleket için muzırdı (zararlıydı). Ben, 1326 (1910) Kongresi’nde Selanik’te Merkez-i Umûmî azalığına (genel merkez üyeliğine) intihâb olunduğum (seçildiğim) sırada siyâsî ahvâl (siyasî durum) bu merkezdeydi. 

   Bu sırada Selanik’te Genç Kalemler isminde bir mecmûa çıkıyordu. Mecmûanın sermuharriri (başyazarı) Ali Canip Bey’le bir gece Beyaz Kule Bahçesi’nde konuşuyorduk. 

   Bu genç bana mecmûasının lisanda sadeliğe doğru bir inkılâp yapmaya çalıştığını, Ömer Seyfettin’in bu mücâhedede (mücadelede) pîşvâ (önder) olduğunu anlattı. 

Ömer Seyfeddin’in lisan hakkındaki bu fikirleri tamamıyla benim fikirlerime tevâfuk ediyordu (uyuyordu). Gençliğimde Taşkışla’da mahpus bulunduğum sırada, neferlerin mülâzım-ı evvele, evvel mülâzım (teğmen), mülâzım-ı sânîye, sânî mülâzım (üsteğmen), Trablusgarp’a Garb Trablusu (Libya), Trablusşam’a, [Şam Trablusu] demeleri bende şu kat’î kanaati (kesin düşünceyi) uyandırmıştı: Türkçeyi ıslah (iyileştirme) için bu lisandan bütün Arabî ve Farisî kelimeleri değil, umum (bütün) Arabî ve Farisî kaideleri (kuralları) atmak; Arabî ve Farisî kelimelerden de Türkçesi olanları terk ederek Türkçesi bulunmayanları lisanda ibka etmek (yerinde bırakmak). 

Bu fikre dair bazı yazılar yazmış isem de neşrine (yayınına) fırsat bulamamıştım. Nasıl ki Türkçülük hakkında yazı yazmaya da henüz bir fırsat elvermemişti. Daha on beş yaşında iken Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmânî’si ile Süleyman Paşa’nın Tarih-i Âlem’i bende Türkçülük temâyüllerini (eğilimlerini) doğurmuştu. 312’de (1896) İstanbul’a geldiğim zaman aldığım ilk kitap, Leon Cahun’un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta Pantürkizm mefkûresini (idealini) teşvik etmek üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyinzâde Ali Bey’le temas ederek, Türkçülük hakkındaki kanaatlerini öğreniyordum. 

Hulâsa (kısaca) on yedi, on sekiz seneden beri Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini tetkik için (incelemek için) sarf ettiğim mesainin mahsulleri (ürünleri) kafamın içinde istif edilmiş duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir vesilenin (sebebin) zuhuruna (ortaya çıkışına) ihtiyaç vardı. İşte Genç Kalemler’de Ömer Seyfeddin’in başlatmış olduğu mücâhede, bu vesileyi (sebebi) izhâr etti (açığa çıkardı). Fakat ben lisan meselesini kâfi (yeterli) görmeyerek Türkçülüğü bütün mefkûreleriyle (idealleriyle), bütün programıyla ortaya atmak lâzım geldiğini düşündüm. 

Bütün bu fikirleri ihtiva eden (içeren) Turan manzûmesini yazarak Genç Kalemler’de neşrettim. Bu manzume, tam zamanında intişâr etmişti (yayımlanmıştı). 

Çünkü Osmanlıcılıktan da İslam ittihâdcılığından da (İslam birliği fikrinden de) memleket için tehlikeler doğacağını gören genç ruhlar, kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı. Turan manzûmesi bu mefkûrenin ilk kıvılcımı idi. 

Ondan sonra, mütemadiyen (sürekli) bu manzûmedeki esasları şerh ve tefsir etmekle (açıklamak ve yorumlamakla) uğraştım. 

Turan manzûmesinden sonra, Ahmed Hikmet Bey, Altın Ordu makalesini neşretti. İstanbul’da Türk Yurdu mecmûasıyla Türk Yurdu Cemiyeti (derneği) teşekkül etti (kuruldu). Halide Hanım, Yeni Turan adlı romanıyla Türkçülüğe büyük bir kıymet verdi. Hamdullah Suphi Bey, Türkçülüğün faal (aktif) bir reisi oldu. İsimleri yukarıda geçen yahut geçmeyen bütün Türkçüler, gerek Türk Yurdu’nda gerek Türk Ocağı’nda birleşerek beraber çalıştılar. 

Köprülüzâde Fuat Bey, Türkiyât sahasında büyük bir mütebahhir (derin bilgili) ve âlim idi; ilmî eserleriyle Türkçülüğü tenvir etti (aydınlattı). 

Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Refik Halid, Reşat Nuri Beyler gibi nâsirler (nesir ustaları) ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vâlâ Nureddin Beyler gibi şairler Yeni Türkçeyi güzelleştirdiler. Müfide Ferit Hanım da gerek kıymetli kitaplarıyla, gerek Paris’teki yüksek konferanslarıyla Türkçülüğün yükselmesine büyük himmetler (çabalar) sarf etti. 

Türkçülük âlemi bugün o kadar genişlemiştir ki bu sahada çalışan sanatkârlar ile ilim adamlarının hepsinin isimlerini saymak ciltlerle kitaplara muhtaçtır. Yalnız Türk mimarlığında Mimar Kemal Bey’i unutmamak lazımdır. 

Bütün genç mimarların Türkçü olmasında mûmâileyhin (adı geçenin) büyük bir tesiri vardır. 

Maamâfih (bununla birlikte), Türkçülüğe dair bütün bu hareketler akim kalacaktı (sonuçsuz kalacaktı), eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirerek büyük bir inkıraz (dağılma) tehlikesinden kurtarmaya muvaffak (başarılı) olan büyük bir dâhi zuhur etmeseydi! Bu büyük dâhinin ismini söylemeye hâcet yok (gerek yok). Bütün cihân bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek her an hürmetle anmaktadır. 

Evvelce Türkiye’de, Türk Milletinin hiçbir mevkii (yeri) yoktu. 

Bugün, her Hak Türk’ündür. 

Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir; siyasette, harsta (kültürde), iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. 

Bu kadar kat’î (kesin) ve büyük inkılâbı yapan zât, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle (başarıyla) neticelendirmek (sonuçlandırmak) çok güçtür. 


***

1 Kasım 2019 Cuma

TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ.,

TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ.,


TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ

Ünlü fikir adamı ve şairlerimizden olan Ziya Gökalp, 1876 da Diyarbakır da doğdu. II. Meşrutiyet ten başlayarak Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatıyla Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içinde verdiği eserlerle Türk edebiyatının biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır.

Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa'da Türklükle ilgili iki hareket oluştu. Bulardan birincisi Fransızca, Turquerte denilen. Türk hayranlığı'dır. Türkiye'de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, ciltçilerin, tezhipçilerin yaptıkları ciltler ve tezhipler, mangallar, şamdanla, vb. Gibi Türk sanat eserleri çoktan Avrupa'daki sanat severlerin dikkatini çekmişti. Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu veya Türk odası oluştururlardı. Bazıları da bunları başka milletlere ait güzel şeylerle birlikte, bibloları arasında sergilerdi.

Avrupa ressamların Türk hayatıyla ilgili yaptıkları tablolar ile, şairlerin ve filozofların Türk ahlakını nitelemek amacıyla yazdıkları kitaplar da Turquerie'nin içine girerdi. Lamartine'in, Auguste Comte'un Pierre Laffite'in, Ali Paşa'nın özel sekreterleri olan Mismer'in, Pierre Loti'nin, Farrere'in Türklerle ilgili dostça yazıları bunların örneklerindendir. Avrupa'daki bu hareket tamamen Türkiye'deki Türklerin güzel sanatlardaki ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir sonucudur.

Avrupa'da otaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da, İngiltere'de, birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türklerin eski bir millet olduğunu oldukça geniş bir alanda yayılmış bulunduğunu ve çeşitli zamanlarda dünya egemenliğine yaraşır devletler ve yüksek medeniyetler kurduğunu meydana koydular. Gerçi bu sonuncu araştırmaların konusu Türkiye değil, eski Doğu Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının ruhuna etkisiz kalmıyordu. Özellikle Fransız tarihçilerinden Deuignes'nin Türkler Hunlar ve Moğollara ait yazılmış olduğu büyük tarihle; İngiliz bilim adamlarından Sir Davids Lumley'in Üçüncü Selime ithaf ettiği Kitab-ı İlmü'n Nafi (yaralı bilim kitabı) adındaki genel Türk grameri, aydınlarımızın ruhunda büyük etkiler yaptı. Bu ikinci eser, yazarı tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir süre sonra annesi bu kitabı Fransızca'ya çevirerek Sultan Mahmut'a ithaf etti. Bu eserde, Türkçe'nin çeşitli dallarından başak, Türk medeniyetinden, Türk etnografyasından ve tarihinden söz ediliyordu.

Sultan Abdülaziz'in son dönemi ile Sultan Abdülhamid'in ilk devirlerinde, İstanbul'da büyü bir düşünce hareketi görüldü. Burada hem bir Encümen-i Daniş (akademi) oluşmaya başlamış, hem de bir Darülfünun (üniversite) kurulmuştu. Bundan başak askeri okullar yeni bir ruhla yükselmeğe başlamıştı.

O zaman bu Darülfünün'da Tarih Felsefesi profesörü Ahmet Vefik Paşa'ydı. Ahmet Vefik paşa, Şecere-i Türkiye'yi (Türklerin soy kütüğü) Doğu Türkçe'si'nden İstanbul Türkçesi'ne çevirdi. Bundan başak, Lehçe-i Osmani (Osmanlı lehçesi) Türk lugati hazırlayacak Türkiye'deki/Türkçe'nin genel ve büyük Türkçe'nin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında da karşılaştıralar yaparak meydana koydu.

Ahmet Vefik Paşa'nın bu bilimsel Türkçülükten başka, bir de sanat Türkçülüğü vardı. Evinin bütün fertlerinin mobilyaları, kendisinin ve ailesi fertlerinin elbiseleri genellikle Türk ürünüydü. Hatta, çok sevdiği kızı Avrupa modeli bir terlik almak için çok ısrar ettiği halde, " evine Türk ürünlerinden başka bir şey giremez" diyerek bu arzusuna engel oldu. Ahmet Vefik Paşa'nın başka bir orijinalitesi de, Moliere'in komedilerini Türk geleneklerine adapte etmesi ve şahısların adlarını ve kimliklerini Türkleştirerek Türkçe'ye aktarması ve milli bir sahneden oynatması idi.

Darülfünün'un bir profesörü Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî okullardan sorumlu bakan olan Şıpka Kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askeri okullara sokmağa çalışıyordu. Süleyman Paşa'nın Türkçülüğünde, Deguignes'in tarihi etkili olmuştur, diyebiliriz. Çünkü yurdumuzda ilk defa olarak Çin kaynaklarına dayanarak Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserde, özellikle Değuignes'i kaynak almıştır. Süleyman Paşa Tarih-i Alem (Dünya Tarihi) adlı eserinin başında, bu kitabı niçin yazmağa başladığını anlatırken diyor ki: "Askeri okulların başına geçince, bu okullara gerekli olan kitapların dilimize çevrilmesini uzmanlara bıraktım. Fakat sıra tarihe gelince, bunun çeviri yoluyla yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa'da yazılan bütün tarih kitapları ya dinimize, veya milliyetimize (Türklüğümüze) ait karalamalarla doludur.

Kitaplardan hiç birisi dilimize çevirtilip de okullarımızda okutturulamaz. Bu nedenledir ki, okullarımızda okunacak tarih kitabının yazılması işini ben üzerime aldım. Yazmış olduğum bu kitapta gerçeğe ters hiç bir söze rastlamayacağı gibi, dinimize ve milliyetimize ters düşecek hiç bir sözle karşılaşmak imkanıda yoktur.

Avrupa tarihlerindeki Hunlar'ın. Çin tarihindeki Hiyong-nu'lar olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han'ın Hiyong-nu devletinin kurucusu Mete olması gerektiğini bize ilk kez öğreten Süleyman Paşa'dır. Süleyman Paşa, bundan başka, Cevdet Paşa gibi, dilimizin grameriyle ilgili bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi, Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca kuralları) adını vermedi. Çünkü, dilimizin Türkçe olduğunu biliyordu ve Osmanlıca adı altında üç dilden... yapılmış bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu konudaki düşüncesini, Ta'lim-i Edebiyyat-ı Osmaniye (Osmanlı edebiyat öğrenimi) adıyla bir kitap yayınlayan Recaizade Ekrem Bey'e yazdığı bir mektupta meydana koydu. Bu mektupta diyor ki: "Osmanlı edebiyatı demek, doğru değildir. Ayrıca, dilimize Osmanlı dili ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü Osmanlı tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin adı ise, yalnız Türk'tür. Bundan dolayı dili de Türk dilidir, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır.

Süleyman Paşa, askeri okulların ilk kısmında okunmak üzere, Esma-yı Türkiye (Türk isimleri) adlı kitabı da Osmanlıcanın etkisi altında Türkçe kelimelerin unutulmaması amacı ile yazmıştı.

Görülüyor ki, Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa'dır. Türk ocaklarında ve diğer Türkçü kuruluşlarda bu iki Türkçülük öncüsünün büyük boyda resimlerini asmak, değerbilirlilik gereğidir.Türkiye'de Abdülhamid bu kutsal akımı durdurmağa çalışırken, Rusya'da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan birincisi Mirza Fethali Ahundzade'dir ki, Azeri Türkçesi'nde yazdığı orijinal komediler bütün Avrupa dillerine çevrilmiştir. ikincisi, Kırım'da Tercüman gazetesini çıkaran Gaspıralı İsmail'dir ki, Türkçülükteki ilkesi dilde, fikirde ve işte birlik idi. Tercüman gazetesini Kuzey Türkleri anladığı kadar Doğu Türkleri ile Batı Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmeleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı dilde birleşmelerinin mümkün olduğuna bu gazetenin varlığı canlı bir delildir.

Abdülhamid'in son devrinde, İstanbul'da Türkçülük akımı tekrar uyanmağa başladı.Rusya'dan İstanbul'a gelen Hüseyin-zade Ali Bey, Tıbbiye'de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. Turan ismindeki şiiri, Turancılık idealinin ilk dışa vurumu idi. Yunan savaşı (1897) başladığı sırada, Türk şair Mehmet Emin bey:Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur. Dizesi ile başlayan ilk şiirini yayınladı. Bu iki şiir haber veriyordu Hüseyin-zade Ali Bey, Rusya'daki milliyetçilik akımlarının etkisiyle Türkçü olmuştu. Özellikle, daha kolejde iken, Gürcü gençlerinden son derece milliyetçi olan bir arkadaşı ona milliyet aşkını aşılamıştı.

Türk şairi Mehmet Emin Bey'e Türkçülüğü aşılayan kendisinin söylediğine göre Afganlı Şeyh Cemaleddin'dir. Mısır'da Şeyh Muhammed Abduh'un Kuzey Türkleri arasında Fahreddin oğlu Rızaeddin'i yetiştiren bu büyük İslam lideri Türkiye'de Mehmet Emin Bey'i bularak hak dilinde, halk vezninde millet sevgisiyle dolu şiirler yazmasını söylemişti. Türkçülüğün ilk devrinde, Deguignes tarihinin etkili olduğunu görmüştük. İkinci devirde, Leon Cahun'ün Asya Tarihine Giriş adlı kitabının büyük etkisi oldu. Necip Asım Bey, birçok eklemlerle bu kitabın Türklerle ilgili bölümünü Türkçe'ye aktarmıştı. Necip Asım Bey'in bu kitabı, her tarafta, Türkçülüğe doğru eğilimler uyandıydı. Ahmet Cevdet Bey, İkdam gazetesini Türkçülüğün bir organı haline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necib Asım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleri idi.

Fakat, ikdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden özellikle Fuat Raif Bey'in Türkçe'yi sadeleştirmek konusunda yanlış bir teoriyi izlemesi Türkçülük akımının değer kaybetmesine neden oldu. Bu yanlış, tasfiyecilik (arı Türkçecilik) fikriydi."Arı Türkçecilik" dilimizden Arap, acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk kökünden doğmuş eski kelimeleri, veya Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türk kelimeleri yerleştirmek demekti. Bu teorinin uygulamasını göstermek için yayınlanan bazı makaleler ve mektuplar, zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeğe başladı. Halk diline yerleşmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri Türkçe'den çıkarmak bu dili en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefî kavramlardan yoksun kılacaktı. Türkçe köklerden yeni yapılan kelimeler gramer esaslarını altüst edeceğinden başka, halk için yabancı kelimelerden daha yabancı, daha bilinmezdi. Bundan dolayı bu hareket dilimizi sadeliğe, açıklığa doğru götürecek yerde karışıklığa ve karanlığa doğru götürüyordu.

Bundan başka, doğal kelimeleri atarak onların yerine yapay kelimeler koymağa çalıştığı için, gerçek dil yerine yapay bir Türk esperantosu oluşturuyordu. Ülkenin ihtiyacı ise, böyle yapma bir esperantoya değil, bildiği ve anladığı, alışılmış ve yapmacık olmayan kelimelerden oluşmuş bir anlaşma aracı idi. İşte, bu nedenden dolayı, ikdamdaki arıcılık akımından yarar yerine zarar meydana geldi.
Bu sarıda Tıbbiye'de şekillenen gizil bir ihtilal örgütünde Pan-Türkizm, Pan-Ottomanizm, Pan-İslamizm ideallerinden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğu tartışılıyordu. Bu tartışma Avrupa'daki ve Mısır'daki Genç Türklere de yapılarak; kimileri Pan-Türkizm idealini kimileri de Pan-Ottomanizm idealini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır'da çıkan Türk gazetesinde Ali Kemal Osmanlı Birliği fikrini ileri sürerken Akçura - oğlu Yusuf Bey'le Ferit Bey Türk birliği politikasını öneriyorlardı.

Bu sırada, Hüseyin - zade Ali Bey İstanbul'dan ve Ağaoğlu Ahmet Bey Paris'ten Baku'ya gelmişler ve orada mücadele için el ele vermişlerdi. Topçubaşıoğlu da bunlara katıldı. Bu üç kişi, orda o zamana kadar hakim olan Sünnilik ve Şiilik çekişmelerini gidererek Türklük ve İslamlık çerçevesindeki bir örgütlenmede bütün Azerbaycanlıları toplamağa çalıştılar.

23 Temmuz (1908) hareketinden sonra, Türkiye'de Osmanlıcılık düşüncesi hakım olmuştu. Bu sıralarda yayınlanmaya başlayan Türk Derneği dersini, gerek bu nedenden gerek yine ara Türkçecilik akımına kapılmadan dolayı hiç bir rağbet görmedi.31 Mart'tan sonra, Osmanlıcılık fikri eski geçerliliğini kaybetmeğe başladı. Zamanında Abdülhamid'e İslam Birliği düşüncesini aşılamış olan Alman Kayzer'i, bu fırsattan yararlanarak, Sultanahmet Meydanın'da İslam Birliği adına bir miting yaptırdı. Bu günden itibarın, ülkemizde, gizli İslam Birliği örgütlenmeğe başladı. Genç Türkler, "Osmanlıcı" ve "İslam Birliği taraftarı" olmak üzere, iki karşı guruba ayrılmağa başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, İslam Birliği taraftarları ise, ültramonten idiler.Her iki akım da ülke için zararlıydı. Ben, 1910 kongresinde Selanik'te Genel Merkez üyeliğine seçildiğim sırada, politik görünüş böyleydi.

Bu sırada, Selanik'te Genç Kalemler adında bir dergi çıkıyordu. Derginin başyazarı Ali Canip Bey ile, bir gece, Beyaz Kule bahçesinde konuşuyorduk. Bu genç bana dergisinin dilde sadeliğe doğru bir dönüşüm gerçekleştirmeğe çalıştığını; Ömer Seyfettin'in dil hakkındaki bu fikircileri tamamiyle benim düşüncelerime uyuyordu. Gençliğimde Taşkışla'da tutuklu bulunduğum sırada erlerin mülazım-ı evvel'e evvel mülazım (teğmen), Trablus-ı Garp'a Garp Trablus'u (Libya), Trablus-ı Şam'a Şam Trablus'u demeleri bende şu kesin yargıyı uyandırmıştı:

Türkçe'yi yeniden düzenlemek için, bu dilden bütün Arapça ve Farsça kelimeleri değil, Arap ve Fars kurallarını atmak, Arapça ve fakça kelimelerden de Türkçe'si olanları çıkararak, Türkçe karşılığı bulunmayanları dilde bırakmak.Bu düşünceyle ilgili bazı yazılar yazmış isem de, yayınlanmağa fırsat bulamamıştım. Nasıl ki, Türkçülük hakkında yazı yazmak içinde henüz bir fırsat çıkmamıştı. Daha on beş yaşında iken Ahmet Vefik paşa'nın Lehçe-i Osmani'si ile Süleyman Paşa'nın Tarih-i Alem'i bende Türçülük fikri uyandırmıştır. 1896 da İstanbul'a geldiğim zaman, ilk aldığımız kitap Leon Cahun'ün tarihi olmuştur. Bu kitap, adeta, Pan-Türkizm ülküsünü özendirmek, üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyin-zade Ali Bey'le temas ederek, Türkçülük hakkındaki görüşlerini öğreniyordum.
Özetle on yedi- on sekiz yıldan beri Türk milletinin sosyolojisini incelemek için harcadığım çalışmaların ürünleri kafamın içinde toplanmış duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir nedenin oluşması gerekiyordu. İşte, Genç Kalemler'de Ömer Seyfettin'in başatmış olduğu fikir mücadelesi bu sebebi hazırladı. Fakat ben dil meselesini yeterli görmeyerek Türkçülüğü bütün idealleriyle bütün programıyla ortaya atmak gerektiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri kapsayan Turan şiirini yazarak Genç Kalemler'de yayınladım. Bu şiir tam zamanında yayınlamıştı.

Çünkü Osmanlıcılıktan da İslam Birliği fikrinden de ülke için tehlikeler doğacağını gören geç ruhlar, kurtarıcı bir ideal arıyorlardı. Turan şiiri bu idealin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra sürekli bu şiirdeki esasları açıklamak ve yorumlamakla uğraştım.Turan irinden sonra Ahmet Hikmet Bey, Altın ordu makalesinin yayınladı. İstanbul'da, Türk Yurdu dergisi ile Türk Ocağı cemiyeti kuruldu. Halide Edib Hanım, Yeni Turan adlı romanı ile,Türkçülüğe büyük biri değer verdi. 

Hamdullah Suphi Bey, Türkçülüğün aktif bir öndeki oldu. İsimleri yukarıda geçen veya geçmeyen bütün Türkçüler gereke Türk Yurdu'nda, gerek Türk Ocağı'nda birleşerek beraber çalıştılar. Fuat Köprülü, Türkoloji alanında büyük bir bilim adamı oldu. İlmi eserleri ile, Türkçülüğü aydınlattı.

Yakıp Kadri, Yahya Kemal, Falip Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Beyler gibi yazarlar ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin beyler gibi şairler yeni Türkçe'yi güzelleştirdiler. Müfide Ferit Hanım da, gerek değerli kitaplarıyla, gerek Paris'teki yüksek konferansları ile Türkçülüğün yükselmesine büyük emekler harcadı.Türkçülük dünyası bugün o kadar genişlemiştir ki, bu alanda çalışan sanatçılarla bilim adamlarının isimlerini saymak ciltlerle kitap gerektirir. Yalnız. Türk mimarlığında, Mimar Kemal Bey'i unutmamak gerekir. Bütün genç mimarların Türkçü olmasında, onun büyük bir etkisi vardır.

Bununla beraber, Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştirerek büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahinin adını söylemeğe gerek yok. Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kutlu bir kelime sayarak, her an saygıyla anmaktadır. Eskiden Türkiye'de. Türk milleti hiç bir önemli yere sahip değildi. Bugün, her hak Türk'ündü. Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir. Politikada kültürde, ekonomide hep Türk halkı egemendir. Bu kadar esin ve büyük inkılabı yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve özellikle başarı ile sonuçlandırmak çok güçtür.

***