20 Ekim 2020 Salı
Düşmanının Kaleminden Mustafa Kemal ve 19 Mayıs.,
10 Ekim 2020 Cumartesi
Türkçülüğün Esasları. BÖLÜM 2
Türkçülüğün Esasları. BÖLÜM 2
Ziya Gökalp, “hars”ı meydana getiren millî değerleri de sekiz bölümde toplamış ve Türkçülüğün Esasları kitabının ikinci kısmında Türkçülüğün Programı başlığı altında incelemiştir.
Bunlar;
1- Lisanî Türkçülük,
2- Bediî Türkçülük,
3- Ahlâkî Türkçülük,
4- Hukukî Türkçülük,
5- Dinî Türkçülük,
6- İktisadî Türkçülük,
7- Siyasî Türkçülük,
8- Felsefî Türkçülük’tür.
Bu sekiz konuda mutlaka millî harsa gitmek gerekir. Çünkü Batı medeniyetine bağlı olan bütün milletler de, kendi töre, gelenek ve ihtiyaçlarına göre hukuk, iktisat, sanat, dil sahibi olmuşlardır. Millî konularda, medenileşmek adı altında başkalarını taklit eden milletler, hars bakımından zayıf düşerek yabancıların kültür sömürgesi olurlar. Halk ile aydınların arası giderek açılır. Aydınlar millî harstan, halk da medeniyetten uzak yaşadığı için, o millet, gerçek anlamda çağdaş ve medenî olamaz.
Sonuç olarak, Türk düşünce, kültür ve siyaset tarihinin önemli simalarından biri olan Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eseriyle Türk milletindenim demenin ne demek olduğunu, Türk milletinin kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gitmesi gerektiğini öğreten bir ilk öğretmendir. Bu çabalarıyla Türk milliyetçiliğinin ideologluğunu da yapan Gökalp, kendisine kadar dağınık bir halde gelen düşünceleri bir araya getirerek, gerçek anlamını bulan bu düşünceye Türkçülük adını vermiş ve milletin bundan sonra gideceği yolu tayin etmiştir.
İmparatorluk sürecinden Ulus-Devlete geçiş döneminde yaşayan Gökalp’ın, insanların kafalarının karışık olduğu bir dönemde, bu karışıklığa çözüm bulmak amacıyla Türk toplumu ve kültürü üzerine yaptığı sosyolojik, kültürel ve siyasal teori ve değerlendirmeler bugün de gerçekliğini devam ettirmektedir.
Son yüzyılda Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük fikir adamlarından biri olan Ziya Gökalp’ın, içerisinde yaşadığımız çağda da bir takım yeni arayışlara ışık tutacak nitelik taşıyan Türkçülüğün Esasları adlı eserini yayınlayan Ötüken Neşriyat’a ve bu çalışmanın fikir babalığını yapan Prof. Dr. Ali Duymaz’a teşekkürü bir borç biliyorum.
Doç. Dr. Salim ÇONOĞLU
Ağustos 2014, Balıkesir
Türkçülüğün Esasları
Bu kitap, Nazarî Kısım (Teorik Kısım) ve Amelî Kısım (Uygulamalı Kısım) diye ikiye ayrılmıştır.
Nazarî Kısım, Türkçülüğün mâhiyetini (niteliklerini) tetkik edecek (inceleyecek); Amelî Kısım, Türkçülüğün programını tespit etmeye çalışacaktır.
Birinci Kısım
Türkçülüğün Mâhiyeti
I. Türkçülüğün Tarihi
Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel (ortaya çıkışından önce) Avrupa’ da Türklüğe dair iki hareket vücûda geldi. Bunlardan birincisi Fransızcada Turquerie denilen Türkperestliktir (Türk hayranlığıdır). Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri; mücellitlerin, tezhipçilerin yaptıkları teclidler (ciltler) ve tezhipler, mangallar, şamdanlar ilh (vb). gibi Türk sanatının eserleri çoktan Avrupa’daki nefâis-perestlerin (sanatseverlerin) dikkatini celp etmişti (çekmişti).
Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel eşyayı binlerce liralar sarf ederek (harcayarak) toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücûda getirirlerdi. Bazıları da bunları başka milletlere ait bedîalarla (estetik değeri yüksek sanat eserleriyle) beraber, bibloları arasında teşhir ederlerdi.
Avrupalı ressamların Türk hayatına dair yaptıkları tablolarla, şairlerin ve feylesofların (filozofların) Türk ahlâkını tavsîf yoluyla (anlatmak için) yazdıkları kitaplar da “Turquerie” dâhiline girerdi. Lamartine’in, Auguste Comte’un, Pierre Lafitte’in, Âlî Paşa’nın husûsî kâtibi bulunan Mismer’in, Pierre Loti’nin, Farrere’in Türkler hakkındaki dostane yazıları bu kabildendir. Avrupa’daki bu hareket, tamamıyla Türkiye’deki Türklerin bediî sanatlarda (güzel sanatlarda) ve ahlâktaki yüksekliklerinin bir tecellisinden (görünümünden) ibarettir.
Avrupa’da zuhur eden (ortaya çıkan) ikinci harekete de Türkiyât (Türkoloji) nâmı verilir. Rusya’da, Almanya’da, Macaristan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de birçok ilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara dair tarihî ve atîkıyâtî taharrîler (arkeolojik incelemeler) yapmaya başladılar. Türklerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulunduğunu ve muhtelif zamanlarda cihângirâne (dünyaya hâkim olan) devletler ve yüksek medeniyetler vücûda getirdiğini meydana koydular.
Vâkıâ (gerçi), bu sonki tetkiklerin mevzuu, (incelemelerin konusu) Türkiye Türkleri değil, kadim (eski) Şark (Doğu) Türkleriydi. Fakat birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de memleketimizdeki bazı mütefekkirlerin (fikir adamlarının) ruhuna tesirsiz kalmıyordu. Bilhassa, Fransız müverrihlerinden (tarihçilerinden) Deguignes’in Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu büyük tarihle, İngiliz âlimlerinden Sir Davids Lumley’in Sultan Selim-i Sâlis’e (III. Sultan Selim’e) ithaf ettiği Kitâbü’l-İlmü’n-Nâfi ismindeki umumî Türk sarfı (Genel Türk Grameri), mütefekkirlerimizin ruhunda büyük tesirler yaptı. Bu ikinci eser, müellifi (yazarı) tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir müddet sonra validesi (annesi) bu kitabı Fransızcaya tercüme ederek Sultan Mahmud’a ithaf etti. Bu eserde Türkçenin muhtelif şubelerinden (farklı dallarından) başka, Türk medeniyetinden, Türk etnografyasından ve tarihinden bahsolunuyordu.
Sultan Abdülaziz’in son devirleri ile Sultan Abdülhamid’in ilk devirlerinde İstanbul büyük bir fikir hareketine tecelligâh (sahne) olmuştu. Burada hem bir Encümen-i Dâniş (akademi) teşekküle (oluşmaya) başlamış hem de bir Dârülfünûn (üniversite) vücûda gelmişti. Bundan başka, askerî mektepler de yeni bir ruhla yükselmeye başlamıştı. O zaman bu Dârülfünun’da Hikmet-i Tarih müderrisi (Tarih felsefesi profesörü) bulunan Ahmed Vefik Paşa idi.
Ahmed Vefik Paşa, Şecere-i Türkî’yi, Şark (Doğu) Türkçesinden İstanbul Türkçesine tercüme etti. Bundan başka Lehçe-i Osmânî isminde bir Türk kamûsu (sözlüğü) vücûda getirerek, Türkiye’deki Türkçenin umumî (genel) ve büyük Türkçenin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında mukayese (karşılaştırma) yaparak meydana koydu.
Ahmed Vefik Paşa’nın bu ilmî Türkçülüğünden başka, bir de bediî (estetik) Türkçülüğü vardı. Evinin bütün mobilyaları, kendisinin ve ailesi fertlerinin elbiseleri umumîyetle (genellikle) Türk mamulâtındandı (ürünlerindendi). Hatta çok sevdiği kerimesi (kızı), Avrupa tarzında bir terlik almak için çok ısrar gösterdiği hâlde, “Evime Türk mamûlâtından başka bir şey giremez!” diyerek bu arzunun husûlüne (oluşmasına) mümânaat göstermişti (engel olmuştu). Ahmet Vefik Paşa’nın başka bir orijinalitesi de Moliere’nin mudhikelerini (komedilerini) Türk âdetlerine adapte etmesi (uyarlaması) ve şahısların isimlerini ve hüviyetlerini (kimliklerini) Türkleştirmek sûretiyle Türkçeye nakletmesi ve millî bir sahnede oynatması idi.
Dârülfünûn’un (üniversitenin) bir müderrisi (profesörü), Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî mekteplerin nâzırlığında bulunan Şıpka kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askerî mekteplere sokmaya çalışıyordu.
Süleyman Paşa’nın Türkçülüğüne Deguignes’in tarihi müessir olmuştur (etkili olmuştur) diyebiliriz. Çünkü memleketimizde ilk defa olarak Çin menba’larına (kaynaklarına) istinâden (dayanarak) Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserinde bilhassa Deguignes’i mehaz edinmiştir (kaynak almıştır). Süleyman Paşa, Tarih-i Âlem’inin medhalinde (giriş kısmında), bu eseri niçin yazmaya teşebbüs ettiğini izah ederken diyor ki: “Askerî Mekteplerinin Nezaretine geçince bu mekteplere lâzım olan kitapların tercümesini mütehassıslara (uzmanlarına) havale ettim.
Fakat sıra tarihe gelince, bunun tercüme tarîkiyle (yoluyla) yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa’da yazılan bütün tarih kitapları ya dinimize yahut milliyetimize, Türklüğümüze ait iftiralarla doludur. Bu kitaplardan hiçbirisi tercüme edilip de mekteplerimizde okutturulamaz. Bu sebebe binaen (dayanarak) mekteplerimizde okunacak tarih kitabının telifini (yazılmasını) ben üzerime aldım.
Vücûda getirdiğim bu kitapta hakikate mugayir (ters) hiçbir söze tesadüf olunamayacağı gibi, dinimize ve milliyetimize muhalif hiçbir söze de rast gelmek imkânı yoktur.”
Avrupa tarihlerindeki Hunların, Çin tarihindeki Hiung-nular olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuz Han’ın Hiung-nu Devleti’nin müessisi (kurucusu) (Mete) olması lâzım geldiğini bize ilk defa öğreten Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa bundan başka, Cevdet Paşa gibi lisanımızın sarfına (gramerine) dair bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi Kavâid-i Osmâniye (Osmanlıca Kuralları) adını vermedi. Sarf-ı Türkî (Türkçe Gramer) nâmını verdi. Çünkü lisanımızın Türkçe olduğunu biliyordu ve Osmanlıca nâmıyla üç lisandan mürekkep (oluşmuş) bir dil olamayacağını anlamıştı. Süleyman Paşa, bu husustaki kanaatini, Talîm-i Edebiyât-ı Osmâniye nâmıyla bir kitap neşreden Recaizade Ekrem Bey’e yazdığı bir mektupta açıkça meydana koydu.
Bu mektupta diyor ki:
“Osmanlı Edebiyatı demek doğru değildir. Nasıl ki lisanımıza Osmanlı lisanı ve milletimize Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü Osmanlı tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimizin ünvânı ise yalnız Türk’tür. Binâenaleyh (bundan dolayı), lisanımız da Türk lisanıdır, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır. ”
Süleyman Paşa, askerî rüştiyelerinde okunmak üzere, Esmâ-yı Türkiye (Türkçe İsimler) adlı kitabı da Osmanlıcanın tesiri altında Türkçe kelimelerin unutulmaması maksadıyla yazmıştı.
Görülüyor ki, Türkçülüğün ilk babaları Ahmed Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır. Türk Ocakları’nda ve sâir Türkçü müesseselerde bu iki Türkçülük kılavuzunun büyük kıt’ada (boyda) resimlerini ta’lik etmek (asmak), kadirşinaslık (değerbilirlik) icabındandır.
Türkiye’de Abdülhamid bu kutsî cereyânı (kutsal akımı) durdurmaya çalışırken, Rusya’da iki büyük Türkçü yetişiyordu.
Bunlardan birincisi Mirza Fethali Ahundof’dur ki Azerî Türkçesinde yazdığı orijinal mudhikeler (komediler), bütün Avrupa lisanlarına tercüme edilmiştir. İkincisi Kırım’da Tercüman Gazetesi’ni çıkaran İsmail Gasprinski’dir ki Türkçülükteki şiârı (ilkesi) “Dilde, fikirde ve işte birlik” idi. Tercüman Gazetesi’ni Şimal (Kuzey) Türkleri anladığı kadar Garp (Batı) Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil (mümkün) olduğuna bu gazetenin vücûdu (varlığı) canlı bir delildi.
Abdülhamit’in son devrinde İstanbul’da Türkçülük cereyânı (akımı) tekrar uyanmaya başladı.
Rusya’dan İstanbul’a gelen Hüseyinzâde Ali Bey, Tıbbiye’de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. Turan ismindeki manzûmesi, Panturanizm mefkûresinin (idealinin) ilk tecellisi (görünümü) idi. Yunan Harbi başladığı sırada, Türk şairi Mehmet Emin Bey:
“Ben bir Türküm dinim cinsim uludur. ” mısraıyla başlayan ilk şiirini neşretti.
Bu iki manzûme, Türk hayatında yeni bir inkılâbın başlayacağını haber veriyordu.
Hüseyinzâde Ali Bey, Rusya’daki milliyet cereyânlarının tesiriyle Türkçü olmuştu. Bilhassa, daha kolejde iken, Gürcü gençlerinden son derece milliyetperver olan bir arkadaşı ona, milliyet aşkını aşılamıştı.
Türk şairi Mehmet Emin Bey’e Türkçülüğü aşılayan – mûmâileyhin beyânâtına göre (kendisinin söylediğine göre)- Şeyh Cemâleddin-i Afganî’dir. Mısır’da Şeyh Muhammed Abduh’u, Şimal Türkleri arasında Ziyaeddin bin Fahreddin’i yetiştiren bu büyük İslam müceddidi (yenilikçisi), Türk vatanında Mehmet Emin Bey’i bularak, halk lisanında, halk vezninde milliyetperverâne (millet sevgisiyle dolu) şiirler yazmasını teşvik etmişti.
Türkçülüğün ilk devrinde Deguignes tarihinin müessir (etkili) olduğunu görmüştük. İkinci devrinde de Leon Cahun’un Asya Tarihine Medhal (Asya Tarihine Giriş) ünvânlı kitabının büyük tesiri oldu. Necib Âsım Bey, birçok ilâvelerle bu kitabın Türklere ait olan kısmını Türkçeye nakletti. Necib Asım Bey’in bu kitabı her tarafta Türkçülüğe dair temâyüller (eğilimler) uyandırdı. Ahmet Cevdet Bey, İkdam gazetesini Türkçülüğün bir organı haline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necib Âsım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleri idi. Fakat İkdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden bilhassa, Fuad Raif Bey’in Türkçeyi sadeleştirmek hususunda yanlış bir nazariyeyi (teoriyi) takib etmesi, Türkçülük cereyânının (akımının) kıymetten düşmesine sebep oldu. Bu yanlış nazariye tasfiyecilik fikriydi.
Tasfiyecilik, lisanımızdan Arap, Acem cezirlerinden (köklerinden) gelmiş bütün kelimeleri çıkararak bunların yerine Türk cezrinden doğmuş eski kelimeleri yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten (yerleştirmekten) ibaretti. Bu nazariyenin fiilî tatbikatını (uygulamasını) göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar, zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk lisanına geçmiş olan Arabî ve Farisî kelimeleri Türkçeden çıkarmak, bu lisanı en canlı kelimelerinden; dinî, ahlâkî, felsefî tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf (gramer) kaidelerini hercümerç (altüst) edeceğinden başka, halk için ecnebî (yabancı) kelimelerden daha yabancı, daha meçhuldü.
Binâenaleyh (bundan dolayı), bu hareket, lisanımızı sadeliğe, vuzuha (açıklığa) doğru götürecek yerde, muğlakiyete (anlaşılmazlığa) ve zulmete (karanlığa) doğru götürüyordu.
Bundan başka, tabiî (doğal) kelimeleri atarak onların yerine sun’î (yapay) kelimeler ikamesine (yerine koymaya) çalıştığı için hakikî bir lisan yerine sun’î bir Türk Esperantosu vücûda getiriyordu. Memleketin ihtiyacı ise, böyle bir yapma Esperantoya değil, bildiği ve anladığı munis (alışılmış) ve gayr-i sun’î (yapay olmayan) kelimelerden mürekkep (oluşmuş) bir müfâheme (anlaşma) vasıtasına idi. İşte, bu sebepten dolayı İkdam’daki tasfiyecilik cereyânından, fayda yerine mazarrat (zarar) husûle geldi (meydana geldi).
Bu sırada Tıbbiye’de teşekkül eden (kurulan) gizli bir inkılâp cemiyetinde Pantürkizm, Panottomanizm ve Panislâmizm mefkûrelerinden (ideallerinden) hangisi daha ziyade şe’niyete (gerçekliğe) muvâfık olduğu (uygun olduğu) münakaşa ediliyordu. Bu münakaşa, Avrupa’daki ve Mısır’daki Genç Türkler’e intikal ederek (geçerek) bazıları Pantürkizm mefkûresini, bazıları da Panottomanizm mefkûresini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır’da çıkan Türk gazetesinde Ali Kemal, Osmanlı ittihâdı (Osmanlı birliği) fikrini ileri sürerken, Akçuraoğlu Yusuf Bey’le Ferit Bey, Türk ittihâdı (Türk birliği) siyâsetini tavsiye ediyorlardı.
Bu sırada Hüseyinzâde Ali Bey, İstanbul’dan, Ağaoğlu Ahmet Bey, Paris’ten Bakü’ye gelmişler ve orada mücâhede (mücadele) için el ele vermişlerdi. Topçubaşıyef de bunlara iltihak etti (katıldı).
Bu üç zât, orada o zamana kadar hâkim bulunan Sünnîlik ve Şiîlik ihtilâflarını izale ederek (gidererek) Türklük ve İslâmlık câmiaları (toplulukları) etrafında bütün Azerbaycanlıları toplamaya çalıştılar.
24 Temmuz inkılâbından sonra Türkiye’de Osmanlılık fikri hâkim olmuştu.
Bu esnada intişâra (yayımlanmaya) başlayan Türk Derneği Mecmûası gerek bu sebepten, gerek yine tasfiyecilik cereyânına kapılmasından dolayı hiçbir rağbet görmedi.
31 Mart’tan sonra Osmanlıcılık fikri eski nüfûzunu (gücünü) kaybetmeye başladı. Vaktiyle Abdülhamid’e İslam ittihâdı (İslam birliği) fikrini vermiş olan Alman Kayseri, bu fırsattan istifade ederek, Sultanahmet Meydanı’nda İslam ittihâdı nâmına bir miting yaptırdı. Bu günden itibaren, memleketimizde gizli İttihâd-ı İslam teşkîlâtı yayılmaya başladı. Genç Türkler, Osmanlıcı ve İttihâd-ı İslâmcı olmak üzere iki muarız (karşı) kısma ayrılmaya başladılar.
Osmanlıcılar, kozmopolit (ulusal özelliklerini yitirmiş); İttihâd-ı İslâmcılar (İslam birliği taraftarları) ise ultramonten (milliyetlerine bakılmaksızın Müslüman olanların taraftarı) idiler.
Her iki cereyân da memleket için muzırdı (zararlıydı). Ben, 1326 (1910) Kongresi’nde Selanik’te Merkez-i Umûmî azalığına (genel merkez üyeliğine) intihâb olunduğum (seçildiğim) sırada siyâsî ahvâl (siyasî durum) bu merkezdeydi.
Bu sırada Selanik’te Genç Kalemler isminde bir mecmûa çıkıyordu. Mecmûanın sermuharriri (başyazarı) Ali Canip Bey’le bir gece Beyaz Kule Bahçesi’nde konuşuyorduk.
Bu genç bana mecmûasının lisanda sadeliğe doğru bir inkılâp yapmaya çalıştığını, Ömer Seyfettin’in bu mücâhedede (mücadelede) pîşvâ (önder) olduğunu anlattı.
Ömer Seyfeddin’in lisan hakkındaki bu fikirleri tamamıyla benim fikirlerime tevâfuk ediyordu (uyuyordu). Gençliğimde Taşkışla’da mahpus bulunduğum sırada, neferlerin mülâzım-ı evvele, evvel mülâzım (teğmen), mülâzım-ı sânîye, sânî mülâzım (üsteğmen), Trablusgarp’a Garb Trablusu (Libya), Trablusşam’a, [Şam Trablusu] demeleri bende şu kat’î kanaati (kesin düşünceyi) uyandırmıştı: Türkçeyi ıslah (iyileştirme) için bu lisandan bütün Arabî ve Farisî kelimeleri değil, umum (bütün) Arabî ve Farisî kaideleri (kuralları) atmak; Arabî ve Farisî kelimelerden de Türkçesi olanları terk ederek Türkçesi bulunmayanları lisanda ibka etmek (yerinde bırakmak).
Bu fikre dair bazı yazılar yazmış isem de neşrine (yayınına) fırsat bulamamıştım. Nasıl ki Türkçülük hakkında yazı yazmaya da henüz bir fırsat elvermemişti. Daha on beş yaşında iken Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmânî’si ile Süleyman Paşa’nın Tarih-i Âlem’i bende Türkçülük temâyüllerini (eğilimlerini) doğurmuştu. 312’de (1896) İstanbul’a geldiğim zaman aldığım ilk kitap, Leon Cahun’un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta Pantürkizm mefkûresini (idealini) teşvik etmek üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyinzâde Ali Bey’le temas ederek, Türkçülük hakkındaki kanaatlerini öğreniyordum.
Hulâsa (kısaca) on yedi, on sekiz seneden beri Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini tetkik için (incelemek için) sarf ettiğim mesainin mahsulleri (ürünleri) kafamın içinde istif edilmiş duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir vesilenin (sebebin) zuhuruna (ortaya çıkışına) ihtiyaç vardı. İşte Genç Kalemler’de Ömer Seyfeddin’in başlatmış olduğu mücâhede, bu vesileyi (sebebi) izhâr etti (açığa çıkardı). Fakat ben lisan meselesini kâfi (yeterli) görmeyerek Türkçülüğü bütün mefkûreleriyle (idealleriyle), bütün programıyla ortaya atmak lâzım geldiğini düşündüm.
Bütün bu fikirleri ihtiva eden (içeren) Turan manzûmesini yazarak Genç Kalemler’de neşrettim. Bu manzume, tam zamanında intişâr etmişti (yayımlanmıştı).
Çünkü Osmanlıcılıktan da İslam ittihâdcılığından da (İslam birliği fikrinden de) memleket için tehlikeler doğacağını gören genç ruhlar, kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı. Turan manzûmesi bu mefkûrenin ilk kıvılcımı idi.
Ondan sonra, mütemadiyen (sürekli) bu manzûmedeki esasları şerh ve tefsir etmekle (açıklamak ve yorumlamakla) uğraştım.
Turan manzûmesinden sonra, Ahmed Hikmet Bey, Altın Ordu makalesini neşretti. İstanbul’da Türk Yurdu mecmûasıyla Türk Yurdu Cemiyeti (derneği) teşekkül etti (kuruldu). Halide Hanım, Yeni Turan adlı romanıyla Türkçülüğe büyük bir kıymet verdi. Hamdullah Suphi Bey, Türkçülüğün faal (aktif) bir reisi oldu. İsimleri yukarıda geçen yahut geçmeyen bütün Türkçüler, gerek Türk Yurdu’nda gerek Türk Ocağı’nda birleşerek beraber çalıştılar.
Köprülüzâde Fuat Bey, Türkiyât sahasında büyük bir mütebahhir (derin bilgili) ve âlim idi; ilmî eserleriyle Türkçülüğü tenvir etti (aydınlattı).
Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Refik Halid, Reşat Nuri Beyler gibi nâsirler (nesir ustaları) ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vâlâ Nureddin Beyler gibi şairler Yeni Türkçeyi güzelleştirdiler. Müfide Ferit Hanım da gerek kıymetli kitaplarıyla, gerek Paris’teki yüksek konferanslarıyla Türkçülüğün yükselmesine büyük himmetler (çabalar) sarf etti.
Türkçülük âlemi bugün o kadar genişlemiştir ki bu sahada çalışan sanatkârlar ile ilim adamlarının hepsinin isimlerini saymak ciltlerle kitaplara muhtaçtır. Yalnız Türk mimarlığında Mimar Kemal Bey’i unutmamak lazımdır.
Bütün genç mimarların Türkçü olmasında mûmâileyhin (adı geçenin) büyük bir tesiri vardır.
Maamâfih (bununla birlikte), Türkçülüğe dair bütün bu hareketler akim kalacaktı (sonuçsuz kalacaktı), eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirerek büyük bir inkıraz (dağılma) tehlikesinden kurtarmaya muvaffak (başarılı) olan büyük bir dâhi zuhur etmeseydi! Bu büyük dâhinin ismini söylemeye hâcet yok (gerek yok). Bütün cihân bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek her an hürmetle anmaktadır.
Evvelce Türkiye’de, Türk Milletinin hiçbir mevkii (yeri) yoktu.
Bugün, her Hak Türk’ündür.
Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir; siyasette, harsta (kültürde), iktisatta hep Türk halkı hâkimdir.
Bu kadar kat’î (kesin) ve büyük inkılâbı yapan zât, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle (başarıyla) neticelendirmek (sonuçlandırmak) çok güçtür.
***
13 Kasım 2019 Çarşamba
SOFYA ASKERÎ ATAŞESİ MUSTAFA KEMAL’İN ASKERÎ VE SİYASÎ DEĞERLENDİRMELERİ
Dr. Ahmet TETİK
Balkan savaşlarının sonunda 29 Eylül 1913 tarihinde Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında İstanbul Barış Anlaşması imzalanır.
Yıllar sonra, 1918 yılı ortalarında, Mustafa Kemal Atatürk, Balkan Harbiyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar. “Balkan Harbi, Türk ordusunun katıldığı bir harp değildir. Bu bambaşka bir şeydi, bir bozgundu. Fakat Türk ordusunun bozgunu değildi. Hayır hiç değil, bu, Türkiye’deki eskinin yıkılması, Türk ordusunun başındaki bilgisiz kumanda heyetinin geri çekilmesiydi. Balkan kuvvetleri, bu harbin sonuçlarını, o dönemde Türkiye’ye hâkim olan şahısların bilgisizliğine borçludur. Denilebilir ki bu harp de Türkiye için bir sürprizdi. Ordu, birleşebilmek ve bir plana göre toplanabilmek için yeterli zaman bulamamıştı. Öncü birlikleriyle düşman hücumları karşılanmıştı.”1
Anlaşmadan sonra Sofya elçiliğine Ali Fethi Okyar atanır. 27 Ekim 1913 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk, Sofya Askerî Ataşeliği’ne tayin edilir. Yaklaşık bir ay sonra 20 Kasım 1913’te Atatürk, Sofya’ya gelir.2
Atatürk’ün Sofya’ya tayin edilişinde çeşitli sebepler rol oynamıştır. Bunların arasında “İttihat ve Terakki yönetiminin sorumsuz liderleriyle arasındaki soğukluk (ordunun politika ile ilişkisine ve Alman askerî heyetlerinin Osmanlı ordusundaki nüfuzuna karşı çıkması) önemlidir.3
Enver Paşa ise muhtemel bir harpte, stratejik durumu icabı, Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’yle aynı cephede olmasını arzular.
Balkan Harbi’nden sonra, Bulgarları Türklerin safında savaşa sokabilecek dirayeti ancak Mustafa Kemal’in sağlayabileceği inancı atanmasında etkili olur.4
Mustafa Kemal Atatürk, Sofya’da bulunduğu sürece, Bulgaristan ve diğer Balkan ülkelerinin ordularının eğitimi, silahlanmaları, askerî – siyasi durumları ile yetenek ve niteliklerini tanımanın yanısıra, mevcut askerî problemlerin çözülmesi konularında önemli faaliyetlerde bulunur.5
Bulgaristan’da Filibe, Pilevne, Tırnova, Gabrova, Şumnu, Varna, Kızanlık, Köstendil, Niğbolu, Vidin’i dolaşır.6
Zaten çok kısa bir zaman sonra, Sofya’nın siyasi ve kültürel hayatının vazgeçilmez simalarından birisi olarak, özellikle Bulgar komutanlarla yakın ilişkiler kurar. Bulgar millî meclisindeki Türk milletvekilleriyle kurduğu dostluklarla Bulgar siyasi hayatını çok yakından takip eder.7
Mustafa Kemal Atatürk, Sofya’da onbeş ay kadar görev yapar. “1913-1915 Yılları arasında Bulgaristan’da Ataşemiliter görevinde bulunması, O’nu başkent Sofya ve yurt içinde toplumsal, politik ve kültürel çevrelerle temas ettirmiştir.”8
Atatürk’ün Sofya’da askerî ataşe olarak görevinin sorumluluklarını yerine getirirken gösterdiği faaliyetler ve kişisel portresi üzerinde eski Bulgar başkomutanlarından, general N. Jekov’un değerlendirmesi dikkat çekicidir. “1914 Yılı” sonbaharıydı. Bulgaristan 1’nci Dünya Savaşı’nda, Almanların yanında yer almak üzere iken Osmanlı Devleti ile askerî bir görüşme yapmak istiyordu. Bu anlaşmanın hazırlıkları için Bulgar genelkurmayında çalışırken, bir gün Mustafa Kemal adında genç bir Türk subayı geldi.
Kendisinin Sofya ataşemiliteri olarak görevlendirildiğini söyledi. O, binbaşı, ben ise albaydım. Fransızcası mükemmeldi. Bir diplomat gibi konuşuyordu.
Yüksek kültür sahibi, centilmen bir Türk’tü, O’nunla ahbap olduk.
Sofya’da birlikte gezmeye başladık. Tarihî ve politik konularda konuştuk. Daha o zamanlarda, Türkiye’de yapacağı devrimleri düşünüyordu. Sonunda duruma hâkim oldu ve muradına erdi, yeni Türkiye’yi kurdu.”9
General Jekov’un anlattıklarına ilave olarak, Bulgar Harbiye nazırı Boyaciyev de “Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1914 yılında Yunanistan’a karşı, Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında bir askerî anlaşma yapma çalışmalarını yürüttüğünü, Bulgar genelkurmayından subaylarla anlaşma metni üzerinde çalıştığını ifade etmektedir.10
1914 Yılı ocak ayı başlarında, Mustafa Kemal Atatürk, Sofya’nın yanısıra Bükreş, Belgrad ve Çetine (Karadağ) Askerî Ataşeliklerini yürütmekle görevlendirilir.11 Bu durum, O’nun sorumluluk alanını oldukça genişletir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, dünyada, Balkanlarda ve Osmanlı Devleti’ndeki gelişmeleri takip eder, 12 geleceğe dönük değerlendirmeler yapar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, askerî ataşe olarak Sofya’dan, harbiye nezareti ile genelkurmay başkanlığına gönderdiği çeşitli konulara dair değerlendirmelerini içeren raporları Gnkur. Ataşe ve Dent. Başkanlığı Arşivinde bulunmaktadır. Atatürk’ün bizzat kendi elyazısıyla kaleme aldığı Mustafa Kemal imzalı 174 belge bulunmaktadır.13
Mustafa Kemal Atatürk’ün Sofya’dan gönderdiği raporları içerikleri itibariyle iki genel başlık altında toplamak mümkündür:
1. Askerî konular
2. Stratejik değerlendirmeler
1. Askerî Konular
Genel olarak Bulgar ordusu hakkındaki bilgileri içermektedir. Atatürk, silahlanmadan konuşlanmaya, seferberlik hazırlıklarına kadar çok geniş bir alanda elde ettiği istihbarat bilgilerini değerlendirmeler yaparak harbiye nezaretine ve genelkurmay başkanlığına bildirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Bulgar ordusuyla ilgili olarak çok ayrıntılı bilgiler elde eder. Bulgar birliklerine atanan komutanlar, birliklerin yer değiştirmeleri, silah alımları, çeşitli sınıflara ait yeniden yapılanma çalışmaları, bütçedeki askerî harcamalara ilişkin bilgiler, değerlendirmeler bu raporlarda yer alır.
24 Ocak 1914 tarihli raporda Bulgar ordusunda önemli mevkilere yapılan atamalar bildirilir.
31 Ocak 1914 tarihli raporda ise Atatürk, 1914 – 1916 yılları arasında Bulgaristan tarafından alımı yapılacak top, tüfek ve mühimmat ile istihkâm ve levazım malzemelerinin listesini “güvenilir bir kaynaktan aldığı bilgiye göre” açıklamaktadır.14
Balkan Harbi’nde, Bulgarlar tarafından ele geçirilen, Türk ordusuna ait silah, cephane ve diğer malzemelerle ilgili olarak, 5 Şubat 1914 tarihli raporda Bulgar genelkurmayındaki bir subaydan elde ettiği bilgiler, savaş kayıplarının boyutlarını göstermektedir.15
Bulgar ordusunun teknik araç gereç donanımı hakkında Bulgar ordusunun hava gücü ile motorlu taşıma araçlarıyla ilgili olarak da bilgiler vermektedir.16
Bulgar ordusundaki yeniden yapılanmanın mali portresini ise, Mustafa Kemal Atatürk, Bulgaristan’ın 1914 yılı bütçesini analiz ederek ortaya çıkarmaktadır.17
Bulgar ordusunun yeniden yapılanma çalışmaları konusunda Mustafa Kemal Atatürk detaylı bir rapor gönderir. Piyade, süvari, topçu sınıflarına dair ayrıntılı bilgiler verdikten sonra, Bulgar ordusunca 20 yıllık bir sürede gerçekleştirilmesi düşünülen planla ilgili değerlendirmelerini sıralar: “ Bulgar ordusunu, yeni Bulgaristan’ın arzuladığı gayelere uygun bir yetkinlik seviyesine yükseltmek için, Bulgar genelkurmayınca, 20 yıllık bir süre içerisinde uygulamak ve tamamlamak üzere genel bir proje düşünülmektedir. Bu süre, uygulamanın
gerçekleştirilmesi açısından – her yıl artacak nüfus, mali durumu etkileyecek gelişmeler ve diğer hususları gözönüne alınarak – dönemlere bölünmüştür. Birinci uygulama dönemi 5 yıldır. Bu dönem sonunda Bulgar Hükûmeti, yeni kuruluşta 400.000 kişilik bir hareketli kuvvet ile 120.000 kişilik bir ikinci hat ordusunu her yönden harbe hazırlamış olacaktır.”18
Birinci Dünya Harbi öncesinde, Bulgar ordusunun hızla silahlanmasını da Atatürk şu sözlerle aktarır: “Bulgar üst düzey askerî yetkilileri pek büyük bir ciddiyet ve derin intikam hisleriyle ordularını yeniden hazırlamaktadırlar.”19 Yine Atatürk’ün verdiği bilgilere göre; “Bulgar ordusunda, yaşları veya yetersizlikleri sebebiyle işe yaramadıkları anlaşılan çok sayıda büyük ve küçük rütbeli subay ordudan
çıkarılmış ve her fırsattan istifadeyle çıkarılmaktadır. Ordu yüksek komutasını gençleştirmek fikri Bulgaristan’da esas kabul edilmiştir.”20
Bulgar ordusunun, savaş öncesindeki silahlanma faaliyetleri için ihtiyaç duyduğu mali destek için, borçlanma yoluna gidilir. Rusya ve Fransa; Bulgaristan’ın bu isteğine olumlu bir yaklaşım göstermeyince, Almanya devreye girer. Yaklaşık 500 milyon franklık borçlanmanın, 300 milyon frankı hemen, kalanı da iki yıl içinde alınacaktır.21 Mustafa Kemal Atatürk, bu bilgiyi genelkurmay başkanlığına 31 Mayıs 1914 tarihli raporda veriyor.
Savaşın iki ay sonra başladığı düşünülürse, Bulgaristan’ın yer alacağı tarafı göstermesi bakımından önemlidir.22
Bütün bunlar, Bulgarların savaşa var güçleriyle hazırlandıklarının göstergesidir. Askerî Ataşe olarak Mustafa Kemal Atatürk, harbiye nezareti ile genelkurmay başkanlığını ayrıntılı verilerle bilgilendirme işlerini çok üstün bir biçimde yerine getirmiştir.
2. Stratejik Konular
Strateji, gelecek tehlikeleri görme ve tam zamanında çare bulma imkânı verecek inceleme – araştırma yöntemidir. Stratejiyi kavramak, kullanmak ve başarılı olmak tarihte ender şahsiyetlere nasip olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk bu şahsiyetlerden birisidir.23
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Sofya’dan gönderdiği raporlardaki stratejik değerlendirmeler, 33 yaşında genç kurmay binbaşının geleceğe dönük ufkunu göstermesi açısından çok önemlidir. Olayların analizinde geniş ve derin görüşlerini yansıtırken, adeta geleceğin olabilirliğini ortaya koymaktadır.
Bu raporlarda uluslararası arenadaki oyuncuların, Balkanlardaki oyunlarını görür ve buna göre tedbirler alınmasını ister.
Sofya’daki askerî ataşelik dönemi boyunca, Mustafa Kemal Atatürk, Balkanlar daki siyasi gelişmeleri değerlendirirken, yaklaşmakta olan dünya harbinin de gelişini sezer. Stratejik istihbaratın çok özel örnekleri bu raporlarda açıkça görülmektedir. Bu kapsamda, planlanan faaliyetler, genel durum, halkın eğilimleri, ekonomi, ulaşım, askerî kuruluşlar, ordu, seferî kuruluş, askerî tesisler, ikmal, yönetimdeki kilit noktalarda bulunanlarla ilgili bilgiler gibi.24 birçok konu, Mustafa Kemal Atatürk tarafından İstanbul’daki genelkurmay
karargâhına bildirilmiştir.
Balkanlardaki devletlerin ve özellikle Bulgaristan’daki hassas noktaların, alanların yanısıra, Bulgarların savaşmasını mümkün kılan her türlü imkân ve kabiliyet hakkında geniş bilgi sahibi olmak için, Atatürk, sıkıntılara rağmen bütün vasıtaları kullanır.
Bulgaristan Genelkurmay başkanı General Fiçef’le bir mülakatından sonraki 6 Aralık 1913 tarihli raporunda, Balkan Savaşı’nın arka planında yaşananları anlatır. General Fiçef, Osmanlı genelkurmayının savaş sırasında uyguladığı günlük bütün harp planlarını ve taktik hesaplarını tamamen öğrendiğini söyler. Kaynak Alman subayları, özellikle de Golç Paşa’dır. Berlin’deki Bulgar askerî ataşesi de günü gününe haberdar edilir. Mustafa Kemal Atatürk, Feneral Fiçef’in söylediklerini şöyle değerlendirir. “Gerçekten de General Fiçef’in yaptığı açıklamalar ve gösterdiği belgelerle seferberliğimiz, harp harekâtı planımız ve genelkurmayımızın psikolojik ve fikrî durumu hakkındaki bilgisinin gerçekliğini kabul etmek gerekiyor. Ancak sözkonusu bilginin elde edilmesindeki tek kaynak cidden Alman subayları ve Alman mevkileri ise bu hususun gelecek için dikkat edilmesi gereken bir mesele olarak önemle değerlendirilmesi lazım geleceği düşüncesinde olduğumu arz ederim.”.25
Muhtemel bir savaşta Bulgaristan’ı müttefik olarak görmek isteyen İttihat ve Terakki yönetimi, bunu gerçekleştirmek için çok çaba sarf eder. Sofya Askerî Ataşesi Mustafa Kemal Atatürk’ten bu yönde girişimlerde bulunmasını ister. Atatürk, 25 Şubat 1914 tarihli raporunda, Bulgaristan’ın içinde bulunduğu durumu şu sözlerle açıklar:26 “Bulgaristan 2-5 sene sonra, ilk fırsattan istifade ederek II. Balkan Harbi yenilgisinin acısını çıkarmaya karar vermiş olduğundan dolayı, ülke içerisinde yalnız orduda değil, hükûmetin her idarî kademesinde,
milletin her ferdinde dikkat çekici ve tabii ki takdire layık bir faaliyet, bir hazırlık gözlenmektedir.”
Balkan Harbi sonrasında çizilen sınırlar, Bulgarlar tarafından istenmeyerek kabul edilir. Sırbistan ve Yunanistan’ın Bulgarların aleyhine, topraklarının genişlemesine itirazları vardır.27 Mustafa Kemal Atatürk’ün tespiti şöyle: “Bulgarlar için bir millî emel olan Makedonya’ya tamamen sahip olmamak ve ordularının en zayıf ve müsait olmayan bir durumunda, Romanyalıların Sofya’ya kadar ilerleyerek Bulgaristan’ın en verimli parçasını kendi topraklarına katmaları, Bulgar milleti, ordusu ve hükûmeti için unutulmaz bir yara meydana getirmiş bulunuyor.
Bulgarlar bu yarayı ancak Makedonya’nın, Sırpların ve Yunanlıların eline geçen kısmını tekrar ele geçirmek, Romanyalıların aldıkları yerleri geri almak, kendisini yenilgiye uğratmış olanlara bir intikam darbesi indirmek suretiyle tedavi edebileceklerini düşünüyorlar.” 28
Bulgarların bu düşüncelerini, Atatürk mevcut şartlara göre hayali olarak değerlendirir. Bulgar ordusu, aynı anda Romanya, Sırbistan ve Yunanistan ordularıyla savaşacak güçte değildir.29 Osmanlı yönetiminin müttefik olma arzusunu da Bulgarlar, Makedonya’ya ait amaçlarını gerçekleştirmek için kendi çıkarlarına kullanmanın peşindedirler. “Bulgar siyasi liderlerine göre, Osmanlılarla ittifak çok kolayca yapılabilecektir.”30
Bulgaristan’ın yayılmacı zihniyetini göstermesi açısından, Mustafa Kemal Atatürk, 1 Haziran 1914 tarihli raporunda Bulgar ordusundaki alaylara verilen isimlere dikkati çekiyor. “14 Mayıs 1914 tarihli kral emriyle, 10 ncu Tümen, Adalar Denizi Tümeni adını alıyor.
Bu tümeni oluşturan alaylardan 37 nci Alaya “Pirin alayı” ; 38 nci Alaya “Edirne alayı” ; 39 ncu Alaya “Selanik Alayı” ; 40 ncı Alaya da “Adalar Denizi Alayı” adı veriliyor.”31
Balkanlardaki siyasi gelişmeleri çok yakından takip eden Mustafa Kemal Atatürk, Sırbistan ile Karadağ’ın, birleşmelerinin mümkün olduğunu, her iki ülke kamuoyunun böyle bir birleşmeye taraftar bulunduğunu söyler. 32
Bulgaristan ile Sırbistan arasındaki siyasi ilişkiler konusunda da Atatürk şu analizi yaparak gelecekteki görüntüyü çizer. “Sırbistan tarafından bugün takip edilen politika, bir izleme politikasından başka bir şey değildir. Yalnız gözden uzak tutulmaması gereken önemli bir taraf varsa o da Bulgaristan’ın şimdiki hükûmetinin Avusturya’ya göz kırpması, Sırbistan’ın da Rusya ekseninden kesinlikle uzaklaşmak niyetinde bulunmamasıdır.” 33
Mustafa Kemal Atatürk savaşın seyri ile ilgili olarak da şu öngörüde bulunur: “Avusturya ile Sırbistan arasında bu gece veya yarın harp ilan olunursa, Bulgarların ilk anda tarafsız görünecekleri anlaşılıyor. Harp genelleşirse, fırsata göre istifadeye hazır olacaklardır.
Avusturyalılar, Sırpları çiğnedikten sonra, “Selanik’e kadar inmek” şeklindeki çok eski emellerini elde etmeye kalkışırlarsa, Bulgarlara Makedonya’dan bir hisse vaad ederek, onları Romenlere musallat edeceklerini tahmin ediyorum.” 34
25 Temmuz 1914 tarihinde yazdığı raporda ise, İtalyanların 10 günden beri kısmen seferberlik yaptıklarını, Arnavutluk’un işgali konusunda Avusturya ile anlaşmış olduklarını fazlasıyla tahmin ettiğini bildirmektedir.35
5 Ekim 1914 tarihli bir raporda ise Mustafa Kemal Atatürk, özel bir kaynağın Rusya hakkında verdiği bilgileri bildirerek uyarılarda bulunuyor. “Odesa’da 60.000 piyade kuvveti var. Günde 5.000’den fazla asker Galiçya’ya gönderiliyor Kafkasya’dan Odesa’ya birlikler sevk ediliyor.”36
Başkomutanlık Kurmay Başkanı Yb. İsmail Hakkı’ya yazdığı 6 Kasım 1914 tarihli gizli ve özel mektupta, Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi hakkında Bulgar Harbiye Nazarı General Fiçef’le yaptığı konuşmayla ilgili bilgileri kaydeder. General Fiçef’in sözlerinin, “Türkiye’nin cihan harbine katılması zamanın Almanya Hükûmeti tarafından takdir ve tayin edilecektir.” cümlesiyle özetlenebileceğini
söylemektedir. Ayrıca, “Bence, bütün harekâtımızda Bulgaristan’ı hareket etmiş görmedikçe, ona karşı ihtiyat tedbirlerinin alınmasında müsamaha göstermek uygun değildir. Başlanılan bu büyük işten, Osmanlı milletinin yüzünün gülerek çıkması, ordumuzun Balkan harbinde yüzüne sürülen namus lekelerinin silineceği kutlu zamanın geleceği ümidiyle...” diye sözlerini bitirir.37
Osmanlı Devleti’nin Almanya safında savaşa bilfiil katılmasından sonra, Salih Bozok’a yazdığı mektupta, öngörü sahibi bir liderin geleceği değerlendirişi açıkça görülür. “Dünyada olup bitenler konusundaki düşüncelerimi soruyorsun. Bu konudaki görüşlerimi yalnız sende kalmak koşulu ile aşağıda olduğu gibi sana yazıyorum.
Biz amacımızı saptamadan seferberlik ilan ettik.
Bu çok tehlikelidir.
Çünkü başımızı bir yana mı, yoksa birçok yana mı vuracağız, bilinmiyor...
Almanların durumu konusundaki askerî görüşe gelince; ben, Almanların bu savaşı kazanacaklarına kesinlikle inanmıyorum.”38
Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmelerinden sonra (2-6 Kasım 1914) Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin sürüklendiği mevcut şartlarda, Sofya’da kalmak istemez. Faal bir görevde bulunmak arzusundadır. Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya yazdığı mektupta; “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken, ben, Sofya’da ataşemiliterlik yapamam! Eğer, birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz”39 Aralık 1914’te yazılan bu mektuptan sonra, Kemal Atatürk Harbiye Nezaretinin 18 ocak 1915 günlü teklifi ve 20 Ocak 1915 tarihli onayla Sofya askerî ataşeliğinden, 3 ncü Kolordu da yeniden teşkil edilen 19 ncu Tümen komutanlığına atanır.40
25 Ocak 1915’te İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Atatürk, başkomutan vekili Enver Paşa’yla görüşür. 2 Şubatta Tekirdağ’a geçer ve 19 ncu Tümeni kurma çalışmalarına başlar.41
Genç Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal, Sofya’da üstlenmiş olduğu askerî ataşelik görevinin gereklerini yerine getirirken yazmış olduğu raporlar, çok kısa bir süre sonra, Türk milletinin “makus talihi”ni yenecek bir liderin de varlığını bize göstermektedir. Sonraki dönemlerdeki faaliyetleri incelenirken, O’nun bu dönemdeki fikrî, askerî yetkinliği de göz önüne alınmalıdır.
Olmazları başaran bir lider olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün “Nutuk”ta ortaya koyduğu özgüven, yukarıda verilen bilgilerde görüldüğü şekilde daha çok genç yaştaki Sofya askerî ataşeliği sırasındaki raporlarında da açıkça yansımaktadır.
DİPNOTLAR;
1 Ayşe Afet İnan, M.Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, TTK. Yay., Ank. 1983, s.57
2 Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi Yay. Ank. 1999, s.25.
3 İlber Ortaylı, Mustafa Kemal Atatürk’ün Bulgaristan’daki Yılları, IX. Türk Tarih Kongresi, c.III, TTK Yay. Ank. 1989, s.2041.
4 Altan Deliorman, Mustafa Kemal Balkanlarda, Türkiye Yay., İst. 1959, s.6.
5 Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk ve Türk-Bulgar İlişkileri, 1913 – 1938, Devlet Arşivleri Gn.Md.Yay., Ank. 2002, s.XVII – XIX
6 Utkan Kocatürk, a.g.e. s.25.
7 İlber Ortaylı, a.g.e. s. 2041 – 2042; Stefan Velikov, “Kemal Atatürk ve Türk- Bulgar İlişkileri, IX. Türk Tarih Kongresi, c.III, TTK Yay., Ank. 1989, s. 1955.
8 İbrahim T. Tatarlı, “Atatürk ve Reformlarının Bulgaristan’da Değerlendirilmesi Üstüne”, IX. Türk Tarih Kongresi, C.III.TTK. Yay., Ank. 1989, s.1962.
9 Tarihte Türk Bulgar İlişkileri, Gnkur. ATASE ve Dent.Bşk.lığı Yay., Ank. 2004, s.85.
10 Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk ve Türk – Bulgar İlişkileri, s. 222-224.
11 ATASE Arşivi, ATAZB Koleksiyonu Kutu:34, Gömlek:83, Belge:83-4.
12 Fethi Okyar’ın Anıları, İş Bankası Kültür Yay., Ank. 1997, s.17.
13 ATASE Arşivi, BDH, Kls. 1660/Kls:337.
14 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.26 ; Barış Faaliyetleri Koleksiyonu, Kls.337, D.2370, F.4-18, 4-19.
15 ATASE Arşivi, BFK, Kls.337, D.2370, F.4-6.
16 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.12/13.
17 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.11-27, F.11-5
18 ATASE Arşivi, BFK, Kls.337, D.2370, F.2-1.
19 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.1.
20 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.3 / ATASE Arşivi, BDH, Kls.337, D.2370, F.4-8.
21 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.28.
22 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.28-1.
23 Atatürk ve Strateji, Harp Akademileri K.lığı Yüksek Askeri Bil.Ens.Yay., S.1, İst. 1976, s.3.
24 Sherman Kent, Stratejik İstihbarat, Endüstri Basın ve Yayınevi, İzm. 1968, s.20-27.
25 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.40-28, F.1.
26 ATASE Arşivi, BFK, Kls.337, D.2370, F.6, 6-11;BDH, Kls.1660, D.18-19, F.8-5.
27 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.8.
28 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9.
29 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9, 9-1.
30 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9-1.
31 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.29.
32 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9-4.
33 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.9-3.
34 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.11-27, F.37-1.
35 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.39-1.
36 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.18-29, F.50.
37 ATASE Arşivi, BDH, Kls.1660, D.40, F.32.
38 Sadi Borak, a.g.e., s.34.
39 Çankaya, a.g.e. s.82.
40 BOA, İ.HB. 1333. Ra./3.
41 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.34; ATASE Arşivi ATAZB, K.34, G.83, B.83-4.
***
2 Aralık 2015 Çarşamba
Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e
Gökçe Fırat
Gerçek Gandi’den Gandi Kemal’e
ABD’nin son keşfi Kılıçdaroğlu’na “Hollywood”vari bir de isim takıldı: Gandi Kemal...
Neden Kemal Kılıçdaroğlu’nu Gandi’ye benzettiklerine gelince, tek bir nedeni var: Tipi.
O da Gandi gibi zayıf, kara kuru, gözlüklü, esmer biri.
Peki bunun dışında Gandi’ye benzeyen bir yanı var mı?
Yok!
Olmasına da gerek yok, çünkü devir “imaj devri” ve bu devirde fikrin değil sadece tipin önemi var.
Zaten fikir anlamında bir ilişki kurmaya kalksalar, Gandi ile Kılıçdaroğlu arasında bir ilişki kurmanın imkanı yok.
Gerçek Gandi antiemperyalistti Gandi Kemal değil...
Gerçek Gandi Batıya karşıydı Gandi Kemal değil...
Gerçek Gandi kapitalizme karşıydı Gandi Kemal değil...
Gerçek Gandi Hinduydu ama Türklere karşı değildi Gandi Kemal değil...
Kısacası Gerçek Gandi ile sahtesi arasında hiç ama hiç bir benzerlik yok.
Mustafa Kemal’den Gandi’ye
Ama daha da önemlisi, Türkiye gibi ilk antiemperyalist Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkede yaşıyoruz ve Gandi dahil Doğunun tüm ulusları Mustafa Kemal’in örneğiyle büyümüş insanlar...
Gandi’nin Hindistan’ı İngiliz emperyalizmine karşı savaşırken örnekleri Türk Kurtuluş Savaşı ve onun lider olan Mustafa Kemal’di.
Şimdi Mustafa Kemal’in partisine bir başkan seçiliyor ama adı Kemal olduğu halde onu Mustafa Kemal’e benzeten yok.
Olmamasının birinci nedeni olağanüstü bir saygı olabilirdi ama Kemal Kılıçdaroğlu ve çevresindeki Kürtçülerin böyle bir kaygısı pek yok.
Olsaydı Atatürk’e karşı Seyit Rıza denilen gerici tarikat lideri teröristi savunmazlardı.
Kaldı ki Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin başına Kemal adında birinin geçmesi belki CHP’de “yeniden Kemalizm” ve “yeni bir Kemal” olarak görülebilirdi, bu CHP’nin köklerine dönüşü olurdu.
Gandi’nin Hindistan’da yaptığı da zaten ulusal köklerine dönmekti.
Gandi Kemal’den Mustafa Kemal’e
Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nu kimse Mustafa Kemal’e benzetemiyor, çünkü ortada tümüyle Mustafa Kemal’in karşıtı bir adam var.
Allasan pullasan belki yutturabilirsin birilerine ama öyle bir niyetleri de yok.
Çünkü çok açık bir şekilde Mustafa Kemal’e benzemek gibi dertleri yok.
Kemal Kılıçdaroğlu burada aslında kendi ulusal köklerine dönüyor, yani Mustafa Kemal’in değil Seyit Rıza’nın yanına...
Yadırgamamak lazım, tercihini Mustafa Kemal’den yana kullanmadı. Kendi atalarından yana kullandı.
İyi de yaptı...
Mustafa Kemal’in adını kirletmemiş oldu...
http://turksolu.com.tr/ileri/45/kurtcudarbe45.htm
..