Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2017 Cuma

DEMEÇ..,



DEMEÇ..,


















Yekta Güngör Özden:

Gökçe Fırat FETO’cu değildir, Kemalizm’e Sımsıkı Bağlıdır


Gökçe FIRAT’ı Fetocu’lukla ya daherhangi bir biçimde onlara yardım,destek, katkı ve katılmayla suçlamanıngerçeklerle bağdaşamayacağıgörüşündeyim. 
Atatürk karşıtlıklarını çekinmeden sergileyenlere yazdıklarıylakarşı çıkmış, FETO’cuları başyazarıolduğu Türk Solu gazetesinde herkestençok kınayıp eleştirmiştir. 
Kemalizm’e sımsıkı bağlılığını yansıtan yazı ve konuşmaları ortadadır.

Onbeş yılı aşan tanışmamızdan bu yana tutum vedavranışların da kişliği ile bana güvern veren, çalışmalarıyla beğenimi kazanan yazar Gökçe Fırat’ın sakıncalı
bir durumuna rastlamadım. Güvene, saygıya, başta ATATÜRK, ulusal değerlerimize ve ilkelerimize gösterdiği özenle hep arkadaşları arasında özgün bir yeri olduğunu izledim. Yürürlükteki kurallara aykırı bir eylemine, duruşuna
rastlamadım ve böyle bir ortam içinde olduğunu duymadım.

İnsanlık ve nezaket gereği kimi yerlerde bulunması, kimileriyle
yan yana gelmesi, el sıkışması ve fotoğrafta yer alması, her zaman terbiyeye aykırı bulunacak kaçınılmaz durumlardır. Bu tür birliktelikleri hukuka aykırı bulmanın uygarlıkla ve demokrasiyle ilgisi yoktur. Hele bir yazar için karalama ve suçlama nedeni sayılmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Ceza konusu bir olaya kaynak olmadan, böyle bir olaya karışmadan, kanıt olmadan,
kimi yakıştırma ve yorumlarla, hele kesinleşmiş bir yargı kararı
olmadan suçlu sayılmasını asla doğru bulmuyorum.

Kaldıki, Atatürk karşıtlıklarını çekinmeden sergileyenlere yazdıklarıyla karşı çıkmış, FETO’cuları başyazarı olduğu Türk Solu gazetesinde herkesten çok kınayıp eleştirmiştir. Kemalizm’e sımsıkı bağlılığını yansıtan yazı ve konuşmaları ortadadır. Basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken yazılarıyla
Ulusal Parti Genel Başkanı olarak siyasal yönelişine ilişkin açıklamaları demokratik gereklere göre değerlendirilmelidir.

Sakıncalı bir eylemi, konuşması, yazısı, katılımı kanıtlanmadıkça
suçlu gözüyle bakılamaz.

Gökçe Fırat’ı Fetocu’lukla ya da herhangi bir biçimde onlara yardım, destek, katkı ve katılmayla suçlamanın gerçeklerle bağdaşamayacağı görüşündeyim. Yansız yargının gerçeği saptayacağı umudunu taşıyorum. Tutuklandığını duyunca
Şaşırdım ve üzüldüm. 

Aydınlık gelecek diliyorum.3



http://www.turksolu.com.tr/pdf/525.pdf

7 Ağustos 2016 Pazar

Düşmanımızın kim olduğunu ve ne Dediğini iyi Anlayalım.,







Düşmanımızın kim olduğunu  ve ne Dediğini iyi Anlayalım.,

Gökçe Fırat

08 04 2002 
Sayı; 01


ABD emperyalizmini hedef alan 11 Eylül saldırısının hemen ardından, artık bu dünyada hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı neredeyse herkesin ortak görüşü olmuştu.

Bu, bir bakıma doğruydu. ABD başkanı Bush’un teröre karşı bir savaş başlattıkları ve bu savaşta herkesin önünde iki seçenek olduğu, ya ABD’yi ya da terörü tutacakları yönündeki açıklaması, bundan sonra neyin eskisi gibi olmayacağını ortaya koyuyordu.

Bush’un sözleri, artık tüm dünyada politik hareketlerin net bir tavır alması gerektiğinin açık bir kanıtıydı. Çünkü ABD tüm dünyada teröre karşı uzun süreli bir savaş başlattığını söylüyordu. Bu, manevra alanının kalmamasını işaret eden bir gelişmeydi ve bu özelliği ile de değişen durumu ortaya koyuyordu. Ancak Bush’un küstah açıklaması aynı zamanda, nelerin hiç değişmeyeceğini de ortaya koyuyordu. ABD’nin yanında yer almayanlar, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ABD’yi karşılarında bulacaklardı.

Şaron’un açıklamalarında şaşacak bir şey yok

İsrail de, tüm dünyanın gözleri önünde, ne Birleşmiş Milletler’in kararlarını ne de neredeyse tüm dünya devletlerinin uyarılarını dikkate almadan Filistin’de büyük bir işgal ve soykırım başlattı. Ve yine tüm uyarılara aldırmadan bu işgali genişleteceğini söylüyor.

İsrail Başbakanı da tıpkı ABD gibi teröre karşı savaştığını Filistin devlet başkanının ve yöneticilerinin terörist olduklarını ve bu nedenle de işgali devam ettireceğini söylüyor. Şaron’un açıklamalarında şaşılacak bir taraf yok. Aslında Bush’un açıklamalarında da şaşırılacak bir şey yoktu. Ama Gerek ABD’ye karşı gerekse İsrail’e karşı suskunluk, ne yapacağını bilememe, hatta kimi tutacağını bilememe dün de bugün de yaşadığımızın durum. İşte bugün, bu suskunluğun, ne yapacağını bilememenin ve hatta yanlış tarafı tutmanın nedenlerini ortaya koymak ve muhasebesini yapmakla yükümlüyüz.

Daha 11 Eylül günü ilk yanlış ortaya çıkmıştı. Dünya’nın pek çok yerinde muhalif ve hatta “sol” kesimler ABD’ye yönelik saldırıları kınadılar ve ABD halkı ile dayanışma içinde olduklarını açıkladılar.

Bu, 500 yılllık sömürgecilik ve emperyalizm tarihinden sonra, emperyalizme verilen en büyük destek oldu. O güne kadar ezilen halkların en büyük düşmanı olan ABD emperyalizmi birden bire düşman olmaktan çıkmış, teröre maruz kalmış bir masum halk oluvermişti.

Bunun altında iki yanlış yatıyordu. Birincisi, ABD’yi bir emperyalist ülke olarak değerlendirmeme ve ezen ezilen ayrımının ortadan kaldırılması, ikincisi ise ABD emperyalizmine rağmen ABD emekçileri ile dünya ezilenleri arasında olduğu varsayılan bir dayanışmaya gidilmesi. Her iki yanlış da çok çabuk ortaya çıktı. ABD dünyanın en yoksul ülkesine hiç bir kanıt olmadan büyük bir savaş açtı, olduğu varsayılan ABD emekçileri ise bu savaşı klakson çalarak kutladılar.

Afganistan’a yönelik savaş, ABD emperyalizminin hiç değişmediğinin de dünyada ezilen ulusların kendilerinden başka dostları olmadığının da ortaya çıkmasını sağladı.

Masum emperyalizme tanınan saldırma hakkı

Ancak tüm bu süreçte yanlış tavır devam ettirildi. Emperyalizmin ne olduğu, ne yapmak istediği ve nasıl engellenebileceği konusunda da büyük yanlışlar yapıldı.

Yanlışın kökeninde ise ABD’nin teröre maruz kaldığı açıklaması yatıyordu. Terör en büyük düşman olunca da teröre maruz kalan emperyalizm artık “masum bir emperyalizm” oluyordu. Masum emperyalizminse elbette bazı ayrıcalıkları olacaktı. O nedenle ABD emperyalizmine düşmanından hesap sorma hakkı tanındı. Hatta bu o kadar meşrulaştırıldı ki kendisine yönelen terör ölçüsünde cevap verilmesi ve ölçüyü aşmaması çağrısı yapıldı. Elperyalizmden böyle bir istekte bulunulması onun iyiniyetine güvenildiğinin de kanıtıydı.

Ancak ABD’nin açtığı savaşın boyutları, hiç de iyiniyet beklentilerini haklı çıkarmadı. ABD, her zaman olduğu gibi Afganistan’ı da yeni silahlarını ve bombalarını denediği bir tatbikat alanına çevirdi. İyiniyetin son gösterisi ise Taliban esirlerinin maruz bırakıldığı durumdu.

ABD’nin saldırılarına karşı çıkmanın en “ileri” yolu ise savaş karşıtlığı oldu. Savaş karşıtı gösteriler de ABD’den iyiniyet ve savaşı durdurmasını istiyordu. Masum ABD vicdana gelip savaşı durduracaktı. Ya da dünya kamuoyu vicdana gelecek ve ABD’nin yanlış yapmasına engel olacaktı. Ancak ne ABD’nin ne de dünya kamuoyunun vicdana gelmediği, savaşla birlikte gözüktü.

ABD’ye karşı alınan tüm bu yanlış tavırlara eşlik eden büyük bir korku da vardı. ABD’ye hoşgörünerek ve onun yanında, onu anlamaya çalışan bir tavrın, onun muhtemel saldırılarına engel olabileceği beklentisiydi. ABD çok güçlüydü ve eğer daha fazla kızdırılırsa daha da saldırganlaşabilirdi, o nedenle daha fazla saldırganlaşmasını engellemek için onu yatıştırmak gerekirdi. En radikal olduğunu söyleyen hareketlerin bile birden bu kadar şefkatli olması, tam da böyle bir korkunun eseriydi.

Filistin’de yaşanan işgal 11 Eylül’de alınan yanlış tavır sayesinde ilerliyor

Bugün Filistin’de yaşanan işgal ve terör, işte bu yanlışlar sayesinde böyle pervasız ve alçakça ilerleyebiliyor. Düşmanını tanımayan sol, onun saldırısı ile karşılaşınca ne yapacağını bilemez halde kalıveriyor. Ancak çok daha vahimi, aynı yanlış tavrı devam ettirerek, İsrail’i durdurabileceğini bile düşünüyor. ABD’yi vicdana getiremeyen solcularımız, Şaron’u vicdana getirmek için yine savaş karşıtı gösteriler düzenliyorlar.

Bu düşmanını tanımamanın ötesinde bir durum. Çünkü düşman, çok açık bir şekilde tüm dünyanın ya kendisine tabi olması gerektiğini ya da hiç çekinmeden gerekirse tek başına herkese saldırma kararlılığında olduğunu açıklıyor. Düşmanın kim olduğunu unutanlara bu açıklamaların birşeyler anlatması gerekmez mi acaba?

Gerek ABD gerek İsrail, tüm ezilen halklara “siz bizim düşmanımızsınız ve biz sizi yola getirmeyi biliriz” derken, solcu olduğunu söyleyenlerin tavrı, “yok canım biz aslında kardeşiz, savaşı bırakalım bir arada kardeşçe yaşayalım” oluyor.

Manevra alanı olmadığını ve artık net bir tavır alması gerektiğini anlayamayan “sol”, emperyalistleri değil sadece kendini kandırdığını ve dahası son derece zavalı bir duruma düştüğünü bile göremiyor. Ama bunu gören emperyalistler, daha büyük saldırılar için uygun bir ortam yaratıyorlar ve operasyon yayılarak devam ediyor.

Afganistan’ın hemen ardından, Filipinler ve Kolombiya’ya müdahale geldi. Bugün Filistin’de süren savaşın yeni durağı ise Irak. Bu terörün daha sonra nereye yayılacağınıysa kim bilebilir? “Sol” daha kaç ülke için savaş karşıtı gösteri düzenlemek sorunda kalacağını acaba biliyor mu, ya da en azından tahmin edebilir mi?

Savaşmak bizim için bir olasılık değil zorunluluk

500 yıldır Sömürgecilikle ve Emperyalizmle birlikte yaşıyoruz. 500 yıl düşmanımızı tanımak için yeterli bir süre sanırız. Bu 500 yılda ezilen ulusların öğrendiği birşey olmalı. Biz dünyanın ezilen ulusları, bugüne kadar emperyalizme ne kadar geri adım attırdıysak hepsi savaşarak oldu. Savaşın ve direnişin dışında emperyalistlerin geri çekildiği, vicdana geldiği bir döneme tarih tanık olmadı. Bugüne kadar tanık olunmayan şeye bundan sonra tanık olacağımıza hangi “sol” garanti verebilir?

Ancak şunu çok iyi biliyouz, o “ Sol ”un tanık olmadığı aslında Emperyalizme direniş ve savaştır. Hiç tanık olmadığı, bugüne kadar emperyalizme karşı verilen mücadele ve savaşları küçümsediği ya da yok saydığı için, bundan sonrası için emperyalizmle savaşmak gibi bir olasılık olduğunu göremiyor. Kaldı ki emperyalistlerin savaş ilan ettiği koşularda bu bir olasılık değil zorunluluk haline gelmiştir. Savaşmamanın alternatifi teslim olmaktır. Teslimiyet, savaş karşıtlığı olarak sunularak aklanamaz. Bu numaraları kimsenin yutmadığının çok iyi bilinmesi gerek.

Her savaş, keskin bir dönemeçtir. O dönemeçte sağlam tavır alamayanlar emperyalizmin yanına sürükleniverir. Birinci Dünya savaşında bunu yapan sol viraji alamamış ve kendini emperyalistlerin kucağında buluvermişti. Bugünküler daha viraja gelmeden sarsılmadan emperyalistlerin kucağına atlıyorlar. Ne diyebiliriz ki onlara; yolunuz açık olsundan başka.

Ama emperyalistlere diyecek bir çift sözümüz elbet var: Biz sizin yanınızda değil karşınızdayız. Savaş isteyen savaş, saldıran karşılık bulur ve bu karşılık sizin de canınızı yakar!

İntifada’ya devam!

http://www.turksolu.com.tr/dusmanimizin-kim-oldugunu-ve-ne-dedigini-iyi-anlayalim/
...

16 Şubat 2016 Salı

Kılıçdaroğlu ABD ve PKK'nın Adayı.., Amerikan Planı






Kılıçdaroğlu ABD ve PKK'nın Adayı..,  Amerikan Planı


Gökçe Fırat
Ulusal Parti Genel Başkanı Gökçe Fırat Çulhaoğlu 



Amerikan Planı..,
Deniz Baykal’a ait olduğu iddia edilen kasedin piyasaya sürülmesinin ardından Türk siyaseti son derece hareketli ve karmaşık günlerden geçiyor.

Ancak bu karmaşanın arkasında çok düzenli şekilde işleyen bir “Amerikan planı” vardır.

Kamuoyu pek dikkat etmese de Türkiye yeni bir “Amerikancı sivil darbe” süreci yaşamaktadır ve yeni bir dönem kurgulanmaktadır.

Kamuoyundan gizlenen büyük tabloyu ortaya çıkartmak ve “Büyük Amerikan Komplosu”na dikkat çekmek istiyoruz.

Kasedin Arkasında Kılıçdaroğlu var

Öncelikle şunu tespit etmeliyiz ki Deniz Baykal kasedinin arkasındaki isim ortaya çıkmıştır. Bu isim Kemal Kılıçdaroğlu’dur.

Olayın patlak vermesinin hemen ardından yaptığımız açıklamada Deniz Baykal’dan sonra CHP Genel Başkanlığı’na oturacak kişinin aynı zamanda kaset komplosunun arkasındaki isim olduğunu belirtmiştik.

Siyasetin şaşmaz kuralı bir süreçten faydalananın aynı zamanda o sürecin sorumlusu olduğudur.

Kasedi imal edenler ve piyasaya sürenler

Kasedi imal edenler ve piyasaya sürenler son yıllarda Türkiye’yi karanlık tertiplere boğan CIA merkezli Kürt ajanlardır.

Ergenekon sürecini tertipleyenler, Danıştay baskınını örgütleyenler her kim ise bu kasedi de onlar imal etmiş ve piyasaya sürmüştür. Bu ekip Tayyip Erdoğan’ın en yakın çevresini oluşturan Kürt danışmanlar kadrosudur.

Olay basit bir röntgencilik olayı değil uluslararası bir istihbarat faaliyetidir. Arkasında doğrudan CIA’nın teknik ekibi vardır.

Dünün Brütüs’ü Tayyip’ti bugünün Brütüs’ü Kılıçdaroğlu

Bu komplonun temel hedefi Türk siyasetini yeniden şekillendirmek ve yeni dönem Türkiye’sini oluşturmaktır.

Hatırlarsak bundan 10 yıl öncesinde de benzeri bir süreç yaşamıştık. O zaman Tayyip Erdoğan, Brütüs rolündeydi ve Erbakan’dan kopartılarak AKP’nin başına geçirilmişti.

Bugünün Amerikancı Brütüs’ü ise Kemal Kılıçdaroğlu’dur.

ABD neden darbe peşinde?

Peki hemen akla şu soru gelebilir Tayyip Erdoğan gibi sadık bir hizmetkarı varken Amerika neden yeni bir isme ihtiyaç duysun?

Hele hele neden Deniz Baykal gibi Amerikancıların işine gelen isimden kurtulmak istesin?

Bu sorunun cevabı Amerikan emperyalizminin yeni dönem stratejilerinde bulunabilir.

Asıl darbe Baykal’a değil Tayyip Erdoğan’a

Kaset olayına hükümet çevreleri çok sevinmiş olabilir. Nitekim kasedi piyasaya sürenler de hükümetin has adamları olan Şeriatçı medyaydı. Ancak bu kaset kendilerini vuracak ve iktidardan alaşağı edecek kasetti bunun farkına varamadılar.

ABD sadece Deniz Baykal’dan değil daha fazla Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak istemektedir.

Nedenine gelince...

Tayyip Erdoğan 8 yıldır Amerika’nın kurduğu, büyüttüğü, iktidara getirdiği AKP’nin başındadır. Türkiye’nin bölünmesi, parçalanması sürecinde ABD’nin kendisinden istediklerini harfiyen uygulamıştır.

Ancak bu uygulama süreci son derece sancılı geçmiştir. Özellikle Atatürkçülüğe indirilen darbeler, Ergenekon süreci Türkiye’nin dinamiklerini derinden sarsmış ve Türkiye’yi “her şeye gebe” bir ülke haline getirmiştir.

Her şeye gebe ülke Türkiye Her şeye gebe olmak ne demektir?

Öncelikle şunu görmek gerekir ki Türkiye “Kürtçü-İslamcı” iktidar cephesi ile “Atatürkçü-ulusalcı” muhalefet arasında iki kampa bölünmüştür. Türkiye Amerikan karşıtlığının dünyada en yüksek olduğu ülkedir. Ve bir dahaki seçimlerde Türkiye’de AKP’nin zaten gideceği ve ulusal güçlerin iktidara geleceği bir zemin oluşmuştu...

Bunun dışında Ordu’ya yönelik saldırıların pervasızlığı karşısında Ordu’nun askeri müdahale riski yükselmişti.

ABD bu tür kendi denetimi dışında gelişecek ulusalcı tepkilerden bir adım önce davranmış ve darbeyi başlatmıştır.

Ulusalcıların Amerikancı yapılması

Bu yanıyla darbenin ilk hedefi ulusal güçlerdir. Bugüne kadar AKP faşizmi altında ezilen, Silivri’lere sürülen, gözaltı operasyonlarına maruz kalan ulusalcı kesime Kılıçdaroğlu ile bu süreçten çıkma şansı verilmiştir.

Ancak bu desteğin karşılığı Amerikancı olmaktır. Amerika’dan nefret eden ulusalcılar Amerika ile dost olurlarsa tüm acılar bitecektir. Türkiye’yi de Tayyip Erdoğan değil Kılıçdaroğlu yönetecektir.

Bu aynı zamanda Atatürkçü, ulusalcı, solcu güçlerin yıllardır bir türlü kavuşamadıkları iktidar fırsatını ele geçirmeleridir.

ABD’nin kazancı ise Büyük Ortadoğu Projesi’nin önündeki en büyük güç olan ulusalcıların Amerikan planlarına razı edilmesidir.

Şeriatçıları yumuşattılar sıra ulusalcılarda

Kılıçdaroğlu yönetiminde iktidara taşınacak Atatürkçü, ulusalcı, solcu güçlerin Amerikan karşıtlığından vazgeçmeleri gerekecektir.

ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden şekilllendirmesine karşı çıkmamaları gerekecektir.

Ama daha önemlisi Türkiye’nin bölünmesine ses çıkartmamaları gerekecektir.

Peki ulusalcılar, Atatürkçüler bunu yapar mı?

Nasıl ki radikal İslamcılar bugün en sadık Amerikan hizmetçisi oldularsa, aynı süreç ulasalcı Atatürkçü güçleri de aynı pozisyona sürükleyecektir.

ABD’nin ilk darbesi Tayyip Erdoğan’ı iktidar yapmıştı. Bunun sonucu Türkiye’nin Amerikan karşıtı Şeriatçı kesimlerinin ılımlılaştırılması ve Amerikancı yapılması oldu.

Şimdi aynı senaryonun aktörleri ulasalcı ve Atatürkçü güçler olacaktır.

ABD neden Tayyip’ten vazgeçti?

Bu planda vazgeçilen isim Tayyip Erdoğan’dır. ABD’nin Tayyip Erdoğan’dan vazgeçmesinin önemli sebepleri vardır.

Öncelikle AKP iktidarı kendisine verilen görevleri yerine getirmiştir ancak bu görev AKP’yi aşırı yıpratmış ve artık iş göremez hale getirmiştir. AKP’nin elinden daha fazlası gelmemektedir. AKP Türkiye’yi bölmeye çalıştıkça ulusal tepki artmaktadır.

Demek ki AKP ve Tayyip Erdoğan artık uygun isimler değildir, yeni hizmetkarlara ihtiyaç vardır.

“One minute”un hesabı

Bunun dışında son derece önemli bazı sebepler daha vardır.

Son derece Amerikancı olmasına karşın Tayyip Erdoğan’ın bazı adımları onun ipinin çekilmesinde önemli sebeptir.

İlk önemli hata Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e karşı aldığı tavırdır.

İkinci önemli hata İran’a desteğin sürmesidir. Hele hele en son nükleer takasta Türkiye’nin rolü ABD için kabul edilemezdir.

Üçüncü önemli hata ise Rusya ile geliştirilen enerji işbirliğidir.

Tayyip Erdoğan adeta vazgeçileceğini anlamış ve kendisine yeni bir rol ve yeni bir efendi bulmak istemiştir.

Bunlar ABD açısından affedilmez hatalardır. Tayyip Erdoğan şimdi bunun hesabını verecektir.

Tayyip’in kayıtları ne zaman çıkacak?

Tayyip Erdoğan son derece terbiyesiz bir üslup takınarak aklı sıra Deniz Baykal’la dalgasını geçmektedir. Ama biraz dikkatli olmasında fayda vardır.

Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal’ı kayda alan ekibin kendi istihbarat ekibi olduğunu bilmektedir. Ancak bilmediği şey istihbarat dünyasında her şeyin ikili olduğudur. Bugüne kadar Tayyip Erdoğan’ın emrinde muhalifleri dikizleyen, kaydeden ahlaksız şebeke herhalde saf insanlardan oluşmamaktadır.

Bu şebeke, bu çete aynı dönem içinde bağımsız bir şekilde davranarak kendi efendisini de izlemiştir. Yani Deniz Baykal’ı takip eden istihbarat gücü kendi şefini de kayda almıştır.

O nedenle yakında Tayyip Erdoğan’a ait kayıtlar da piyasaya düşebilir.

Bu, Tayyip Erdoğan’ın bundan sonra tümüyle esir olduğu anlamına gelir. Türkiye’yi satarken her tür kanunsuzlukları yapan Tayyip Erdoğan, bu kanunsuzluklarının kayda alındığını ve günü gelince servis edileceğini bilmektedir.

ABD’nin %40 hesabı

ABD’nin planı seçimlerde Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’yi iktidar yapmaktır. Bunun formülünü Kılıçdaroğlu %40 olarak açıklamaktadır.

CHP’nin mevcut oyu % 25’tir. % 25’in % 40’a çıkartılması ise hiç de zor değildir.

Birincisi Demokrat Parti önümüzdeki seçimlerde CHP’yi destekleyecektir.

İkincisi Sarıgül ekibi yeniden CHP’ye dönecektir.

Üçüncüsü Kürtlerin bir kısmı CHP’ye destek verecektir.

Dördüncüsü MHP’ye giden Atatürkçü oylar tekrar

CHP’ye dönecektir.

Beşincisi Abdülatif Şener’in partisi CHP’yi destekleyecektir.

Hatta ve hatta AKP içindeki Kürtçü ekip Tayyip Erdoğan’ı terk ederek Kılıçdaroğlu’yla birlikte hareket edecektir.

AKP’nin önümüzdeki seçimlerde %30’un altına düşeceği kesindir. ABD’nin planı CHP’yi %40’ın üzerine çıkartarak tek başına iktidar yapmaktır.

Kılıçdaroğlu ABD, Ordu ve TÜSİAD’ın adayı

Kılıçdaroğlu ekibinin bu yolda büyük destekçileri olacaktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki Kılıçdaroğlu ismi ABD, Ordu ve TÜSİAD’ın ortak seçimidir. Türkiye’yi Ergenekon sonrası uzlaşma dönemine götürecek isim olarak Kılıçdaroğlu seçilmiş ve görevlendirilmiştir.

Kılıçdaroğlu Türkiye’nin uzlaşma iktidarı olacaktır.

Ordu ve Yargı Kılıçdaroğlu’nu destekleyecektir, muhalif denilen basın destekleyecektir, TÜSİAD destekleyecektir.

Kısacası AKP döneminin zarar gören kesimleri bu şekilde yeniden sürece dahil edilecektir.

ABD’de Obama Türkiye’de Kılıçdaroğlu

Kılıçdaroğlu neden seçildi peki? Başka bir isim bulunamadı mı?

Bu sorunun yanıtı Kılıçdaroğlu’nun kökeninde aranmalıdır.

Kılıçdaroğlu’nun en büyük özelliği Alevi olmasıdır. Türkiye’yi bölme ve ayrıştırma sürecine Alevilerin de resmi bir cemaat olarak katılması için Kılıçdaroğlu seçilmiştir.

Bu yanı onun mazlum ve mağdur yanını oluşturmaktadır. Tıpkı Obama gibi o da mazlumu oynamaktadır.

ABD’nin başına bir zenciyi getiren güçler demek ki Türkiye’ye de Alevi bir lider öngörmüşler demektir.

Böylelikle daha şirin ve mazlum bir diktatörümüz olacaktır.

Dünün mazlumu Şeriatçılar gidecek yarının mazlumu Aleviler gelecektir.

Dördüncü Dersim isyanı

Bunun dışında Kılıçdaroğlu yönetimi demek CHP’nin tümüyle Kürtçülerin eline geçmesi demektir. Gürsel Tekin ile birlikte uzun yıllardır bu tür bir örgütlenmenin içindedir zaten.

Bugün CHP teşkilatlarında ve belediyelerde Kürtçü olmayan barınamamaktadır.

Hatırlanacağı gibi Onur Öymen’le yaşadığı polemikte Kılıçdaroğlu Dersim isyancılarını savunmuş ve Atatürk’e karşı çıkmıştı. Kendi soyu gereği Dersim’i savunan Kılıçdaroğlu ile birlikte aslında Dördüncü Dersim Ayaklanması başlamıştır.

İlk Dersim ayaklanmalarında isyancıların arkasında İngiltere vardı şimdikinde ise ABD var.

Emperyalist destekli ırkçı, mezhepçi, bölücü bir ayaklanmayla karşı karşıyayız ve bu defa isyancıların merkezi Dersim değil Ankara.

Apo’nun Adayı Kılıçdaroğlu,

Kılıçdaroğlu solun tarihi boyunca yapmadığını yapacak bir isimdir. Daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın bile yapamadığını yapmaya hazırlanmaktadır.

PKK’yı ve Apo’yu affa Hazırlanmaktadır.

Bilindiği gibi daha önce bir genel aftan bahsetmişti. Ancak bu affı çok istediği halde AKP bile başaramamıştı. Bunun nedeni ise muhalefetin gücüydü. Şimdi Kılıçdaroğlu ile birlikte PKK affı CHP’ye yaptırılacak ve herkes de bunu sessizce kabullenecektir.

Bu anlamıyla Kılıçdaroğlu sadece ABD’nin değil aynı zamanda Apo’nun da adayıdır.

Atatürk’ün değil  Seyit Rıza’nın Devamcısı..,

Kılıçdaroğlu’nun Kürtçülüğü genelde sinsicedir. Hiçbir zaman açıktan Kürtçülük yapmaz ama tüm ekibi Kürtçüdür.

Kılıçdaroğlu’nun yanında hiç Türk yoktur, bu tesadüf müdür?

Kaldı ki Kılıçdaroğlu’nun ekibi CHP içinde ve belediyelerde PKK’lılarla ve diğer taşeron terör örgütleri ile içli dışlı bir ilişki içindedir.

Bizler bugüne kadar Kılıçdaroğlu’ndan hiç Türklüğünü duyamadık.

Mesela kendisi çıkıp “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyebilir mi?

“Atatürk’ün Altı Ok’undan milliyetçiliği savunuyorum” diyebilir mi?

“Atatürk’ün Kürt isyanlarındaki tavrını destekliyorum” diyebilir mi?

Bunları diyemez ve demeyecektir de.

Çünkü Kılıçdaroğlu Atatürk’ün değil Seyit Rıza denilen teröristin devamcısıdır.

CHP Tunceli Aşiretine dönüştü

Bu durum karşısında CHP’liler ne yapmalı?

CHP’lilere önerimiz bu oyuna gelmemeleridir.

Amerikan uşaklığı yaparak iktidar olmak hiçbir onurlu insana, Atatürkçüye yakışmaz.

Kaldı ki Amerikancı olmadan da iktidar olunabilir.

Ancak görülen tablo tüm CHP’nin Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğidir. Bunun sebebi de CHP içindeki etnik ve mezhepsel örgütlenmedir.

CHP teşkilatında Kürtsen ve Aleviysen yükselirsin, Türksen ve Sünniysen barınamazsın.

Yıllardır bu kurallarla idare edilen CHP, adeta Tuncelili bir aşirete dönüşmüştür. Şimdi o aşiret liderini seçecektir.

CHP’ye düşen aşiret demokrasisini uygulamaktır.

Amerikan planları başarılı olabilir mi?

ABD ilk darbesini 2002 yılında yaptığında kamuoyunu uyarmış yaşananın bir darbe olduğunu söylemiştik.

Bugün de aynı şekilde uyarıyoruz halkımızı; Amerikan darbesi yaşıyoruz.

Ancak ABD’nin hesap edemediği bir şey var.

Önemli olan sağcılık, solculuk, Atatürkçülük, ulusalcılık vb. akımlar değildir. Önemli olan Türk milletinin kendisidir.

Dahil olunan grup değişebilir ama Türk milletinin Amerikan karşıtlığı değişmeyecektir.

Türk milleti bölünmeyi kabul etmeyecektir.

Türkiye’de Kürtçülük başarılı olamayacaktır.

Ulusal Parti, tüm Amerikancı, Kürtçü, etnikçi, mezphepçi güçlere karşı Türk’ün partisidir.

Önümüzdeki seçimlerde Türkler de oy kullanacak.

Alevilere, Kürtlere çok güvenenler bu ülkede Türklerin çoğunluk olduğunu görecekler!

http://www.turksolu.com.tr/284/basyazi284.htm

21 Aralık 2015 Pazartesi

Huzurlarınızda “İyiniyetli Kürtler”






Huzurlarınızda “İyiniyetli Kürtler”



Gökçe Fırat,
03.04.2006


Türk medyasının 22 Mart 2006 manşetleri

Türk medyasının 22 Mart 2006 manşetleriABD’nin Büyük Kıskaç operasyonu

Türk medyası “nevruzda korkulan olmadı” manşetleri ile çıktığının üzerinden daha bir hafta bile geçmeden, bölücü örgüt yandaşları Diyarbakır’da ayaklandı. Hakkari’de başlayan, ardından Diyarbakır’da sahnelenen ayaklanma provaları Siirt, Batman, Van ve Urfa’ya sıçradı.

Peki ne olmuştu da nevruzda “sağduyulu” davranan masum Kürt halkı birden ayaklanmıştı!

Olayları elbette bir hafta ile değerlendirmemek gerekir. Çünkü son bir haftada yaşadığımız gelişmeler, belirli bir senaryonun zamanı geldiğinde uygulamaya sokulan aşamalarıdır. Herşey plan dahilinde gelişmektedir!

Olayların başlangıç noktası neredeyse bir yıl önceye gitmektedir. Geçtiğimiz yılın Nisan aylarında ABD AKP’nin hizadan çıkma ve İran ve Suriye’ye yönelik operasyonlara karşı çıkma ihtimalini gözönünde bulundurarak hem AKP’yi kıstırma hem de AKP’ye alternatif yaratma “eylem planı”nı yürürlüğe koydu. Bu artık bir senaryo değil, planlanmış eylemler örgütleme anlamı taşıyordu.

Planın bir tarafında AKP’ye karşı Amerikancı bir darbe planlaması vardı. Nitekim bunun ön görüşmeleri yapılmış, belli yerlere mesajlar iletilmişti. Bizim basınımızda daha bu ay çıkmaya başlayan ve AKP’ye karşı “laik Türk ordusu”na yönelik ABD değerlendirmelerini TÜRKSOLU okurları bu sütunda 23 Mayıs 2005 tarihli yazımızda okumuşlardı.




 Fakat AKP’nin kıstırılması, hele hele ordu tehdidiyle kıstırılması için, ordunun da kıstırılması gerekmekteydi. Bunun içinse PKK devreye sokulacaktı.

O tarihlerde ABD, bölgeye yönelik yeni bir işgal harekatı öncesi öncü operasyon yapma talimatı verdi. Hemen ardından Suriye’de Kamışlı’da bir deneme ile İran’da hâlâ devam eden İran ordusu ile PKK arasındaki çatışmalar başladı.

PKK’nın bölgesel görevinde Türkiye’ye düşecek bir pay da vardı. Türkiye’ye özellikle de orduya, beni destekleyin yoksa PKK’yı harekete geçiririm mesajı verildi. Yine bu sütunda 1 Ağustos 2005 tarihinde çıkan yazımızda ABD’nin Sivas ve Gazi türü bir operasyon planladığını, bunun için PKK’ya görev verdiğini yazdık.

PKK’nın ABD misyonunu yerine getirmesi içinse uygun bir örgütsel amaç belirlendi. PKK temel yönelim olarak “Apo’yu özgürleştirme” hedefini belirledi. Hapisteki Apo’nun özgürleştirilmesi mahkeme yoluyla olamayacağına göre, bu özgürleştirmeyi sağlayacak bir eylem stratejisi olmalıydı. Bunun yolu ise Apo için sokağa dökülecek bir halk hareketi idi.

Ancak PKK ve Apo’nun rahat hareket edebilmesi içinse Kürt bölücülüğüne karşı duyarlı kesimlerin dikkatinin başka noktaya yöneltilmesi gerekiyordu. Bunun içinse Barzani kullanıldı. Türk milliyetçi kesimine verilen asıl tehlike Barzani, zaten Apo hapiste, bir gücü yok mesajları ile birlikte, “sınır çindeki ayaklanma hazırlığı” gözlerden saklanılarak asla girişilemeyecek bir “sınır ötesi”ne gözler çevrildi.

Bu süre zarfında hazırlıklarını tamamlayan ABD düğmeye bastı ve hem orduya, hem AKP’ye yönelik büyük kıskaç hareketini başlattı.

“İyiniyetli Kürtler” Nevruz’da Öcalan’a özgürlük sloganları ile meydanlardaydı. Türk basını ise uykuda. Tertipler, provokasyonlar ve ayaklanmalar dönemi


“İyiniyetli Kürtler” Nevruz’da Öcalan’a özgürlük sloganları ile meydanlardaydı. Türk basını ise uykuda.


İlk büyük tertip Şemdinli’ydi. Şemdinli’de doğrudan ABD’ye bağlı tezgah uygulamaya konuldu. Burada ABD’ye bağlı bir merkez eylemi yönetti. Bir yanda PKK komitesi, diğer tarafta ise Türk devleti içine sızmış, ABD kontrgerilla örgütlenmesine bağlı ve PKK ile doğrudan bağlantılı bir ekip vardı. Bu ekibin sağladığı istahbaratla hareket eden PKK jandarmaya yönelik büyük operasyonu başlattı.

Şemdinli’yi anlamadan hiçbir yere varamayız. Şemdinli’nin arkasında Türk ordusunu arayan, jandarmayı arayan, milliyetçileri arayan ya da Barzani’yi, İngiltere’yi vs arayan teoriler sonuçta tertipleyen kuvveti gözlerden saklamaktadır.

Ancak tertipçiler, devleti güçsüz gördükleri, arkalarını sağlam gördükleri için fazla cesur davrandılar. Şemdinli dosyasına giren ve kanıt olduğu iddia edilen bilgi ve belgeler, olayın arkasında açık bir “devlet içine sızma”nın olduğunu gösteriyordu. Bununsa faili üç kurumda olabilirdi; jandarma, emniyet ya da MİT!

Operasyonun hedefi jandarma olduğuna göre, aslında baskına uğrayan jandarma, kendisini pusuya düşen kuvvetleri görmüş oluyordu. Jandarmanın farkına vardığı gerçek belli kesimleri yaklaşan PKK ayaklanması ve ABD müdahalesine karşı uyandırabilirdi.

Bunun için Şemdinle’de tertip düzenleyen ancak tertibi açığa çıkan güçler bu defa daha büyük bir tertiple yeniden orduya meydan okudular. Nevruz bunun silahsız gösterisiydi, Diyarbakır olayları ise gerekirse silahla ve halkı da işin içine katarak olayların iyice büyütüleceği mesajıydı.

Bu bölücü gösteride Türk tarafını rahatsız eden görüntü. Kaynak Hürriyet gazetesi.


 Bu bölücü gösteride Türk tarafını rahatsız eden görüntü. Kaynak Hürriyet gazetesi. Uluslararası operasyonun üç gücü Olay görüldüğü üzere uluslararası boyutları olan büyük bir operasyondur. O halde dar bir çerçeve içerisinde kalarak çözmek imkânsızdır. Operasyona katılan kuvvetlerin tümüne karşı aynı anda önlem alınmazsa operasyon büyüyerek devam edecektir. Bu ise, tertip, provokasyon ve ayaklanmaların devamının gelmesidir.

O halde operasyona katılan kuvvetleri ve temel hedeflerini belirleyerek işe başlıyabiliriz.

1- Operasyonun kumandası ABD’dedir. ABD’nin amacı ise Ortadoğu’da girişeceği İran ve Suriye operasyonları öncesinde Türkiye’yi en azından tarafsız bırakmak ya da kendisine destek olmaya ikna etmektir.

Fakat ABD’nin bir de uzun vadeli bir planı vardır ki, Türkiye bu planda tıpkı İran ve Suriye gibi hedeftir, işgal edilecek ülkedir.

Bu noktada PKK önem kazanmaktadır. PKK’yı önemsemeyen tüm görüşler kaçınılmaz bir şekilde PKK’yı güçlendirmektedir. PKK önemlidir çünkü ABD bölgedeki üç ülkede birden PKK’yı kullanarak eylem örgütlemektedir. Ama daha da önemlisi PKK, ABD’nin Türkiye’ye yönelik operasyonunda en önemli destekçi ve gerekçedir. Bu nedenle ABD ile PKK arasında bir kader birliği sözkonusudur.

2- PKK açısından bakıldığında kendi kaderini ABD’ye teslim eden bu örgüt, rakip Kürt gruplarının da etkin olma ihtimaline karşın var gücüyle ABD’ye hizmet etmektedir.

PKK’nın stratejisi bellidir. Temel hedef olarak “Apo’nun serbest bırakılması ve PKK’nın yasallaştırılması” belirlenmiştir. Bu ise Türkiye’nin “terörsüz bir PKK”ya razı edilmesi demektir. Son dönemde Kürt aydın girişimi, Kürt konferansı vs etkinlikler kamuoyunun “silahsız PKK”ya hazırlanması içindir. Böylesi bir strateji aynı zamanda ABD tarafından da desteklenmektedir. ABD, PKK’dan bir özgürlük hareketi yaratmak istemektedir.

3- Türk devleti içindeki kontrgerilla merkezi ise doğrudan ABD’ye bağlı bir Ortadoğu haritası için çalışmaktadır. Özellikle Emniyet içinde yuvalanan bu ekip köken itibarıyle Kürtlerden oluşmaktadır. Özellikle de Said-i Kürdi etkisi gözlenmektedir. Bu ekip, AKP içinde çalışmaktadır ama aslında AKP’yi de aşan bir planın piyonlarıdır.

 PKK yayın organı gibi çalışan Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır olayları sonrası manşeti. İç sayfalarda da olaylar isyan, serhıldan ve alyaklanma olarak adlandırılıyor.İyi Kürt diye diye...



PKK yayın organı gibi çalışan Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır olayları sonrası manşeti. İç sayfalarda da olaylar isyan, serhıldan ve alyaklanma olarak adlandırılıyor.



Peki operasyon nasıl işlemektedir?

Operasyonun son aşamasına, yani ayaklanmaya odaklanırsak bir sonuç alamayız. Ayaklanmanın zemini nasıl hazırlanmıştır onu tespit edersek yol alabiliriz.

Ayaklanma demek örgütü aşan bir durumdur. Hiçbir zaman bir terör örgütü kendi militanları ile ayaklanma başlatmaz. Aksine ayaklanma örgütün kendi militan gücünü hedef yapmadan halkı harekete geçirdiği durumdur. Çoğunlukla düne kadar masum halk gözü ile bakılanlar bir bakmışsınız ellerinde terör örgütü liderinin resimleri, molotoflar, silahlarla sokağa dökülmüş ve devlete saldırıyor!

Peki bu nasıl olur?

Bu sorunun cevabı çok basittir. Eğer bir devlet kendi eli ile bir bölgede yaşayan vatandaşlarının aslında Türk olmadığını, ayrı dilleri olduğunu, ayrı kültürleri olduğunu ve elbette bunun sonucunda bazı “ayrıcalıklı hakları” olduğunu kabul ederse, o halk da bir adım daha atarak bağımsız olmayı düşünecektir.

Geçtiğimz yaz sonunda bu köşede başlayan ve iki ay süren bir yazı dizisi yayınlamıştık. Orada temel bir tespitimiz vardı: “Kürt varsa sorun var” diyorduk. Kimi insanlar ama “iyi niyetli Kürtler de var” “tüm Kürtleri dışlamıyalım” gibi saf yorumlarla bizi eleştiriyorlardı.

Peki ne diyorduk o dönemki değerlendirmemizde:

“ O halde, “iyi Kürt”le “kötü Kürt” arasında ayrım yapmanın pek bir anlamı kalmamaktadır. İnsanların iyi niyeti, tarihsel olayların belirli akışını durdurmaz. Tarihsel akışa ancak kapılır gider. O nedenle aklı başında devletler, tek tek bireylerle, örgütlerle değil, tarihsel yasalarla ilgilenirler. Yarın devletin başına iş açacak bir talep, en iyi niyetli ve sadık bir kişi tarafından bile söylense buna engel olmak, gidişatı durdurabilir.

Ancak bugün gidişat, maalesef, durdurulamaz bir aşamaya gelmiştir. Çünkü yaklaşık 20 yıldır bir silahlı Kürt terörü yaşıyoruz. Bu yirmi yıl içinde, kabul etsek de etmesek de, bölücü Kürtçüler, kendilerine uygun bir millet yarattılar. Bu, kendi diline, kültürüne, “önderliğine” sahip çıkan bir milli topluluktur. Bu topluluğun yaratıldığını görmezden gelerek hiçbir yere varamayız!

Sokağa çıktığımızda, henüz beş altı yaşındaki Kürt çocuklarının “Benim önderim Atatürk değil Apo” dediğini görüyoruz. Bu, artık Kürt milli kimliğinin, doğar doğmaz benimsendiğini göstermektedir. Bugün beş yaşındaki zararsız, masum çocuk, yarın belki de bir terörist olacaktır.

O nedenle her Kürt Kürtçü değil anlayışı bir yerden sonra sarpa sarmaktadır. Doğru, her Kürt bugün için Kürtçü değildir. Ancak ben bölücü değilim, ama Kürdüm diyen, istese de istemese de, Türk ulus devletinin temelini dinamitlemektedir.

Türk kimliğini yıkarak, bölücü Kürtçülüğün pasif destekçisi konumundadır. Zaten her mücadele sadece aktif savaşçılarla değil, aynı zamanda daha kalabalık pasif destekçilerle verilebilir. Bugünün pasif destekçileri ise o mücadelenin ihtiyat kuvvetidir. Kimileri kabul etmese bile, ben Kürdüm diyen herkes, potansiyel bir PKK’lıdır.

  '' O nedenle en iyi Kürt, ben Türküm diyen Kürttür...”

Son Nevruz ve Diyarbakır olayları, sadece yukardaki satırların doğrulanmasıdır. Türk devleti kendi eliyle önce Kürt yaratmış, ardından o Kürtler PKK’lı olmuş ve devlete karşı ayaklanmışlardır!


Terör örgütünün ikinci adamı Murat Karayılan ise aynı gazeteye verdiği röpdrtajda Nevruz sonrası dönemi şöyle açıklıyor: “Artık Kürdistan’da hiçkimse Başkan Apo’yu sahiplenişi gizlememelidir. Özellikle Türkiye’de anayasal çerçevede düşünce özgürlüğü bağlamında her Kürt Başkan Apo’yu kendilerine önder olarak gördüğünü her yerde rahatlıkla söylemelidir.” Ve hemen ardından da “PKK terör örgütü değildir” diyen Hakkari Belediye Başkanını tebrik ediyor!


Terör örgütünün ikinci adamı Murat Karayılan ise aynı gazeteye verdiği röpdrtajda Nevruz sonrası dönemi şöyle açıklıyor: “Artık Kürdistan’da hiçkimse Başkan Apo’yu sahiplenişi gizlememelidir. Özellikle Türkiye’de anayasal çerçevede düşünce özgürlüğü bağlamında her Kürt Başkan Apo’yu kendilerine önder olarak gördüğünü her yerde rahatlıkla söylemelidir.” Ve hemen ardından da “PKK terör örgütü değildir” diyen Hakkari Belediye Başkanını tebrik ediyor!PKK terör örgütü değil, terörü kullanan bölücü bir örgüt

O halde AB’ye uyum adı altında başlayan, Türkiyelilik, çok kültürlülük, azınlık hakları türü açılımların demokrasi getirmediğini, tam tersine ayaklanmaya yol açtığını görüyoruz. Yani AB’cilerin, gizli açık Kürtçülerin, daha fazla özgürlük daha fazla bütünleşme ve birlik getirir teorileri uygulamada çökmüştür. Özgür bırakılan kitle tümüyle PKK’nın kontrolüne girmektedir.

Son nevruz gösterilerinin bilançosunu bir çıkaralım. Kaç ilde, kaç ilçede, kaç gösteri düzenlenmiştir, bu eylemlere kaç kişi katılmıştır?

Korkunç bir gerçek belki, ama gerçek: 2 milyon!

Demek ki kendi elimizle PKK’yı destekleyecek 2 milyon “iyi niyetli Kürt” yaratmışız! Buyrun şimdi o “iyiniyetli Kürtler”e derdinizi anlatın anlatabilirseniz!

Kaldı ki devletin kendi eliyle düştüğü “PKK belediyeleri” tuzağını da ortaya bir kez daha koyalım. Koskoca Türkiye’de, DEHAP demenin PKK demek olduğunu, bu adamlara verilecek her oyun bölünme getireceğini bir tek biz savunduk. Şimdi tüm Türkiye şaşkın şaşkın bu belediye başkanlarını izliyor!

İzliyor diyoruz çünkü gerçekten izliyoruz. Bugün Türkiye’nin 56 belediye başkanı doğrudan PKK’ya bağlıdır, açıktan ayaklanma örgütlemektedir, ama öyle bir devlet vardır ki sadece izlemektedir!

O halde PKK stratejik hedefine ulaşmak üzeredir. Neydi hedef: PKK’yı yasalaştırmak. DEHAP’lı ya da yeni adıyla DTP’li belediye başkanları nezdinde zaten bu yasallaşma adımı atılmaktadır. Türkiye’yi yöneten iktidar terörsüz bir PKK için PKK’ya razıdır.

Bugün öyle bir ülkede yaşıyoruz ki terörle mücadele etmesi gereken emniyet kuvvetleri içinde bile PKK’nın silah bırakmasının ve yasal zemine geçmesinin Kürt sorununu çözeceğini, hem de açıktan savunanlar bulunmaktadır!

Oysa PKK bir terör örgütü değildir, PKK terörü bir yöntem olarak benimseyen bölücü bir örgüttür. Terör dünyanın her yerinde zaten yasaktır ve kabullenilemez de. Ama sorun da bizim açımızdan tam buradadır: O halde terör uygulamayan bölücülüğe izin mi vereceğiz? Bu ülkede, bu ülkenin bölünmesini isteyen bir örgüt kurulabilecek mi? Bunun yasal düzenlemesi de yapılacak mı?

Şunun için soruyoruz, öyle bir niyetiniz varsa bilelim de, bizler de bağımsız bir Türk devleti kurmak için çalışalım!

Maalesef Türkiye’de insanlar, bölücülüğü bir tehdit olarak görmekten vazgeçmişlerdir. Oysa yaşanan olaylar göstermektedir ki, terörden uzak duran DTP gibi bölücü bir Kürt örgütü, yeri geldiğinde hemen terör uygulayan bir örgüte dönüşüvermektedir. O halde Türkiye’nin yapması gereken ilk iş bölücülüğü yasaklamaktır. Bunun içinse anayasayı işletmeniz gerekir ki bu ülkenin Başbakanı o anayasaya karşıdır. Kendisini Türk değil Türkiyeli olarak görmektedir. Oysa anayasamıza göre Türkiye’de Türk’ten başka bir millet bulunmamaktadır.

Garip bir durumu tespiti ama Türkiye’nin gerek ABD’ye, gerekse PKK’ya karşı mücadele ederken yapması gereken ilk şey kendi anayasasını uygulamasıdır. Türkiye’da bugüne kadar bir ulus yaratıldı ise, bir bütünlük yaratıldı ise unutmıyalım ki bu daha fazla özgürlük, çok kültürlülük, çok dillilikle değil, bu anayasa ile yaratıldı.

15 yıl önce ne olmuştu?

Kimileri ise hala saf saf soruyor. 15 yıl sonra Diyarbakır’a asker girdi diye! Bir sorun kendinize askerin Diyarbakır’da olmadığı bir 15 yılda demek ki devlete karşı ayaklanacak bir “iyiniyetli Kürt halkı” yaratılmış! O halde sorun askerin şehirde olması değil olmamasıymış!

Hatırlarsak 1991’de de PKK benzer bir ayaklanma girişiminde bulunmuştu yine Diyarbakır’da. O dönemin HEP İl Başkanı’nın cenaze töreninde başlamıştı yine olaylar. Çünkü cinazeler ayaklanmanın başlangıç noktası olur hep.

Peki o 91 ayaklanma girişiminin sonunda ne oldu dersiniz? Devlet şehirdeydi ve ayaklanmayı bastırdı. Hem de kanla bastırdı. Çünkü elde silah devlete karşı ayaklanan ve kendisinin özgürlük militanı olduğunu iddia eden biri, o yolda ölmeyi de göze alabilmelidir. Şimdikiler gibi hem ayaklanırım hem de devlet bana dokunmasın türü bir zihniyet yeni yeni görülüyor!

Ayaklananı yere sermek devletin hakkıdır.

O gün PKK’nın bitişinin başlangıcıydı. Oysa PKK o gün orada devletle boy ölçüşecek kadar güçlü olduğunu düşünüyordu. Yanıldı. Yanılgısının bedelini silahlı gücünün büyük kısmını yitirerek ödedi.

O günden bugüne geldik.

Şimdi devlet idarecileri, güvenlik kuvvetlerine emir veriyorlar, ayaklanmacılara müdahale etmeyin diye. Kurşunlanmıyacağını bilen “iyiniyetli Kürtler” de doğal olarak dağılmıyor ve daha fazla yakıp yıkıyorlar!

Sağduyu mu dediniz

Peki bu gerçeklerden sonra ne olacak derseniz...

ABD ve PKK stratejisi sağlam adımlarla ilerlerken Türkiye bu stratejinin kaybeden tarafı olacaktır. Çünkü Türklükten, üniter yapıdan taviz veren taraf bu savaşta kaybeder. Farkındaysanız Kürtler, “bizim de kırmızı çizgilerimiz var” diyerek, ne milli kimliklerinden, ne de “büyük Kürdistan”dan taviz vermiyorlar.

O halde başa dönelim ve operasyonu yürüten ABD tarafına bakalım.

ABD kıskaç operasyonu için bu tür ayaklanmalara başvuracak ve Türk devletine teslim olma çağrısı yapacaktır. Diyarbakır olayları bu bakımdan aslında ABD’nin “Kurtlar Vadisi” filmine cevabıdır! ABD Türkiye’yi iç savaşla tehdit etmektedir.

İç savaş tehdidine karşı Türk tarafı aynı tehdide aynı yöntemle cevap vermezse kaybeder: Ayaklanan “iyiniyetli Kürtlere”, iki milyon kişi oldukları oysa bu devlet için sokağa dökülecek bir 60 milyon Türk olduğunu hatırlatılmalıdır!

İşte bu noktada Amerikancı partilerden yükselecek, “kardeş kavgasına” karşı “sağduyuya” çağıran açıklamaları okuyacaksınız muhtemelen.

Ne diyelim, sağduyu içinde bölünüyor ve ülkemizde çıkan ayaklanmayı sağduyu içinde televizyondan izliyoruz...

http://www.turksolu.com.tr/104/basyazi104.htm


..

SAFLARI SIKLAŞTIRALIM ARKADAŞLAR.,





SAFLARI  SIKLAŞTIRALIM ARKADAŞLAR.,


Gökçe Fırat,
26.09.2005/Sayı:91

Safları Sıklaştırın,
Safları Sıklaştırın Çocuklar!
Uzaktan Duyduğunuz,
Çakalların Ulumasıdır!..

Türkiye'nin Çevresi çok kimlikliliğin yol açtığı bölünmelerle dolu,
Hain Erkekler, Namussuz kadınlar ”...

Türkiye'nin çevresi çok kimlikliliğin yol açtığı bölünmelerle dolu


“İstanbul şehri bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların şehri. Burası entrika, rezalet, hile, korkaklık karargâhı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar şehri.

“Üsküdar’a giderken akıntı bizi Yunan zırhlısı Averof ile hemşiresi Kılkış’ın yanından geçirdi. Bir nöbetçi baktı. Ben bu gemilerin burada emniyetle durabilmelerine şaşıyordum. Yunanlılar Osmanlı başkentini üs diye kullanmakta, buradan Karadeniz ve Marmara kıyılarına akın ederek Türk köylerini ateşe tutmakta idiler. Türklerin de bu gemileri batırmaya girişmediklerine şaşıyordum. Küçük bir çabayla batırılmaları mümkündü.”

Bu değerlendirmeler, mütareke döneminde İstanbul’a gelen İngiliz subay Armstrong’a ait.

PKK otobüsleri Gemlik’e doğru yola çıkınca, ister istemez bu sözler geldi aklımıza. PKK otobüsleri Gemlik yolundan geri dönerken Bursa’nın “ Hain Erkekler ve Namusuz kadınlar şehri ” olmadığını görüp sevindik.

Doğrusu provokasyon denilen, kışkırtma denilen tüm halk tepkilerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. PKK teröristlerinin her gün karakol bastığı, eşkıya destekçilerinin şehir merkezlerinde Apo posteri açıp gösteri düzenlediği, bilimsel kılıflı bölücü konferansların iktidar desteğinde düzenlendiği, ülkenin bölünmesi için imza kampanyalarının sokaklarda düzenlendiği bir ülkede, vatanına ve namusuna sahip çıkan her sıradan Türk’ün göstereceği en basit tepkilerdir bunlar.

Halkın bu doğal tepkisinin, tüm siyaset kurumu ve medya tarafından provokasyonla, “iç savaş çıkar ha!” korkutmalarıyla sindirilmeye çalışılması da doğal, çünkü ülkemizde hain erkekler ve namussuz kadınlar da var ve bunlar genellikle, sayıları bir avuç olmasına karşın sesi çok çıkan siyaset ve basın kurumlarında yuvalanmış durumda.

TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz üç sayısında işlediği “Kürt istilası” temasına ve Türk çocuklarına yapılan uyarılara, bu hainlik namussuzluk cephesinden saldırı gelmesi gerekiyordu. Çünkü hainler ve namussuzlar, kendi ihanet ve namussuzluklarını, ancak böyle gizleyebilirler, daha doğrusu gizlemeye çalışırlar. Mütareke basını, her direnişçiye saldırmak, onu provokatörlükle, akılsızlıkla, ırkçılıkla suçlamak zorundadır ki, kendi hainlik ve namussuzluğunu dengeleyebilsin. Şimdi bizimkiler de öyle yapıyor.

Ancak bir tarafta TÜRKSOLU gibi bir Türk direniş odağı ile diğer tarafta mütareke basını gibi bir hainlik odağı arasında kurulacak terazide, TÜRKSOLU bu hain ve namussuzların kendi günahlarından arınmalarına yetmeyecek kadar küçük bir sestir. Bu da Türkiye’nin milli güçlerinin bir ayıbıdır. Örgütlü milli güçlerin yetersiz kaldığı yerde, her şeyi yaratan halk sokağa inmekte ve olaya el koymaktadır.

TÜRKSOLU’na saldıran Mütareke basını, aslında TÜRKSOLU nezdinde halka uyarıda bulunmaktadır: Sus, evinde otur, sokağa çıkma! Sen harekete geçersen ben de geçerim ve tüm medya olanakları ile sana saldırırım.

Düzenin Milli Sol korkusu

Geçtiğimiz onbeş gün boyunca süren Mütareke basınının saldırılarını nasıl değerlendirmek gerekir?

Bilindiği gibi Doğan medyanın, TÜRKSOLU’nu her ne şekilde olursa olsun gündemden saklamak gibi bir kararı vardır. TÜRKSOLU’ndan hiçbir yazarlarının hiçbir şekilde bahsetmesine, eleştirmek için dahi olsa, izin vermezler. Sonuçta TÜRKSOLU’nun eleştirilmesi bile, aslında bizi güçlendirmektedir. Ancak alınan bu kararın, yani kendi yayın organlarında TÜRKSOLU yokmuş gibi davranmalarının, TÜRKSOLU’nu yok etmediğini çok iyi bilmektedirler. Bu noktada köşeye sıkışmaktadırlar.

TÜRKSOLU’nun son üç kapağı ve yazıları ise, bu grubun eski kararlarını gözden geçirmelerine neden oldu. Böyle olması da çok doğaldı, çünkü son yazılar, Türkiye’de birşeylerin artık değişeceğinin çok açık sinyallerini veriyordu.

Aslında olay çok basittir. Türkiye, dışarda AB ve ABD, içerde ise AKP ve PKK tarafından kuşatılır ve bölünürken, ülkenin çıkış noktası da en baştan yok edilmiştir. Bir yanda doğrudan Amerikancı sağ parti ve örgütlerin, diğer tarafta Kürtçülüğe taşeronluk yapan sol parti ve örgütlerin oluşturduğu, sağlı sollu siyaset arenasında, Türkiye için bir çıkış noktası yoktur.

Sağın milliyetçiliği Amerikancılıkla, Avrupacılıkla sınırlıdır, solun solculuğunun sınırı ise bir “halkların kardeşliği” sloganı ile PKK kuyrukçuluğuna dolanmaktadır. Her koşulda, bu ülke insanının, yani Türk milletinin, bu ülkede kendi kuralları ve namusu ile yaşama olanağı, bir kısım dış güçlere teslim edilmektedir. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” dense de, bu ülkede bir tek Türk’ün hakkı tanınmamaktadır.

TÜRKSOLU böylesi kapalı devre bir siyaset arenasında tam anlamıyla düzen bozucu ve tasfiye edici harekettir. Çünkü TÜRKSOLU kendisini sadece işçi sınıfı ile ve emekçilerle sınırlayan bir teorik referansla davranmamaktadır. TÜRKSOLU doğrudan Türk milletinin sözcüsü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ise, kendi milletinden kopuk sol hareketlerle karşılaştırıldığında ciddi bir tehlikedir. Çünkü ilk defa bir sol hareket aynı zamanda milli bir hareket olma yolundadır.

Sol: Kürtçülük ve Alevicilikten Türk milliyetçiliğine

Oysa Türkiye’nin Batıcı siyaset rejiminde millilik, ancak faşist partilere bırakılmış dar bir alanda oynanan oyundur. Bu noktada TÜRKSOLU’nun milliyetçiliği, en başta sağ güçleri, yani sahte milliyetçi partileri dağıtan bir güçtür. O nedenle mütareke basını, TÜRKSOLU’na saldırırken, “Bu gazetenin önerdiklerini MHP bile önermiyor” demektedir. Aslında burada gizli bir üzüntü sezilmektedir, çünkü TÜRKSOLU’nun dediklerini MHP türü harekatler söyleme cesaretine sahip olsalardı, bu tür bir milliyetçi çıkış sol güçlere kalmazdı!

Evet, Batıcı siyaset rejimi sarsılmaktadır. On yıllardır MHP türü hareketlere sahte milliyetçilik yaptırıp Türk milletinin tepkisini dizginleyen siyaset kurumu TÜRKSOLU’nun milliyetçiliği karşısında çaresizdir. Ancak sağdan yapacağı saldırının imkânı yoktur. O nedenle sağ güçler, TÜRKSOLU’na saldırırken soldan vurmaktadırlar. Sanmaktadırlar ki, TÜRKSOLU’nun solcu olmadığını ispatlarlarsa, bu milli sol akım durdurulacaktır.

Burada ayrı bir aymazlık sözkonusudur, çünkü TÜRKSOLU’nun solculuğu, düzenin bunca yıldır el altında tuttuğu, kökü dışarda sol hareketlerden tümüyle farklı bir halk hareketidir. Farkındaysanız eğer, TÜRKSOLU dogmalarla, şablonlarla değil, halk diliyle konuşur.

Burada düzenin hiç hoşuna gitmeyen iki nokta vardır ki, bu, solun gerçekten milli bir harekete dönüşeceğini göstermektedir. TÜRKSOLU birincisi Kürtçülük yapmamaktadır, ikincisi Alevicilik yapmamaktadır. Bu ise sağ güçleri hepten çileden çıkartmaktadır, çünkü Türkiye’de solu, kendi içine hapsedenin ve bir türlü ketleseleşememesinin temel sebebinin, sola bırakılan Kürtçülük ve Alevicilik politikasından kaynaklandığını çok iyi bilmektedirler.

Kürtçülük ve Alevicilik yerine Türk milliyetçiliğini tercih eden sol, eski tür düzen solunun sınırlarını hemen aşar ve milli bir harekete dönüşür. Bu tür bir açılım, sahte milliyetçi hareketi de dağıtırsa, gerçekten düzen güçleri ile karşılarında bir tek TÜRKSOLU kalacaktır ki, o zaman tüm denge değişecektir.

Sokağın sesi

Peki TÜRKSOLU tüm dengeleri değiştirecek ne yapmaktadır?

TÜRKSOLU Türkiye’de bir Kürt istilası olduğunu savunmakta ve bunu rakamları ile, haritaları ile kamuoyuna duyurmaktadır. Gerçekten mütareke basınının dediği gibi, bunlar ırkçı, faşist sloganlar olsa, üzerinde çok fazla durmamaları gerekirdi. Öyle değil mi, hiçbir gerçekliğe dayanmayan bir yazıyı neden önemsiyesiniz!

Ama mütareke basını, Türkiye’de gerçekten de bir Kürt istilasının olduğunu gayet iyi bilmektedir. Onlar, bu olgunun, bu kadar açıklıkla ifade edilebileceğine pek ihtimal vermiyorlardı sadece. Şimdi birileri çıkıp bunu haykırdığı andan itibaren, ülkenin siyasi statükosunun hızla değişeceğini görmektedirler. Feryatları ondandır.

Evet, Türkiye’de bir Kürt istilası vardır. Bunu TÜRKSOLU ifade etsede böyledir, etmese de. Çünkü mütareke basını da çok iyi bilmektedir ki, bu istila, Türk toplumunun gündelik yaşamını artık iyice rahatsız atmektedir. Bunca zaman, iyi komşuluk gösteren Türkler, artık oynanan oyunun farkına varmıştır. Sokakta yaşanan gerçeklik, sıradan Türk’ün, kendi ülkesini, mahallesini, sosyal yaşantısını, kültürel değerlerini, ahlaki değerlerini, kısacası yaşamının her alanını Kürtlerin istila ettiğini görmesidir. Bu gerçeklik, bir sol hareket tarafından formülize edilip teorileştirildiğinde, gerçekten sokaktaki Türk kendi hareketine kavuşmuş olacaktır. Medya bu kaçınılmaz gidişatı görmüş ve bunu engellemek için çırpınmaktadır.

Ancak TÜRKSOLU’nu sustursalar bile sokakta yaşanan gerçekliği ortadan kaldıramayacakları için, bu tür bir milli cereyanı durduramazlar. TÜRKSOLU burada sadece bir simgedir, tarihin akışının bu ülkeye dayattığı siyasal öznedir. Bu özne, boğulacak olursa, sanılmasın ki sokak kendi sesini kısacaktır. Olgunlaşan fikirler artık halka malolmuştur. Halk, bir yolunu bulup, yine aynı fikirlerle, doğru bildiğini yapacaktır.

Peki bu durumdan kimler rahatsız olmaktadır?

Böyle bir gidişattan en başta Türkiye’nin solcu geçinen, Atatürkçü geçinen, milliyetçi geçinen bir kısım aydınları rahatsız olmaktadır. Rahatsızlıklarının sebebi, rahatlarının bozulacağını bilmelerindendir.

Gerçekten de sokağın sözcülügünü üstlenmek cesaret ister. Böyle bir sözcülüğün, bu sözcülüğü üsteleneceklere çok ağır yükler getireceğini, hatta ağır bedellerinin de olacağını bilmektedirler. Ülkenin bir uçuruma gittiğini, bölünmeye gittiğini görmekte ama buna karşı bir şeyler yapmanın kendi konumlarını da sarsacağını görmektedirler.

Bunlar, mütareke dönemi deyişiyle tatlı su frenkleridir. Tatlı su frenginin ağzından tek bir açıklama duyarsınız: Tamam hepsi doğru ama, hani, şey, sanki daha yumuşak bir üslup kullansak biraz daha kazanıcı olmazmıydık? Aslında üslup sorunları yoktur. Çünkü her sağlam duruşun bir üslubu vardır. Bu üslupsuzluk çağrısı, sağlam duramayacaklarının ifadesinden başka bir şey değildir.

Kebap savaşı mı Kürt savaş ağaları mı?

İkinci bir kesim ise, son derece sessizdir. Daha doğrusu bunlar kendileri konuşmazlar, başkalarını konuştururlar. TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz sayılarda yayınlanan haritaları, Kürt mafyasının ekonomik gücünü ortaya koymuştur. Şimdi bu ekonomik rant üzerine çöreklenen Kürt mafyası bir kısım taşeronu üzerimize salmaktadır.

Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin en önemli düşmanı baştan itibaren Kürt ağalığı olmuştur. Cumhuriyet idaresi boyunca ayaklanan Kürtler aslında ağalık düzenini istemişlerdir. Kapalı aşiret yapısını ise, şehre geldiklerinde bile bozmamışlardır. Şehre hakim olan aşiret rejimi ise ekonomide başka bir olguyu ortaya çıkarmıştır: Kürt savaş ağaları. Kürt savaş ağaları, iki yölü bir iktisadi çark kurmuştur. Bir yandan Türk milletinin kaynaklarını kurdukları iktisadi ağ ile ele geçirip PKK’ya aktarma, diğer yandansa PKK desteğini arkasına alarak, tüm Türk ekonomisinde hakim olma. Bugün için Kürt bölücülüğü ile mücadelenin en önemli halkası, kendilerine Kürt işadamları denilen, ama gerçekte savaş ağası olan bu grubun çökertilmesidir.

TÜRKSOLU’nun bu kesimi deşifre etmesini kemileri “Kürtten alışveriş etmeyin demek açık faşizmdir” “Ne yani Kebap yemiycek miyiz? Bu kadarı da komik olmuyor mu” şeklinde laubalilikle ele almıştır. Örneğin Doğan Medya da bu noktadan bize saldırmaya kalkmıştır. Ancak onların laubaliliklerinin tersine bizler son derece ciddiyiz. Tüm ülkeyi saran bir kebapçı ağının, aslında aynı zamanda bir teröre maddi kaynak aktarma şebekesi olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu noktada savaşın “ulusal kebap savaşı” olarak konması belki de çok doğrudur. Bugünün kebapçı zinciri, yarın iç savaş çıktığında Kürt bölücülerinin örgütlenme ağıdır.

O nedenle ister kebapçı olsun, ister simitçi olsun, ister kasetçi olsun, her türlü Kürt iş sahası dikkatle incelenmelidir. Ekonomi savaşın can damarıdır. Şeriatçı hareket nasıl, cami-yeşil sermaye etrafında hızla güçlendi ise, Kürtçü hareketin de benzer bir yol tututğunu görmeliyiz.

Bu noktada Kürtçülüğe para aktarmaktan kaçınmak elbette her Türk’ün görevidir. Geçtiğimiz dönemlerde, Genel Kurmay’ın ve Emniyet’in, Yeşil Sermayeye yönelik bilgilendirme ve önünü kesme politikasını biliyoruz. Türkiye’de Şeriat tehlikesi biraz da bu şekilde önlenmiştir. Şimdi acil ihtiyaç, aynı şekilde bir çalışmanın bu defa Kürt işadamlarına yönelik yapılması gerekmektedir. Bu ise halkın yapacağı bir iş değildir. Genel Kurmay’ın, MİT’in, Emniyet’in bu iş üzerinde çalışması ve devletin tedbir alması gerekir.

Alevi Baronlar

Bir üçüncü kesim ise Alevi Baronlardır. Bunlar Anadolu’nun yoksul ve ezilmiş Alevi kitlesi üzerinde dinsel bir sömürü mekanizması kurmuşlardır. Sünni şeriatına karşı çıkarlar ama aslında kendileri de Alevi şeriatını savunurlar. Nedeni ise basittir, Alevi cemaati olmasa kendileri de olamayacaklardır.

O nedenle Alevi Baronlar, Alevilerin Türk toplumu içinde kaynaşmasını değil, Alevi kimliğini korumak ve yaşatmak sloganı arkasında bağımsız bir cemaat olarak kalmasını isterler. Böyle bir cemaat toplumu her zaman için korunmaya muhtaç olacaktır. Bu korumayı ise bu Baronlar sağlayacaktır.

Bugün Aleviler üzerinden rant sağlayan bu Baronların, Ermeni ya da Rum Patriklerinden pek farkları yoktur. Aslında güttükleri politika ile Alevileri toplumdan soyutlamakta, dışlamakta, tecrit etmekte kısacası azınlıklaştırmaktadırlar. Böyle bir politika Alevilere büyük zarar vermektedir ama tıpkı tarikat şeyhleri gibi Alevi Baronları da bunu pek önemsemezler.

TÜRKSOLU, önemli bir tespit yapmıştır. Alevilik üzerinde büyük bir oyun oynanmaktadır. PKK, Alevi kitlesini, doğal lojistik alan ilan etmiştir. Peki bunun sebebi nedir? Yıllardır Alevilere Türk devletine düşmanlığı aşılayan Alevici ideoloji, ister istemez Türk devletine düşman PKK ile ittifak kurmaktadır. Kimileri itiraz edebiler ama kimi Alevi dermekleri, neredeyse tümüyle PKK’lı ve benzeri terörist grupların egemenliğindedir.

Kaldı ki PKK’nın genişleme güzergahında Alevi bölgesi önceliklidir. Şimdi bunun nedenini de birilerinin açıklıkla ortaya koyması gerekir. Bunun suçu, elbette Alevilerde değildir. Ama Alevileri cemaatleştiren Alevi Baronları Alevi kitlesini PKK’ya yem etmiştir.

Bu noktada hemşehri dayanışması, köy örgütlenmesinin ve yaşantısının şehre taşınması, şehir içinde bile ayrı özerk cemaat alanları oluşturmaktadır. Bu tür toplumdan soyut, içe kapalı, hemşehri mahalleleri, her türlü devlet düşmanı ve PKK yandaşı akımların güçleneceği sosyal zemini yaratmaktadır.

Sıradan Atatürkçü Alevi insanlarımız bu durumdan elbette büyük rahatsızlık duymaktadır. Ancak duyulan rahatsızlığın da bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir. TÜRKSOLU laik bir harekettir. Alevicilik yapmanın bu ülkede bölücülük olduğunu düşünmekte, solun öteden beri düştüğü hataya düşerek Alevilik üzerinden varolma stratejisi izlememektedir. Aleviler en çok bu tür bir stratejinin kurbanı olmuştur.

Bizim için aslolan herkesin kendisini milliyetiyle ifade etmesidir. Eğer birileri Alevi kimliğini Türk kimliği yerine geçirmeye çalışırsa, burada bir yanlış vardır ki bu yanlış bölücülüğe kapı açmaktadır. 21. yüzyılda insanların kendilerini dinsel kimlikleri ile değil, milliyetleri ile tanımlaması doğaldır. Ama “ben Aleviyim”in artık bir etnik kimlikmiş gibi kullanıldığı bir ortamda, birilerinin de çıkıp uyanıklık çağrısı yapması gerekmektedir.

Perinçek’e  Sadece Üzülüyoruz

TÜRKSOLU’na yöneltilen saldırılardan belki tek eğlenceli olanı Perinçek grubununkidir. Aslında Perinçek grubu, Türkiye’nin sağcı düzen güçlerinin tam da aradığı sol harekettir. Öyle sol harekettir ki, büyüme ihtimali sıfır, kırk yıldır aldığı oy oranı ise binde birdir! E böylesi sol hareketi her düzen elbette ister.

Tabi düzen böylesi bir grubu istediği zaman kullanır. Örneğin TÜRKSOLU’na karşı saldıracağı zaman hemen Perinçek’i kullanırlar. Tabi bizim gibi bir halk hareketi açısından Perinçek’in saldırısı olsa olsa olumlu bir referanstır. Ne de olsa Perinçek’e oy vermeyen Türkiye’nin %99,9’unun sempatisini kazanmış olursunuz!

Ama bizim için eğlenceli olanın bu grup ve lideri açısından çok da sıkıcı olduğunu sanıyoruz. Çünkü bir siyasi parti düşünün ki TÜRKSOLU ve Gökçe Fırat olmasa ne basına çıkabilecek ne de siyaset yapabilecek. Sanırız zor bir durumdur. Gökçe Fırat olmasa bizim misyonumuz ne olacak, ne yapacağız diye düşünür herhalde insan...

Ama üzülmemek gerekir: Çünkü TÜRKSOLU ve Gökçe Fırat, Türk siyasetinin yükselen güçleridir. Bu yükselen güçler oldukça, sanırız Perinçek de siyasette kalıp boy gösterecektir. Bizim de ona böylesi bir katkımız olsun artık.

İç savaşın zeminini hazırlayanlar sizlersiniz

TÜRKSOLU’na yönelik saldırıların temelinde bir iç savaş kışkırtma suçlaması yatıyor. Ancak iç savaş korkusu yayanların aynı zamanda iç savaş için zemini hazırlayanlar olduğu da ayrı bir durum.

Bu hassas nokta üzerinde çok önemle durmak istiyoruz.

1- 18 Nisan 2005 tarihinde, bu sütunda, “Sol’un tarihi seçimi” başlıklı yazımızda, gelişecek olayları önceden görerek bazı oyarılar yaptık. Mersin’de Türk bayrağının yakılmasının hemen ardından, sokak hareketinin gelişeceğini, burada ABD’nin bu sokak eylemlerini manüple etmek isteyeceğini ilk kez yazarak kamuoyunu uyardık. Ancak yine bu yazımızda Türklere susmayı değil sokağa hakim olmayı önerdik.

2- 23 Mayıs 2005 tarihinde, yine bu sütunda, ABD’nin darbe senaryosunu açıkladık. Bu senaryonun önemli bir ayağını, Türk-Kürt çatışması çıkartarak olası bir darbeye zemin hazırlamak olduğunu ilk kez burada biz açıkladık.

3- 1 Ağustos 2005 tarihinde, bu sütunda, “PKK sınırın ötesinde mi?” başlıklı yazımızda PKK’nın Apo’ya özgürlük için sokağa inme kararı aldığını ve bunun bir iç savaş ilanı olduğunu yazdık.

Görüleceği gibi Türkiye’nin bugünkü gündemini işgal eden iç savaş olgusu, ilk kez TÜRKSOLU tarafından ele alınmış, bunun Amerikancı bir darbe tezgahı çerçevesinde değerlendirilmesi yapılmıştır. Türk milletine de, Amerikancı darbe tuzağına düşülmemesi noktasında uyarı yapılmıştır. Bu bakımdan TÜRKSOLU’nu iç savaş kışkırtıcılığı ile suçlayanlar bizimle yanlış zeminde kapışmaktadırlar.

Türkiye’ye Irak modeli: Türk, Alevi, Kürt Federasyonu

Ancak TÜRKSOLU olarak burada yine geleceğe ışık tutma görevi ile karşı karşıyayız. Türkiye üzerinde esas oynanan oyun, Türkiye’ye Irak modelinin dayatılmasıdır. Bugünkü Irak nasıl, Sünni(Arap), Şii ve Kürt olmak üzere üç parçalı bir etnik boğazlaşma sahası ise, Türkiye için de benzer bir senaryo hazırdır. Senaryoya göre Türkiye Sünni(Türk), Alevi ve Kürt olmak üzere üç parçaya bölünecektir. Bu nedenle ABD ve genel olarak Batı, Alevi kimliğine ve Kürt kimliğine özgürlük istemektedir.

İşte Türkiye’de iç savaş olacaksa bu şekilde olacaktır. Etnik ve mezhepsel parçalanma, kaçınılmaz olarak iç savaşı getirir. İç savaşı önlemeninse tek bir yolu vardır, etnik ve mezhepsel özgürlük alanı yaratmamak, ulus tanımını korumak. Bu noktada Türkiye bir ulus devlettir. Türkiye Cumhuriyeti, tek dilli ve tek milliyetli bir ulus devlettir. Eğer siz bu ulus devlet içindeki Türk milli kimliğini, alt kimliklere ayrıştırırsanız ve ayrıştırdığınız her bir kimliğe de özgürlük tanırsanız, kaçınılmaz bir şekilde alt kimliklerin birbiri ile çatışmasının yolunu açarsınız. İç savaşa yol açmayacak tek çözüm, Türk kimliğinin tek milli kimlik olarak tanınması ve Türk’ün bir etnik kimlik değil milli kimlik olduğunun kabulüdür. Türk’ü milli kimlikten etnik kimliğe dönüştürürseniz, Türkiye’yi de bir etnik federasyona mahkum edersiniz.

Bu gerçeklik karşısında kimileri bunun bir inkar ve dayatma politikası olduğunu savunmakta, özgürlüğün daha bağlayıcı olduğunu iddia etmektedir. Bu gibilere Irak’tan ders almalarını öneririz. Irak, uzun yıllar boyunca hem Kürtlere hem de Şiiilere farklı bir kimlik tanıdı, bu kimliklere de her tür özgürlüğü verdi. Ama görüldüğü gibi bu özgürlükler ne Irak’ın parçalanmasına ne de iç savaşa engel olabildi. Hatta bugünkü parçalanmışlığın ve iç savaşın nedeni tanınan bu özgürlüklerdir.

Türkiye açısından bu işin sağlamasını yapalım. Bugün bu tür etnik ve mezhepsel kimliklere özgürlüğü kim istiyor? ABD, AB ve PKK. O halde soralım, ABD, AB ve PKK, Türkiye’yi bölmek için mi istiyorlar bu özgürlükleri, yoksa Türkiye daha güçlü bir ülke olsun diye mi!

İnsan bilimde ve teoride çuvalladı mı, ABD onun başına hemen bir çuval geçiriverir. Başına çuval geçirilen insana ise her şey yapılabilir! Türk aydınının başına bugün bir çuval geçirilmiştir. Çuvalın içindeki aydın, bilimsel, tarihsel, sosyolojik gerçekleri bir yana bırakarak, iç savaşın yolunu açacak bir rotaya girmiştir. İç savaşın yolunu açanlar bugün iç savaş provaları karşısında, aman yeter ki iç savaş çıkmasın, PKK’nın istediklerini yapalım noktasına kadar gelmişlerdir!

Türk oğlu, Türk kızı! Yalnız olmaktan değil, hain ve namussuz olmaktan kork!
Bu oyuna bir tek TÜRKSOLU gelmemektedir. O nedenle oyunları bozulmuştur.

1- Biz çok açık bir şekilde Türkiye’yi bir iç savaşa götürecek her tür etnik kimliğe karşıyız. Yok bu yaptığınız iç savaş çıkarır diyorsanız, Türkiye’de zaten 20 yıldır PKK’nın ilan ettiği bir savaş var deriz. Hem iç savaş çıkmasın diye savaşmadan bölünmeyi kabul etmek aptallık olur. Böyle bir tercihte, iç savaşsız bölüneceğimize, iç savaş çıksın öyle bölünelimi tercih ederiz!

2- İç savaş çıkmasın ki rahatımız bozulmasın diyenlere ise şunu söyliyelim, biz Türküz, ne ABD’nin ne de Kürdün işgali altında yaşarız! ABD ve Kürt işgali bizim için zaten bir savaş nedenidir, o halde savaşmaktan kaçınmayız!

3- Bizim bu fikirlerimizi “savcılar göreve” korkutması ile değiştirebileceğinizi sanıyorsanız yine yanılıyorsunuz, bu fikirler için hapis yatmak bize ancak onur verir, şan verir. Ama bu fikirlerimizin de Anayasal çerçeve içinde kaldığını ve suçlanamayacağını başvurduğunuz mahkemelerde hepiniz göreceksiniz!

4- Bu fikirlerin yazıldığı bir gazetede yazı yazmak sadece onurdur. TÜRKSOLU sadece kendi kafası ile düşünen insanlara sütunlarını açar. Mütareke basınının saldırıları karşısında kalemini bırakacak karakterde olanları TÜRKSOLU yazarları arasında boşuna aramayın, bulamazsınız!

5- “Türk oğlu, Türk kızı Türklüğünü koru” çağrımız, sadece Türk çocuklarınaydı. Mütareke kalemlerinin ne çocuğu olduklarını bilemeyiz; annelerine sorsunlar. Ama bizim Türk çocuklarına yaptığımız çağrıyı üzerlerine alınıp, bu yazı üzerinden kıyamet koparmasınlar.

6- Mütareke basını TÜRKSOLU’na saldırarak açık kışkırtıcılık yapmakta ve hedef göstermektedir. Bu hedef göstermelerin hemen ardından bazı Kürt terör örgütleri tarafından tehditler almaya başladık. TÜRKSOLU’na, başyazarına ya da herhangi bir yazarına gelecek herhangi bir zarardan sizi sorumlu tutarız! Hesabını da sorarız...

Türk Oğlu Türk kızı!

Görüyorsun ki: “İstanbul şehri bir yara. Burada büyük idealler ve ilhamlar yok. Burası kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların şehri. Burası entrika, rezalet, hile, korkaklık karargâhı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar şehri.”

Görüyorsun ki, bu ülkede, bu şehirde yalnızsın.

Yalnız olmaktan değil, hain ve namussuz olmaktan kork!

Safları Sıklaştırın, safları sıklaştırın çocuklar
Uzaktan duyduğunuz çakalların ulumasıdır...

http://www.turksolu.com.tr/91/basyazi91.htm

..